Kayıt Ol

Hiçkimse:Muran Adası Baskını

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Hiçkimse:Muran Adası Baskını
« : 06 Nisan 2016, 11:04:57 »
   Muran Adası Baskını

   Akşamüzeriydi, gün doğusundan esen tatlı meltem Afsa köyüne, uzaklardan deniz havasını getiriyordu. Tatlı bir sarhoşluk hissi veren iyot kokusunu ancak aşina olanlar duyabilir tanımlayabilirdi. Köyün ortasındaki tapınağın bahçesinde, yüzyıllık kayın ağacının gölgesinde oturan Hiçkimse, hemen karşısında uyuklayan adama baktı.

   “Sence bu yaratıklar nereden çıktı. Neden bizlerin başına musallat oldu”  

   “Hangi yaratıklardan bahsediyorsun” boş bakışlar sorunun ilgisizliğini sorguluyordu.

   “Ejderhalar, kanatlı yılanlar, dev yarasalar ya da her ne diyorsan adına”

   “Bu konuda tarihçiler farklı yorumlar getirseler de ana tema olarak inanılan bir versiyonu sana anlatabilirim. Tabii eğer dinlersen” Şaman’ın gözleri açılmış uykusu dağılmıştı sanki. Nefret ettiği ve belki de mücadele etmekten bir o kadar da hoşlandığı konu açılmıştı çünkü.

   “Şimdileri yapacak işimiz yok, akşama kadar da bir sürü vakit var. Anlatmaya başla istersen” dedi genç adam. Yaşlı adam yerinden hafifçe doğruldu ve oturduğu tabureyi genç arkadaşına doğru biraz yanaştırdı ve anlatmaya başladı.

            “Büyük felaketten bir hafta sonrası olmalıydı. Orta yaşı bir haylİ geçmiş olan pos bıyıklı şişman bir adam vardı…” yaşlı adam sözlerine açıklık getirme gereği duydu

            “… Yani varmış. Bu adam; yani başkentin en önemli ustalarından olan Tizmengen, telaşın, paniğin ve korkunun egemen olduğu günlerden kısa bir zaman önce, iki küçük torunu için içi özel gazla dolu bir tekne yapmıştı. Bu tür garip araçlara tasarlayanından dolayı Tizmengen’in oyuncakları diyorlardı. Bu araç, Gazap Gününde büyük bir rastlantı olarak havadaydı ve Başkentten uzakta Melekler toprağında bulunuyordu. Bu arada aynı söylentilere göre yılların ustası, sarayın ileri gelen mühendisi, Rabatta Manastrının yakınlarında güneye bakan ve güzel güneş alan bir araziye konak yavrusu bir ev yaptırmıştı. İşte bu nedenle Kaos gününde korunaklı bir yerdeydiler. Kendilerine çarpasıya kadar zayıflayan şok dalgası araçlarını sarssa da büyük bir zarar vermemişti araçlarına. O uğursuz günün ertesinde neler olduğunu anlamak için geniş bir tura çıkmışlar ve denizin ortasında buldukları kazazedeleri manastıra getirmişlerdi. Karaya indiklerinde rastladıkları bir garip bir yaratık araçlarını parçalamıştı. Yaratıkta bedelini canıyla ödemişti.

   Rabatta Manastırı melekler toprağının en güzel yapısı veya en büyük binası değildi ama yemyeşil yamaca kurulmuş kendi halinde sağlam bir binaydı. Aslında bu kadar tanınmış olmasının en büyük nedeni zengin kitaplığıydı. İnceltilmiş derilere derilerin oluşturduğu ciltler perşömenlere yazılmış yüzlerce kitap sayısız odalarda korunuyordu. Aşağıdaki küçük kasaba tamamen manastıra hizmet için kurulmuştu. Büyük felaketten sonra köylülerin bir kısmı öldüğü ve bir kısmı da kaçtığı için manastırda kıtlık çekilmeye başlanmıştı. Daha doğrusu kendilerini zor günlerin beklediği düşünülerek tutumlu olmaya başlamışları.  İşte bu yüzden Tizmengen’in denizin ortasından korsanların elinden çekip aldıkları dört kişiden genç olanı öğleye doğru uyandığında bunları düşünüyordu. Bu gence arkadaşları Daren diyorlardı. Yaşanan olayları düşünen delikanlı kendilerini zor günlerin beklediğini tahmin ediyordu. Sonuç olarak aşağıya kahvaltıya çağrıldığında kendisini kısıtlı bir kahvaltının beklediğini biliyordu. Ve buralara fazla yük olmamak için gitmesi gerektiğini de biliyordu.

   Tahmin ettiği gerçekleşmişti.  Küçük salonlardan birine hazırlanmış masada sandalda bir arada kader birliği etmiş olan dört kişi vardı. Yaşlı sandalcı hala kaybettiği sandalının matemini tutuyor gibi somurtuyordu. Normal zamanlarda olsa zararının tazmin edileceğini biliyordu ama normal zamanların bir göktaşıyla silinip gittiğini de biliyordu. Genç kızın üzerindeki giysileri değiştirmişti. O süslü elbiselerin yerinde sade temiz bir pantolon ve bol dökümlü bir gömlek vardı. Hep şikayet eden kişizade de tüm kibarlığıyla endişelerini gizlemeye çalışıyor ve servisin başlamasını bekliyordu. Masanın başında oturan koyu haki yün elbisesiyle rahiplerden biri huşu içinde oturuyordu. Sessiz başlayan kahvaltının bitmesine yakın ilk konuşan genç subay olmuştu.

   “Zarar çok büyük mü?” dedi. Konuksever rahip onaylamak için sadece başını sallamakla yetindi.
“Kurtulanlar var mı?” İkinci soru genç soyludan gelmişti.
“Başkentten sağ kurtulan çok az hatta yok gibi. Söylentilere göre saray dahil bütün adayı dalgalar yutmuş. Geride hiçbir şey kalmamış” dedi rahip üzgün bir sesle.  “Muhteşem saraylar, şahane köşkler, güzelim malikaneler, müzeler, okullar, kışlalar, yollar, meydanlar, hepsi sulara gömülmüş. Sanki hiç olmamış gibi…

   “Desenize hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” Yaşlı adamın sesinde gizli bir memnuniyet var gibiydi.  Cesaret edebilseydi “Olması gereken olmuş” diyecekti belki de. Rahip tekrar söze başladığında yaşlı balıkçının aklından geçenleri okur gibiydi.

         “Tanrıların gazabına uğradık. Bir yanda lüks ve zevkin hakim olduğu bir hayat vardı. Başkenti çevreleyen denizin ötesindeyse insanlar çok daha zor koşullarda yaşıyorlardı. Uzakları söylemeye gerek yok açlık, cahillik ve hastalık kırıp geçiriyordu. Galiba gökyüzünün sahipleri, yol göstericilerimiz bizi cezalandırdılar” Sözlerine devam edecekti ki sert bir ses odada yankılandı.
 
         “Onların çoğu bize asi gelen barbarlardı ve korkarım doğanın desteğiyle barbarlar kazandı” . Sorusunun cevabını ise içeriye girdiklerini fark etmedikleri mavi üniformalı subaydan gelmişti. Genç subay yerinden doğruldu saygıyla ayağa kalktı.
 
        “Asker beni izle” dedi. Sonra yaptığı hatayı anlayınca “İzninizle hanım efendi” dedi genç kıza dönerek ve diğerlerini de başıyla selamlayarak dışarı çıktı. Genç askerde çaresiz emre itaat etmek zorunda kalmıştı.
Düzenli ve sağlam adımlarla uzun koridordan geçtiler. Birkaç kat aşağıya indiler. İndikçe gün ışığı yerini loşluğa ve daha sonra karanlığa bırakmıştı. Son kata geldiklerinde duvarda asılı meşaleler olmasa ortam zifiri karanlık olacaktı. Merdivenlerin bittiği yerde önlerinde uzanan dar koridorda yürümeye başladılar. Kendisinden hem rütbece hem de yaşça büyük subayın arkasında yürüyen genç adam birkaç defa soru sormaya niyetlenmişti ama her defasında acele etmemesi gerektiğini kendine telkin ederek susmuştu. Olaylar karşısında kendisinin yapabileceği bir şey olmadığını ve kendisini hayatın akışına bırakması gerektiğini düşünüyordu. Belki farkına varmamışlardı ya da varacaklardı ama insanlığın kaderi kökünden değişmişti. Kısa bir yürüyüşten sonra koridor bitti ve koridorun sonundaki kapı açıldı. İçeridekilerin kendilerini bekliyor olduklarını anlamıştı.

