Kayıt Ol

Şakacı Alex

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Şakacı Alex
« : 14 Eylül 2015, 18:07:26 »
uzun zaman olmuştu Kurgu İskelesine bir şeyler bırakmayalı. Yüküm eski bir yük ama elden geçirildiği için yeni sayılabilir. İskeleyi dolaşanlar arasında ilgilenenler olabilir diyerek beğenilerinize sunuyorum.

Şakacı Alex

   Bu hikâye, cesur kaptan, araştırmacı ünlü kaşif “Şakacı” Aleksandr’ın hikâyesidir. Anlatacağım neredeyse elli yıllık bir hikâyedir. Aleksandr’ı bilmeyeniniz yoktur, eski dünya doğumlu, gerçek adı İskender olan Aleksandır. Buradan, yani Aydan, Satürn’ün en yeni kolonisine kadar hemen hemen herkes tanır. Kendisini,  kimselerin gitmeye cesaret edemeyeceği yerlere gitme başarısıyla, kahramanlıklarıyla ve buluşlarıyla biliriz. Bu konuda kendisine mal edilen sayısız hikâye dinlemişsinizdir. Bu anlatacağım az bilinenlerden biridir.
   21 Temmuz 2069; tam yüz yıl olmuştu insanoğlu aya ayak basalı. Biliyorsunuz insanoğlu yüzyıllardır bakıyordu gökyüzüne. En yakın komşusu dediği, gecelerinin en büyük ışık kaynağı ayı izlerdi geceler boyu. Atalarımız, yüzyıllar önce kendisini tanrı zannetmiş, adına tapınaklar yapmış ve tapınmışlardı. Ama neredeyse elli yıldır çocukların Aydede adını verdiği bu uyduda olması gerektiğinden fazla ışık var. Özellikle de, yeniay öncesi karanlık evrede yıldız gibi parıldayan birkaç nokta vardı. Dolunayda ise ayın doğal lekelerine ek olarak ışık noktacıkları görülür. Şimdi Halkalı Gezegenin uydularından duyulan kalp atışları, o zamanlar buralarda konuk gibiydi.
   Biricik uydumuz olan Ayda İlk araştırma istasyonları ikibin yirmili yıllarda kurulmaya başlanmıştı. Ekonomik değerinin farkına varıldığında, bu istasyonlar laboratuvarlara, laboratuarlar işletmelere, fabrikalara dönüşmeye başlamıştı. Şimdileri unutulmaya yüz tutan İlk maden 2033 yılında faaliyete başlamıştı. Onu diğerleri izlemiş ve sayıları onlarla ifade etmeye başlamıştı. Gelişmeler Yerleşmelerin çokluğu, göçmenlerin sayısı, en büyük tahminleri bile aşmıştı. Teknolojik gelişmelerin birbirini izlediği elli yıl boyunca roket teknolojisi ilerlemiş, daha ucuz ve güvenilir yakıtlar dünya ile ay arasındaki mesafeyi iyice kısaltmışlardı. Dünyaya bu kadar yakın olmasa ve ana gezegen dünya izin vermiş olsa, Ay çoktan bağımsızlığını ilan edecekti.
   Önce, uluslar arası bir birlik tarafından, araştırma üssü kurulmuştu, galiba 2020 yılıydı. İşler yolunda gidince üstelik o yıl içerisinde ilk kurulan üssün yakınlarında Amerikalılar kendi yerlerini inşa etmeye başladı. Ardından, Ruslar, Çinliler, Japonlar kendi üslerini kurdu. Yıllar geçtikçe bu yarıştan kopmak istemeyen diğer ülkeler de bütçelerinde pek çok kalemden feda edip ayda yer tutmaya çalıştılar. BM bir karar alıp her ülkenin ayda yerleşim merkezi kurabileceğini ama dünya üzerindeki yer oranında bir yer alabilecekleri konusunda bir tavsiye kararı aldı. Bu ilerlemede en büyük pay roket sistemlerinin gelişmesi ve dolayısıyla yakıtların ucuzlamasıyla ilgiliydi.
   Galile, ay kentlerinin en büyüklerinden birisiydi. Maden ocaklarına yakın olduğu için sanayi devrimi döneminin kentlerini andırıyordu. Birkaç yılda büyüyen kalabalıklaşan düzensiz kentlerden biriydi. Yinede kentte var olan bu hareketlilik dışarıdan pek çok turisti ve iş adamını çekiyordu. Her şeyden önce iyi bir manzarası vardı. Galileo kenti, tam aydınlık ve karanlığın sınırındaydı. Kentin bir bölümü, daha çok fabrikaların olduğu bölümü dış uzaya bakıyordu. Diğer bölümüyse kadim dostumuzun gülümsediği bölgedeydi. Kent asıl maden ocaklarının olduğu ayın karanlık yüzünde kurulmak yerine burada sınır çizgisi diyebileceğimiz bölümdeydi. Yani işyerleri, üretim tesisleri karanlık yüzdeydi. Oteller, lojmanlar ve alışveriş merkezleriyse muazzam bir dünya manzarasının olduğu aydınlık bölümdeydi. Kent kocaman bir kraterin ortasında ayın kuzey kutbuna yakın bir yerlerde kurulmuştu. Bütün bunları sizlere neden anlatıyorum bilmiyorum ama yazdıkların tarih dersine dönmeden asıl anlatmak istediğim konuya dönmeliyim.
   Yüzüncü yıl şenlikleri yapılacaktı o ara. Aya ilk ayak basan insanoğlunun üzerinden yüz yıl geçmişti. Kutlamalar yarı resmi bir şekilde yapılmış, resmiyet yerini eğlencelere bırakmıştı. Araçlar, ayın düşük yer çekiminde ve direnç gösterecek atmosferin olmadığı yüzeyde çok rahat gidip geliyorlardı. Dünyada kullanılan uçakların benzeri yapıdaydılar. Önceleri, dünyadaki eski araçlar yer araçları ve uçaklar, ufak tefek adaptasyonlarla ay yüzeyinde de kullanılabilecek hale getiriliyordu. Kentler arasında düzenli yollar ve uçuş koridorları yapılmıştı. Çoğu kocaman tekerlekliydiler, Hidrojen yakıyorlar yanma sonucunda açıya çıkan oksijen özel bir depoda topluyorlardı.
   Şimdi hep anlatılan dedikodularla ilgili birkaç kelime söylemeliyim. Biliyorsunuz, Ayda en büyük sorun su idi. Günlük hayatta kullanılacak iyi ve kaliteli su temel bulmak temel sorundu. Bu nedenle gri bölgenin karanlık yüzeye yakın tarafında kaçakçı bölgeleri kurulmuştu. Bunların, o zamanlar, rahat hareket etmelerinin temel nedeni ayda hala ciddi bir otoritenin olmayışıydı. Dünyadan gizlice getirilen iyi kaynak suları, büyük ve zengin kentlerde iyi para ediyordu. Şakacı’nın işlere böyle bulaştığı söylenir. Bu iddiaya, doğru da diyemem, yanlışta. Çünkü benim doğduğum topraklarda eski bir söz vardır “hatasız kul olmaz” Neyse konuyu fazla dağıtmadan anlatmaya başlayayım.
   … Adam, soluk soluğa içeriye girdi. “Allah kahretsin az daha kaza yaptıracaktı bize” Yanındaki arkadaşı omzunu silkti “Aldırma, boş ver. Geçen yüzyıldan kalma bir dünyalı işte” dedi. İçeride boş buldukları bir yere oturdular. “Baksana” dedi ilk konuşan ve daha iyi giyimli olan “Kendisi de arabası gibi” İçeride oturan iki kişiyi gösteriyordu. Kendilerinden söz edildiğini anlayan iki kişi hafifçe dönerek göz ucuyla içeri yeni girenlere baktı. Kuzeyden, zengin bir üniversite kenti olan Yeniparis’ten geliyor olmalıydılar.  
   Bu arada söylemem gerekir ki şimdi rahatlıkla anlaştığımız ay dili o zaman daha oturmamıştı. Kolonicilerin arasında garip bir dil doğmaya başlamıştı. İlk başlarda kurulan ve farklılıkları açıkça göze batan kentler zamanla ve belki de uzak dünyaya göre yakın sayılmanın gerekliliğiyle kendilerini birbirlerine yakın hissetmeye ve bağlarını kuvvetlendirmeye başlamıştı. İnsanlar İngilizce ağırlıklı bir dille anlaşıyorlardı doğal olarak. İngilizce ama 16. Yüzyılda kurulan Amerika gibi, farklı bir dil yeni bir İngilizce doğuyordu.
   İki genç masalarına oturduktan sonra garson yanlarına gelsin diye beklediler. Birkaç dakika geçmeden yeniden homurdanmaya başladılar. “ Crist, neden böyle bir salaş bir yerde durduk” dedi. “George, tam iki saattir yol alıyoruz ve aracımız yoruldu, bizlerde yorulduk tabii. Kısa bir mola vermemiz gerekiyordu.” dedi. O sırada garson yanlarına gelince, Crist, gencin eline tek bir anahtar bıraktı “Bakımını yapın ve bize de birer soğuk bira getirin” dedi. Garson, elindeki parıldayan anahtarlığa baktı, gözlerinin içi güldü, iyi bir bahşiş gelecek gibiydi.
   İki delikanlının başlarından yaklaşık yarım saat önce kuzey güney yolunda canlarını sıkacak bir olay geçmişti. Koca koridorda öyle kaza olacak falan değildi yaşadıkları olay. Kadim dostumuz ve yeni yerleşmeye başladığımız uyduyu bırakın dünyada bile az bulunan son model Aymobilinin performansı canını sıkmıştı. YeniParis’in kent içi yollarında hiçbir sorun yaşamayan aracı 1000 millik yolda düşük performans göstermişti. Kendileriyle aynı yöne giden bir aracı geçmekte zorlanmışlardı. Paris koleji son sınıf öğrencileriydi George ve Cristian ve Ekonomi Politik okuyorlardı. Okulları, kendilerini İnsan Oğlunun aya ayak basışının 100. yıl törenlerini izlemek için, öğrenci temsilcisi olarak seçmişlerdi. Toplantıya katılmışlar ve George Batamy, Ayın en güzel kentinin, en iyi kolejinin, bir temsilcisi olarak kısa bir konuşma bile yapmıştı. Ne de olsa George, arkanın, yani ayın karanlık yüzünün en büyük madenlerinden birinin sahibinin tek ve biricik oğluydu ve Cosmos Madencilik’in veliathıydı.
    Kimliklerinin etkilerini çok iyi bilen iki genç, törenden sonra, değişiklik olsun diye karayolundan dönüyorlardı. Önce sessizlik denizinden kuzey güney transit yoluna ulaşmışlar, ardından kuzeye gitmeye başlamışlardı. Bu arada o zamanki yollar bugünkü gibi değildi. Ana arter boyunca biraz düzeltme yapılmış geniş bir koridordu yol dediklerimiz. İşte o zaman, morallerini bozan olay; o hurda sayılabilecek araç arkalarında belirmişti. Fazla yoğun sayılmayacak trafikte, yanlarındaki aracı geçmek istediklerinde, geçen yıl dünya fabrikalarından çıkmış olan gıcır gıcır araçları hemen sağlarında yürüyen, boyaları dökülmüş, her yanı toz içindeki, belki yirmi yaşından fazla gözüken enkazı geçmekte zorlanmıştı. Uzun zaman kafa kafaya gittikten sonra gazı kökleyince, roket motorlarının türbolarıyla geride bırakabilmişlerdi.
   Henüz biraları gelmişti ki kapı açıldı. İçeri toz toprak içinde iki kişi girdi. Ağır adımlarla yanlarından geçerken hafif bir baş selamı verdiler. Crist, adamların gözlerinde alaycı bir ifade görmüştü sanki ama arkadaşına bunu söylemek istemedi. İki yabancı salonun dibindeki masalardan birine oturdular. Garson, yanlarına bekletmeden vardı, belli ki bu adamlar bu civarda seviliyorlardı. Siparişleri servis eden garson yanlarından geçerken durdurdular ve o kişilerin kim olduklarını sordular. Duyduklarına da şaşırmamışlardı. Biri emekli bir maden mühendisi ki ayda her zaman rastlanacak tiplerdendi. Diğeri de uçuş pilotu. Babasının şirketinde çalışan biriydi. Muhtemelen kendisinin kim olduğunu biliyorlardı ve yolda yaptıkları en hafif deyimle terbiyesizlikti. Yerinden doğruldu dipteki masaya yürümeye başladı.
   Geniş, basık salonun, loş köşesinde, iki adam kendi halinde takılıyorlardı. İkisinin de yaşı orta yaş sınırındaydı. Yaklaşan ayak seslerinden, olacakları tahmin edebiliyorlardı. Biri, saçları diğerinden daha fazla kırarmış olanı, diğerine farklı bir dille seslendi. “İşte geldiler” dedi Konuştukları, eski dünyada, Asya kıtasının batısında, yaygın olarak konuşulan bir dildi. “Ben sana ‘yol verelim’ demiştim” dedi diğeri. “Bende sana,  iyi eğleneceğiz” demiştim.  Sonra ay İngilizcesine döndürdüler konuşmayı
   “Buyurun efendim bir şey mi vardı?” ses tonundaki ezik hava genç adamı cesaretlendirmişti. “Yolda, bize yol vermek istemediğinizi düşünmeye başlamıştım” Masada oturan adam yerinden doğruldu “Aman efendim, sizin gibi eğitimi ve görgüsü, uzaktan belli olan birine bu kabalığı yapar mıyız?” dedi. “Üstelik-eliyle hangarda duran boyaları dökülmüş, yer yer dış cephesinde eziklikleri olduğu, uzaktan belli olan aracı göstererek “Bizim emektarın haddine mi?” dedi. Dördü birden hangara doğru kafalarını çevirdiler. Yan yana duran iki araç arasındaki fark o kadar belli oluyordu ki. “Bir daha olmaz umarım” kendince karşısındakine yeterli ders verdiği kanaatindeydi George. Masalarına bol bahşiş bırakarak hangara yöneldiler.
   “Gördün mü olanları, az daha patronumun oğluyla, veliaht prense takışacaktık”  Adam gülümsedi. “O yaşadığımız, bir denemeydi, asıl film şimdi başlıyor” Kahvelerini yavaş yavaş yudumlarlarken dışarıdan yeni aracın jet motorunun sesi geliyordu.
   George ve arkadaşı, araçlarının konforlu koltuklarında oturmuş yerden, standart yükseklik olan 300 metre yüksekte uçuyorlardı. Yolda yaşadıklarından söz ediyordu George. Bir gün babasının işini devralırsa yapacağı yapmak istediği yenilikleri, kafasından geçenleri anlatıyordu. “Tarihte benzerleri var ve o zamanlar işe yaramıştı. Şimdi neden yaramasın dı ki? Son elli yılda aya kimsenin öngörmediği kadar rağbet olmuştu. Yeni bir dünya, yeni bir başlangıç diye insanlar Aya göçmüşler, oralarda kurulan kentlerde yaşamaya başlamışlardı. Çoğu öylesine kanser gibi kendiliğinden beliren ve büyüyen bu kentler, George’a göre başlı başına bir sorundu. İyi ki kendilerinin gibi düşünenlerin kurduğu YeniParis vardı.
   George, hukuk alanında daha katı kurallar konması, göçmenliğe bir sınırlama getirilmesi gerektiğini söylüyordu. İnsanların seviyelerini bilmeleri gerektiğini ancak o sayede düzenini kurulacağını ve sistemin işleyeceğini anlatıyordu. Hemen sağda oturan Crist, aynı fikirde olduğunu ve diplomasını aldıktan sonra hukuk okuyabileceğini söylerken, gözleri ard kameraya takıldı. On dakika önce mola yerinde bıraktıkları araç hemen arkalarındaydı. Arkadaşını dürttü. Bir dakika sonrasındaysa diğer araç hemen yanlarındaydı, iki kolejli de şaşırmıştı. Genç sürücü kızdı, kokpitteki düğmelerin bir kısmını açtı ve güç ünitesini çalıştırdı. Elindeki levyeyi olabildiğince itti. İkisi de koltuklarına yapıştı, kırmızı renkli roket olanca hızıyla fırladı. “Serseriler” dedi öfkeyle. Ne olduğunu anlamadan yanlarından bir şey geçti. Otuz saniye sonrasındaysa ayın gri ufkunda kaybolmuştu… İki dakika sonrasında roket yolun sağında kayalıkların alaca karanlığında duruyordu.  Bu durum iki öğrencinin çok hoşlarına gitmişti. Aracın yanından geçerken alay eder gibi gülümsüyorlardı… Ve ardından bir kere daha hurda araç arkalarındaydı, birkaç saniye sonrasındaysa yanlarından hızla geçmişti. Bu olay birkaç defa gerçekleşmişti.
   Sonra, sonrası tam bir başarı öyküsüydü. Alex’in devrim niteliği taşıyan ve kendi geliştirdiği motor itki sistemlerinin ve tabii ki yakıt formülasyonu gerçek koşullarda test edilmiş ve başarı kazanılmıştı. İki zengin delikanlıyla yaşadıkları o zamanlar popüler olmuştu ve isminin önüne “Şakacı” sıfatı eklenmişti. Aleksandır daha sonra sisteminin patentini almış, planlarını bizzat çizdiği araçlarla insanoğlunun gitmediği yerlere gitme daha kısa sürelerde gitme başarısını göstermişti. Şimdi. Ey anlatıcı sen bütün bunları nereden biliyorsun derseniz koskoca patron çocuğunu kızdırırken de diğer dolaştığı yerlerde de yanında yanı başındaydım. Eğer isterseniz Şakacı Alex’in diğer maceralarını da isterseniz başka bir gün anlatırım…     
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark