Kayıt Ol

Buzun Yüreği (yeni bölüm Mirdakhar ve Sothre' ye dair eklendi)

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
                                                            1.BÖLÜM   Ne Başlangıç Ne Son

   Etrafımda cansız yatan meranların bedenlerinden yükselen iğrenç koku heryana yayılmıştı. Vücudumdaki sayısız yaradan ince ince kan akarken, uğruna büyük kayıplar verdiğim hatıra taşını, bir ödül gibi kavrayıp, yorgunluktan yere çöktüm. Hemen yanıbaşımdaki, belden aşağısı bir yılan gibi uzanan, gövdesi ve başı ise insandan farksız olan yaratığın, ölüme inat çırpınan kuyruğundan, olabildiğince uzak durmaya çalışıyordum. Kuyruğun ucundaki iğnesi, hem ustura kadar keskin, hemde ölümcül derecede zehirliydi. Çarpışmanın ateşi sırasında bu iğnelerden vücuduma saplanıp saplanmadığını kestiremiyordum. Aklıma Meranlara dair hatırladığım aptal bir şarkının dizeleri geldi.

        "Odval gezerken dağlar arasında
         Sıkışmış bir kadın gördü taşlar altında
         Yardım eli uzattığı anda
         Farketti o bir merandı aslında
         Tuttu Meran biranda
         Çekti Odvalı kayaların altına
         Götürdü karanlık puslu yuvasına"

      Şarkının ilk dizesini mırıldanırken  kahkaha atmaktan alamadım kendimi. Sonunda amacıma ulaşmıştım ama ne uğruna. Muhtemelen bu karanlık dehlizde ölmek üzereydim. Ölesiye nefret ettiğim yaratıkların arasında, bedenim çürüyüp heba olacak ve en kötüsüde kimsenin beni aramıyacak oluşuydu.

     Ayağa kalkmaya çalıştığımda bacağımın arka kısmındaki kesiğin düşündüğümden daha derin olduğunu ve bu şekilde yürüyemeyeceğimi farkettim. Tekrar bir kahkaha atıp yakınımdaki ölü merandan birazdaha uzaklaştım. Burdan tekrar çıkabilmeyi düşünmek, çorak yurda kar yağdığını hayal etmeye benziyordu. Kemikler şehrinin altında, sadece sürünerek ilerlemenin mümkün olduğu, sayısız  daracık tünelle birbirine bağlı yuvalar arasında yolumu bulsam bile, yüzeyde kadimler labirentini aşabilecek gücümün olduğunu sanmıyordum. Meran yuvalarına girip çıkabilmenin başka bir yolu daha vardı lakin bir atlama taşı için kraliçe meranlardan birisini bulmak gerekirdi ki bu benim şimdiki durumumda labirenti aşmak kadar zordu.
  
    Avucumun içine tam oturan, küre biçimindeki hatıra taşına bir an gözlerim takıldı. Bembeyaz  yüzeyinde tek bir pürüz dahi yoktu. Bakışlarım altında yüzeyindeki beyazlık, sanki gök yüzündeki bulutlar gibi parça parça dağılmaya başlamıştı. Küreyi, kemerimde asılı duran kesenin içine koymak için kendimi oldukça zorlamam gerekti. Uzun zamandır tek amacım hatıra taşını bulmaktı ve sonunda kadim labirentin merkezinde amacıma ulaşmıştım. Sonrası ise tam bir kargaşaydı. Her köşeden meranlar çıkıp üzerimize saldırmaya başlamışlardı ve gurubumuzdaki tüm yol arkadaşlarım birer birer hayatlarını kaybettiler. Bense onları kaybetmenin acısıyla çılgına dönüp meranların ıslak ve kaygan tünellerine girerek yuvalarına ulaştım. Acıdan gözüm kör olmuşçasına on dört farklı yuvaya girdim ve önüme gelen her meranı öldürüp, sonunda bu izbe, geniş yuvada bitap düşmüştüm. İçimdeki ses, küreye bakmamı söylesede, göreceğim şeylerden hoşlanmayacağımı bildiğimden, okadarda önemli gelmiyordu. Geçmişime göz atabilmek uğruna tüm sevdiklerimi kaybetmenin acısı, hayatımın silinen yıllarını öğrenme arzusunun üstüne çıkmıştı.

       İçerideki tünellerden birini daha rasgele seçip çıktığı yuvaya kadar ilerlemek dışında bir isteğim yoktu. Böylece ölene kadar öldürecektim. Fakat şimdi, yerimden kımıldayamaz haldeyken, bu düşünce oldukça komik geliyordu. Dahası içimi saran öfkenin alevi dinmişti ve artık ölmek, okadarda cazip bir fikir değildi. Tek ihtiyacım olan yeni bir amaçtı ki onuda bu dehlizde bulamayacağımı bildiğimden, olduğum yere çaresizce yaslanıp kendimi bıraktım.

       Acı ve öfke dolu bir yakarış, yuvanın kaya duvarları arasında yankılanınca, içine düştüğüm bilinçsizlikten sıyrıldım. Nekadar zamandır o şekilde yatmaktayım kestiremiyordum. Hiç kımıldamadan etrafımda neler olup bittiğini anlamak dışında bir harekette bulunmadım. Sonra onu gördüm.     Üç metre kadar önümdeki ölü meranın başına dikilmişti. Diğerlerinden farklıydı. Pullarla kaplı sürüngen bedeni, neredeyse zarif boynuna kadar uzanırken, birtek yüzü masum bir kadının hatlarına sahipti. O yüzün karşısında kaç insanın dönüşüm geçirdiğini düşününce içimdeki nefret ateşi yeniden canlanmaya başlamıştı. Meran önümden hızla sürünerek, göremediğim bir başka cesedin yanına gitti. Hantal görünümlü vücudu, zarif bir kıvraklık ve çeviklikle hareket ediyordu. Beni ölü sanmış olmalıydı. En azından bunun içi şanslı hissediyordum. Nereye gittiğini anlamak için çok yavaş hareketlerle çevreye bakındığımda, bir köşede sessizce ayakta duran iki kızı gördüm.

    Aralarındaki benzerlikten kardeş oldukları gerçeği gün gibi ortadaydı. Büyük olanı on altı yaşlarında, diğeri ise en fazla on üçündeydi. Etraflarında olanlara, ilgisiz, boş gözlerle bakıyorlardı. O an dönüşüm için sokulmuş olduklarını anladım ve eski halimi düşününce onlar için üzüldüm. Büyük kardeşin yaşı, dönüşüm için muhtemelen geçmişti ve bu onu acı dolu bir ölümün beklediği anlamına geliyordu, fakat küçük olanı... İşte o, masum güzelliğini kaybedip, dönüşümü tamamlayarak, nefret ettiğim meranlardan birisi olabilecek yaştaydı. Şuan için bildikleri her şeyi unutmalarını sağlayan kraliçe zehirinin   kurbanıydılar. Böylece dönüşüm bittiğinde küçük kız kendini doğduğu günden beri meran sanacaktı ve onlar tarafından yetiştirilip, aptal hiyerarşilerinde en alt kademelerde yer   alacaktı. Diğer kızdan bahsetmiyorum bile. Onu sadece acılı bir ölüm bekliyordu. En azından şuan için dönüşüm çemberi oluşturmamışlar diye düşündüm ve bir anda içine düştüğüm durumu anladım. Girdiğim son yuva bir dönüşüm yuvasıydı. İçeride öldürdüğüm meranların hepsinin dişi olmasına ilk başta şaşırmış olsamda şimdi anlam kazanmıştı.

      Başı ve kolları hariç, tüm vücudunun yılan biçiminde olmasıyla, diğerlerinden  farklı bir görünüme sahip kraliçe, cesetler arasında haykırarak ve küfürler savurarak gezerken, varlığıyla kurtuluşuma ümit verdiğinin farkında bile değildi. Tek bir şansım olduğunun bilincindeydim. Ürkütüp kaçırırsam bu yuvada, bilinçsiz iki kızla ölüp gidecektim. Eğer kendisinden zayıf olduğumu düşünürse intikam için beni parça parça etmekten keyif alacaktı.

     Yanı başımda duran iki kabzayı kavradım ve arkalarını birbirine değdirerek birleştirdim. Sadece kullanan kişinin iradesiyle birleşip ayrılabilen bu iki kabzanın ucunda, zihnimde canlandırdığım hemen her silah buzdan şekillenebiliyordu. Ruh ağacından, unutulmuş çağlarda yapılmış, benzersiz ve taşımaktan herzaman gurur duyduğum bir silahtı. Parmaklarım kavrayınca, verdiği soğukluk hissinin içimi ürpertmesine izin verdim ve silahın gücüne teslim oldum. Kısa bir an sonra beni kabul etmişti ve soluk mavi, buzdan parçalar, kabzaların iki ucundan uzanarak kısa bir mızrak şeklini aldı. Mızrağın etrafında, içerisinin ıslak sıcaklığı yüzünden ince bir buhar tabakası oluşmuştu. Ayaz diş adını vermiştim silaha. Bir zamanlar içinde barındığım sürünün ismi. Hem geçmiş hatalarımı hatırlatıyor, hemde silaha hakkıyla yakışıyordu. Kraliçeyi kaçırmamak için mızrağı pelerinimle gizledim ve kendimi olduğumdan çok daha güçsüz göstermeye çalışarak, boşta olan elimi kızlara doğru uzatıp "Yardım edin" diye seslendim.

        Kraliçe sesimi duyduğu an hızlıca tünellerden birinin ağzına çekildi. Ardından yerde yatan ve kımıldamakta zorluk çeken halimi görünce kaçmaktan vazgeçti. Neredeyse hiç ses çıkarmadan hareket ediyordu. Ölüm kadar sessiz diye düşündüm içimden. "Kim var orada" diye korkuyla seslendim rolüme devam ederek. Sesimdeki korku kraliçenin öz güveninini iyice artırmış olacakki biraz daha yaklaşmıştı.

      "Lütfen biri bana yardım etsin. Burada ölmek istemiyorum"

     Bir anda tam karşımda belirince gerçekten korktum. Soluğunu yüzümde hissedebiliyordum. Hızı ve sessizliği karşısında dehşete düşmemek elde değildi. En ufak bir hatamda rahatlıkla kaçabilirdi. Meranlar hakkında bildiğim en büyük zayıflıklarını kullanma zamanımın geldiğini anladım. Bütün meranlar bilgiye ve öğrenmeye oldukça açtılar.

    Yemyeşil gözlerini üzerime dikmiş benimle ne yapması gerektiğini düşünürken "Eğer bana yardım etme sözü verirsen sana burada neler olduğunu anlatırım." dedim.

    Homurdanma ve tıslama arası bir ses çıkardı. Yüzü kusursuz bir heykeltraşın ellerinden çıkmışçasına güzeldi. Bedenini kaplayın kızıl ve siyah pullar, içerideki fosforlu bitkilerin, yeşil tonlu yetersiz aydınlığını yansıtıyordu.

     "Anlat" dedi kısaca ve benden uzaklaşıp göremeyeceğim bir yere çekildi.

....blm arası... okuyan ve yorumlarını eksik etmeyen herkeze teşekkürlerimi sunarım...
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: BUZUN YÜREĞİ ( 1.Bölüm devam ediyor)
« Yanıtla #1 : 05 Temmuz 2015, 02:07:25 »
     "Bir adam vardı" dedim. "Kendisini izlersem beni büyük bir hazineye götüreceğini söyledi. Taşıyabileceğim kadar altını almama izin vericekti. Tuhaf görünümlü bir taş kullandı ve kendimizi burada bulduk. Sonra birden herkes üstümüze saldırdı."

   "İnsanlar ve aptal altın hayalleri. Nasıl bir taş."

   "Dediki istediği zaman istediği yere gitmesini sağlayan bir taşmış. Önce inanmadım ama biranda buraya gelince."
 
    Kraliçe bir anda tekrar yanımda belirmişti. Zarif parmaklarının arasında, garip sembollere sahip olan üçgen şeklinde bir taşı göstererek. "Bunun gibimiydi."  Dedi.

   Meranlar hakkında tecrübe ettiğim bir diğer şey ise kurnaz ve akıllı olup, hiç bir şekilde zihinlerine giremediğimdi. Bir tür tuzak soru olduğunu düşündüm. Daha önce hiç atlama taşı görmemiştim. "Hayır" deyip tepkisini bekledim.
 
   Tekrar yanımdan uzaklaşmıştı. Gerginlikten kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum. Tek bir hata yapma şansım dahi yoktu.

     Bana uzunca gelen bir sessizliğin ardından "Benden korkuyormusun." diye sordu.

    "Evet."

    "Korkmalısında" dedi kendini beğenmiş bir edayla. "Bana yalan söylediğini anlarsam en kötü kabuslarınla dolu, sonsuz bir rüya görmeni sağlayabilirim."

     Olabildiğince korkmuş görünmeye çalışarak   "Lütfen ben sadece buradan çıkmak istiyorum." Dedim.

     Bir tiyatro oyuncusuna şapka çıkarttıracak kadar iyi bir oyun sergilemiş olmalıyımki Kraliçe saklanmayı bırakacak kadar kendine güven duymaya başladı. "Kuralları biliyorum. Sana sunabileceğim üçtane beğendiğin hediyem olursa bir dileğimi yerine getirmek zorundasın." diye öne çıktım.

   Bir kahkaha attı. Görüntüsündeki iğrençliğin aksine, ruhu okşayan, yumuşak, tatlı bir kahkahaydı. Bir kızın cilve yapışı gibiydi. Belkide içinde kalan son insanlık kırıntılarından kalma bir hareketti. "Nelerde bilirmiş bak sen." dedi eğlenir bir edayla.

    "Okuduğum kitaplarda daha pek çok şey öğrendim."

     Elini kitap konusunu geçiştirmek istercesine salladı. "Şu hediyelerinden bahset bakalım."

    Sesimi bir ton alçaltarak  "İlki senin için önemli olabilecek bir bilgi eğer kabul edersen."  Dedim.

    "Hile mi yapmaya çalışıyorsun. Önce ne olduğunu söyle sonra belki kabul ederim."

    "Eğer söylersem kabul etmesende bilgiyi öğrenmiş olursun. Ama ipucu olarak beni buraya sokan adamla ilgili olduğunu söyleyebilirim."

     "Bir insan için fazla kurnazsın" dedi. Şikayet ediyor gibi değil, meraklı ve hoşnuttu. "Pekala kabul ediyorum."

     Sesimi biraz daha alçaltarak odadaki dört tüneli işaret edip "Bu tünellerden birinden gitti ama geri gelip beni alacağını söyledi."

     Dediklerimi daha iyi duyabilmek için yanıma biraz daha yaklaşmıştı. Sözlerim beklediğim etkiyi yaratmış olacakki tünellerin olduğu yerdende uzaklaşmıştı. Artık, soydaşlarını öldüren gizemli kişiyle karşılaşma tehlikesini göze almadan, tünellerden kaçmaya kalkamazdı.

      "İkinci hediyem  yabancının hangi tünelden gittiğini söylemek kabul ediyormusun." Sesimi biraz daha azaltmıştım ve rahat duyabilmek için farkında olmadan dahada yaklaşmıştı. Aramızdaki mesafe en fazla iki metre kadardı.

         "Kabul"

      "Soldan ikinci." Sesim artık bir fısıltıdan farksızdı. Sanki  gizemli adam, tünelin gerisinden beni duymasın ister gibiydim.

    "Peki ya üçüncü hediyen ne." Diye sabırsızlıkla sordu.

   "Önce dileğimi söyleyeyim, kabul edersen üçüncü hediyem hepsinden daha önemli olacak."

   Merak ve bilgi açlığının kraliçeyi sarıp sarmaladığını ve bana dair tüm şüphelerini yokettiğini hissedebiliyordum. Şu an beni değerli bir bilgi kaynağı olarak görüyordu.
 
   "Dileğini söyle insan"
 
   "Buradan beni ve bu iki kızı çıkaracaksın. Tabi ceset olarak değil. Tamamen canlı olarak ve kızları eski haline getireceksin."
   
    Öylece duruyordu. Hiçbir tepki vermeden düşünceler içindeydi. "Kabul" dedi bir an sonra  "Fakat kızları eski haline getiremem. Zehir geri döndürülemez. Uygunmudur."
   
    Cevap vermek yerine korkuya kapılmış bir şekilde arkamdaki nemli duvara iyice yaslandım. Pelerinin altında gizlemekte olduğum ayaz dişin soğukluğu bana güven veriyordu. Silah rahatça gizlensin diye fazla uzun olmamasını sağlamıştım. Güçlükle ayağa kalkmaya çabalıyordum ki Kraliçe iyice yanıma yaklaştı ve sabırsızca "Üçüncü hediyen ne insan" dedi.
     
     Hiç aldırış etmedim. Hala korkmuş rolünü oynuyordum ve bakışlarımı kraliçenin arkasındaki tünellere odakladım. İyice yanıma yaklaşmıştı. Soluğunu yüzümde hissediyordum. Arkasındaki tünelleri işaret ederek kulağına "O burada"  diye fısıldadım.
     
     Herşey biranda oldu. Kraliçe, beni tamamen arkasında bırakacak şekilde hızla geriye döndü. Kuruğunun ucundaki zehir saçan iğne, tehditkar bir şekilde ortaya çıkmıştı. Gözleri tünellere bakıp, hayali hedefini ararken, mızrağımı hızla yaratığın kuyruk kısmına savurdum. Kırılmaz buzdan kısmın eti delip toprağa ulaştığını, sonrada su gibi toprağa yayılıp yapışarak tekrar donduğunu hissettim ve mızrağı o şekilde saplı bırakarak yana doğru takla atıp kraliçeden uzaklaştım. Acı dolu çığlığı duvarlarda yankılanırken çılgınca debeleniyordu.
   
      Bir süre boyunca çırpınıp tehditler savurmaya devam etti. Eğer normal bir mızrak olsaydı çoktan ya kırılırdı yada kraliçe kendisini kurtarırdı fakat ayaz diş onun tüm kanını donduruyordu. Hareketleri giderek yavaşladı ve sonunda yenilgiyi kabul ederek yere uzandı. Meranlar yılansı yaratıklardı ve soğuğa karşı tüm yılanlar gibi dayanıksızdılar.
     
      "Çemberi bozan sendin" dedi. Gerçeği kendine itiraf eden bir sesle konuşmuştu.
     
      "Evet" diye cevapladım. Ses tonumdaki acımasızlık onu ürkütmüş olacakki yattığı yerde iyice kıvrıldı. Ayaz dişin her geçen dakika onu ölüme yaklaştırdığının farkındaydım. Sadece yakalamasını istemesem, kraliçenin vücudundaki ısıyı, aç bir hayvan gibi tüketeceğini ve geriye buzdan bir heykel bırakacağını biliyordum. Yanına yaklaşıp, ayaz dişin, ruh ağacından yapılma tutulabilecek tek yerini kavradım ve buz olan kısmından ayrılmasını sağladım. Böylece kraliçeyi ölüme daha fazla yaklaştıramayacaktı. Şimdi elimde her birinde üç tane küçük yakut benzeri taş olan iki parça ağaçtan kabza vardı. Her kabzanın ucunda dört parmağı geçmiyen küçük bir kesici kısım bulunuyordu. Bir hançerden daha fazla ölümcül durmasada en sert çeliği bile kolaylıkla kesebilyordu. Buzdan parçalar bu kesici kısımların ucunda şekilleniyordu.
   
    "Benide öldürecekmisin" diye sordu korkuyla. İnsana benzer tek parçası olan yüzüne olabilecek en masum ifadeyi yerleştirmişti.
   
     "Bu sana bağlı çünkü üçüncü hediyem canın olacak."
   
      Kraliçenin vücuduna saplı buzdan parça ortamdaki sıcaktan hızla erimeye başlamıştı. Bu benim için pek sorun değildi zira tümden erise bile kraliçenin eski haline gelebilmesi saatler alacaktı.
     
      "Yani dileğinde kararlısın, buradan canlı ve kızlarla çıkmakta"
 
      "Evet ve karşılığındada üçüncü hediyeni alacaksın."
 
     "Anlaştık." Diyerek derisinin  altındaki  keseden büyük bir disk çıkardı. Bir yemek tabağını andıran diski  ortaya koyduktan sonra ne yapmamız gerektiğini anlattı. Kızlar hiç birşeyin farkında olmadığından onları yönlendirmek bana kalmıştı. Neyseki çok uğraştırmadan Kraliçenin etrafında el ele tutuşup bir halka oluşturduk ve ben aklımda hatırasını oluşturabildiğim en net yere odaklandım.
 
    "Gitmeden önce şunu bilki senin bana verdiğin iki hediyede birer yalandan ibaretti." dedi Kraliçe. "Yinede hayatımı iki hediyeden sayıyorum ve üçüncüsünü kendim alıyorum."
   
    Daha ben ne olduğunu bile anlamadan kendimi hatıralarımdaki, ayaz diş sürüsüne tepeden bakan, yaşlı ana Nizura'nın kulübesinin önünde buldum. Şaşkınlıktan nutkum tutuldu adeta. Yanımda sadece yaşı büyük olan kız vardı. İkimizde kraliçenin yuvasında durduğumuz şekilde yerde bağdaş kurmuş oturuyorduk. Kız sanki hiç birşey olmamış gibi elimi tutmaya devam ederek boş gözlerle dağın yamacından manzarayı izliyordu. Küçük kızı ise kendine hediye seçmişti. Bir kayıp daha diye düşündüm.
 
    "Düşünürsen kaybettiklerini hep, yaşayamazsın  sevinç kazandıklarından Kayra."
   
     Tanıdık bozuk aksanlı ses tam arkamdan gelmişti. Dönüp bakınca Nizura'yı, küçük kulübenin kapısının önünde görünce içimi saran sıcak bir mutluluk hissettim. Geçen yıllar onu hiç değiştirmemişti. Bir zamanlar Shali' nin dediği gibi belkide yeterince yaşlandığı için daha fazla yaşlanmıyordu kadın.
   
     "Arayışını sonlandırdın ve ayakların seni evine getirdi mi sonunda"

     "Evet yaşlı ana."
   
     Yüzünde kederli bir ifade belirdi ve sonunda "Hadi içeri girin dışarısı soğuyacak." diyerek küçük kulübeye girdi.
   
     Tek odalı kulübenin içerisinde de hiç bir değişiklik yoktu. Yaşlı ana herzamanki eli bolluğuyla hızlıca bir sofra kurdu. Sınırlı yiyecek stoğunuda bizim için fazlasıyla tükettiğini tahmin ediyordum ve ilk iş olarak Nizura için iyi bir av bulmayı aklıma yazdım.

     Yemeğimizin sonlarına doğru  "Ona bir isim verdin mi?" Diye sordu kızı kastederek.

    Önüne konulanları dalgın bir şekilde yemekte olan genç kıza baktım. Bir isim vermek hiç aklıma gelmemişti.
   
     Nizura  insanın içine işleyen bakışlarıyla kıza bir müddet baktıktan sonra "O Arishi. Ama sen ona Aris diyebilirsin." dedi.
   
     Yaşlı ananın söylediği ismi düşündüm. Yalnız kalan anlamına geliyordu. Tamda kızın şuanki durumunu ifade eden bir isimdi. Nizura masadan ayrılarak, tuhaf bitkilerle tıka basa dolu olan rafların arasından birşeyler aradı. Sonra topladıklarını ateş taşlarının üstündeki büyük tencerede kaynamakta olan suya attı. İçeriye hemen güzel bir koku yayılmıştı. Çocukluğumdan tanıdığım ve düşüncelerimi o yıllara götüren bir kokuydu. Aris daha tabağındakiler bitmeden oturduğu yerde uyuklamaya başlayınca yaşlı ana yardım etmemi istedi. Beraber kızı içerideki dört yataktan, pencere kenarındakine yatırdık ve yumuşak kürklü bir battaniyeyle üstünü örtük.
   
    Daha sonra yaşlı ana işaret edince kulübeden dışarı, Harranion'un soğuk havasına çıkmak için ayağa kalktım. Kapıdan çıkmadan önce dönüp bir kez daha Aris'e baktım. Solgun yüzüne huzurlu bir uyku yerleşmişti.
   
    Soğuk içimi ürpertince pelerinime sarıldım. Hava iyice kararmıştı. Gök yüzü, tek bir yıldız ışığının dahi sızmasına izin vermeyecek kadar bulutlu olmalıydı.
   
    "Anlat" diye bir cümle belirdi zihnimde. Yaşlı ana karla kaplı zemine deri bir örtü serip üzerine oturmamı işaret ediyordu.
 
   Karşılıklı bağdaş kurup oturduk. Uzun zamandır düşüncelerle konuşmadığımdan bunu özlediğimi farkettim. Bu şekilde herşey daha kolaydı. Belki günler sürecek bir konuşmayı dakikalar içinde yapabiliyordunuz. Düşüncelerim içinde çorak yurdun kızıl süvarileriyle at sürdüm, Islak diyarın ormanlarında kayboldum, imparatorluk entrikalarına karıştım ve kimsenin kaçamadığı örümcek isimli hapishaneye atıldım. Quat Doai rahipleriyle ibadet edip yıldız muhafızı zırhını kuşanmaya hak kazandım. Bir krallık emrime sunuldu ama bir dilenciden daha soysuz ve fakir günler geçirdim. Düşüncelerim hızla akıp giderken sonunda meran tünellerindeki maceramla son bulduğunda sadece kısa bir an geçmişti.
 
   Yaşlı ananın, anattıklarımı değerlendirmesiyle geçen derin bir sessizlik oldu. Sonunda "Yol daha bitmedi Kayra. Kıza yolu öğret. O artık senin sorumluluğun."
   
   Daha sıcak bir sohbet bekliyor değildim ama bukadar kısa olacağınıda  düşünmemiştim. Yaşlı ana sakince yerden kalkıp, karanlığa aldırmadan dik yamaçtan inmeye başlamıştı. Telaşla "Nereye" diye seslendim arkasından. Bir yandanda oturduğum yerden kalkmaya çalışıyordum.

     "Başka harralar ve başka ihtiyacı olanlar"

     "İyide ben ne yapmalıyım."

      "Arishi'ye iyi bak  gelene kadar ben."

      Gözden uzaklaşana kadar kıvrımlı dik patikadan inişini izledim. Düşünceler içerisindeydim. Yaşlı ana bana şimdilik uğraşıcak bir iş verdiği için memnun sayılırdım. Amaçsızlığımdan ve kederlerimden geçici bir uzaklaşma yolu. Bedenimdeki yaraların bir çoğu neredeyse kendimden geçtiğim anda yuvada iyileşmişti ama bacağımdaki kesik hala sızlıyordu. Zihnimi odakladım ve tüm gücümle iyileşmeye odaklandım. Hava aydınlandığında neredeyse tamamen iyileşmiştim fakat yorucu odaklanma acıkmama neden olmuştu. Dağın eteğindeki ayaz diş sürüsünden kalan yıkıntılara takıldı bakışlarım. Bir zamanlar içinde yaşadığım küçük kulübeyi seçmeye çalıştıysamda başaramadım .
 
      Ayaz dişten arta kalanları nekadar süre seyre daldım bilmiyorum. Kulübenin kapısı usulca açılınca daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Yinede arkamı dönüp bakmak gibi bir şey yapmamıştım. Aris ürkek adımlarla yanı başıma kadar gelip oturdu. Bir süre sessizce manzarayı seyretti. Yaşadığı kafa karışıklığını bildiğimden herhangi bir şey demedim. Şuan kim olduğunu hatırlamak için tüm gücüyle uğraşıyor olmalıydı.
     
     "Adın Arishi. Kirlenmişlerdensin ve Mirdakharın huzurunda, geçmişine dair tüm kirlerinden arındın." diye ezbere konuştum. Gözümün önünde bu sözleri ilk duyduğum an canlandı. N masum zamanlarım.
       
    "Sen kimsin" diye sordu. Sesi  kış ortasında yazdan kalma ılık bir rüzgar kadar sıcak geldi.
   
    Ben kimdim. O an yapmam gerekeni kavradım. Burası benim için ne bir son nede bir başlangıç olacaktı. Kendimi arayışımın hikayesini eksiksiz olarak anlatmalıydım. Böylece belkide benim hatalarımdan ders alıp benzerlerini yapmayacaktı. Herşeyi eksiksiz anımsayabilmek için hatıra taşını belimdeki keseden çıkartarak izlemeye başladım. Pürüzsüz yüzeyi, dokunulması hoş bir his veriyordu. Ardından zaman adeta hızla geriye aktı. Düşündüğüm gibi küre bana görüntüler göstermiyor adeta beni bulunduğum zamandan ve mekandan kopartıyordu. Yaşlı ananın uyarısını anımsasım. Nice iradesi güçlü kişinin taşın karşısında açlık ve susuzluktan yitip gittiğini söylemişti. Aklımı hemen üçe böldüm. Bir parçası küreye tutunurken diğer kısmı Aris'e anlatacak  ve üçüncüsü ise bedensel ihtiyaçlarımı kontrol edecekti. Yavaş yavaş, zihnimin küreye bağlı kısmı karanlıklara savruldu ve  derin bir uykudan uyandım...

2.bölüm uyanış yazım aşamasında...
     
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Buzun Yüreği(2. Bölüm Uyanış tamamlandı)
« Yanıtla #2 : 05 Temmuz 2015, 14:33:25 »
2.BÖLÜM   uyanış

     Hoş bir kokunun burnumda bıraktığı tatla gözlerimi açtım. Tamamen çıplak olduğumu farketmem sadece göz açıp kapayıncaya kadar bir vaktimi almıştı. İçimde, derin bir boşluk ve korkuyla aniden yerimde doğruldum. Akkor haldeki taşların üstüne konmuş tencerede kaynamakta olan sıvının buharı tüm odayı sarmış, etrafa ıslak bir sıcaklık hissi yayıyordu.
 
     Hayatınızda herhangi bir güne hiç bir şey hatırlamadan başladığınızı düşünün. Fakat bu öyle bir bilinçsizlik olacak ki, yalnızca, kim olduğunuza dair anılar sizden çalınmış ve geri kalan herşey beyninizde bırakılmış. Ben kimim...neredeyim...annem babam kim...kardeşlerim varmı ve hatta kaç yaşındayım. Kısacası tanıdığınız her kişiyi unuttuğunuzu ve kim olduğunuza dair soruların, sağanak yağmur tanelerinin toprağı acımasızca dövdüğü gibi zihninize saldırdığını düşünün.
 
     Eğer bu şekilde güne başlamışsanız neden uyandığımda yaşadığım korkuyu anlatacak kelime bulamadığımı anlarsınız.

     İşte bu şekilde içine düştüğüm dehşetten boğulurken "Korkma" diye bir ses geldi.

     Konuşan yaşlıca bir kadındı ve daha önce onu görmememin nedeni, odanın tamamen karanlıkta kalan köşesinden, sessizce beni izliyor oluşuydu. Odadaki tek ışık, sandalyelerin dizili olduğu masanın üstünde yanmakta olan, bitmeye yüz tutmuş mumun yetersiz aydınlatmasıydı. Kadın ayağa kalkınca  uzun boyu karşısında hayrete düştüm.  Yer yer beyazlamış saçları, tek bir örgüyle başının arkasında toplanmıştı. Yanıma doğru gelirken, yılların yüzünde bıraktığı derin çizgiler açığa çıkmıştı. Yaşlı  görünsede, oldukça dinç adımlarla yatağımın başucuna geldi. Bir cevap beklercesine okyanus mavisi gözlerini bana diktiğinde ne söylemem gerektiğine dair fikrim yoktu.

     Eliyle çenemi kavrayıp yüzüme iyice yaklaştı. Gözleri öyle maviydiki, o gözlere bakarken kadın adeta ruhumda ne varsa inceliyordu. Tutuşu nazik olsada, bakışlarımı kaçırmama izin vermeyecek güçteydi.
"Başladın mı sen görmeye" diye sordu, çenemi kavrayan parmakları gevşeyip beni bırakırken. O gözlerin esaretinden kurtulduğum için rahatlamıştım.

     İçerideki loş ışığa alıştığım için, odadaki herşeyi daha net görebiliyordum. Aslında görülmeye değer pekte birşey yoktu. Tüm dikkatimi baştan ayağa kürklü kıyafetlerle kaplı kadın çekiyordu. Karşımdaki kadına karşı ne hissetmem gerektiğini bilmeden "Şimdi daha iyi görebiliyorum." dedim.

     Cevabım karşısında  bir an oldukça şaşırdı diyebilirim. Sonra dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle başımın arka kısmına vurdu. Beklemediğim bu hareket karşısında bir an donakaldım. Kadının elini ne zaman kaldırdığını farkedememiştim bile. Sert bir darbeden daha çok, bir annenin çocuğunu paylayan şaplağı gibiydi.
İşaret parmağıyla alnımın ortasına hafifçe dokunarak "Burayla görmüyor sen ahmak. Hala körsün." Diye belirtti. Bakışlarında, bahsettiği dünyanın en doğal şeyiymişte, ben anlamadığım için alınmış bir ifade vardı.

     "Ben Nizura ve sen Kayra'sın. Onüç yaşında ve kirlenmişlerdensin. Bunlar Mirdakhar seni arındırmadan önceki hayatından, sende kalması gereken üç şey."

     Adeta aklımdan geçenlere cevap vermişti. Çok yorgun hissediyordum ama merakım ve korkum bu yorgunluğun bedenimi ele geçirmesine engel oluyordu. Nizura'nın elinde zarif bir zincir kolye belirdi ve bana uzatarak "Senin" dedi.

     Hatırlamama yardımcı olacağını düşünerek, gümüşe benziyen kolyeyi alıp incelemeye başladım. Ucunda zarif bir işçilikçe yukarıdan aşağı doğru Kayra diye yazıyordu. Bir süre aklımı zorlasamda, hiç bir hatıra canlandırmayan kolyenin, ince zincirini boynuma takmakta bir sakınca görmedim. Hoş bir görüntüsü vardı ve Nizura benim olduğunu söylemişti.

     Ben hala kafamın içindeki binlerce soruya cevap bulmaya çalışırken "Yırtık ağla balık tutmak sahibini yorar. Uyu Kayra. Bulacaksın yarın cevapları." Diye azarladı yaşlı kadın.

     Sesindeki itiraz kabul etmeyen buyurganlık, sormak istediklerimi adeta boğazıma düğümleyip iri bir lokma misali zorlukla yutmamı sağladı. Nizura yanımdan ayrılıp masadaki mumu söndürdükten sonra karanlıktaki köşesine tekrar çekilirken, uyumak için zaten bahane arıyan vücudum bu anı çoktandır bekliyormuşçasına esnememe engel olamadım. Yinede yastığa başımı koyar koymaz uyuduğumda söylenemez.

     İçerideki sessizlik öyle yoğunduki adeta uzansam dokunabilecekmişim gibi hissediyordum. Huzursuzluğum azalmıştı lakin her yürek atımı kadar sürede aklımdan başka bir soru dalgası geçiyordu. Yapılacak en iyi şeyin, aklı pekte başında görünmeyen Nizura'yı dinleyip uyumak olduğuna karar verdim ve on üç yaşındaki her çocuğun, bulunduğu yerde rahatça uyuyabilmesini sağlayan kaygısızlığıyla uykuya daldım.
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Buzun Yüreği(3. Bölüm sürü tamamlandı)
« Yanıtla #3 : 06 Temmuz 2015, 01:13:20 »
Nizura' nın beni hafifçe sarsmasıyla uyandım. Odanın içi soğumuştu. Kadın kucağındaki bir bohçayı yatağın üzerine sererek, içinde kendi giydiklerine benzer kıyafetleri gözler önüne açtı. Üstüme örtülü yumuşak kürklü battaniyenin sıcağından utanarak çıktım. Uzun kollu deri bir yelek, iç çamaşırı ve yine deriden pantalonu giymeme Nizura yardımcı oldu. Ardından içi ve dışı kürklü bir tüniği üzerime geçirip aynı şekilde yapılmış iki parçayı pantalonuma tutturarak sardı. En son enli bir kemerle tüniği belime oturttuktan sonra, bir heykeltraşın yaptığı eseri inceleyen ifadesiyle bana göz attı. Sonunda, dudaklarında beliren memnun tebessümle, bir çift eldiven ve eşine hiç rastlamadığım değişik bir ayakkabıyla üzerimdekileri tamamladı. Ayakkabının tabanı adeta küçük hayvan pençeleriyle kaplıydı.

 Dışarı ilk adım attığımda gördüğüm manzara karşısında adeta sarsıldım. Hertaraf bembeyaz bir kar tabakasıyla kaplıydı. Rüzgar ciğerlerime işleyerek nefesimi kesiyor, vücudumun açıkta kalan her noktasına adeta saldırıyordu. Üzerimdeki kalın kürklü giysiler olmadan bu soğuğa tahammül etmemin imkanı olmazdı. Nizura yürümem için teşvik edercesine elini sırtıma koyarak hafifçe ittirince, kararsız adımlarla yanıbaşında ilerlemeye başladım. Giydiğim ayakkabının tuhaf tabanı için her adımda şükrediyordum. Zira düz bir yürüyüş ayakkabısıyla, kar ve buz kaplı, yokuş aşağı patikada, düşmeden ilerkeyebilmem imkansız olurdu.

Kaldığımız tek odalı küçük kulübe, köye benzeyen yerleşim yerinin tüm manzarasını gözler önüne serecek yükseklikteydi. Kulübenin önce tuğladan yapıldığını sansamda Nizura bana, evlerini gök ağacından  şekillendirerek yaptıklarını söyledi. Ağaç özenle kesilip küp şeklinde parçalar yapılıyor, daha sonra aynı ağacın reçinesinden özel bir tutkal yapılarak birleştiriliyor ve son olarak da yapının tamamı aynı maddeyle kaplanıyordu.

Dışarıda gün yeni yeni ağarmıştı fakat güneşten eser yoktu. Soğuktan ötürü, bu yerde güneşin doğduğundan bile şüphelenmekte zorluk çekmezdi insan. Önümüzde uzunan zorlu yürüyüşü çekilir kılan tek şey ise, Nizura' nın geceki ketumluğunun kaybolup, bana bölgeyi anlatmasıydı.

Köy diye tasvir ettiğim yere Hara , burada yaşayanlarada sürü deniyordu. Mirdakhar' ın ne olduğunu tam olarak anlayamasamda inandıkları bir tanrı olduğu fikrine kapıldım. Nizura ise onun rahibi gibi birşey olabilirdi. Bölgede birbirinden uzak yaşayan birçok Hara olduğunu ve hepsinin birleşimine Harranion dendiğini öğrendim. Kuzeyde genç orman ve gök orman birbirini izliyor güneyde ise Kin denizi' nin fırtınalı suları buzlu kıyıyı dövüyordu. Gittiğimiz yer ise ayaz diş harasıydı.

Sıra dışı bir yerleşim bölgesiydi. Tam merkezinde oldukça büyük bir çardağa benzettiğim, üstü kapalı ama etrafı açık çember yapıyı, Nizura ayaz dişin yüreği diye tanıtmıştı. Bulunduğumuz yerden, sürekli birşeyler taşıyarak içeri girip çıkan insanları görebiliyordum.  Tüm evler merkezdeki bu yapının etrafına sıra sıra çemberler  oluşturacak şekilde genişleyerek dağılıyordu. En dış halkada yüzden fazla kulübe görülüyordu. Şekil olarak birbirinden farklı olsalarda, evlerin hepsi aynı kaldığım kulübe gibi ufak tefekti. Hiçbiri diğerinden daha büyük sayılmazdı.

Sonunda en dış halkayı oluşturan evlerin yanına vardığımızda iyice acıktığımı hissettim. Etraftaki insanların arasından geçerken, meraklı gözler bizi izliyor ama hiç biri uğraştığı işi yarıda bırakacak kadar bizimle ilgilenmiyordu. Herkez sarışındı, mavi gözlüydü. Nizura gibi oldukça uzun boylu ve güçlü görünüme sahiptiler. Kendimi devler ülkesine yolu düşen Kaptan Korba'nın kitaplarında gibi hissediyordum. Evlerin arasında, birbirlerine kardan yaptıkları topları fırlatarak oyun oynayan çocukları gördüğümde kendimi biraz mutlu hissettim. Nereden hatırkladığımı bilmesemde “Oyun oynayan çocuklar bir şehrin ruhudur. Eğer gittiğin herhangi bir yerde oyun oynayan çocuklar görmüyorsan o yerden sakın.” Sözü geldi.

Çocuklardan bir tanesi bizi farkedip oyunu bırakarak yanımıza koştu. Kısa bir an Nizura ile bakıştıktan sonra bana döndü. Yaş olarak aynı görünüyorduk ama buradaki halkın iri yarı vücut yapısını göz önüne alarak, onun ancak dokuz yaşında filan olabileceğini düşündüm. Hiç birşey demeden çakmak çakmak mavi gözlerini bana dikti. Kararsızca "Merhaba" dedim. Kendi sesimi bile tanımadığımı farkettiğim için şaşırmıştım.

Çocuk Nizura' ya şaşkınca bakarak "O kör" dedi. Sorumu soruyordu, yoksa içinde bulunduğum durumumu belirtiyordu anlamadım. Neyi görmem gerektiğini bilmiyordum ve sanırım buradaki herkes için sıradışı bir şekilde kördüm. Bu düşünceyle kendi kendime gülümserken çocuk yanımızdan ayrıldı ve bizde ilerlemeye devam ettik. İç halkalara yanaştıkça yollar dahada daralıyordu. Sonunda Ayaz dişin yüreğine vardığımızda düşündüğümden çok daha büyük olduğunu gördüm.

Bir pazar yerinden farkı yoktu. Her yerde çeşit çeşit yiyecekler ve eşyalar, tezgahların üzerinde sergileniyordu ama başkarında onları satan herhangi biri yoktu. Bir adam güzel görünümlü kürk bir tüniği alıyor ve gidiyor, bir başkası uzunca bir mızrağı elinde tartıp beğenmeyerek başkasını alıyor, sonra memnun bir ifadeyle oradan ayrılıp bir masanın üstündeki,  ne olduğunu bilmediğim, meyveye benzeyen şeylerden çantasına doldurarak uzaklaşıyordu. Karmaşanın ortasında bir düzen hakimdi adeta. Kimse tartışmıyor pazarlık yapmıyor ve hatta konuşmuyordu bile.

Nizura eliyle ilerdeki geniş bir açıklığı işaret ederek "Yüreğin merkezi orası. Sürünün lideri orada sınayacak seni. Ya kabul edecek eğitmeyi  ya istemeyecek."

"Kabul etmezse." diye sordum.

"O zaman birdaha ayaz dişe gelirsen yabancı görülürsün. Şimdi ama rahat ol."

Nizura bana yoldayken bir enik olduğumu söylemişti. Başta söylediğini hakaret olarak algılamıştım ama şimdi bir çeşit rütbeden bahsettiğini biliyordum. Şuan eniktim ve yeni doğandım. Sonra  köpek, yavru, kurt, dakhara gibi henüz anlamadığım bir çok seviye vardı.

Elli kişinin rahatça sığabileceği kadar geniş olan merkeze girdiğimizde, gücünün zirvesinde görünen kırklı yaşlarındaki lider dışında kimse yoktu. Nizura cesaret vermek istercesine elini omzuma koydu.  "Bugün burada seslerle konuşulacak Taruth" dedi. Kadının sesindeki emredici ton karşısında hayrete düştüm. Adeta yönetmek ve emir vermek için doğmuş gibiydi. Böyle bir konuşma tarzının, adamı sinirlendirip sürüye kabul edilmemi iyice zorlaştıracağı fikrine kapıldım.

Taruth, hayvan postlarıyla kaplı oturağından kalkarak, gözlerini bir an olsun benden ayırmadan "Ana nasıl isterse öyle konuşuruz." diye saygıyla kabullendi. Boyum, adamın bacağından bile daha kısa sayılırdı. Ayaz dişte gördüğüm en iri kişiydi. Aklıma yine Kaptan Korba'nın maceraları kitabından bir sahne gelmişti. Korba devler ülkesinden geçebilmek için lider Umanga ile anlaşma yapmaya çalışıyordu. Devin sadece diz boyu kadar olan Korba hiç korkmuyor hatta tehditler savuruyordu. Fakat ben Korba değildim ve bu adama tehditler savurmak aklımdaki son düşünceler arasında dahi yer almıyordu.

"Bu gün sana yeni doğan bir enik getirdim. Bizzat Mirdakhar'ın lütfu. Hara Ayaz dişe uygun gördüm. Kabul ediyormusun." Diyen Nizura’ nın sesi düşüncelerimden sıyrılıp içinde bulunduğum ana dönmemi sağladı.

Taruth ölçüp biçen gözlerle beni incelerken, bende aynı meraklı bakışlarla onu inceliyordum. Hayranlık uyandıracak kadar güçlü, kendinden emin bir duruşu vardı. Kızıla çalan koyu sarı saçları, sırtının ortasına kadar iniyordu. Köşeli çenesi ve kemerli burnu onu taştan yontulmuş gibi sert göstersede, gözlerinin mavisinde insanın ruhunu okşayan hir yumuşaklık vardı.

"Adın ne yeni doğan"

Lideri incelemeye öyle dalmıştımki gür sesi karşısında yerimde sıçradım.

"Kayra efendim" diye kekeledim.

"Kayra kadim bir isimdir. Nicedir kullanılmaz. Hmmmm isimler çok şey anlatır hakkında. Senin adın diyorki yaratıcıdan gelen hediye."

Nediyeceğinizi bilemediğiniz bir anda saçmalamamak için yapılabilecek en iyi şey susmaktır ve bende Taruth'un adımın anlamıyla ilgili açıklamasına sessiz kalarak yanıt verdim.
Bir an sonra sessizliği bozan yine  lider oldu.

"Kurallarımızı biliyorsun Ana. Kayra buraya gelmeden sorularla bilgilendirildi mi?"

"Hayır" dedi Nizura tereddüt etmeden.

"İçindeki gerçekliği bozucak bir öğreti edindi mi?"

"Hayır"

"Buraya tüm kirlerinden arınmış olarak mı geldi?"

"Evet."

"O halde Kayra sana üç soru soracağım. Cevapların memnunluk verirse sürüye yeni doğan olarak katılacaksın. Hazır mısın?"

"Evet" diye atıldım. Taruth'un konuşurkenki ses tonu öyle galyana getiriciydi ki yüreğimin kıpır kıpır olmasını sağlamıştı. Kendi kararlılığım karşısında hayrete düşmüştüm.

"Dilini bildiğin çok aç, vahşi bir hayvan seni avlayıp beslenmek istiyor. Ona ne dersin ya da ne yaparsın?"

Duyduğum en saçma soruydu. Taruth işine geldiği gibi bir cevabı doğru sayabilirdi. Kanımın son damlasına kadar savaşacağımdan, en yakındaki ağaca tırmanırıma kadar bir sürü şey cevap olabilirdi. Yinede bir cevap vermemi beklediği kesindi.

"Eğer beni bırakırsa onu hergün besleyeceğimi söylerim." Dedim.

Ara vermeden "Bir dostunun, senin sırlarını başkasına anlattığını öğrendin, ne yaparsın."  diye ikinci soruyu sordu.

"Onunla tüm bağlarımı kopartırım."

"Kolaylıkla yeneceğinden emin olduğun biri sana meydan okursa ne yaparsın."

"Kolaylıkla yenerim."

Üç soruyuda cevapladıktan sonra heyecanla Taruth'un ne diyeceğini bekliyordum. Adam öyle ifadesiz bir yüzle duruyorduki aklından ne geçtiğine dair en ufak bir belirti yoktu.

"Çaresizlikten doğan şiddete bilgelikle, ihanet gösteren dosta merhametle ve en küçük bir meydan okumaya acımasızlıkla karşılık verdin. Alacağın karşılıklarda cevaplarınla olacak. Çaresizlikten suç işlersen bilgece, ihanet edersen merhametle cezalandırılacaksın. Vee" Taruth' un yüzünde vahşi bir sırıtış belirdi. "Eğer gün gelir bana meydan okuyacak olursan seni kolaylıkla yeneceğim."

Nedemem gerektiğini bilmeden başımı salladım. Verdiğim cevapların farklı olması durumunda neyle karşılaşıcağımı bir an düşünsemde pek umursamadım. Sonuçta sürüye kabul edilmiştim ve açıkta kalmayacak olduğum için mutluydum...

 
   
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Buzun Yüreği (3. BÖLÜM SÜRÜ tamamlandı)
« Yanıtla #4 : 06 Temmuz 2015, 05:17:09 »
Devam eden hikayeleri okumayı sevmiyorum. Bittiğinde okumak istiyorum o yüzden.

Üzerine eğilmeniz gereken dil bilgisi hataları var. Çoğunun hızlıca yazmaktan olduğunu düşünüyorum. Üstünden geçmekle hemen hallolabilecek şeyler.

ama fasa fisoları geçecek olursak,

hikaye anlatmayı biliyorsunuz.
ve bunu öylesine demiyorum.
Gerçekten hikaye anlatmayı biliyorsunuz, ve herhangi hatalara, her şeye rağmen çok kişi okumalı yazdıklarınızı.

Spoiler: Göster

"O halde Kayra sana üç soru soracağım. Cevapların memnunluk verirse sürüye yeni doğan olarak katılacaksın. Hazır mısın?"

"Evet" diye atıldım. Taruth'un konuşurkenki ses tonu öyle galyana getiriciydi ki yüreğimin kıpır kıpır olmasını sağlamıştı. Kendi kararlılığım karşısında hayrete düşmüştüm.

"Dilini bildiğin çok aç, vahşi bir hayvan seni avlayıp beslenmek istiyor. Ona ne dersin ya da ne yaparsın?"

Duyduğum en saçma soruydu. Taruth işine geldiği gibi bir cevabı doğru sayabilirdi. Kanımın son damlasına kadar savaşacağımdan, en yakındaki ağaca tırmanırıma kadar bir sürü şey cevap olabilirdi. Yinede bir cevap vermemi beklediği kesindi.

"Eğer beni bırakırsa onu hergün besleyeceğimi söylerim." Dedim.

Ara vermeden "Bir dostunun, senin sırlarını başkasına anlattığını öğrendin, ne yaparsın."  diye ikinci soruyu sordu.

"Onunla tüm bağlarımı kopartırım."

"Kolaylıkla yeneceğinden emin olduğun biri sana meydan okursa ne yaparsın."

"Kolaylıkla yenerim."

Üç soruyuda cevapladıktan sonra heyecanla Taruth'un ne diyeceğini bekliyordum. Adam öyle ifadesiz bir yüzle duruyorduki aklından ne geçtiğine dair en ufak bir belirti yoktu.

"Çaresizlikten doğan şiddete bilgelikle, ihanet gösteren dosta merhametle ve en küçük bir meydan okumaya acımasızlıkla karşılık verdin. Alacağın karşılıklarda cevaplarınla olacak. Çaresizlikten suç işlersen bilgece, ihanet edersen merhametle cezalandırılacaksın. Vee" Taruth' un yüzünde vahşi bir sırıtış belirdi. "Eğer gün gelir bana meydan okuyacak olursan seni kolaylıkla yeneceğim."


Bu, yukarıdaki kutudaki kısım, çok güzel bir kısım. Ve böyle bir şeyi yaratmak kolay değil. Yaratabilen insanların sayısı da fazla değil.

O yüzden bir kez daha söylemek istiyorum. Bence çok iyi hikaye anlatıyorsunuz.
Lütfen bitirin hikayenizi. Hepsini okumak isterim.
Ellerinize sağlık.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Buzun Yüreği (3. BÖLÜM SÜRÜ tamamlandı)
« Yanıtla #5 : 06 Temmuz 2015, 11:35:45 »
  Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim.  Bu tarz destekler yazmaya teşvik eden kırbaçlar gibi insanı mutlu ediyor. Dilbigisi hatalarının bir kısmını bilerek yapmıştım. Özellikle konuşma metinlerinde olanları çünki seslerle konuşmaya çok yabancı bir toplumu anlatıyordum fakat sonradan bunu yersiz bulduğum için bir kısmını düzelttim bir kısmıda gözümden kaçmış . Uyarınız için sağolun hikaye tamamlanmaya yaklaştıkça editörel bir inceleme yapıp tekrar üstünden geçiceğim.
   Hikaye devam edecwk ama ne acele edeceğim nede siz değerli okurları soğutacak uzun aralar vereceğim.
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Buzun Yüreği (4. BÖLÜM Shali tamamlandı)
« Yanıtla #6 : 07 Temmuz 2015, 01:25:39 »
  Nizura'yla beraber yüreğin merkezinden ayrılırken "Shali iyidir, aklı kıvrak ve yetenekli. Üstelik, oda senin gibi kirlenmişlerden. Belki de onu seçmen Mirdakhar'ın isteğidir." diye açıkladı.

   Karmaşık bir pazar yerine benzettiğim alanda kolaylıkla ilerlerken, ona yetişmek için neredeyse yanında koşmak zorunda kalıyordum.

   "Neden bana kirlenmiş diyorsun. Kötü kokmuyorum ki"

   Nİizura içten bir kahkaha attı. "Artık sahibin Shali. Cevaplarını ondan alacaksın."

   Shali' nin kim olduğuna dair merakım iyice artmıştı. Sürüye kabul edildikten sonra, genç bir kadın, büyükçe bir sandıkla açıklığa gelmiş ve içindeki tahtadan yapılma minik nesnelerden birini seçmemi istemişti. Hepsi birbirinden hoş detaylara sahip, minik mızraklar, baltalar, kurt kafaları ve pek çok şeklin arasında, simsiyah bir parça dikkatimi çekmişti. Diğerleri gibi incelikle, özenerek yapılmamıştı. İri bir yüzük gibi duran çemberi elime aldığımda, göründüğünden daha ağır olduğunu hissetmiştim. Bir şekilde beni çeken yanı farklı oluşuydu. Çemberin içindeki boşluk adeta kaybolan anılarım gibiydi ve rengindeki siyah ise etrafımı saran korkularımdı . Karar verip seçtikten sonraysa sahibim belli olmuştu. Onların sahip kelimesini, usta yada eğitmen anlamında kullandıklarını düşünüyordum.

    Çok geçmeden Shali' yi kendisine yeni bir kürk pelerin seçerken buldu hayal ettiğim biri gibi görünmüyordu. En fazla on beş yaşlarındaki kız benden birazcık uzundu. Şimdiye kadar gördüğüm on yaşından büyük herkesin benden uzun olduğu düşünüldüğünde  kısa boylu sayılabilirdi. Sarışın değil tamamen kızıl saçlıydı. Şaşırtıcı derecede kıvırcık olan saçları, bukleler halinde omuzlarının biraz altına iniyordu.

   Nizura beni işaret ederek "Kayra sahibi olarak seni seçti kızım. Onun olduğu heryerde sesleri kullanarak konuşacaksın." dedi.

   Shali'nin böyle birşeyi hiç beklemediği yüzünden okunuyordu. "Yaşlı ana uygun görüyorsa kabulumdür." diye cevapladı.

   " Uygundur. İkinizin de birbirinizden memnun kalacağına inanıyorum. Artık gitmem gerek."

   Nizura başka tek kelime etmeden yanımızdan hızla uzaklaşırken, acaba kaç yaşındadır diye düşündüm. Herkezin ona ana diye hitab etmesi, düşündüğümden daha yaşlı olabileceği izlenimi uyandırmıştı.

  Shali   "Bütün gün, öyle kıyıya vurmuş balık gibi duracakmısın, yoksa yerdeki çıkınları taşımama yardım eder misin?"  diye seslenince daldığım düşüncelerden sıyrıldım.

  "Şeyy elbette yardım ederim." diye ağzımda geveleyerek  farklı boyutlardaki üç çantayı almak üzere eğildim. İçlerinden biri sürekli hareket etmekteydi. Diğer iki çantayı sırtıma astıktan sonra tedirgin bir şekilde üçüncü çantayı elime aldım. İçinde ne olduğunu bilmediğimden olabildiğince kendimden uzak tutmaya çalışıyordum.

   Shali başka bir şey demeden, meydanın karmaşasından uzaklaşmaya başladı. Bir an ne yapacağımı bilemeden geride kaldıktan sonra arkasından takip etmeye başladım.  Meydan gittikçe daha kalabalıklaşmıştı. Her yerde ayrı bir koşuşturmaca göze çarpıyordu ve dar yürüyüş yollarında ilerkemekte zorluk çekiyordum.

   "Benimlemi kalmak istersin yoksa senin gibi yavrulara ayrılmış yerlerde mi." diye sordu.

   "Aralarında ne fark var."

   "Aralarında şu fark var, eğer yavrularla kalırsan sana bir yavru gibi davranıp bakarlar ve müsait olduğum zamanlar gelip seni alır öğretirim, benimle kalırsan her dediğimi her zaman yapmak zorunda kalırsın ama her zaman sana cevap vermekle yükümlü olduğum için daha çabuk öğrenirsin."

   Herşeyi daha çabuk öğrenme isteğim tereddüt etmeden Shali ile kalmayı seçmeme neden oldu. Bu cevabımın onu memnun edeceğini düşünüyordum fakat olumlu yada olumsuz birşey belli etmedi. Nizura' nın ayak üstü anlattığı seviyeleri düşünerek "Ne zaman bir köpek olabilirim?" diye sordum.

     Shali  bir an durup öfkeli gözlerle bana bakarak "Köpek bakıcısına benzer bir halim mi var? " diye sordu.

    Ne cevap vereceğimi bilemedim. İlk günden kötü bir başlangıç yapmak istemiyordum. Aslında şuan istediğim tek şey sıcak bir yemekti. Dışarıda geçirdiğim zaman arttıkça kürklü giysilerimin sağladığı sıcaklık giderek azalıyordu.

   Bir an sonra gözlerinde beliren öfke silinerek anlayışla  "Üzgünüm bir yeni doğan olduğun aklımdan çıkmış. Herşeye en baştan başlıyacağız. İlk önce seni besleyelimde kafandan yemek düşünceleri çıksın."  dedi.

   "Nereye gidiyoruz."

   "En dış halkaya. Yanımda kalmak istediğine göre barınağımı görme vaktin geldi."

   "Kirlenmiş olduğun için mi en dış halkada kalıyorsun."

   "Hayır, buz kurdu olduğum için en dış halkada kalıyorum."

   O sırada sekizinci halkayı oluşturan evlerin sınırına varmıştık. Sabah karşılaştığım küçük çocuk yanındaki kalabalığa beni işaret ediyordu. Gruptakilerin en irisi önümüzü keserek bizi durdurup küçümser bir şekilde ikimize baktı. Yüzünde yeni yeni tüyler belirmeye başlamış iri yarı çocuk on altı yaşlarında gösteriyordu. Elinde oldukça uzun bir mızrak tutmaktaydı.

 "Duyduğuma göre yeni köpeğin mağara kuşu kadar körmüş ve sadece seslerle konuşabiliyormuş." dedi ve etrafındaki arkadaşlarının destekleyici kahkahalarıyla daha dik durmaya başladı.

   Shali  aldırmadan yanından yoluna devam etmek istesede  o bir adım yana geçerek yine engel oldu.

   "Yolumdan çekil yavru Dogo. Yoksa Taruth'un sana bir kurtla yavru arasındaki farkı öğretmesini isterim. Şimdi gidip kardan yapılma rakiplerinle savaş."

    Dogo bir an daha meydan okurcasına durduktan sonra yana çekilip geçmemize izin verirken "İki gün sonra Shali. O zaman bu tavırlarından pişman olacaksın." diye tehdit etti.

   Daha ilk karşılaşmamız olduğu halde Dogo' dan hoşlanmamıştım fakat yapabilecek yada söyleyecek birşey bulamadım. Ortama okadar yabancıydım ki kendimi sapsarı bir menekşe bahçesinde, tek başına kalmış farklı türden bir çiçek gibi düşündüm. Her adımda adeta daha çok göze batıyordum. Sonunda en dış halkaya vardığımızda on dört halka saymıştım. Herbiri eşit aralıklarla dizilmiş kulübelerden Shali' ninkine ulaştığımızda kapıdaki işaret dikkatimi çekti. Sandıktan çektiğim ve şu an cebimde olan siyah halkanın aynısı kapıda asılıydı. Dikkatimi bu noktaya verdiğimde ise her kapının üstünde o minyatür şekillerden farklı birinin bulunduğunu görünce  şekillerin bir tür kişiye ait arma olduğunu anladım.

   Evin içerisi oldukça sadeydi. Tek bir odadan oluşuyordu. Üçtane yatak vardı ve hepsi yan yana diziliydi. Her yatağın başucunda çekmeceli yüksek bir dolap bulunuyordu. Bir büyük masa, üç sandalye  ve tam ortada içi su dolu çelik bir kap. Yaşlı ana Nizura'nın kulübesinden hiç bir farkı yoktu. Tüm eşyalar ve hatta bu eşyaların oda içindeki yerleri bile aynıydı.

    "Çantaları masaya bırakabilirsin."

   Sonunda sürekli kımıldanıp duran çantadan kurtulma fırsatı bulduğuma sevinerek, sırtımda asılı diğer iki çantayla beraber masaya bırakırken "İçinde ne var" diye sordum.

    "Tavşan"

    "Neden çantanda bir tavşan taşıyorsun ki?"

    Dalga geçip geçmediğimi anlamak istercesine gözlerini üzerime dikti. Sonunda ciddi olduğuma inanarak "Yemek için tabikide" diye cevapladı. Konuşması Nizura'nın aksine akıcı ve düzgündü.

     Kahvaltıda tavşan yiyecek olma düşüncesi çok garip gelmişti. Alışık olduğum kahvaltı tarzının dışındaydı. Peki ama ben nasıl bir kahvaltıya alışkındım. Daha önce yaptığım herhangi bir kahvaltıyı hatırlamaya çalıştıysamda gözümde böyle bir anı canlanmadı. Yinede kahvaltı diyince aklıma çörekler, sıcak ekmek, tere yağı, peynir , bal gibi şeyler geliyordu ve tavşan bu listenin son sırasında bile yer almamaktaydı. Ben bunları düşünürken kapı çalındı ve cevap beklemeden içeri tombul bir kadın gelip beni ve Shali' yi adeta görmezden gelerek içinde tavşanın olduğu çantayı alıp geldiği hızla ortadan kayboldu.

    "Pişiriciler" diye açıkladı Shali.

   Konuyu değiştirmek isteyerek "Eğitime ne zaman başlıyacağız?" diye sordum.

   "Şu anda bile eğitiliyorsun. Bak pişiricileri öğrettim sana."  dedi sertçe. Sonra ise içten bi gülümsemeyle "Şaka yaptım" dedi.

   "Bir an çantadakinin tavşan olduğunuda öğrettim diyeceğini sanmıştım" derken bende kendimi tutamayıp gülümsedim.

    "Bak oda doğru. Bunu hiç düşünmemiştim."

    "İlk ders nezaman gerçekten."

    Shali bir süre daha gülmeye devam edip sonra ciddileşerek "Pekala Kayra ilk dersin değişmez üç kural. Bunlardan en önemlisi ne kadar üşürsen üşü asla ayaz diş sınırları içinde ateş yakmayacaksın ve eğer dışarıda ateş yakarsan yanında kimseyle konuşmayacaksın. İkincisi özel olarak görevlendirilmişler hariç herkes günün son yemeğini  sürü ile yemek zorundadır ve sonuncusu başka bir sürüye asla bilgi vermeyeceksin. Bunlardan tek birine dahi uymazsan sürüden atılırsın."

   Yüzündeki ifadeyi görmesem Shali' nin benimle yine dalga geçtiğini düşürdüm ancak onun delici mavi bakışları karşısında bu üç kuralı aklımın bir köşesine büyük harflerle yazdım. Ardından Shali yine o şakacı tavrına bürünerek bana kurtlar ve köpekler arasındaki farkları ve pelerinlerin gösterdiği seviyeleri yüzeysel olarak anlattı. Okadar çok sınıf vardı ki bir süre sonra sıkılıp ipin ucunu kaçırdım ve anlıyormuş taklidi yapmaya başladım. Sonunda kapı çalınıp aynı şişman kadın üzerinde dumanları tüten bir kapla içeri girdiğindeyse resmen sıkıcı dersten kurtulup yemek yiyeceğim için seviniyordum. Öyle acıkmıştım ki kızarmış etin kokusu kahvaltıda düşündüğüm tüm diğer yiyeceklere dair beklentilerimi bir çırpıda siliverdi..

   
   
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serrap

  • *
  • 3
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
 Baştan vasat bir hikaye olduğunu düşünüyordum. Bunun nedeni hic yorum almamış olmasiydi. Okudukça ön yargıya dusmekle hata ettiğimi gördüm. 

   Eleştirel gozle bakicak olursam da bolum gecisleri sanki cok ani gibi geldi.ozellikle ilk bolumun uzunlugundan sonra.

 Merak ettiklerim Kayra nin yasli anaya anlattigi olaylari bize yansitacakmisiniz. Çorak yurt, ıslak diyar, hapishaneye atılması ve en cokta bir krallik emrime verildi ama dilenciden soysuz ve fakir yasadim gibi bir kisim vardi (kopyala yapıştır yapmayı sevmiyorum) o olaylari gorecekmiyiz?

   Umarim yilmadan yazmaya devam edersiniz. Görmek isimli bolumu sabırsızlıkla bekliyorum. Bu konudan oyle bahsettiniz ki sanirim en ilgi cekici bolumlerden birisi olacak. Umarim altindan kalkabilirsiniz.

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Öncelikle okuduğunuz ve sabrettiğiniz için teşekkürler.

Bölüm aralarını kısa tutma nedenim okuyucu fazla boğmamak ve olay geçişleri öyle denk geldiği içindi. Fakat beşinci bölüm biraz uzun olacak. Şimdiden üç world sayfasına ulaştı.

Uzun soluklu bir kurgu tasarladığım için büyük olasılıkla o olayları detaylarıyla işleyeceğim. Umarım keyif alarak okumaya devam edersiniz...
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Buzun Yüreği 5. bölüm GÖRMEK
« Yanıtla #9 : 09 Temmuz 2015, 16:26:03 »

5.Bölüm GÖRMEK

   Dumanı üstünde tüten enfes yahni eşliğinde, Shali bana toplumsal düzen hakkında pek çok şey anlattı. Artık bir kurtla köpeğin arasındaki farkı, tam anlamıyla olmasada öğrenmiştim ve köpeklerden olmadığıma seviniyordum. Başta gözüme aynı görünen kıyafetler bile, ufak tefek değişikliklerle farklı bir gurubu işaret ediyordu. Kurtlar üç ana gruba ayrılıyordu ve Shali Buz kurtlarından akıncı sınıfındaydı. Taktıkları pelerinlerin uzunluğu ise bir tür rütbeydi. Kurtlara dair sınıfları anlasam da köpekler çok karmaşıktı. Bir köpek, genelde meydan okuyup yenilmiş bir kurttu ve ceza olarak hizmet etmek zorundaydı. Yeteneksiz kişiler de yine bu sınıfa dahil ediliyordu. Shali' nin köpekleri küçümsediği, anlatırkenki tavırlarından belli oluyordu ve konuyu çok kısa kesmişti.

   Harra'nın sürü demek olduğunu öğrendim ve bir sürü, içerisinde pek çok başka sürüyü barındırabiliyordu. Ayaz diş sürüsü Mirdakhar' ın yolunu ilk seçenlerden olduğu için en kalabalık nüfüsa sahipti.

    Kapı çalındı ve içeri iki çocuk girerek masadan kalanları toplamaya başladılar. İçlerinden birini hemen tanımıştım. Yolumuzu kesen Dogo'ya beni işaret eden çocuktu. "Adın ne?" diye sordum.

   Çocuk tedirgin olarak Shali'ye baktı. Shali başıyla onayladıktan sonra "Harko" dedi sessizce. Ardından ikisi de aceleyle masayı toplayıp dışarı çıktılar.
 
  Tekrar baş başa kaldığımızda  Shali sakin bir şekilde masanın etrafından dolanarak yanıma yaklaşmaya başladı. Öylesine öfkeli bakıyorduki tedirgin oldum. Tam ayağa kalktığımda yüzüme inen yumrukla dengemi kaybederek arkamdaki sandalyeyle beraber yere yuvarlandım. Bir kızın tokat atması alışıldık bir şey olabilirdi, fakat böyle isabetli ve sert bir yumruk karşısında ayakta kalabilmek imkansızdı.Ağzıma dolan kendi kanımın tadını alabiliyordum. Acı ve şaşkınlık hissim bir anda kaybolup, yerini öfkeye terketti. Gözlerimin bu öfkenin yoğunluğundan yaşardığını hissettim. Hızla yerimde doğrulup bir yumruk savurdum.

   Shali hiç zorlanmadan başını birazcık yana çevirerek yumruğumdan sıyrılırken, bir ayağınıda ustaca önüme koymuştu ve kendi darbemin gücüyle ayağına takılıp yere düştüm. Ardından karnıma aldığım, beni yerde kıvrandırmaya yetecek sertlikteki tekme nefesimi kesti.

   "Herkese kuyruk sallayan bir köpek isteseydim dışarda da bulurdum. Sen bana aitsin ve sadece bana soru sorabilirsin." diye bağırırken adeta burnundan soluyordu.

   Bağırıyor olmasına rağmen sesi adeta bir perdenin ardında gibi gelmeye başlamıştı. Kelimelerini hem duyuyor, hem de zihnimde yankısını algılıyor gibiydim. "Acınası ahmak sefil, beni küçük düşürdün."  Sözleri zihnimde yankılanırken, ağzından "Senin yüzünden küçük düştüm."  kelimesi çıkıyordu. Birden gerçeği kavradım.

    Zorlukla nefes almaya çalışarak "Sanırım artık görebiliyorum." diyebildim.

    Bir süre daha aklından ve ağzından dökülen sözlere maruz kaldım. Öyleki aklından çok daha kötü düşünceler geçerken, söyledikleri sanki bir elekten geçiyormuşçasına daha insaflıydı.. Kendisinden başkasına soru sormam zaten yanlış bir davranışken bir köpeğe soru sormam resmen ağır bir hakaretti onun gözünde. Dediklerimi fark edene kadar, bir süre daha söylenmeye devam ettikten sonra    "Ne dedin." diye şaşkınca sordu.

   "Sanırım artık görebiliyorum." Zorlukla ayağa kalkmayı başarabilmiştim fakat dik duramıyordum.

   "Gerçekten mi?" diye şüpheyle sordu. Onu sakinleştirmek için yalan söylemiş olabileceğimi düşünüyordu.

   "Seni sakinleştirmek için yalan söylemiyorum." diye sertçe cevap verdim düşüncelerine.

   Bu sefer, inanmış olacak ki yüzündeki öfkenin yerini memnun bir tebessüm aldı. "Hayır, hala görmüyorsun ama duyabiliyorsun. Eğer duyman için bir yumruk gerektiğini bilseydim, bunu sofraya oturmadan önce yapardım." dedi.

   Şaka yapıp yapmadığından emin olamadım. Ses tonu gayet ciddiydi. "Hep kör olduğumu söyleyip duruyorsunuz. Neyi görmem gerekiyor anlamadım."
 
   "Önce duymak gelir, sonra görmek ve ardından konuşmak. Ama duyarken, görürken ve konuşurken de zihnini kullanmalısın."

   "Ne zaman görebilirim sence?"

   Shali,  ölçüp biçen  gözlerle  bana bakarken, bir tutam kızıl saçını parmaklarına dolayıp çekerek açıyor, parmaklarının arasında uzanan saçları,  kurtulur kurtulmaz yine kıvrılarak doğal şekline bürünüyordu. Bu hareketi yemek yerkende sık sık yapmıştı ve birşeyler düşünürken farkında olmadan yaptığına emindim. "Haydi gidelim." diye atıldı.

   Apar topar peşine düşerken "Görüp görmeyeceğini deneyeceğiz." diye bir kelime zihnimde belirdi.

    Dışarı çıktığımızda  vakit öğlene geliyordu ve hava bir nebze olsun ısınmış sayılırdı. Tabi bu coğrafyada sıcak hava diye bir kavramın olmadığını düşünmeye başlamıştım. Olsa olsa soğuğun farklı kademeleri olabilirdi . Soğuk, çok soğuk, dondurucu soğuk gibi.

   En dış halkayı oluşturan sınır kulübelerinin dışına doğru yürümeye başladık. Sınır halkasından uzaklaştıkça, bazı yerlerde diz boyu karların arasında, bata çıka ilerlemek zorunda kalıyordum. Çok geçmeden genç ormanın başlangıcındaki seyrek ağaçlara ulaşmıştık. Neredeyse dizlerime kadar ıslanmıştım ve soğuktan ayaklarım uyuşup, karıncalanmaya başlamıştı. Buna rağmen Shali tamamen kuru görünüyordu. Pelerinin içindeki ceplerin birinden,  kısa bir deri şerit çıkartarak nazikçe gözlerimi bağladı. Deri şeritin içine tek bir ışık huzmesi bile sızmayı başaramıyor, beni tamamen boğucu bir karanlıkta bırakıyordu. Uzaklaşan adımlarının sesini belli belirsiz duydum.

    "Şimdi ne yapmam gerekiyor." Diye sordum.

   "Görmen." dedi kısaca.

   Ne yapmam gerektiğini anlamıyordum. Her geçen an, gerginliğim dalga dalga kabarıp beni sarıyor, içimi tedirgin bir üperti kaplıyordu. Shali' nin bana hala kızgın olmadığını ummak fazla iyimser bir düşünce olurdu sanırım.

    "Gıri kurtları say."

   Sesi birkaç metre uzağımdan ve arkamdan gelmişti. Bunun bir çeşit sınav olduğunu düşünüp çabucak   "Gözcüler, izciler, öğreticiler" diye saydım.

   Hızla fırlatılmış bir kartopu sertçe tam enseme çarptı. Dengem bozularak sarsıldım. Uyarmaksızın yaptığı bu hareket beni kızdırmıştı.

      "Yanlış. Tekrar say." Bu sefer sesi başka bir noktadan geliyordu.

     Hatamı farketmiştim. İzciler, kar kurtlarına ait bir sınıftı. "Gözcüler ve öğreticiler."

    Buseferki kar topu sağ omzuma çarptı fakat ilki kadar sert değildi.


    "Ayaz diş kaç halkadan oluşur:"

    Aklımdan hızlıca halka oluşturacak şekilde dizili kulübe sıraları geçti. Güçlü bir hafızam vardı. "On dört."

     Karnıma başka bir kar topu isabet etmişti.

     "Buz kurtları neden en dış halkadadır."

   "Onlar ayaz dişin yumruğudur. Bir tehdide karşı sürüyü korur." Bu seferki kartopu dizime çarpmıştı. Shali hiç durmadan yer değiştiriyor ve soru sorup kar topu fırlatıyordu.

     Gittikçe sorular azalıp fırlattığı kartopu sayısı artmaya başlamıştı. Bazen peşpeşe iki tane veya üçtane attığı oluyordu. Cevapların doğru olmasının değiştirdiği tek şey, fırlattığı kartoplarının daha yavaş isabet edişiydi. Yinede sürekli darbe almak bir süre sonra siniri bozucu hale gelmişti.
 
      "Gözcüler hangi sınıftandır ve görevleri"

      Nalet olsun bilmiyordum ve cevap beklemeden Shali' nin fırlattığı üç sert kartopuna maruz kalmıştım. Birincisi karnıma buzdan bir yumruk gibi inmişti ve acıdan eğildiğim an ikincisi alnıma aynı serlikte isabet etti. Öfkeyle yüzümü kaldırdığımdaysa üçüncüsü tam suratımın ortasında patladı ve sırtüstü yere yuvarlandım. Sızlayan burunum kanamaya başlamıştı. Bir an sonra içimi kaplayan yakıcı öfke, hissettiğim acının önüne geçti.

     Durmadan üşümemi sağlayan rüzgar, sanki o an yok olmuştu.  Öfke tüm acılarımın ve kafa karışıklığımın yerini doldurarak, bir ateş misali benliğime yayılmış, vücudumun kontrolünü ele almıştı.

     Sonra görmeye başladım. Bilinçsiz bir şekilde duran, karşımdaki ayakta duran kişinin alnına, elimdeki kartopunu savurmak istiyordum. Ama bu olamazdı. Karşımdaki kişi kendimdim. Burnumdan akan kan yüzümün her yanına, biçimsiz kırmızı bir maske gibi yayılmıştı ve gözlerim hala sıkıca bağlıydı. Fakat tamamen tepkisizdim. Öylece ayakta duruyordum. Sonra elimdeki kartopunu sertçe fırlattım. Şaşkınlıktan ne yapmam gerektiğini bilmeyerek, kartopunun yüzüme çarpışını, Shali' nin gözlerinden izledim. Zaman adeta yavaşlamış gibiydi. Kartopunun havada süzülüşünü, gevşek parçaların koparak, yerlere doğru ıslakça savruluşunu ve yüzüme çarptığı anı, her ayrıntısıyla görebilmiştim. Canımın acıyacağını düşündüm ama hiç bir şey hissetmedim.  Shali’ nin bedenine hapsolmuş gibiydim. Bu düşünce beni korkuturken yere eğilip bir acuç kar alarak ellerimin arasında sıkıştırmaya başladım. Aslında bunu yapan Shali’ ydi ama avuçlarındaki karın soğukluğunu dahi hissediyordum. Eğildiğinde, yüzünün önüne düşen kızıl saçları, tamamen gözlerimin önündeydi. Sadece bununlada kalmıyor, o an aklından geçenleri de kendi düşüncemmiş gibi anlıyordum.

    Beni küçük, zayıf ve kırılgan görüyordu. Başarısız olacağımı biliyor, bununla eğleniyordu ve kendince yemekteki hatam için beni cezalandırıyordu. Shali' nin hakkımdaki düşüncelerini bilmek beni daha da öfkelendirdi.

     Yeterince sertleştirdiğine kanaat getirdiği kartopunu tekrar yüzüme savuracaktı. Karşısında savunmasız bir halde duran kendi halimi görünce, Shali tam kartopunu fırlatacakken ne yaptığımı bilmeden onu durdurdum ve kartopunu yere fırlattım. Bir şekilde onun bedenini kontrol etmiştim. Derin bir korku duygusu içimi sardı, ama bu benim değil Shali' nin korkusuydu. Dehşete düşmüştü. Geri geri benden uzaklaşmaya çalışırken onu tamamen kontrol edebileceğimi farkettim ama ben daha buna yeltenmeden, bir şekilde beni dışarı atmayı başardı. Fırtınaya karışmış bir yaprak gibi savruldum adeta ve herşey bir anlığına bulanıklaştıktan sonra tekrar hiçbirşey göremiyordum. Burnum acıyla zonkluyordu ve soğuk geri gelmişti. Sonunda kendi bedenimde olduğumu anladığımda, içime bir rahatlama duygusu yayıldı. Bir an Shali’ nin bedeninde sıkışıp kalacağımı düşünmüştüm. Ben bu düşünceler ve hissettiğim acıların arasında sıkışmışken, Shali' nin öfkeli sesiyle kendime geldim.

     "Ne yaptın sen?" diye isterik bir şekilde bağırıyordu.

     Yaptığımın ne olduğunu bilmeden masumca "Sanırım görmeyi başardım." diyerek gözbağını çıkardım.

     Ses tonumdaki masumiyet karşısında bir an olsun şaşkınca durdu. Yine de bakışlarındaki küçümseyici ifadenin yerini korku ve tedirginlik almıştı. Doğrusu benden korkması hoşuma gitmişti.

      "Aptal." dedi azarlayarak. "Bu yaptığın, bu....." söyleyecek cümle bulamadığını düşünürken "Bu korkunç bir şey."  diye sözünü tamamladı.

      Şaşkındım. Ne yapmalıyım bilemiyordum ve ilk günden aramızdaki herşeyi berbat ettiğimin farkındaydım.

        "Üstündekileri çıkart." Dedi.


Beni soğuk havayla cezalandıracağını düşünerek ürperdim. Karşı koymanın, herşeyi daha da kötüleştireceğinin farkında olmasam, bu isteğini asla yerine getirmezdim. Sürüden atılma korkusu, ya da köpeklerin arasına katılma olasılığı yüzünden karşı çıkmayarak, isteksizce üstümdekileri çıkardım. Neyseki pantalonumu ve patri dedikleri, kaymayı engelleyen ayakkabıları çıkarmamı istemedi. Karın içinde yalınayak yürümenin düşüncesi bile korkunçtu.

       Yanıma yaklaşıp vücudumu incelemeye başladı. Sonunda aradığını bularak, sağ omzumun üstünü işaret etti. Koyu mavi rengini saymazsak, bir tür doğum lekesi olduğunu düşünebilirdim. Ufak bir beni andırıyordu.
       "Bu ne anlama geliyor?" diye sordum. Shali, en büyük korkusuyla yüzleşmiş gibi benden uzaklaşmıştı. Elini pelerininin altına götürdüğü gözümden kaçmadı. Ne yapıcağını anlamak için tekrar ona odaklanmayı düşündüğüm anda "Aklından geçirdiğin için bile seni öldürebilirim." dedi sertçe. Zaten neyi nasıl yaptığımın farkında bile olmadığımdan, tekrar başarabileceğimden de emin değildim.

        "Sen Sothre' sin" dedi. Hiçbirşey anlamamıştım.

       "Bu kötü bir şey mi?" Diye sordum.

       "Nasıl bir oyun oynuyorsun."

      "Oyun falan oynamıyorum. Neler olduğunu anlat." diye bağırdım. Çok çabuk öfkelenen bir yapıya sahip olduğumu keşfetmiştim ve bunu kontrol etmem gerekiyordu.

     Shali uzun bir süre gözlerime baktı. Bunu yaparken, aslında zihnimi kurcaladığını ve aklımdan geçenleri okumaya çalıştığını biliyordum.

    "Doğru söylüyorsun. Sesler yalan söylesede, düşünceler söylemez."

    "Sothre nedir söyleyecek misin?"

    "Ne olduğunu tam bilmiyorum. Sothre, Mirdakhar kadar eskidir. Bazı hikayelerde Mirdakhar' ında bir Sothre olduğu söylenir.."

    "Eğer Mirdakhar’da bir Sothre ise bu iyi bir şey değil mi? Yani Mirdakhar iyi bir Tanrı sanıyordum?"
    "Tanrı mı?" diye içten bir kahkaha attı Shali. "Mirdakhar bir tanrı değilki. Oda sen ben gibi etten kemikten."
    Bu yeni bilgi karşısında şaşırmıştım. Konuyu başka yöne saptırmak istemediğimden şimdilik geçiştirerek "Bildiğin kadarını anlatırmısın." diye sordum.
 
     "Bunu anlatmak bana düşmez. Bildiklerim yalan yanlış da olabilir. Lidere haber verdim ve geliyor. Kararı o verecek ve yaşlı anada geliyor. Taruth, yaşlı anaya çok kızgın." diye açıkladı.

     Sürü lideri Taruth' un öfkeli halini görmek istemediğimden emindim. Shali, düşünce yoluyla Taruth' u çağırmış olmalıydı. Neyse ki Nizura' da geliyordu. Yaşlı ana, bir şekilde kendimi güvende hissetmemi sağladı. Merakla "Sothre olduğum için bana ne yapacaklar." diye sordum. İçimden Shali' ye kızıyordum. Gerçeği aramızda saklayabilirdik.

     "Birazdan öğreniriz."  Diyen sesi buz yurdun havası kadar soğuk ve duygusuzdu. Aramıza derin bir sessizlik girdi. İkimiz de, kendi düşüncelerimizin zindanında hapsolmuştuk. Çok geçmeden Shali’ nin    gözleri, arkamdaki bir noktaya takıldı. Neye baktığını anlamak için döndüğümde, kurtların çektiği bir kızağın hızla yaklaştığını gördüm. Kızağın üstünde Taruth ve Nizura dışında kimse yoktu. Kurtlar, kızağı hiç sarsmadan ve savurmadan ustalıkla çekiyorlardı. Çok geçmeden, büyük kızak bir kaç adım ötemde durmuştu ve Taruth hızla inip öfkeyle "Shali neler oluyor hemen anlat." dedi.

        Shali bir bana bir de öfkeli lidere bakıp "Bana dokundu." Diye ürkekçe konuştu.

       Sinirlenip arayaya girerek "Yalan söylüyor, ona elimi bile sürmedim." diye bağırdım.

      Taruth kısa bir an durakladıktan sonra "Sana sorulmadan bir daha cevap verirsen atılırsın." dedi. Sesinde tehditkar bir ton yoktu. Çok basit bir gerçeği açıklarcasına kaygısızca dökülmüştü kelimeler dudaklarından. O an, Taruth’ un tehditler savurup duran bir lider olmadığını, fakat dediğini yaparken en ufak tereddüt bile göstermeyecek bir kararlılığa sahip olduğunu anladım.

     Shali' nin söylediği yalandan dolayı içim içimi yesede, sessiz kalmayı başarabildim. Nizura' nın bilge bakışlarının altındaki, ufak dudaklarında beliren tebessüm, az da olsa rahatlamamı sağlamıştı.

      "Taruth, büyümedin sen hiç. Çocuk bilmiyor bile dokunmanın ne olduğunu."

     Hırpani görünüşlü lider, kısacık bir anda Shali' nin zihninden tüm olan biteni dinlemiş olmalıydı. Öfkesi daha da alevlenmiş görünüyordu. Bana doğru dönen bakışlarında ki nefreti hissetmemek imkansızdı. Nizura' ya "Harranion' un felaketini kapıma kadar getirmekte ne ola ana? Onun bir kirlenmiş olduğunu söyledin, bir Sothre değil."  diye sordu.

      Nizura istifini hiç bozmadan yanıma yaklaşarak Taruth' la aramıza girdi. Adamın bir anda bana saldırmasından endişelenmiş olabileceğini düşündüm.  Taruth' un öfke ve nefret dolu bakışlarını düşününce, bunun çokta uzak bir ihtimal olmadığından emindim. Taruth, yerinde duramıyor, bir sağa bir sola kısa adımlarla yürüyordu. Sert kar tabakası, her adımında ayaklarının altında ezilerek, kırt....kırt ses çıkartırken "Ayaz dişte kalmamalı." diye belirtti.

      İçimde kabaran endişe, dalga dalga artıyordu ve Taruth' un son sözleriyle hat safhaya ulaştı. Ne yapacaktım, nereye gidecektim ve en önemlisi bu soğuk diyarda, hayatta kalmayı başarabilecek miydim?

      Nizura "Rüyanı hatırla ve sakinleş." dedi.

    Taruth, gür sarı saçlarını sertçe kaşıyarak "Bilmediğimiz şeyler kurcalanmamalıdır. Hatta yok edilmesi daha bile hayırlı olur." diye konuştu.

    Daha suçumun ne olduğunun bilincine bile varamadan, sadece sürüden atılmakla kalmayıp, hayatımın da tehlikede olduğu gerçeği, yüzüme tokat gibi çarptı.

     "Neyin daha hayırlı olduğundan o kadar eminsin yani?" diye sordu Nizura.

     "Bir Sothre' nin yol açtığı yıkıma dair çok şey biliyorum." Taruth kendini yaşlı anaya karşı haklı çıkarmaya çalışıyordu.

   "Öyle mi Ayaz dişin Taruth' u. Çok bilge sanırsın kendini ama süt emerken hatırlarım seni. Yaptığın en doğru hareket babana meydan okumaktı ve bunun için bile üç döngü geciktin. Sana bir hediye sundum ve ahmakça reddediyosun. Bir başka sürü olsa, onu sırf silah olarak eğitip kullanır."

     Uzun süre birbirlerine sessizce baktılar. O bakışlar altında, zihinlerinde korkunç bir irade savaşı verdiklerini anlamamak imkansızdı. Bense iki ateş arasında kalmıştım. Hangisi daha korkunç karar vermek zordu. Taruth bir fırtına gibiydi, esip gürlüyor şimşekler saçıyordu, Nizura ise derinlerdeki bir fay hattı gibi önce yavaşça sarsıyor ve giderek yıkıcı bir şiddete bürünüyordu.

     Yaşlı ananın benim yüzümden zor duruma düşmüş olmasından ötürü kendimi suçlu hissediyordum ve söylediklerime kendim bile inanamayarak "Kendi yoluma giderim. Daha fazla tartışmayın." diye araya girdim.

      Nizura bana dönüp tebessümle yüzüme baktı. Ona gittikçe daha fazla sevgi besliyordum. Yüzüme bakarken az önceki korkutucu halinden eser yoktu. Tamamen anaç ve sevgi dolu bakışlardı. Buna karşın Taruth "Kesinlikle bir Sothre'nin başı boş dolaşmasına izin vermem."  diye önerimi sertçe reddetti.

        "Peki ya ne yapacaksın Taruth. Çatına sığınmış bir yavruyu öldürecekmisin yoksa gözetimin altına mı alacaksın?"

       Nizura' nın, Taruth' u  ustalıkla nasıl yönkendirdiğini farkedince kadına karşı büyük bir hayranlık duydum. Shali' de bu durumu farketmiş olmalı ki aklından "bu kadın, taşı su olmaya ikna eder" diye düşündüğünü duydum. Zihnine baktığımı fark eden Shali' nin düşünceleri, bıçakla kesilmiş gibi bir anda kayboldu. Kız adeta bir köşede büzülüp yokolmuş gibi sessizce duruyordu. Belki de işlerin bu noktaya gelmesinden, kendisini sorumlu hissedip üzülüyodur diye düşündüm.

       Taruth nasıl bir karşılık vereceğini şaşırmış gibiydi. Bir eliyle gür bıyıklarını çekiştirirkenki halini, Shali' nin saçlarını kıvırmasına benzettim. Sonunda teslim olmuş bir şekilde "Gözetim altında kalacak. Eğitilmeyecek ve yol köpeklerinin arasına verilecek."

     Sevincim resmen kursağımda kalmıştı. Bir an Shali' yle göz göze geldik. Bakışlarında derin bir acıma duygusu hissettim. Onun gözünde ölmek ve sürgün edilmek bile daha kabul edilebilir cezalardı adeta. Yol köpeklerinin ne iş yaptığını hatırlamaya çalıştım. En beceriksizlerin bu göreve verildiğini biliyordum.

      Taruth onaylamaz bakışlar karşısında "Bir Sothre' nin eğitilmesi riskini göze alamam." diye verdiği kararı savundu.

    "Ahhh Taruth" dedi Nizura sitemle. "Önce senin eğitilmen lazım. Öyle kulaktan dolma bilgilerle dolusun ki, geçeklere çok uzaksın.  Sothre nedir anlat?"

     Taruth bir anlık şaşkınlıktan sonra "Bunu düşüncelerle konuşamazmıyız?" diye sordu.

     "Hayır. Yasa gereği herkesin anladığı şekilde konuşmak gerek."

    " Sothre  Harranion' un felaketidir." dedi kısaca.

     Bu yanıt Nizurayı tatmin etmemiş olacakki "Eeeeee" diye devamını duymak istedi.

    Taruth köşeye sıkışmış bir hayvan gibi kükreyerek "Eee si bu işte. Sothre tüm kötülüklerin ve felaketlerin ayak sesidir."

    "Başka" Nizura' nın sesi öğrencisini sınava kaldırmış bir öğretmenin otoriter sertliğine bürünmüştü.

    "O, gücün kölelerinin efendisidir."

      "Hımmm duyduğum en saçma yanıttı. Unutmuşum, bir yavruyken tarih derslerinde başarısız sayılırdın değil mi?"

       Taruth' un yüzü kıpkırmızı bir hal almıştı. Bunun soğuktan çok öfkeden kaynaklı olduğunu tahmin etmek güç değildi. Nizura' ya saldıracağını düşündüğüm bir an geldi geçti ve sonra Taruth başını eğerek teslim oldu.

        Nizura onun teslimiyetini bir süre sessizce izledi. Sonra delici bakışları Benim ve Shali'nin üzerinde gezindi ve "Şimdi anlatacaklarımı doğru haliyle bilenler çok azdır ve öğrendikleriniz buradan çıkmayacak. Bazı şeylerden bahsedilmesi, ateş olmasa bile sakıncalıdır."
 
     Hepimiz onayladıktan sonra, Shali büyük kızaktan dört uzun kazık çıkartarak bir kare oluşturacak biçimde toprağa sapladı. Sonra, aralarına deriden örtüler gererek, basit bir çadır oluşturmasına hep beraber yardım ettik. Gerçi ben çadır desem de, onlar buna soğuk kesen ya da oturgah diyorlardı. Son olarak, yere kürklü bir örtü serdik ve hepimiz üstüne yerleştik. Oturgahın üst kısmı tamamen açıktı ve gök yüzü tüm berraklığıyla üstümüzdeydi. Henüz öğle vaktini geçeli fazla olmamıştı. Nizura' nın anlatıcaklarını hevesle bekliyordum. Böylece ne olduğuma dair bir fikrim olabilirdi. Dahası Taruth' un beni neden istemediğini ve Shali'nin bana dokundu derken neyi kastettiğini öğrenecektim. Kaderimde belki de en büyük dönüm noktası olacak bir hikayeyi dinlemek üzere olmanın verdiği heyecan tarif edilmezdi...       
 
     
   

   
     
   
         
   
 
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Buzun Yüreği (5. Bölüm GÖRMEK eklendi.)
« Yanıtla #10 : 17 Temmuz 2015, 02:04:13 »
   
6çBölüm Zamanın Pençesinde

    Şiddetli bir sarsıntı... En mutlu zamanlarımdan beni koparmaya çalışan, karşı konulmaz bir güç ve geçmişin gölgesinden, içinde bulunduğum zamanın pençesine sert bir düşüş.

    Tam karşımda, korkudan iri iri açılmış bir çift göz bana bakıyordu. Neler oluyordu. Uykudan uyanmışçasına sersemdim.

    "Bir şeyler yaklaşıyor." dedi Aris. Korkmuştu. Bir yandan da, beni sert bir biçimde sarsmaya devam etmekteydi. Gözlerimi sıkıca yumup tekrar açtım. Bu hareketin zihnimin toparlanmasına yardımcı olabileceğini düşünmüştüm. Farkındalık, yavaş yavaş gerçekleşti. Vakit fazla geçmemişti. Tanıdık, karla kaplı manzara ve yabancısı olduğum, derin bir boşluk hissi.

    Aris' in "Lütfen kendine gel."  diyen  endişeli sesiyle, hızla ayağa kalktım. Bu hareketim, başımın şiddetli bir şekilde dönmesine neden olunca, üzerinde durduğum deri örtüye çöktüm. Örtü, her ne kadar su geçirmez olsa da, erimiş karların bıraktığı ıslak lekeler üzerinde belirmeye başlamıştı.

    Bir kenera yuvarlanmış hatıra taşını alarak, nazikçe kılıfına koydum. Avuç içi büyüklüğündeki küre, dokunur dokunmaz beni anılar denizine sürüklemeye çalışsa da şu an bunun zamanı değildi.

    "Neler oluyor." diye sordum. Hala tam olarak kendime gelememiştim.

    Aris,  dik bir açıyla, aşağı doğru kıvrılarak ilerleyen  patikayı işaret ederek "Dinle." dedi.

   Bir süre hiç bir şey duymadım. Sonra kısa bir çelik şıngırtısı duyuldu ve yine sessizlik. Daha dikkatli dinleyince patikanın aşağılarından da aynı metalik seslerin geldiğini farkettim. Algı eğitimlerinde çok başarılı olmasam da, sesini duyabildiğim herhangi bir şeyi rahatlıkla sezebilirdim. Önce, zihnimde küçük bir alanı içine alan çember çizdim. İçinde Aris' in varlığı tüm canlılığıyla parlıyordu adeta. İstersem onun pırıltısına uzanabilir ve bağ kurup düşüncelerle konuşabilirdim. Çembere iyice yoğunlaştıktan sonra tüm gücümle ittim. Şimdi algılama halkam beş yüz metre daha  yayılmış olmalıydı ama hala tek hissedebildiğim Aris' in varlığıydı. Yine aynı şakırtı sesi duyuldu. Bu seferki daha yakından gelmişti ve hemen ardından daha uzaklardan da aynı ses ritmik bir şekilde duyuldu.

 Yeniden sessizlik hakim olduğunnda aklımdan tüm olasılıkları hızla gözden geçiriyordum. Kaçabileceğimiz hiç bir yer doktu. Nizura' nın kaldığı kulübenin arka tarafı sarp kaya ve buzdan, inilmesi  imkansız bir uçurumdu. Kulübeye ulaşabilmenin ve aşağı inebilmenin tek yolu dik ve kaygan zeminli payikaydı. O yoldan ise ne olduğunu anlayamadığım ses tekrar yükseldi. Birbirine sürtünen çelik gıcırtıları. Aşağı baktığımda hiç bir şey görünmüyordu. Bunun nedeni, yolun yüz metre kadar ilerledikten sonra, dik bir açıyla tepenin diğer yanına dönerek gözden kaybolmasıydı.

    "Kulübeye gir." dedim Aris' e. Kızın, maviye çalan siyahlıktaki saçları, hafif rüzgarda dans ederken aklıma eski bir anı geldi. Işıltılarla dolu imparatorluk sarayının balo salonu ve Gwen. Onunla tek bir dans ve bedel olarak hayatımdan yedi yılı örümceğin zindanlarında harcamak.

    Aris dediğimi ikiletmeden kulübeye girdi. Kapıyı kapatmasını işaret ettiğimde bir an göz göze geldik. Endişeli görünüyordu. En son nezaman birisinin benim için endişelendiğini hatırlamaya çalıştıysam da başarılı olamadım.

      Birbirini izleyen metalik şangırtıların yankısını tekrar duyduğumda, düşünceleri bir kenara bırakıp içinde bulunduğum zamana odaklandım. Hiç bir canlı hissi yaymadan ilerleyen, bildiğim iki varlık vardı. Bunlardan en korkuncu, unutulmuş çağlarda teknoloji denilen bir güçle yapılmış olan mekaniklerdi. Diğeri ise gücün köleleri. Mekanikleri olasıklar dışına çıkardım çünkü Harranion' daki tek mekaniği yok etmiştim.

      Ayaz diş adını verdiğim silahın kabzalarını birleştirerek iki metre uzunluğunda, buzdan bir mızrak şekillendirdim. Eski sahibi olan bekçi, bu silahı, biri diğerinden daha uzun iki farklı kılıç şeklinde kullansa da benim her zaman tercihim mızraktan yana olmuştu. Arkama kulübenin gök ağacından yapılma sağlam kapısını alarak beklemeye başladım. Eskiden heyecanlı hissedeceğim bu durum karşısında içimde hiç bir duygu kıpırtısı yoktu.

     Dik patikayı tırmanmayı başaran ilk gurup elli metre ilerde belirmişti. Arkalarından gelen sesler, diğerlerinin de çok geçmeden zorlu tırmanışı bitireceklerini işaret ediyordu. Ateş, ölüm, kaybetme korkusu, acı gibi insani duygulardan yoksun bırakılarak köleleştirilmiş, bu sefil varlıkları, hedeflerinden vazgeçirtecek hiç bir şey yoktu.

   Altı kişilik ilk gurup tüm iğrençliğiyle, hantal ama kararlı bir şekilde kulübeye doğru yaklaşıyordu. İki ucu ok başı şeklinde yapılmış kalın zincir, eskiden insan olan kölelerin vücutlarını delip geçerek, onları  birbirlerine bağlıyor, her adımlarında şangırdayarak ses çıkarıyordu. Birtanesinin göğsünden girip sırtından çıkan kalın zincir, bir diğerinin karnından girip kalçalarından çıkmış ve kiminin omuzundan, kimininse bacağından saplanıp devam ediyordu.Tek zarar görmemiş yer başlarıydı çünkü Sothre' nin beyine sağlam ihtiyacı vardı.

      En öndekinin elinde uzunca bir pala yerde sürtünerek karlı zeminde düz bir çizgi bırakmaktaydı. Beni görünce elini kaldırıp adımlarını hızlandırdı. Pala, tehditkar bir şekilde güneşin ısıtmayan ışıklarını yansıtıyordu. Arkasındaki köle, silahsız olsada görüntüsü çok daha korkutucuydu. Boyu iki metreyi aşıyordu ve elleri kesilerek yerlerine çivili topuzlar yerleştirilmişti.

     Aslında tüm bunlara gerek yoktu. Gücün köleleri, zincirle birbirlerine tutturulmadan da beraber hareket edebilir ve eğer eski hallerindeyken iyi silah kullanıyorlarsa, savaş anında aynı yetenekle dövüşebilirlerdi. Bu şekilde çarpıtılmalarının tek sebebi, Sothre' nin insan vücudunu aşağılaması ve insanlardan kendince intikam almasıydı. Onları, iplerinin ucundaki ölümcül birer kuklaya çeviriyordu. Bir çok şehirde kendisinden kuklacı ve gücün kölelerinden de kuklalar diye bahsedildiğine şahit olmuştum. Harranion' da ise herzaman kendisine verdiği isimle anılırdı.

   Palanın havayı yırtarken çıkardığı sesi duyuyordum. Bir diğeri ise devasa bir baltayı savurmuştu. Her kavgamda olduğu gibi, zaman, öfkemin yoğunluğu arasında sıkışıp yavaşlamıştı adeta. Hemen pozisyon alıp, toprağı döven yıldırım diye bilinen hamleyle mızrağımı savurdum.

    Öndekinin palası benim için tehlike yaratıcak bir noktaya gelmeden ayaz diş boğazından girip ensesinden çıkarak hemen arkasındaki, elleri yerine topuzlar bulunan devasa kölenin göğsüne saplanmıştı. Mızrağımı geri çektiğimde ikisi de çoktan buzdan birer heykele dönmüşlerdi ve baltalının darbesi zincirlerini gerince paramparça oldular. Bir adım geri çekilerek balta darbesinden kolaylıkla kurtulup mızrağımı tam göğsüne sapladım. Fakat beklediğim gibi buza dönüşmedi ve hiç bir yara almamışçasına baltasını tekrar savurdu. Baltanın keskin kısmından kaçmayı başarsamda dengemi kaybetmiştim ve birbirlerine bağlı oldukları kalın zincire takılarak yere düştüm.

       Dördü birden vahşice üstüme çullandı. Bir balta hamlesinden son anda kurtuldum ama, tek eli kanca olan, başka bir kölenin savurduğu darbe sol omuzuma saplandı ve beni ayakları altına sürükleyerek diğer elinde tuttuğu hançeri hızla vücuduma savurdu. Son anda bir tekme atarak hançeri savuşturdum ve ayaz dişi tam başına sapladım. Buza dönüşmese de beynini delip geçen mızrak ölmesini sağlamıştı. Ayaz dişin gücünün giderek azaldığını hissediyordum. Silah, gücünü kanı akan varlıklardan alıyordu ve köleler karşısında giderek zayıflamaktaydı. Olduğum yerden yuvarlanarak uzaklaşıp ayağa kalktım ve kulübenin dik bir uçurum olan batı kanadına doğru geri çekildim.

      Kölelerin birbirine zincirli olması onları yavaşlatmış, peşlerinde ölü bir bedeni sürüklemek zorunda kalmışlardı. Yanıma yaklaştıklarında, aklıma gelen en basit planı uygulayarak aralarına daldım. Birkaç darbeyi kolaylıkla savuşturarak, öldürdüğüm köleyi, uçuruma doğru biraz daha yanaştırmalarını sağladım ve sonunda cansız bedeni aşağı yuvarladım.

       Beklediğim etkiyi yaratmıştı. Uçurumdan düşerken diğerlerinin de dengesini bozmuştu ve sonunda hepsi kaygan zeminden  aşağı doğru birbiri ardına yuvarlandılar. Yere düşmenin onları öldürmeyeceğini biliyordum ama biraz olsun zaman kazandığıma inanıyordum. Omzumdaki yara hiç durmadan zonklayıp, dalga dalga acı sinyalleri göndererek adeta "ben buradayım unutma" diye haykırıyordu.

      Geçici zaferim çok kısa sürmüştü. Ben kavgaya dalmışken iki gurup daha patikayı tırmanmış ve hiç bir şeye aldırmaz adımlarla kulübenin yolunu tutmuşlardı. Guruplardan birinde yedi diğerinde üç kişi zincire vurulmuştu. O an hedeflerinin ben olmadığım gerçeğini kavradım. Aris' de olamazdı. Buraya yaşlı ana için gelmişlerdi. Koşar adım kulübenin kapısına vardığımda küçük olan gurupla aramızda yirmi metre mesafe kalmıştı. Telaşla kapıyı çalıp seslendim.

      Aris vakit kaybetmeden kapıyı açmıştı ve hemen içeri dalarak kapıyı arkamdan kapatarak kilitledim. Neyseki kulübe ve kapı tamamen gök ağacından yapılmıştı ve kırılması neredeyse imkansızdı. Birbiri ardına darbeler kapıya yağarken, pencerelerin uçuruma bakan kısımda olmasının büyük bir şans olduğunu düşündüm. Tabi gerçekten şans eseri o şekilde yapıldıysa. Nizura ' nın  bir şekilde her olasılığı hesaba katarak davranabilme yeteneği vardı.

      Aklıma birbiri ardına düşünceler yağmaya başladı. Nizura bu saldırıyı biliyor olabilir miydi? Bu yüzden mi apar topar gitti? Eğer biliyorsa neden beni uyarmadı?

     Aris koluma nazikçe dokunarak "Yaralanmışsın." dedi. Basit deri ceketin kol kısmı tamamen kan içinde kalmıştı. "Önemli bir şey değil." diyerek geçiştirdim. Üzerimdeki kıyafetlerin hiç birisinin buranın soğuk iklimine uygun olmadığını fark ettim. Buna karşın Aris tam bir Harranion'lu gibi giyinmişti. Üstelik tüm giysileri üzerine tam olarak oturuyordu. Bu beni şaşırtmamıştı. Arkamdaki kapı hala sert darbelere maruz kalsa da ufacık bir sarsıntı hissedilmiyordu. Bir süre daha emin olmak için bekledikten sonra dışardaki kölelerin kapıyı kırmayı başaramayacaklarına kanaat getirerek, pencere kenarındaki yataklardan birisinin üstüne oturdum.

   Şans ya da alışkanlık mı bilmiyorum, Nizura ile kaldığım zamanlarda yattığım yatağı seçmiştim. Aris endişeli gözlerle kapıya bakarken her an kırılmasını bekliyor gibi bir hali vardı.

    "Dışarıda ne var." diye sordu.

    Yaramın durumuna bakmak için ceketi çıkarmaya çalışınca dayanılmaz bir acı yaralı omuzuma saplandı. Aris hemen yanıma gelip ceketi çıkarmama yardım etti. Kancanın açtığı yara tam eklem yerindeydi ve neredeyse kemiğe kadar iniyordu. Hoşnutsuzlukla yüzünü buruşturarak "Bence bu önemli bir yara. Kolunu kullanamayacaksın ve tedavi edilmezse enfeksiyon kapar...hatta kesilmek zorunda bile kalabilir. Üstelik kol değil omuzdan yaralandığın için enfeksiyon ciğere ya da kalbe doğru yayılırsa ölümcül olur."

    Kendimi gülmekten alı koyamadım ve gülünce acı tekrar omuzuma saplandı. Dışarıda kapı hala aralıksız olarak dövülüyordu. Sadece kapı da değil kulübenin ön ve yan cepheleri tamamen sarılmış olmalıydı. Her yandan duvarlara vuruyorlardı. Tek bir zayıflık bulsalar kurtulma şansımız yoktu.

   "Söylediklerimde ciddiyim. Bunun gülünecek bir tarafı yok." diye adeta beni azarladı.

   "İçimi öyle ferahlattın ki o yüzden güldüm. Hangisi daha güzel haber karar veremedim doğrusu. Kolumun kesilmesi, enfeksiyon yüzünden ölmek, dışarıdakilerin, içeri girmeyi başarması durumunda olacaklar.....Doğrusu seçim yapmak zor. Tüm bunları nereden biliyorsun" dedim.

   "Nereden bildiğimi bilmiyorum ama yaran gerçekten ciddi. O omuzundaki ağaç desenlerinin bir anlamı var mı? Daha önce hiç böyle bir ağaç gördüğümü sanmıyorum. Neden mavi?"

   Yaralı olan omuzumun üst kısmındaki üç mavi ağaca baktım bir an. Üç ruhu simgeliyorlardı. Birincisi kendi ruhumdu ve doğuştan benimleydi. Bir diğeri kendisini bana teslim etmiş ve beni kurtarmış bir ruhtu. Üçüncüsü ise, öfke dolu bir anda zorla söküp alarak hapsettiğim bir ruh.

    "Teker teker soru sorarsan cevaplamam daha kolay olur." diyerek yaramı izlemesini istedim.

   Ağaçların birisine odaklandım. Şu an varlığına en çok ihtiyaç duyduğum kişiye aitti. İçinde bulunduğum oda artık benim için yok olmuştu. Masmavi ağaçlarla dolu bir ormandaydım. Yanı başımda, alabildiğince uzanan gölün kıpırtısız yüzeyi, bir ayna gibi ormanı yansıtıyordu. Hava ne titretecek kadar soğuk, ne de terletecek kadar sıcaktı.

     "Özlettin kendini."

    Arkamı döndüğümde Shali karşımdaydı. Urza denilen mavi ağaçlardan birinin geniş gövdesine yaslanmış, bana bakıyordu. Üzerinde, etekleri yerlere kadar uzanan beyaz bir elbise, çıplak ayaklarından teki ağacın gövdesine dayalı, her zaman yaptığı gibi kıvırcık saçlarını parmaklarına dolayıp çekiştirmekten de geri kalmıyordu.

    "Gerekmedikçe urzaların gücünü kullanmıyorum." dedim.

    "Özlediğin için geldiğini sanmıştım." Sesinde alayla karışık sitem vardı.

  "Vaktim az Shali." diyerek omuzumdaki urza şeklini gösterdim. Ağacın mavi yapraklarının neredeyse tamamı dökülüp yok olmuştu. Bir süre sonra genç bir filize ardından da yavaş yavaş tohuma dönüşecekti ve sonunda buradaki zamanım dolmuş olacaktı.

    "Eh madem öyle sorun nedir söyle bakalım."

    "Diğer tarafta yaralıyım ve başım dertte. Bir an önce yaramın iyileşmesi lazım."

    "Acıtacak mı?"

    "Sadece omuzumdan yaralıyım. Ama biraz acıtacak."

     Shali elimi tuttu ve acıyla yüzünü buruşturdu. Sol omuzunda bir yara ortaya çıkmış ve beyaz elbisesi kanla ıslanmıştı. Elbisesine olanlardan hoşnutsuz bir şekilde elimi bıraktı. Onun yarasının elimi bırakır bırakmaz iyileştiğini biliyordum.

    "Bir dahaki sefere benim için gel." dedi ve dudaklarıma ufak bir öpücük bıraktı.

    "Söz." diye ağzımda geveledim.

  Shali' nin yanından ayrılmak her zaman içimi burkuyordu. Bu nedenle mecbur kalmadıkça uğramıyordum. Kalbimde aynı burukluk hissiyle, içinde bulunduğum gerçekliğe döndüğümde Aris' in şaşkın bakışları karşısında buldum kendimi.

        " Yaratıcı aşkına! Sadece düşünerek yaralarını iyileştirebiliyor musun?" diye sordu.

      "Pek sayılmaz." diyerek omuzumdaki ağaç dövmelerini gösterdim. İçlerinden birisi şimdi genç bir filiz şeklini almıştı. Kapı bir kez daha şiddetle gümbürdeyince ikimizde bir an irkildik.

         "Buradan nasıl çıkacağız."

        Bu benim de cevabını aradığım güzel bir soruydu fakat bir çıkış yolu bulabilmiş değildim. Kızın korkusunu hissedebiliyordum ve soğukkanlı davranabilmesi hoşuma gitmişti.

     "Öncelikle üstüme giyecek birşey bulmalıyım. Yoksa kölelerden kurtulsak bile Harranion'un soğuk iklimi beni öldürür." dedim.

          Yatağımın yanındaki sandığı işaret ederek "Eşyalarına bakmayacak mısın?" diye sordu.

     Eski sandığımın kapağını aralarken menteşelerinin gıcırtısı odada yankılandı. İçinde bir şey olacağını sanmıyordum ama yanılmıştım. Buz yurttayken kullandığım giysiler tam takım halinde duruyordu. Buz kurdu pelerinim, kalın deriden içlikler,  kürklü tüniğim  ve kaymadan yürüyebilmeyi sağlayan patriler. Şaşkınlık ve mutluluğum birbirine karışmıştı ama hala kulübeden nasıl çıkabileceğime dair fikrim yoktu.

         "Bir süre sonra Sothre uykuya dalar ve köleler, onun iradesi olmadan cansız bir şekilde yere yığılırlar."

        Yalan söylemiştim. Ama kızın biraz olsun rahatlayabilmesi için bu yalana ihtiyacı vardı.

         "Tüm bunları neden yapıyor."

       Neden...? Yıllarca hep bu sorunun peşine düşmüştüm. Her cevabın, beni alıp başka bir soru yığınına götürmesini sağlayan tek bir soruydu. Tüm sorular içerisinde, cevapları en tehlikeli olan soru.

      "Hikayemi dinlediğinde kendi cevabını kendin bulacaksın. Ama bulduğun cevap sana ne kadar yetecek bilmiyorum."

         Aris hemen yanı başımdaki bir diğer yatağa yerleşti. Uzandığı yerden doğru, bana dönerek "Hadi ozaman kaldığın yerden devam et." dedi.

        Sanki, yatmadan önce masalını dinlemek isteyen, küçük bir çocuk gibi bana bakıyordu. Hevesli...Aç gözlü....

       "Uyumak istemez misin?" diye sordum.

       "Dışarıda o şeyler varken mi? Şaka yapıyor olmalısın."

       "Beni, kendime getirmen gerekirse hatıra taşının üstünü ört, ama ona dokunma. Henüz buna hazır değilsin." diyerek isteğini kabul ettim.

      Zihnimi kaça bölersem böleyim, henüz kendi irademle taşın gücünden çıkamayacağımı anlamıştım. Yatağın bir kenarına bıraktığım pelerinimin cebinden, küçük küreyi aldım. Dokunuşuma hemen cevap verdi. Üzerinde yavaş yavaş dağılmaya başlayan bulutsu beyazlıktan bakışlarımı ayıramıyordum ve taşın derinliklerindeki görüntülere doğru savruldum. Hayatım, geriye doğru hızla akıyor gibiydi. Gwen' in ihaneti, Dogo' yu cezalandırışım, Nizura' nın attığı tokat ve öfkesi... tam bir görüntüye tutunacakken diğeri beliriyordu. Zihnim yolunu adeta kendisi buluyordu ve sonunda durmayı başardı...
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Buzun Yüreği (yeni bölüm Zamanın Pençesinde eklendi.)
« Yanıtla #11 : 02 Ağustos 2015, 00:01:25 »
Mirdakhar ve Sorhre' ye Dair

 
   Genç ormanı kuşatan seyrek ağaçların arasında, derin bir sessizlik hakimdi. Burada ne kuşların cıvıltısı, ne de böceklerin belli belirsiz sesleri duyulmuyordu. Bölgenin hakimi soğuktu ve ona direnebilecek az sayıda canlı, soğuğun esaretinde yaşam savaşı veriyordu.

    Hepimiz,  Nizura' nın kurduğu oturgahta beklenti içinde karşılıklı oturmuştuk. Dışarıda, kızağa bağlı kurtların ara sıra gelen hırlamaları dışında, ortamdaki sessizliği bozan hiçbir şey yoktu. Bu beklenti dolu bir sessizlikti ve böyle sessizlikler, kısacık da zaman alsa, sanki olması gerekenden çok daha uzun sürmüş gibi hissedilirdi.

     Yaşlı ana, anlatacaklarına nereden başlaması gerektiğini düşünürken, karşımda bağdaş kurmuş oturmakta olan Shali, başını öne eğmiş, kıvırcık saçlarıyla oynuyordu. Ayaz diş sürüsünün lideri Taruth ise dik dik bana bakmakta, sanırım benimle ne yapması gerektiğine dair kafasında planlar oluşturmaktaydı. Sonunda Nizura hafifçe öksürerek boğazını temizledi ve "Sothre bir varlık değil isimdir. Tıpkı Kayra gibi, ya da Taruth veya Shali gibi." diyerek sessizliği bozdu. Konuşurken dalgın gözlerle adeta başka bir yerdeymişçesine, oturgahın üstü açık kısmından gök yüzüne bakıyordu.

    "Kendinize dakhara diye rütbe veriyorsunuz fakat dakhara ne onu bile bilmiyorsunuz." Bu sözleri Taruth' a yönelikti. Genç lider yerinde hoşnutsuzlukla kıpırdansa da bir şey demedi.

       "Dakhara, eski dilde kirlenmiş demek. Harra ya da hara kirli demek. Yani sandığınızın aksine bir yerleşim yeri değil. Harranion tüm kirlilerin bir arada yaşadığı yer." derin bir nefes aldı. Nizura şimdi gözüme çok daha yaşlı görünmüştü.

    "Ben dakharayım. Sothre' de dakharaydı. Eğer isyan etmeyip, insanların arasındaki yaşamımıza devam ediyor olsaydık Kayra' da dakhara olurdu. Mirdakhar ise en kirlenmiş yada baş kirlenmiş anlamına geliyordu ve en güçlümüz oydu. Gerçek ismini hiç öğrenemedik. Ama eminim Sothre biliyordur. Çok uzun ve acı dolu hayatımızın sadece bilmeniz gerektiği kadarını anlatacağım. Hepimiz insanların kölesiydik. Sadece çok zenginlerin sahip olabileceği değerli oyuncaklar. Daha bebekken Quat Doai adasına ya ailelerimiz ya da bizi kaçıranlar tarafından satılmıştık. Harralar dışında, yedi yaşını geçmiş olarak bulunan her mavi gözlünün öldürülmesi insanlar için kutsal bir görev sayılırdı. Eminim hala geçerli bir kuraldır."

     Taruth  "İyi ama bu çok saçma. Burada herkes mavi gözlü. Eminim diğer diyarlarda da mavi gözlü olanlar vardır."  diye araya girdi.

      Nizura lafı kesildiği için kaşlarını çatarak  "Neden yanlışlıkla buz yurda yolu düşen her gemiyi batırıyor ve kurtulan herkesi öldürüyorsunuz. Ayaz diş, kanlı ay, ağlayan kaya, soğuk in...Birbirinizle durmadan çekişirsiniz ama tek ortak özelliğiniz ne?"

      Taruth yeni bir şeyi idrak eden küçük bir çocuk edasıyla başını sallayarak "Hiç bir yabancı buz yurdu görmemeli ve görenler asla geri dönmemeli." dedi. Aslında daha çok kendi kendisine konuşuyor gibiydi.

    "Doğru." diye onayladı Nizura. "Eğer ki diğer diyarlar burada yaşayanlardan haberdar olsa, aralarındaki düşmanlıkları unutur ve tüm güçleriyle sizi yok etmeye çalışırlar."

      "Hele bi denesinler." dedi Taruth kendine güvenle.

     "HAH! Denesinlermiş. Çok güvenirsin kendine ayaz dişten Taruth. Tüm sürülerin toplamından en az yirmi kat daha fazla askerleri var. Bunu biliyorum. Şimdi izin verirsen devam edeyim. Sorularınızı daha sonra sorabilirsiniz."

      Hiç birimizden ses çıkmadı. Shali oturduğu yerde biraz kımıldanarak öne doğru kaydı. Taruth kafasında birşeylerin hesabını yapar gibi düşünceli görünüyordu.

      "Mirdakhar benim eğitmenimdi. Sert, acımasız,kural tanımaz ve kindardı. Kendi eğitmenini turnuvada öldürerek baş eğitmenliğe yükselmişti. Bize ormanın güçlerini kullanmayı öğretti. Ama sanılanın aksine mavi gözlü olan herkes bu güce sahip değildi. Sadece tohum taşıyanlar mavi ormanların kudretini kullanmaya layıktı. Pek çok çocuk güçten yoksun olduğu için çığlık yükseltisinden denize fırlatılırdı. Çocukların düşerken attıkları çığlıklar yüzenden oraya böyle diyorduk. Güce sahip olanlarımız ise eğitilir, güçle dövüşmeyi öğrenir ve zenginler için ölümüne dövüştürülürdük. Öldürdüğümüz her dakhara için bir kasa altın artardı değerimiz..." bir süre duraksadı. Konuyu toparlamaya çalıştığı her halinden belli oluyordu. "Her neyse daha sonra Sothre geldi. Bir başka Harra da eğitim görmüş ve ödül olarak kazanılmıştı. Neredeyse Mirdakhar' a denk güçteydi ama eğitim düellolarında onu hiç yenememişti. Yine de Sothre bir bakıma onu fethetti. Akar suyun, kayaları yıllar içinde değiştirmesi gibi Mirdakhar' ı yavaş yavaş değiştirdi. Ona umut verdi ve başka bir yaşam şansı olduğuna, bu duvarların ötesinde bir gün mutlu olacaklarına inandırdı. Beraber özgürce yapacakları şeylere dair hayaller kurdular. İkisi de gençliğin ateşiyle kurdukları hayallerin gerçekleşeceğine öylesine inandılar ki, içinde bulundukları gerçekliği unuttular. Nasıl hayallere dalmasınlar ki. Daha yirmi yaşındaydılar. Sothre adı gibi ışık saçan güzelliğiyle Mirdakhar' ın karanlığını aydınlatmış, onun insanlara olan nefretini unutturmuştu. Ta ki herşeyin değiştiği güne kadar.

   İçten içe kaçma planları yapmaya başlamışlardı. Sadece ikisi buna kalkışsa belki  başarabilirlerdi ama Sothre hepimizi kurtarmak istiyordu. Bu gidişata dur demek. Ama her yerde olduğu gibi aramızda hainler çıktı. Doai muhafızları durumdan haberdar olunca ikisini arenada dövüştürmeye karar vermişlerdi. Onlar kalabalığın coşku dolu haykırışları altında arenaya götürülürken ağladığımı hatırlıyorum. İkisi de rakibinin kim olduğunu bilmiyordu. Göz kilitleri çıkarılınca birbirlerini gördüler. Şaşkınlık ve birbirlerini görme sevinci çok kısa sürdü. İçinde bulundukları durumun dehşeti ikisini de ele geçirdi.

       Hiç bir şey yapmadan öylece duruyorlardı. Bizler, dakharalara ayrılan parmaklıklı hücrelerden olan biteni görmek için adeta birbirimizi eziyorduk. Üzerlerine yüzlerce arbalet doğrultulduğunda bile öylece birbirlerine bakıyorlardı. Mirdakhar çok değerli olduğu için uyarı olarak Sothre' yi bacağından tek bir okla yaraladılar.

     Değişimin ilk adımı böylelikle atılmış oldu. Mirdakhar' ın o anki haykırışı gök gürültüsü gibiydi. Öfkesi ise korkunç. Tüm okçuları aynı anda etkisi altına aldı ve tüm izleyicileri ok yağmuruna tuttu. Öfkelendikçe gücü daha da arttı. Üzerlerine saldıran muhafız birlikleri bir anda haykırarak korkudan deliye döndüler. Hepsi kendi kabuslarının esareti altına düşmüştü. Bizi tutan parmaklıklar parçalandı.  Hepimize bir cesaret gelmişti ve insanlara güçle saldırdık. Fırtınalarla çatıları, depremlerle kayaları dövdük. Fakat gücümüz bir süre sonra azalmaya başladı. Ağaçlarımız solup tohuma döndü. Çıkan kargaşada kaçmayı başardık. Sothre daha gücünü hiç kullanmamıştı. Mirdakhar ise tamamen öfkesini kusmuş ve bitap düşmüştü.

     Limanlara ulaşmamız zor olmadı. Bizleri özgür gören herkes panikle kaçıyordu ve gemilerden birisini alarak yola çıktık. Bilinen güzergahlar yerine, bilmediğimiz bir yön olan kuzeyi seçtik. Doai muhafızları hemen toparlandı ve biz daha limandan uzaklaşamadan pek çok gemi peşimize düştü. Üstümüze ok yağmurları yağdı. Yanımıza yaklaşan gemilerden askerler gemimize saldırdı. Hiç bitmiyorlardı. Sonunda sekiz kişi kalmıştık ve elliden fazla gemi tüm mürettebatıyla üzerimize geliyordu.

         Kurtulmaya dair ümidimiz yoktu. Ben en küçükleri olduğum için aralarına alıp etrafımda koruma çemberi oluşturmuşlardı. Acımasızca ok yağmurları başladı. Hepsi bir şairin zarafetiyle okları savunuyordu ama yorgunluk onları yavaşlatmaya başlamıştı. Mirdakhar pek çok yara almıştı ve sırtına saplanan bir ok onu yere sermeyi başardı. Sonrası ise tam bir kaos. Sothre o ana kadar sakladığı yüzden fazla ağacın gücünü boşalttı. Deniz adeta ikiye ayrıldı. Peşimizdeki gemiler uçurumdan düşer gibi denizin dibine doğru düştüler ve deniz üstlerine kapandı. Gücünü ortaya çıkartan öfke öyle yoğundu ki rüzgarlar yelkenlerimizi doldurup bizi hızla sürükledi. O günden beri olayın yaşandığı sular kin denizi, Sothre'  nin buzlu kıyıya vardığımızda günlerce ağladığı yer ise göz yaşı sahili olarak anılır. Mirdakhar' ın öfkesi kaçışımızı, Sothre' nin öfkesi ise kurtuluşumuzu sağlamıştı. İkisi de öfkelerini doğru kullanabilselerdi herşey çok farklı olabilirdi.

     Kıyıda atalarınız olan bozlarla tanıştık ama Sothre onlara da düşmanlık gösterdi ve karşılaştıklarımızın zihinlerine girip ilk kölelerini oluşturdu. Sonraysa zaman içinde bildiğimiz Sothre' ye döndü. İçi tamamen nefret ve kin ile kavrulup kurumuş, kendini tüketmiş vahşi bir yaratık."

     Dalgın bakışlarını gök yüzünden indirerek hepimizin üzerinde gezdirdi. Hikayesinin bize anlatacağı kısmın bittiğini düşünüyordum. Yine de geçmişe dair hiç bir şeyi doğru dürüst hatırlamadığım için, Taruth ya da Shali kadar ağzım beş karış açık görünmediğimden emindim.

       "Ama bu imkansız." diye düşüncesini ilk dile getiren Taruth oldu. "Dedemin dinletilerinde bile kin denizine ait yüzlerce yıl öncesine  dayalı hikayeler olurdu. Sen denizin ismini kazandığı zamanı yaşadığını anlatıyorsun.."

    Nizura derin bir iç çekti. "Sana anlatacağım her şeyde bana soracak bin farklı soru  zihninde belirir. Şu an konumuz dahilinde düşün. Belki başka bir gün sana zaman dışı salon ve 3 taştan oluşan anahtarı anlatırım. O zaman nasıl bukadar zamandır yaşadığımıda öğrenirsiniz. Şimdi Kayra ile ilgili kararın nedir."

      Taruth kısa bir an düşündükten sonra "Çocuk kalabilir ve eğitime devam edebilir. Onun Sothre olmadığına karar verdim." dedi.

     İçime resmen ılık sular serpilmişti. Hayatım bağışlanmış, köpeklere katılmaktan kurtulmuş ve hatta eğitime devam edebilecektim. Nizura bana dönüp "Bu hikayeden ne ders çıkardın peki." diye beklemediğim bir soru sorunca sevincimi bir süre ertelemem gerekti. Sessizliğini en başından beri bozmamış olan Shali bile Taruth' un kararından memnun görünüyordu. Hikayede görmem gereken bir şey olduğu açıktı ama bir türlü bunu başaramıyordum. DÜŞÜN KAYRA diye kendi kendime kızdım. HER ŞEY NASIL BAŞLAMIŞTI...  Cevap çok basitti. Bukadar düşünmem bile ahmakçaydı. Herşeyi başlatan öfkeydi. Güçlerim ortaya çıkmadan hemen önceki halimi düşündüm ve sonunda "Öfkemi doğru yönlendirmezsem kaçınılmaz olarak kötü sonuçlar doğurur." dedim.

     Nizura' nın kırışık yüzünde hoş bir tebessüm belirdi. "Bu günkü dersini aldın Kayra. Peki sen Shali, kendine ne pay çıkardın bu hikayeden."

      O ana kadar sessiz sedasız bir köşede duran Shali adeta yerinde sıçradı. Yüzü kızarmıştı. Birşeye canının sıkıldığı her halinden belli oluyordu. Neredeyse fısıltı sayılabilecek bir sesle " Ne gibi sonuçlar doğuracağnı düşünmeden önce, asla bir şey yapmamak gerekir."

       "Aferin kızım. Ya sen Taruth."

    Taruth' un düştüğü şaşkınlık hali karşısında gülümsememe engel olamadım.  Tabi bu gülümseyiş öfkeli bakışlara maruz kalmama neden olmadı desem yalan olurdu.

        Homurdanarak "Kimse hakkında ön yargılı davranmamam gerektiği." dedi.

    "Eh!" dedi Nizura yavaşça oturduğu yerden doğrulurken. "Herkes dersini aldığına göre işlerimizin başına dönebiliriz..."
     
     



     




cesaret yoksa zaferde olmaz