         Çift kanatlı kapı açılınca geniş ama alçak tavanlı bir salona girmişlerdi. Salonun ortasında kocaman bir masa vardı. Masanın üzerinde geniş bir çember üzerine asılmış küçük yağ kandillerinden oluşan bir aydınlatma düzeneği masayı iyice aydınlatıyordu. Karşıdan kendisine gülerek gelen şişman güleç kurtarıcısını gördü önce.

         “Genç adam, neden bana BerMU Dağ savaşından sağ kalan kişi olduğunu söylemedin” dedi. Tizmengen’in sesinde hafif sitem tınısı vardı. Salonun diğer yanından gölgeler arasından bir ses daha duyuldu

         “Üstelik bu arkadaş, Sonsuzluk Gözesinden su içme şerefine nail olmuş biri.” Sesi tanımıştı bir zamanlar güneye yol aldıkları yelkenlinin ve araştırma gurubunun komutanıydı.

         “Komutan Phala” dedi sert ama saygılı ses tonunda. Adam yüzüne gülümsedi. Phala yüksek rütbeli subay olmasına rağmen o zamanlarda olduğu gibi üzerinde üniforma değil sıradan görünümlü birazda eski ama rahat giysiler vardı. Kapıya doğru yürümeye başladığında yanında uzun boylu biri göründü.

         “Lordum” diye selamladı geleni genç adamın yanındaki subay.  O zaman sert bakışlı uzun boylu bir asker ve beyaz üniformalı subayı tanıdı. Lord Koyo’nun uzun boyu, beyaz teni asillerden biri olduğunu veya asil soyundan geldiğini anlatıyordu. Gelenleri yalnızca başıyla selamlamakla yetindi adam. Daren, sonsuzluk gözesini aradıkları gemideki kişileri gördüğünde biraz daha rahatlamıştı. Kısa süren bu tanışma faslından sonra salonda bulunanlar ortada, yağ kandillerinin altında bulunan kocaman masaya yanaştılar. Genç adamda bir adım geriden de olsa onları izledi.

         Masa, kabaca dikdörtgene benzese de kenarları düzenli değildi. Masanın üzeri maviye boyanmıştı ortasına yakın bir yerlerdeyse maket bir dağ yükseliyordu. Komutan Phala diğerlerinin merakını gidermek için söze başladı.

         “Bu Ran denizinin ve Muran adasının maketi. Tizmengen usta çok emek vermiş ve gerçeğe çok yakın bir model yapmış. Birçoğunuz biliyorsunuz ama ben gene bilmeyenler için toparlayayım. Yedi gün önce, gökyüzünün derinliklerinden neredeyse bu manastırın yaslandığı tepe kadar büyük bir kaya, Başkentin yüz fersah batısına düştü. Çarpmanın oluşturduğu depremler ve dev dalgalar uygarlığımızın kaynağını muhteşem başkenti yuttu. Koca denizin çevresindeki şehirler de büyük hasar gördüler ama onların durumunu tam olarak bilmiyoruz henüz. Kayanın etkisi az veya çok tüm dünyada hissedildi. Büyük yıkımların arkasından kargaşa başladı. Bizlere yardımcı olan dostlar ve tüm biriktirdiklerimiz bir anda yok oldu. Şimdi dünyayı uzun ve karanlık bir dönem bekliyor. Ve bu karanlığı fırsat bilenlerde harekete geçeceklerdir. Sözlerinin burasında durdu. Hızlı gidip gitmediğini anlamak için masanın çevresinde dikilip kendisine bakanların yüzlerini tek tek inceledi.  

         “Her ne kadar birinci önceliğimiz düzenini ve uygarlığın tekrar yerleşmesi olsa da şu an burada olmamızın ana nedeni bir kız çocuğudur. O uğursuz olay gerçekleşmeden üç gün önce manastırımızdan bir çocuk kaçırıldı.” Bir an durdu. Beyaz rengini bir üniforma gibi üzerinde taşıyan Efendi Koyo’ya döndü. “Lord Koyo’nun kızı” Uzun boylu adam birkaç adım ilerledi guruba yaklaştı.

         “Henüz altı yaşındaydı. Dadısıyla birlikte bahçede dolaşırken kaçırmışlar. Sanırım fidye isteyeceklerdi ama bir ses seda çıkmadı. Sonradan Muran adasında olabileceği duyumunu aldık.” Az konuşan adam sözlerini tamamlayınca sessizliğe büründü tekrar

         “İşte” dedi ve kocaman masayı gösterdi. “Muran adası. Hırçın Ran denizinin ortasındaki kayalık ada. Buradaki adanın boş olmadığını biliyorduk. Var olan faaliyetleri yıllardır gözlüyorduk.” Durdu. “Küçük kızın kendilerini korsan zanneden bir avuç haydut tarafından buraya kaçırıldığını düşünüyoruz. Oraya gideceğiz ve rehineyi burnu kanamadan alıp geleceğiz. Tabii adayı tertemiz bırakmamız gerektiğini söylememe gerek yok sanırım.” Tizmengen’in yanına vardı. “Masa ve maket içinde ayrıca teşekkürü hak ediyorsun” Yaşlı, şişman adamın yüzü kızardı bakışlarını öne eğdi. Bir anlık suskunluktan sonra guruptaki bir başka kişi, genç askeri toplantıya getiren komutan sözü aldı.

         “Muran adası en yakın karaya yirmi mil uzakta. Gece bile olsa görünmeden sürekli rüzgarlı ve dalgalı denizi geçmek mümkün değil. Baskını bırakın, kocaman bir donanmayla istila etmek bile çok zor. Eskiden olsa düzenli birliklerle ve uzak denizlerden çağıracağımız filomuzla belki bir harekat yapabilirdik ama şimdi nasıl olacak.” Phala sözü tekrar aldı

         “Kalabalık ordulara, onlarca gemiye falan gerek yok.” Parmaklarıyla salondaki kişileri gösterdi. Ben, komutan Shatar, genç asker Daran, Lord Koyo bu iş için yeteriz. Biz içeriye gireceğiz o bizi dışarıya çıkaracak. Çılgın bir projeydi ve cevaplanması gereken çok soru vardı. Phala’ını beklediği gibi sorular peş peşe gelmeye başladı

         “Ran Denizini teknelerle aşamayız. O halde nasıl gireceğiz, uçarak mı?

         “Hadi girdik diyelim aradığımız kızı nerede bulacağız”  

         “Evet, girdik ve aradığımız bulduk diyelim nasıl geri döneceğiz?” Son soru içlerindeki en genç askerden gelmişti. Onlar kendi aralarında konuşur gibi sorular sorarken Tizmengen kafasını sallıyordu. Sorular bitince

         “Sizi uçarak oraya götüreceğim ve adaya bir kuş gibi konduracağım. Hemen her dehanın sahip olduğu güçlü mizah duygusu vardı şişman adamın. Daran’ı nasıl kurtardıysam öyle… Zeplyn’in küçük ölçekli bir örneği daha var elimizde. Onunla gecenin karanlığında adaya ters yönden yaklaşacağız ve sizler...” Elinde nereden ve ne zaman aldığı belli olmayan bir ok vardı. Ucuyla masanın üzerindeki maketin bir noktasını gösterdi.  “En tepeden süzülecek ada sahiline ineceksiniz” Eminim kızı bulmakta zorluk çekmeyeceksiniz. Çünkü fidye alacaklarsa iyi bakmak zorundalar kızımıza” Eğilip masanın altından ceviz büyüklüğünde metal küreler çıkardı. “Bunlar benim yaptığım büyülü küreler. Yok etmek istediğiniz yere bırakıyorsunuz ve üzerindeki düğmeye basıyorsunuz. İçindeki mekanizma çalışmaya başlıyor ve iki dakika süre sonra ortalık cehenneme dönüyor. İki dakika sonra uzaklaşamadıysanız o enkazın altında kalıyorsunuz.” Phala söze girdi.

         “Basit bir çocuk kurtarmada bunlara gerek var mı? İçeri gireceğiz, rehineyi kurtaracağız…” Cevap ev sahibi konumundaki Tizmengen’den gelmişti.

         “Sizce yaptıkları yanlarına kar mı kalmalı? Üstelik adamlar denizi aşabilecek bir tehlike düşünmedikleri için rahat olacaklardır. Bu nedenle adada az adamın olduğunu düşünüyorum.” Son soru yine genç asker Daran’dan gelmişti  

         “Böyle bir yöntem daha önce denendi mi?” Tizmengen mahcup bir şekilde gülümsedi.

         “Ne yalan söyleyeyim hiç deneme yapmamıza fırsat olmadı. Sizler ilk kahramanlarımız olacaksınız. Hadi biraz dinlenin zor bir gece olacak.” Aklına birden gelmiş gibi “Siz aslında inmekten çok aşağıda yapacaklarınızı ve nasıl geri döneceğinizi düşünmelisiniz.”

         “O iş kolay, nasıl olsa korsanların elinde tekneler vardır. Birini ele geçiririz”

         "O zaman iyi dinlenmeler, sizlere detayları uçan makinanın önünde bizzat göstereceğim.” Toplantı bitmişti,  içeridekiler kendilerine yol gösterecek olan posbıyıklı yaşlı adamı izlemeye başladılar.

         Güneşin batıp ışığının hükümranlığının azaldığı saatlerde, Rabatta manastırının biraz dışarısında garip şekle sahip bir iri nesne vardı. Bu kazazedeleri birkaç gün önce kurtaran Zeplyn den daha küçüktü. İki yerinden yere sabitlenmişti. İçerisindeki Tanka dağından sızan gazlarla doldurulmuştu. Araç, özel gazlar nedeniyle, uçmaya hasret kalmış yırtıcı kuş gibi yerinde duramıyor sarsılıyordu. Ama uzaktan bakanlar dağın yamacına konmuş kocaman bir balık görüyorlardı. Zeplinin üzerinde bu defa daha fazla uğraşılmış ürkütücü olsun diye vahşi bir balık gibi yapılmıştı. Rabatta dağının yamacındaki sert rüzgarlar zor duran zeplynin kaçmasına yardım etmek ister gibiydiler. Koca nesne her an yükselecekmiş gibiydi. Geniş sepeti sağlam bir iskelet üzerine hafif olsun diye bambulardan yapılmıştı. Beş adam uzakta görüldüğünde Zeplyn bir kere daha esneyip iplerinden kurtulacakmış gibi silkelendi.

         “Bu aleti düzenli uçurabileceğine emin misin?” Soruyu soran Shatar’dı. Yaşlı mühendis gülümsedi.

         “Bu benim bebeğim, ellerime doğdu. Üstelik ben onu ilk defa kullanmayacağım. Defalarca birlikte seyahat ettik. Siz merak etmeyin” Birkaç dakika sonra havalandıklarında sözlerinin ne kadar doğru olduğunu anlayacaklardı. Sepetin ön sayılabilecek kısmına yerleştirilmiş mekanik kollarla Zeplin dalgalı denizlerde yüzmekten zevk alan bir balık gibi havada süzülüyordu.

         “iki saatten fazla sürecek yolculuğumuz” yaşlı adam yere eğildi ve ayaklarının altında duran dört koca paketin birini aldı. Bunlar özel dikilmiş perdeler, bir çuval gibi. Siz bu askıları omuzlarınıza geçireceksiniz ve kendinizi boşluğa bırakacaksınız. İçi hava dolan bu ipek torbalar sizi yavaşça yere indirecek. “ Alaca karanlıkta dört adam birbirlerine baktı. Bir saniye sonra konuşan Phala “Bu şeyleri daha önce denedin değil mi?” Dedi ürkek bir sesle. Sözlerine destek bulmak için diğer yolculara baktı, ardından bakışları aşağıya yere uzandı. Çoktan Ran denizinin üzerine gelmişlerdi.

         “Bu soruyu daha öncede sormuştunuz ve ben aynı cevabı vermiştim. Evet, birkaç defa denedik ama ne yalan söyleyeyim sadece yükler attık yukarıdan ve ağırlıkları yokmuş gibi yumuşak bir şekilde yere indiler. Hatta bir keresinde bir torba yumurta sorunsuzca yere indi.”
 
         “Hiç kırılmadı mı yani”

         “Elbet kırılanlar oldu ama çoğunluğu sapasağlamdı”  Gülüşmeler oldu ama bu neşeden çok gerginliğin dışa vurumu gibiydi. Uzun bir süre daha sessizce daha yol aldılar karanlığın üzerinde ve bulutlar kadar yükseklerde. Uzakta denizin ortasında Muran adası göründüğünde yolcuların kalp atışları iyice hızlanmıştı. Tizmengen, yolcuların her birine, ellerindeki torbaların askılarını omuzlarına bağladı. Karanlığa rağmen parmakları ne yaptığını biliyordu. Kancalar takıldı, düğümler atıldı. Dört gönüllü de silahlarını sıkıca bedenlerine bağladılar. Son kontroller yapıldı, Daren göğüs hizasına gelen korkuluklara tutundu ve kendini yavaşça boşluğa saldı. İki adam boyundan daha yüksek olan bez torba açıldı uzun kalın bir kütle halinde kendini zepline bağlayan ipin kopmasını bekliyordu. Diğer ucundan sepete bağlı olduğu için havada öylece sallanmaya başladı.

         "Zamanlama önemli, omuzlarınıza bağladığım kayışları sağa sola çekerek kendinize yön vereceksiniz. Ben, dördünüzü de sallandırdıktan sonra ve hedefe en yakın noktada sizi Zeplyne bağlayan ipleri keseceğim ve torbalara dolan hava sayesinde aşağı süzülmeye başlayacaksınız." Mühendis sırayla onları sepetin dışına birbirlerine dolanmasınlar diye ayrı köşelerden attı. Birkaç dakika daha yol aldılar yıldızsız karanlıkta. Yaşlı adam, sesini aşağıya duyurabilmek için bağırarak “iyi yolculuklar” dedi ve elindeki keskin bıçakla ipleri kesmeye başladı. Sonrasında yüklerinden kurtulan Zeplyn hızla yükselmeye başladı.

         Daran, başından beri bunu böyle olacağını hissetmişti. Önce korktu. Yukarıda karanlık bir gölge vardı ve kendilerinden hızla uzaklaşıyor, yükseliyordu. Genç asker, zifiri bir karanlıkta boşlukta havada asılı gibi kalmıştı. Her şey bir anda silinmiş koca evrende tek başına kalmıştı.Başını kaldırıp bakınca huniyi andıran bir bez torba başının üzerindeydi ve kayışlarla kendisini taşıyordu. Çevresine bakındı sadece karanlık vardı ve bedeni ağır ağır aşağıya doğru iniyordu.”    


         Hikayeyi anlatan kısa kır saçlı adam sözlerinin burasında durdu. Beklediği kelime bir saniye geçmeden duyuldu”

         “Sonra?”

         “Dedim ya çevrede yalnızca karanlık vardı.” Uzun ve güçlü bir kahkaha tapınağın kil duvarlarında yankılandı. “Sonrası başka zaman, ben acıktım. İçeri girelim de bir şeyler hazırlayalım, yemeğimizi yiyelim” dedi…
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark