Kayıt Ol

a.y.n.a.

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
a.y.n.a.
« : 07 Haziran 2016, 08:06:30 »
             EN UZUN DERS

   Güneş gökyüzünde ışıldıyor, rüzgâr püfür püfür esiyordu. Yelkenlinin önünde en uçta dikilen delikanlı, rüzgarı saçlarında hissediyordu. Beyaz yelkenli, dalgaların üzerinde kayarak bir kuş, bir balık gibi hızla yol alıyordu. Tekne,  uzun ve zevkli çabalardan sonra marinadan yola çıkmıştı. İlçenin sesleri duyulmaz olmuş, yalnızca martıların sevinç çığlıkları duyulur olmuştu. Genç denizci, açık denizin keyfini sürüyordu. Çevresinde, martıların, dalgaların ve yelkeni şişiren rüzgârın sesinden başka bir ses yokken birden bir ses duydu. Uzaklardan ismini çağırıyorlardı. Çevresine bakındı, kıyı ancak evlerin seçilebileceği kadar uzakta kalmıştı. Üstelik  defalarca uyarmasına rağmen hala isminin başına kaptan sıfatını eklemiyorlardı.

   "Yankı... 271 Yankı Çiftçi. Bir anda bütün hayaller o köpüklü sulara düştü. Yine gerçekle yüz yüze geldi, yine o sıkıcı dersteydi.

    Ders yılının, en sıkıcı derslerden birini işliyorlardı. Öğrenciler saatlerine daha sık bakar olmuşlardı. Her birinin gözleri ders bir an önce bitse der gibiydi. Arka sıralardan gelen mırıltılar çoğalmış neredeyse uğultuya dönüşmüştü. Baharın gelmesiyle artan sıcaklar sınıfı ağır bir ter kokusuna boğmuştu. Havada esinti olmayınca pencerelerin açık olmasının herhangi bir yararı olmuyordu. Bu ağır atmosfere her öğrencinin kendi çapında bir katkısı vardı. Öğrenciler kendi terlerinin ya da yanındaki arkadaşlarının terlerinin ne kadar ağır koktuğunu bilmiyorlardı. Ama karatahtanın yanında öğretmen masasında oturan kişi kendine en uzak köşede oturan öğrencisinin bile terini duyuyordu. Yine de sınıfın içerisinde durumdan şikâyeti olmayan aynı kişiydi; Sosyal bilgiler öğretmeni Arife Akbaşlar.

   Sınıfın içinde bulunduğu durumdan en çok etkilenen kişisi ise dakikalardır ayakta duran Yankı’ydı. "Eeee hadi artık" dedi Arife hanım. "Sıfırı basacağım ama" Öğretmen masasının tam çaprazında köşe de oturuyordu Yankı Çiftçi. Uzun boylu iri yapılıydı. Bu nedenle sınıfın ağabeyi durumundaydı. Saniyeler dakikalar geçmeye devam ediyordu.

   Saatler geçmişçesine geçen bir süreden sonra Arife Hanım dayanamadı."Sıfır" dedi bağırırcasına. "Sana hayallerin kadar kocaman bir sıfır"  Sınıfı dolduran öğrencilerin yüzlerinde gülümsemeler belirmişti. Olacakları tahmin edip daha önceden gülümseyenler ise kıkırdamaya başlamıştı. Geçen iki yıl boyunca derslerine giren, bu yılda sınıf öğretmenleri olan Arife Akbaşlar'ı tanımışlardı artık. Ders bitmek üzereydi.
 
   Bunca yılın Arife Öğretmeni sınıfı daha iyi görebilsin diye burnunun ucuna indirdiği gözlüklerini geriye itti. Not defterini ağır ağır açtı. Masasının üzerinde duran dolma kaleminin kapağını açtı. "Sıfır" diyerek deftere sözlü notunu yazdı. Hareketleri verilen sıfırı abartabilmek için ağırdı. Aynı işlemleri tersinden yaparken dudaklarının arasından "Bu sıfırı çoktan hak ettin" dedi. Oldukça sinirli çıkan bu son cümleyi yalnızca ön sırada oturan öğrenciler duyabilmişti.

   "Zil zamanında çaldı" dedi guruptaki gençlerden biri. “Çalan zil, günün en son ve en güzel ziliydi. "Eğer bir kaç dakika daha olsaydı sıra bana gelecekti" dedi Nevzat. Nevzat'ın sınıf defterindeki yoklama sırası Yankı’dan hemen sonra geliyordu.
   
   "Niye öyle düşünüyorsun ki. Belki sosyalci sıradan gitmeyecekti. Belki Yankıyı sınıyordu yalnızca."

   "Taktı bana" dedi sınıf içinde dakikalarca ayakta sus-pus duran delikanlı. Yalnızca bir aracın geçebileceği bir sokakta ilerliyordu dört arkadaş. Gerçekten zorlu bir gün atlatmışlardı.
Yıl sonu yaklaşmış sözlü ya da yazılı sınavlar çoğalmıştı.

   "Yok arkadaş" dedi okuldan çıktıklarından beri konuşmayan bir diğeri. "Yankı haklı. Sosyalci resmen taktı arkadaşa."

   "Çocuk, sesini çıkarmadan ders boyu oturuyor, öylece ne etliye ne de sütlüye karışmıyor. Ama onun hakkından Muhsin gibiler Kemal gibiler geliyor" dedi.


   Okul çıkışlarında okulun tam karşısında olan bu dar sokak cıvıl cıvıl olurdu. Öğrenciler neşe içerisinde bazen bağrışarak bazen şarkılar söyleyerek geçer giderlerdi. Yan yana yürüyen bu dört arkadaş ise diğerlerinden çok daha olgun çok daha ağırbaşlıydılar.

   Yankı, okula bu sene başında gelmişti. Babasının memuriyeti nedeniyle, okullar açıldıktan sonra, nakil olarak gelmişti. Nevzat, Yankı’dan biraz daha ufak tefekti ama dörtlünün diğer ikilisinden daha uzun boyluydu. Aslıhan ve Alihan ise ikiz kardeşlerdi. Her ne kadar Alihan ağabey olduğunu iddia etse de annesi ağabeyliğinin yalnızca üç beş dakikadan ibaret olduğunu söylerdi.

   Yaşları on bir ya da on iki olsa da Nevzat, Alihan ve Aslıhan kendilerini çocukluk arkadaşı sayıyorlardı. Aynı sokakta doğmuş büyümüşler aynı sınıfta okula başlamışlardı. Uzun yıllar süren komşuluk döneminden sonra Nevzat’lar başka bir eve taşınsalar da fazla uzağa gitmediklerinden dolayı arkadaşlıkları sürüyordu. Ailecek görüşmeye devam ettiklerini söylemeye gerek yok tabii.

   Gurup konuşarak dar uzun sokağın sonuna gelmişlerdi. Sokağın sonundaki küçük meydanlık dağılacakları ve sabahları buluştukları yerdi. Sokakların birbirleriyle biraz daha genişçe birleştiği bu meydan cıvıl cıvıldı. Sabah dersleri bitenler öğleden sonra ne yapacaklarını kararlaştırıyorlardı.

   "Bana bak Yankı" dedi Nevzat. "Arife Öğretmeni hiç dert etme kendine üstelik diğer derslerin o kadar kötü değil."

   "Belki bir ödev falan isteriz... Kurtarırsın Sosyali de" Seslerinin tonu kendilerinin de inanmadıklarını belli ediyordu ama yine de arkadaşlarına destek olmak istiyorlardı. Yankı bir yabancı olarak geldiği günden beri kendisine destek olmaya çalışan bu çocukları seviyordu. Kendisine yardımcı olmaya çalıştıklarını biliyordu. Okula birlikte başlayan altı yıldır aynı sıraları paylaşan sınıfa ilk geldiği günlerde her kes uzak durmuştu kendisinden. Kaba saba biri gibi duruyordu. Ciddi duruşu ve çekingen yapısı arkadaşlıklar kurmasını zorlaştırıyordu. Bu nedenle yalnızca bu üç çocuğu kendisine arkadaş olarak seçmişti.

   Gurubun tek kız üyesi olan Aslıhan "Hadi arkadaşlar annelerimiz merak eder." Evet, konuşmaya dalmışlardı. Okuldan çıkan herkes dağılmış yalnızca dördü almıştı orta yerde. Birbirleriyle vedalaşıp her biri ayrı yöne gittiler.

   Yankı, bir zaman arkadaşlarının arkasından baktı. Kendisinin gitmesi gerektiği yolun tam aksi yönünde giden arkadaşlarına bir kere daha imrendi. İyi ve köklü bir arkadaşlıkları vardı, birbirlerine bağlıydılar. Sınıfta, teneffüslerde veya okul dışında hep birlikte oluyorlardı. Bir sonraki sokakta onlarda birbirlerinden ayrılacaklardı. Önce Nevzatların evlerinin önünden geçeceklerdi. Nevzat o arada ayrılacak Aslı ve Ali iki sokak daha yürüyüp kendi evlerine varacaklardı. Biraz daha bekledikten sonra onlarla tam aksi yönde yürümeye başladı. Aslıhan’ın dediği gibi annesi merak etmeğe başlamıştır bile.

   İnsanın hem annesinin hem babasının çalışması ne kadar zordu. Babasının düzenli bir işi vardı. Annesi ise bazen kendi deyimiyle "yardıma giderdi" Gündelik ev temizliklerine gittiğini biliyordu. Böyle günlerde kardeşlerini teyzesine bırakırdı annesi. Cebinden anahtarını çıkardı, içeri girdi. Doğru mutfağa gitti. Böyle günlerde anneciği yemek hazırlar buzdolabına bırakırdı. Buzdolabından çıkardı yemeğini. Doğrudan ocağa bıraktı. Yemeği ısınırken içeri odaya gitti. Kitaplarının arasından bir dergi çıkardı. Yıllar öncesinin denizcilik dergisiydi bu. Nereden eline geçtiğini kendide anımsamıyordu. Galiba annesi getirmişti. Az sonra hem yemeğini yiyor hem de kerelerce okuduğu, resimlerine baktığı dergiyi bir daha okuyordu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı Bay_Karamsar

  • ****
  • 865
  • Rom: 12
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #1 : 07 Haziran 2016, 22:03:55 »
Zamanı belirtmek açısından "kerelerce"nin kullanımı okurken sorun yaşattı. Cümleyi kafada seslendirmesinde akıcılık sağlıyor gibi yapsa da; şeklen farklı türetiminden ötürü, çözümlenmesi gereken yeni bir kelime olarak algılanması, akıcılığı sekteye uğratırmış gibi geldi.

Bunun dışında gayet temiz bir giriş kısmı olmuş.

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #2 : 08 Haziran 2016, 08:26:29 »
Teşekkür ederim uyarılarınızı göz önüne aldım...
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #3 : 09 Haziran 2016, 17:53:13 »
Bölüm 2 : BODRUMUN İÇİNDE BODRUM

   Nevzat, yemeğini çabuk çabuk yemişti. Bir an önce amcasının yanına gitmek istiyordu. Aslında kendisinin değil, babasının amcasıydı ama yıllardan beridir "Amca" diye çağırırdı kendisini. Adnan amcası uzun yıllar değişik yerlerde görev yaptıktan sonra emekli olmuş bir öğretmendi. Bir kaç ay önce de baba ocağına dönüş yapmıştı.
 
   "Derslerini ne zaman yapmayı düşünüyorsun" dedi annesi. Yemek işini bir an önce bitirebilmek için doldurduğu lokmalarını yutmadan yanıt verdi.

   "Akşam üzeri amcamdan geldikten sonra."  Diye yanıtladı boğulurcasına. Yemekten başını kaldırıp annesiyle göz göze gelince yanlışını anlamıştı.

   "Affedersin anne" dedi. Bu kez lokmalarını yuttuğu için söyledikleri daha kolay anlaşılmıştı. "Bu daha iyi" dedi annesi memnunlukla gülümseyerek. Ağzındakilerin yemek borusundan aşağı kaydığını hissetti. Daha özenli ve dikkatli devam etti. "Amcamın yardıma gereksinimi var" dedi. Ama annesi hala ağzı doluyken konuşmaması gerektiği konusundaydı.

   "Şimdi dediklerini daha iyi anlıyorum" dedi. Mutfak evyesine elindeki bulaşıkları çalkalama işine dönerek  "Git, git ama amcana yardımcı ol. Ayak bağı olma. Biliyorsun..."

   "Biliyorum" dedi annesinin sözünü keserek "Çözümün bir parçası değilsen sorunun bir parçasısın demektir." Anne oğluna sırtı dönük gülümsedi, bu çocuğu seviyordu. Nevzat, sıyırdığı tabağı ve çatalını annesine uzattı. "Şimdi gidebilir miyim? " Yanıt beklemesine gerek yoktu. Yalnızca annesinin arkasından seslendiğini duydu "Baban gelmeden evde ol"


   "İlçemizin ileri gelenlerinden Merhum Ali Osman Çelik’in büyük oğlu, emekli öğretmen Adnan Çelik ilçemize döndü" diye haber yapmıştı yerel gazete Adnan Çelik’in dönüşünü. Çelik ailesi İlçenin ileri gelenlerindendi. Sevilirdi, sayılırdı. Büyük oğul Adnan Bey, yıllar yılı dışarıda görev yapmış olsa da bu sevgi ve saygıdan nasibini almıştı. Mesleğe öğretmen olarak başlamış ülkenin çeşitli bölgelerinde öğretmenlik yaptıktan sonra Üniversiteye geçmişti. Değişik üniversitelerde uzun yıllar çalışmıştı. Bir yıl önce eşi Mualla Hanımı kaybedince emekliliğini istemişti. En son görev yaptığı Ege Üniversitesinden emekli olmuştu.

   Gazete bu olayı haber yapalı dört aydan fazla olmuştu. Adnan Bey, dört aydır ev onaracağım yerleşeceğim diye çabalayıp duruyordu. Babadan kalma evi, uzun yıllar kimse oturmadığı için neredeyse viraneye dönmüştü. Bu eski ve otantik evi onarmak, oturulan yaşanılan bir yer haline getirmek için çalışıyordu.

   Adnan Bey, yukarıda ustalar çalışıyorken boş durmuyordu.  Bir gün önce evin bodrumuna inen basamakları temizlemişti. Tek katlı, baba yadigârı olan ev, babasına da dedesinden kalmıştı. İlk yapıldığında, ilçenin bir hayli dışarısında zeytin ve incir ağaçlarının arasındaydı. Kendi çocukluğunun geçtiği yıllarda bile yazlık gibi bağ evi gibi kullanılıyordu. Uzun yıllar bu evde oturduktan sonra okul sorun olunca rahmetli annesinin ısrarıyla İlçe içerisinde bir eve geçmişlerdi. Sonra bu ev yazları veya belli zamanlarda kullanılır olmuştu. Babası rahmetli olunca, ev en büyük mirasçı konumundaki Adnan Beye kalmıştı. Kendisi yokken, küçük kardeşi evin çevresindeki bahçe duvarlarını yükseltmişti. Kapıları pencereleri sıkı sıkı kapatmış evin kapısına kilit vurmuştu. Bu önlemler yeterli olmamış o güzelim ev zamanla kullanılmadığından viranlaşmıştı.

   İlçe genişleyip, evi de sınırlarının içine alınca, kıymete binmişti. Daha doğrusu eve aldırış eden yoktu; evin, geniş ve ağaçlıklı bahçesi kıymetlenmişti. Müteahhitler, bu bahçeye yapacakları beton blokların, hayalini kurar olmuşlardı. Adnan Bey, kendisine gelen bütün bu önerileri, elinin tersiyle itmesini bilmiş, babasından kalan bu yeri onarmaya karar vermişti. Vazgeç astarı yüzünden pahalı olur demişlerdi. Sana buradan bilmem kaç tane daire verirler demişlerdi. O bütün bu tavsiyelere aldırış etmemiş evi onarmaya elden geçirmeye başlamıştı. Hiç acele etmiyor bu işten zevk alıyordu. Kendi deyimiyle "bir tarihi canlandırmaya çalışıyordu."

   Önce çocukluk arkadaşlarından ilçeye gelip gittiğinde görüştüğü Mehmet Ustayı bulmuştu. Mehmet usta, dürüst ve ileri yaşına rağmen çalışkan biriydi. Elinden her iş gelirdi. Eğer kendisinin yapamayacağı bir iş ise örneğin elektrik işleri, kimin iyi yapacağını biliyordu.

   Evi en geniş odasını öncelikle temizlemişlerdi. Oraya yerleştikten sonra yavaş yavaş evin bütün bölümlerini elden geçirmişlerdi. Odalar, salon, kitaplık, mutfak aslına uygun bir şekilde onarılmış boyanmış ve temizlenmişti. En son sıra bodruma gelmişti, bodrum bir an önce temizlenmeliydi ki yerleşirken elde kalacak eşyaları koyacak bir yerleri olsun. O nedenle Adnan Bey ağır adımlarla merdivenden iniyordu.

   Bodrum basamaklarından aşağı inerken saatine baktı. Kardeşinin torunu Nevzat, gelmek üzere olduğunu düşündü. Bir de Nevzat’ın arkadaşları vardı. İkizler; Ali ve Aslı. Bu üç çocuk sık sık konukluğa gelirler, evin neşe kaynağı olurlardı. Bazen yaramazlık yapıp işlerine engel olsalar da kahkahaları evin içini doldurunca kendi neşesi de yerine geliyordu Adnan Beyin. Yılların yorgunluğu silinmiş gibi oluyordu onların cıvıl cıvıl seslerini duyunca. Saatine bir kere daha baktı, nerede kaldılar diye zihninden geçirdi, gerçekten alışmıştı onlara.

   Nevzat,  buluşacakları koca çınarın altına geldiğinde, iki arkadaşını bekler bulmuştu. Annesi yüzünden geç kaldığını düşündü. Yanlarına vardığında "Çok bekletmedim ya" dedi üzgün bir sesle.

   " Yoo… " dedi Aslı. "Biz de az önce geldik"  Bu kısa selamlaşmadan sonra Nevzat’ın amcasının evine doğru yola koyuldular. "Bak Nevzat" dedi Alihan. Kardeşi ve Nevzat biraz hızlı yürüyorlardı. Diğerlerinden kilolu olan Alihan ise onlara yetişmek ve aklındakileri söylemek için biraz koştu. Kız kardeşini kolundan yakaladı. "Aceleniz ne kardeşim" dedi. "Paşaya kelle mi yetiştiriyorsunuz." Aslıhan ve Nevzat biraz yavaşlayınca da "Aslı, annem ne dedi anımsasana" Saçları atkuyruğu toplanmış kız birden aklına gelmiş gibi duraksadı.

   "Sahi Nevzat, biz hep amcana gidiyoruz,  kendisini rahatsız etmiş olmayalım" dedi "Yani annem öyle diyor ama haklı da olabilir." Alihan devam etti. "Bence kızmıyor ama yine de bizleri kırmamak için söylemiyor olabilir" dedi. Durmuş kaldırımda bekliyorlardı. Nevzat her ikisinin de koluna girerek "Adnan amcamın bize ilk günlerde ne dediğini anımsayın. Üçü birden yılbaşının hemen ertesi günlerde yaşadıklarını anımsadı. O günlerin birinde Adnan öğretmenleri onları uğurlarken "sık sık gelin çocuklar" demişti. Bugünkü gibi o gün de Alihan itiraz etmişti. Adnan Beyde "Bir işim olduğunda ya da rahatsız olduğumda bunu size uygun bir dille söylerim. O zamanda siz yapmanız gerekeni yaparsınız" demişti. O gün Nevzat’ın amcasını üçü de açık sözlü bulmuşlardı.

   Bunları anımsayınca tekrar yola koyuldular. Nevzat arkadaşlarına destek verebilmek için "Ben yararlı olduğumuzu bile düşünüyorum." Arkadaşlarının gülümsediğini görünce "En azından yeni bir şeyler öğreniyoruz, bu da Amcamı mutlu ediyor" dedi.

   Evle uğraşmak, yaşlı adamın neredeyse tüm zamanını alıyordu. Adnan Çelik altmışıncı yaşını doldurmuş olsa da yaşını göstermiyordu. Orta hatta kısa sayılabilecek boyu vardı. Zayıf olduğundan çevik ve daha genç görünüyordu. Bunda gençlik yıllarından beri düzenli spor yapmanın etkisi de vardı tabi.

   Bu hafta başında evin dış çevresini temizlemeye başlamışlardı. Ev kesme taştan yapılmış yüksek temelli tek katlıydı. Babası Ali Osman Bey, kurtuluş savaşından sonra yaşanan değişim yıllarında eski bir Rum aileden almıştı bu evi. Kendisi o zamanlar yörenin tek demir çelik tüccarı olduğu için varlıklı sayılırlardı. Babası evin hakkını kuruşu kuruşuna tastamam ödeyerek almıştı bu evi. Kendisinin o günleri anımsaması mümkün değildi doğal olarak. Temelinin yüksek olması ve çatının yüksek tutulması evi iki katlıymış gibi gösteriyordu. Nemden ve böceklerden korunmak için evi yüksek yapmış olmalıydılar. Evin temeli yığma taş ile doldurulmuş sol yan tarafta geniş bir bodrum bırakılmıştı. O zamanki ihtiyaçlara yetecek kadar bir kapı bırakılmıştı. Evin içinin onarımı neredeyse bittiği için sıranın bodruma geldiğine karar vermişlerdi.

   Bir gün öncesi çocukluğunda bile inmediği bodrumun kapısını açmak bir hayli zamanını almıştı. Basamakları temizlemiş bodrumun zeminine inmişti. O gün kedi ve köpeklerin girme pahasına da olsa bodrum kapısı açık bırakılmıştı. Bu sayede içerideki ağır ve nemli hava az da olsa dağılmıştı.

   Bir elinde süpürge ve faraş diğer elinde teneke aşağı indi Adnan Bey. Evin onarımına ilk başladıklarında yaptırmış olduğu uzun elektrik kablosu sayesinde içerinin karanlığı azda olsa dağılmıştı. Zeminin taşları ortaya çıkasıya kadar tekrar süpürdü. Biriken tozları toprakları tenekelerle dışarı attı. Sonra sıra duvarlara geldi. Temeli taş doldurmadan önce bir oda gibi düşünmüş duvarları olabildiğince kalın örmüşlerdi. Ne de olsa bir temeldi. Kalın olmalıydı. Duvarları süpürgeyle silince, evin arkasına düştüğünü zannettiği tek parça blok taşı fark etti. Diğerlerinin yanında daha düzgün duruyordu. İçinde çocuksu bir merak oluştu. Duvar tek parça bir kapı gibi duruyordu.
 
   "Eğer bir kapıysa, kolu nerede" diye düşündü. Görünürde herhangi bir kol veya tutamak yoktu. O zaman kapı, içeri doğru itiliyor olabilir diye düşündü. Taş bloğu her yönünden denedi ama başaramadı itmeyi. Çekmekten ve itmekten yorulunca durdu. Soluklanmak için kenara çekildi ve sol eliyle duvara dayandı. Dayandığı anda "klik" diye bir ses duydu. Bir mandal ya da bir mekanizma çalışmıştı sanki. "Yoksa.." diye mırıldanarak kapıya tekrar yüklendi. Kapı yılların biriktirdiği bir gıcırtıyla açıldı. Bodrumun içerisinde gizli bir oda bulmuştu. Işığı astığı yerden aldı, içeriye tutmak üzereyken yukarıdan gelen sesleri duydu. Kardeşinin torunları gelmiş olmalıydı. Aralanan kapıyı çekmeye çalıştı. Taşların arasındaki küçük boşluk bu iş için yapılmıştı sanki. Biraz kuvvetli çekince kapı yerine oturdu. Az öncekinin benzeri bir "klik" sesi daha duyuldu. Elektrik kablosunu toplayarak yukarı çıkmaya başladı.

   O gece, sabahı zor etti. Çocuklarla sağı solu toplamaya devam etmişlerdi bütün bir öğleden sonra. Onlar gittiklerinde ise aşağı inmek için çok geçti ve oldukça yorgundu. Bodrumun içindeki odada ne vardı merak ediyordu. Babasının almış olduğu bu ev tahmininden çok daha eski olmalıydı. Bodrumdaki o kapıdan ne babasının ne de babasından önceki ev sahiplerinin haberi olduğunu zannetmiyordu. O zaman... Gözlerini tavana dikmiş düşünüyordu. İlçenin çevresindeki tarihi kentler aklına geldi. "yok yok " dedi kendi kendine "Bu ev o kadar eski olamazdı." "Peki, bu ev daha eski bir temelin üzerine yapıldıysa. Sabah ezanından sonra, kimseler gelmeden kontrol etmeliydi. Yılların Hocası Adnan Bey,  bir yeni yetme gibi merak ve heyecan yüzünden uzaklarda horozlar ötesiye kadar uyuyamamıştı.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #4 : 13 Haziran 2016, 16:11:25 »
Bölüm 3: DENİZ SEVDASI

   Arife öğretmen hışımla sınıfa girdi. İçeri girer girmez Yankıyı ayağa kaldırmıştı. Başta Yankı olmak üzere bütün sınıf bunun nedenini biliyordu. Sınıfın en uzun boylu ve en yapılı öğrencisi olan Yankı iki gün önce "sıfır" almasına rağmen dün okula gelmemişti. Bir gün önce dersi olmasa da sınıf öğretmeni olduğu için haberi almıştı, Arife Hanım.

   Yoklama süresince ayakta bekletti Yankı’yı. Hem de kapının yanında sırtı sınıfa dönük olarak. "Yaptıkların bini aştı. Sana uygun bir ceza bulasıya kadar böyle bekleyeceksin" dedi. Kırk dokuz kişinin sınıf numaraları ve adları okunasıya kadar bekledi delikanlı Yoklama bitti. Gelmeyenler yoklama fişine işlendi. Sınıf defterine ders ve konusu işlendi. Yankı hala ayakta bekliyordu. Arife Akbaşlar’ı tanıyanlar bunun başlı başına bir ceza olduğunu biliyordu. "İlgisizlikle" cezalandırıyordu Arife Hanım. Yapılması gereken işler özenle yapıldıktan sonra öğretmen yerinden kalktı. Hep yaptığı gibi tahtanın sol üst köşesine dersin adını ve konuyu yazdı. Aralarında bir metre mesafe olmasına rağmen Yankı’yı görmüyormuş gibi davranıyordu. Sonunda beklediği oldu. Sınıfın içerisinden bir ses

   "Öğretmenim Yankı arkadaşımıza ceza verecektiniz" dedi.  Öğretmenin beklediği olmuştu.

   "Hayır unutmadım, ne ceza vereceğimi düşünüyorum" dedi. Bir başka öğrencinin sesi duyuldu.

   "Özür dilerim, bir daha yapmayacağım diye yüz kere yazsın" dedi. Beğenmedi öğretmen      "Çok basit oldu bu ceza"

   "Okuldan kaçtığında neler yaptığını kompozisyon ödevi olarak yazsın " dedi. Bu en son konuşan Yankı gelesiye kadar sınıfın en irisi olan Muhsin’di. Nevzat atıldı.

   "Yazsın. yazsında size eğlence çıksın değil mi?" dedi. Muhsin'in sıra arkadaşı olan Kemal atıldı.

   "Ne yani" dedi. "Bizim de gülmeye hakkımız yok mu?" Bir başkası " Altıncı sınıfa gelmiş birinin okumayı yazmayı bilememesi onun yanlışı " dedi Aslıhan söze girdi.  "Onun okuduğu okulda sen okusaydın, iki harfi yan yana getiremezdin daha " dedi sınıf içerisinde ki tartışma uzayıp gidecekti ki öğretmen ağırlığını koydu.

   "Tamam çocuklar" dedi sesi tatlı sertti. Aslıhan’a dönerek "Aslı, sence geçmişteki eksiklerini tamamlamak için okuldan kaçmak mı yoksa herkesten daha çok çalışmak mı gerekir?" dedi. Birbirlerine yanıt verebilmek için ayağa kalkmış olan çocuklar sessizce yerlerine oturdular. Öğretmenleri doğru söylüyordu. Arife öğretmen yerine oturdu. İstediği sessizlik sağlanmıştı. Yılların verdiği deneyim bir kere daha kendini göstermişti. Karşısındaki kırk dokuz çift göz, bekliyordu. Tüm duyu organlarını açmış, öğrenmeye öğretmenlerinin ağzından çıkacakları beyinlerine almaya hazır durumdaydı.

   "Otur" dedi, başıyla Yankı’ya sırasını işaret ediyordu. "Bakma sen arkadaşlarına. Ben ve onlar seni seviyoruz." Ses tonu duygusallaştı. Yirmi yılı aşkın birikim söz konusuydu. "Senin içinden geldiğin koşulları, herkesten iyi biliyorum. Ama sende takdir edersin ki onlar senden önde ve sen aradaki farkı kapatmalısın. Daha çok çalışman, daha fazla okuman, araştırman gerekiyor. Peki, sen ne yapıyorsun." Yanıtı yine kendi verdi. "Okuldan kaçıyorsun, adalarda geziyorsun." Tepki görmeyi beklediği cümleyi söylemişti. Beklediği tepkiyi de almıştı. Yankı, oturduğu sıradan başını kaldırmış, kısa bir süre olsa da öğretmeniyle göz göze gelmişti. Yerinden kalktı. Yankı’nın oturduğu yere doğru ilerlemeye başladı.

   "Gene Ada’ya gitmiştin değil mi?" Bir yandan konuşuyor bir yandan da ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Tokat atamazdı. Çok zorunlu kalmadıkça ya da zıvanadan çıkmadıkça kulak bile çekmezdi. Karşısında duran sınıfın en iri yarı öğrencisiydi. Yok, öyle karşılık göreceğinden çekindiğinden değildi çekincesi. Adımları onu sınıfın en uzak köşesine getirmişti. Az önce sorduğu soruyu yineledi."Bize doğruyu söyle. Dün Adaya gitmiştin değil mi?"

   Yankı, öğretmeninin yanına geldiğini görünce ayağa kalkmıştı. Sözlü yanıt vermedi, yalnızca başını sallamakla yetindi."Dün neler yaptığını bizlere anlat. Bizce önemli ise seni bağışlarız" dedi. Sesi ciddiydi. Ani bir hareketle geri döndü. Hiç bir şey olmamış gibi "Evet arkadaşlar" dedi. "Geçen ders, Anadolu Selçukluların yıkılmasından söz etmiştik... Bu gün ise Anadolu Beyliklerinden söz edeceğiz"

   "Evet öğretmenim, Anadolu Beyliklerinin kuruluş nedenlerini açıklamıştık" dedi Nevzat. Öğretmeninin derse dönerse Yankı’yla uğraşmaktan vazgeçebileceğini düşünüyordu. Arife Hanım;  "Evet derse dönmeliyiz artık" dedi. Yankıya dönerek " Otur ve dün neler yaptığını düşün, zile beş dakika kala anlatacaksın" dedi.

   Ne olursa olsun Arife Hanım iyi bir öğretmendi, yılların verdiği alışkanlıkla dersi tamamlamıştı. Derse girmekte geç kaldığı için biraz zorlanmıştı ama deftere yazdığı o günkü konuyu tamamlamıştı. Zil sesi kurtarıcıları olmuştu gene. Arife Öğretmen notlarını aldı çıktı. Tam kapıdan çıkarken geri dönüp Yankıya "Unuttuğumu zannetme öbür dersin başında  'dün neler yaptığını istiyorum' "dedi

   Evet, dersin biri bitmişti ama koca bir ders daha vardı. Dört arkadaş bahçenin köşesinde toplaştılar. Ne yapacaklarına karar vermeliydiler. Öğretmenleri unutabilirdi de ama o unutsa da Muhsin anımsatırdı. Yankı, "Ben derse falan girmem" dedi. Ses tonu çok ciddiydi. Diğer üçü birden itiraz etti. "Olmaz öyle şey" diye. "Başka bir çözüm bulmalıyız" dedi Aslı.  

   "Seni zorlamayacak bir şey" Yazın tozdan kışın çamurdan kurtulmayan bir yerde düşünüyorlardı.  "Her şeyi anlat" dedi Nevzat" Alihan da destekledi bu fikri. "Bırak diğerleri ne düşünürse düşünsün sen bildiklerini anlat." "Bize anlattığın gibi" Yankı arkadaşlarına baktı. Dalga geçmediklerini biliyordu ama "Benimle alay etsinler diye mi?" dedi. Biraz düşündükten sonra devam etti. "Yalnız anlatsam belki Sosyalci inanır ama..." düşüncelerinde haklıydı. Aslı birden atıldı.

   "O zaman, sen meydan oku, Arife Hanıma; “Bana istediğiniz ödevi verin ben hazırlarım" dersin " dedi. Fikri beklediği ilgiyi görmemişti. Onlar karar vermeden içeri giriş zilinin sesi duyuldu. Önce küçük sınıf öğrencileri bağırarak içeriye koşmaya başladılar. Dört arkadaşta fazla gecikmeden derse girmeleri gerektiğini biliyorlardı. Söylenecekleri söylemişlerdi, bütün iş arkadaşlarında bitecekti. Sessizce içeri girdiler.

   Muhsin'in yanında oturan Kemal ikinci raundu başlattı. "Öğretmenim Yankı arkadaşımız…" demesine kalmadan Yankı elini kaldırmıştı. Arife öğretmen belli etmeden sınıfı saydı. Teneffüse çıkmadan önce derste bulunan herkes buradaydı. "Söyle Yankı" dedi.

   "Öğretmenim ben dün benim için çok önemli bir konudan dolayı okula gelmedim" diye söze başladı. Arife hanım "O konuyu paylaş bizimle" dedi.

   "Öğretmenim, size söz veriyorum, bir daha devamsızlık yapmayacağım ama lütfen bana o konuyu sormayın" dedi.

   "Ne olduğunu bilmeden gerekçeni nasıl kabul edebilirim ki"  Yankı’dan sözlerinin devamı gelmedi. Belli ki söyleyip söylememeyi düşünüyordu hala. Bütün sınıf bakışlarını en arka sırada toplamıştı. "Öğretmenim size sonra söylesem" dedi. Arife hanım paylar gibi. "Arkadaşlarından hiç gizlim saklım yok Yankı. Hadi seni bekliyoruz" dedi. Yankıdan gene ses çıkmayınca durumu yumuşatmak için   "Hadi yavrucum seni bekliyoruz" dedi. Sınıftan biri alay eder gibi  "Hadi çocuğum"  deyince sınıfta gülüşmeler oluştu. Bir kaç saniye süren sessizlik sonucu aynı ses aynı cümleyi tekrarlayacak oldu ama kulaklarına yapışan uzun parmaklar buna engel olmuştu. "Muhsin, çok konuşuyorsun arkadaşını duyamıyorum" dedi.

   "Deniz sevdası yüzünden" dedi Yankı kendisinin duyabileceği bir sesle. "Anlamadım" dedi sınıfın otoriter sesi "Anlamadım Deniz mi? dedin" Sınıfta bir mırıltı dolaştı. "Kim bu Deniz" dediler. "Yankı, âşık olmuş" dediler. Alihan el kaldırdı. Öğretmeninin söz vermesini beklemeden araya girdi.

   "Bu bir kız değil öğretmenim" dedi. Kardeşi Aslı devam ettirdi sözlerini "Yazın serinlemek için girdiğimiz, yüzdüğümüz deniz" dedi. Gülüşmeler daha sesli hale gelmişti. Yankı bir kere daha başını eğdi. İstemediği halde alay konusu olmuştu. İstese sınıftaki gülen herkesi döverdi. Buna gücü yeterdi. Ama bir şey yapamıyordu.

   Yankı, aylar önce bu ilçeye ilk geldiklerinde görmüştü denizi. Babası bir pazar alıp götürmüştü annesini ve kardeşlerini. Adına deniz denilen o uçsuz bucaksız suyu o gün görmüştü. Ayakkabılarını çıkarmış ayağını tuzlu suya sokmuştu. O zaman sakladığı dergideki yelkenlileri suyun üzerinde süzülürken görmüştü. Günden sonra fırsat buldukça Ada ya gitmiş denizle hasret gidermişti. Ama Yankı bunları öğretmenine söyleyememişti. Yalnızca "Ben... Ben denizi ve yelkenlileri çok seviyorum" diyebilmişti. Bu kere sınıfta gülüşme olmadı. Bundan cesaret alarak "Öğretmenim ben sık sık komşu ilçeye Ada’ya gidiyorum. Orada Marina da, kotraları, yelkenlileri izliyorum. Onların kıyıya yaklaşmasını, marinaya girmelerini, kızağa nasıl alındıklarını, nasıl bakım yapıldıklarını izliyorum. Demir alıp, yelken açıp nasıl manevra yaptıklarını, uzaklaşmalarını, ufukta kaybolasıya kadar yol almalarını izliyorum.." dedi.  

   "Bir gün, öyle bir yelkenlide, sonsuz denizlere açılmayı hayal ediyorsun." Öğrencisinin bir anlık suskunluğunu fırsat bilip öğretmeni anlatmaya başlamıştı."Ne duruyorsun be at kendini denize. Geride bekleyenin varmış aldırma. Görmüyor musun her yanda hürriyet; Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol, git, gidebildiğin yere" Sesli olarak başladığı şiiri mırıltıyla bitirmişti. Bu tür hayalleri herkes kurabilirdi. Karşısında dikilen delikanlıya bir şey diyemezdi artık. "Dün de Marinaya gitmiştin öyle mi?" dedi. Yanıt yoktu. Yanıtsızlık en doğru yanıttı. Bir dakika yüzyıl kadar uzun süren bir dakika sonra Arife Hanım konuştu.

   "O zaman, senin cezan belli oldu. Dersimiz tarih olduğuna göre, Türk deniz tarihinden bir bölüm hazırla gel" dedi. Teneffüste dört arkadaşın konuştukları gerçekleşiyordu.

   "Konu deniz, seçim serbest.; İster Çaka Bey ister Umur Reis ister Barbaros ister Oruç reis yada Piri reis kimi istersen anlat. İstersen Preveze, İnebahtı ya da Navarin Baskını. İstediğin olayı anlat" dedi. Sınıftaki çocuklar şaşırmışlardı. Barbaros u duymuşlardı ama ya Piri reis Çaka Umur. Bunlar kimlerdi. Nereden bulacaklardı.

   Öğretmen sözlerini "Kaynak tarayacaksın elbet, tarih kaynaksız olmaz. Konuyu nereden araştırdığını yani kaynağını belirteceksin. Ama kaynağı, birebir alır yazarsan ödevi iptal ederim ona göre. Özellikle de Google amcadan alıntıları istemem. Tarihe kendinden bir şeyler katacaksın" Yankı’nın bakışları önündeydi.

   "Yankı kaldır başını" dedikten sonra devam etti "Eğer bu ödevi istediğim gibi hazırlarsan sözlü notunu da silerim bu dersten geçersin. " Sonra sınıfa dönerek "Tanıksınız arkadaşlar" dedi. Sınıf böyle bir sahneyi sıklıkla yaşadığı için hep birlikte "Tanığız öğretmenim" demişti. Sonra yıllardır yaptığı gibi

             "Evveett geçen ders nerede kalmıştık" diyerek derse geçti
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı Gunslingers

  • **
  • 83
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #5 : 15 Haziran 2016, 15:07:39 »
Eline diline sağlık @azizhayri
Yine keyifle okunan bir hikaye yazmışsın :)
KA bir tekerlektir, daima döner...

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #6 : 15 Haziran 2016, 16:29:28 »
Teşekkür ederim,  devamı geliyor...

BÖLÜM 4: AYNA MI ACABA?

   Adnan Çelik, çocukların deyimiyle Adnan Amca,  Mehmet ustanın deyimiyle Adnan Bey kendi yaşıtlarının deyimiyle Adnan Hoca; erkenden kalkmıştı. Yılların verdiği alışkanlık vardı nede olsa. Gece ne kadar geç yatarsa yatsın sabah erkenden ayaktaydı. Bu gençken de böyleydi ve yaşlanınca daha kolay oluyordu. Ne de olsa yaşlandıkça daha az uykuya gereksinmesi oluyordu insanların. Kalkar kalkmaz, nasıl olsa Mehmet ustayla kahvaltı ederim diye düşünerek doğrudan bodruma indi. Kendisini uykusuz bırakan gizli yeri merak ediyordu.

   Bodruma girmeden önce evi dışardan bir kere daha inceleme gereği duydu; yanılmıyordu. Ev kuzey yamacına yaslandığı için bodrum daha derinde daha toprak altında kalıyordu. Bodrum kapısını kolayca açtı. Ne de olsa bir kere yerinde kıpırdamıştı, yılların vermiş olduğu kaynaşma kırılmıştı. Birkaç kere daha açılıp kapanınca, ilk yapıldığı zamanlarda ki kolaylığa kavuşurdu. Elinde kocaman bir el feneriyle ağır ağır indi merdivenlerden. Bir kötü sürpriz yaşamak istemiyordu. İlk baştaki aydınlık her adımıyla kararıyordu yerini serin bir loşluğa bırakıyordu.
 
   Aşağı indiğinde, doğrudan bir gün önce rastlantıyla dayandığı taşa, tüm ağırlığıyla bastı. Artık kanıksadığı o sesi duydu. Koca taş kapıya omzuyla yüklenince aralandı. Ne olur ne olmaz diye yukarıdan getirdiği kalın kalas parçasını kapı ile duvar arasına yasladı, bir kaza sonucu içeride kalmak istemezdi doğrusu. İçeriye adımını atar atmaz ağır bir koku duydu. Nem sonucu oluşan ağır bir kokuydu. El fenerinin ışığını, tabandan başlayarak her yöne tuttu. Işık demeti önce yerde küçük bir daireyi aydınlattı. Karşıya doğru tutunca içinde bulunduğu odayı anladı. Dört tarafı duvarla örülmüş içinden geçtiği odadan küçük bir odaydı. Tavanı oldukça basıktı, elini uzatınca parmakları değecek kadar basıktı. Üstelik serindi, tüylerini ürpertecek kadar serin.

   Oda boştu. Karşıda fenerin ışığının gezdiği yerlerde bir kaç küp testi ya da amfora benzeri kaplar vardı. Belli ki bir çeşit kiler, ambar gibi kullanılmıştı. Küplerde de şarap, sirke, zeytinyağı veya benzeri nesneler saklanıyor olmalıydı. Kafasını biraz sola çevirince boyu neredeyse tavana değecek kadar büyük bir nesne gözüne çarptı. Yaklaştı, yaklaşınca nesnenin içi bölümünün elindeki ışığı donuk bir şekilde yansıttığını gördü. Geçen zaman donuklaştırsa da bir ayna olmalıydı Çerçeveye dokununca, elinde ağacın sıcaklığını hissetti. Nesne, her ne ise ağaçtan yapılmıştı. Eliyle şöyle bir yokladı, ağaçsa, ağır bir ağaç olmalıydı. Küpleri değil de çerçeveyi çıkarabilirdi. Eski olmasına rağmen sağlam görünüyordu. Gördüklerini yeterli bulunca dışarı çıktı. Mehmet usta geldiğinde, kocaman nesneyi dışarı çıkaracaklardı. İyi bir temizlik ve ciladan sonra bir vestiyer gibi, girişe yahut gözü gibi sakladığı kitaplığa veya olmadı salona koyabilirdi. Diğer eşyalarla sonra ilgilenecekti.
   Bodrumun merdivenlerini çıkarken, Mehmet ustayla yüz yüze geldi. Birlikte, aşağı indiler tekrar. Mehmet usta iç odayı görür görmez "define vardır buralarda beyim" demişti. Adnan Bey, bu işi nasıl akıl edemediğini düşündü. Böyle gizli sayılabilecek bir odada basit bir ağaç çerçeveden ve küplerden daha fazlası olabilirdi. Birlikte içeri girdiler, bütün küpleri testileri teker teker kontrol ettiler. İnanması çok güçtü ama baktıkları her kap boştu. Yalnızca o bildik zeytinyağı, sirke ya da şarap kokularını duyuyordu. O zaman Adnan Çelik, ilk düşüncesine dönmüş oldu. Burası olsa olsa bir kilerdi. İçerisinde bulunan yiyecek ve içecekler bitince oda kapatılmıştı.

   Uzun tartışmalardan sonra çerçeveye el attılar. Bodrumun tamamına hakim olan örümceklerden ve örümcek ağlarından kurtulmaları uğraştırmıştı yalnızca. Yavaş ve dikkatli dışarı çıkardılar. Bütün işler bittikten sonra oraya tekrar inecekler her şeyi baştan inceleyeceklerdi. Yarım saat sonra çerçeve tüm görkemiyle merdiven sahanlığında duruyordu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #7 : 16 Haziran 2016, 10:31:07 »
             BÖLÜM 5:AYNA

   Ana kapının zili çaldığında, kapının önünde bekleyen dört kişiydiler. Bu eve ziyaretleri yılbaşının ertesi günlerinde başlamıştı. Önce Nevzat gelmişti, bir kamyon dolusu eşyayı indirmek yerleştirmek için yardıma. O küçük bedeni ile yapabildikleri çok az olsa da amcasının deyimiyle "en azından gayret göstermiş" oluyordu. Sonra arkadaşlarını getirmişti amcasıyla tanıştırmak için. Ardından her gelişlerinde üç kişiydiler. Bu kere ise dört kişiydiler. Adnan amcasının bir demeyeceğini bile bile tedirgindi Nevzat. Ne de olsa danışmadan bir iş yapmış oluyordu.

   Kapıyı Mehmet Usta açmıştı. Koca usta çocukları karşısında görünce şaşırmamıştı. Nevzat gereksiz olduğunu bile bile "Amcam evde mi? " diye sordu. O da sanki başka bir yanıt verilebilirmiş gibi. "Evde sizleri bekliyor" demişti. Çocuklar içeri girerken dördüncüyü farketti. Bahçe de ilerlerken Nevzat’a yaklaştı. Yavaşça koluna asıldı. "Kim bu esmer delikanlı" dedi. Yankı kendisinden söz edildiğini anlamıştı. Meraklı görünmemek için adımlarını sıklaştırdı. Önde yürüyen iki kardeşe yetişti. "Yankı" diye fısıldadı Nevzat. Bizim sınıftan. İyi bir arkadaştır.

   Bahçenin seyrek döşenmiş, iki metre eninde ki taşlık yolunda ilerliyorlardı. Yolun iki yanında selvi ağaçları vardı. Yolu belli etmek için dikilmişlerdi. Bahçedeki diğer ağaçlardan daha gençlerdi. "Bir sorunumuz var, yani Yankı’nın bir sorunu var. Adnan amcam bize yardımcı olabilir diye düşündükte" diye açıklamasını sürdürdü. "Geldiğiniz iyi oldu, kendisi de size bir şeyler sorabilir" dedi. Nevzat bir şey anlamamıştı. Bu arada yolun sonuna gelmişlerdi. Diğer çocuklar eve çıkan mermer basamakların alt başında bekliyorlardı.

   "Siz bir iki dakika oyalanın" demesine kalmadı amcası merdivenin üst başında göründü. Eliyle işaret ederek "Gelin çocuklar gelin" dedi. Başta Nevzat olmak üzere dört çocuk koşar adımlarla merdiven basamaklarını çıktılar.

   Merdivenin üst başında geniş bir boşluk vardı. Neredeyse normal bir oda büyüklüğündeki bu boşluğun bir yanında yeni alındığı belli olan bir çek-yat vardı. Diğer yanda ise bir plastik bahçe masası, plastik sandalyeler vardı. Tam karşı da asıl giriş kapısı bulunuyordu. Sol yanda, köşede, bir yüksek sehpa ve sehpanın üzerinde küçük ekran televizyon vardı. Sağ yanda ise en az yirmi yıllık bir formika kaplamalı vestiyer vardı. Çocuklar çek-yata dizildiler. Adnan Bey ve Mehmet usta ise sandalyelere oturdular. İşte o zaman Nevzat ve diğerleri kocaman çerçeveyi gördüler. Daha doğrusu üzerine kocaman bir örtü örtülmüş bir nesne gördüler. Birbirlerine meraklı bakışlarla baktılar. Aralarından, yalnızca Nevzat cesaret edip örtüyü bir kenarından kaldırmıştı. Amcası hemen

   "Şşşş" dedi. "Çok ayıp. O bir sürpriz. Bodrumda bulduk bu sabah. İyice temizlenmeden, verniklenmeden görülmesini istemiyorum" dedi

   "Ne olabilir peki"

   "Bilmiyorum" dedi Adnan Bey. "Bodrumda bulduk. Bu sabah Mehmet amcanla birlikte buraya çıkardık. Bir resim veya ayna çerçevesi olduğunu tahmin ediyorum. Yerinden doğruldu. Çerçevenin ortasına işaret parmağının tersi ile vurdu. Metalik bir ses duyuldu. "Biliyorsun eskiden cam ve ayna bu kadar bol ve ucuz değildi. İnsanlarda o zamanlar metal aynalar kullanıyorlardı." "Bir kere olsun baksak" dedi Alihan"  Mehmet usta, karışma gereği duydu. "O zaman işin tılsımı bozulur" dedi. Etkili olmadığını biliyordu. "Siz yine de Amcanızın sözünü dinleyin olur mu" dedi.

   Çekyatın başında oturan Alihan, hemen yanında oturan kardeşi Aslı ya "Diyorum ki içeriden biraz su getirsen." Demesine kalmamıştı Mehmet Ustanın kendinden beklenmeyen gür sesi duyuldu. "Keziban, su getir hele" Aslı ayağa kalktı "İzniniz olursa ben alır gelirim" dedi. Kapıdan kayboldu.

   Kapıyı açıp içeri girince, uzun ve geniş bir koridora giriyordunuz. Kapılar bu koridorun sağında ve solunda bulunuyordu. Tam karşınızda ise mutfağı bulurdunuz. Aslı koridordan geçip mutfağa girdi. Kısa boylu, şişmanca bir kadın kapının sağında banko önünde uğraşıyordu.

   "Kolay gelsin" dedi ama kadının irkilmesine engel olamadı. Yaşından dolayı ağır duyan kadın aniden yanında birini görünce korkmuş olmalıydı.

   "Sen miydin torunum" dedi. Kızın yanaklarına sarıldı. Aslı’nın aklına, ilk günler geldi. Eve abisiyle ilk geldiğinde bu kadın yani Kezban Hanım boynuna sarılmış öpmüştü. Daha sonra Mehmet Usta torununa çok benzediğini söylemişti. Oğlu Karadeniz de bir yerlerde görev yaptığı için yılda bir kez görüşebiliyorlarmış. Bu nedenle yaşlı kadın ne zaman Aslı’yı görse "torunum" diye severdi.

   Adnan Bey, Mehmet Usta ile çalışmaya başladığında Kezban Teyze hemen her gün gelir kocasına yemek getirirdi. Sonraları yemeği iki kişilik katmaya başlamıştı. Bu da fazla uzun sürmemişti. Adnan Bey "öyle her gün gidip geleceğine gel burada yap yemeğini" demişti. İyi de etmişti. Bu sayede hep sıcak yemek yiyor hem de mutfağı ve evi temizleniyordu. Ev sahibi de bunu karşılıksız bırakmıyordu. Her ay düzenli olarak "torununa gönderirsin" diye olması gerektiğinden çok fazlasını veriyordu.

   Aslıhan, elinde sürahi ve bardaklarla geri döndüğünde arkadaşları çoktan konuya girmişti. Arkadaşları soluk almamacasına konuşuyor dertlerini anlatmaya çalışıyordu. Su onları biraz olsun durdurmuştu. Yaşlı adam dakikalarca çocukları dinledi ne demek istediklerini anlamıştı ama yılların verdiği alışkanlıkla sözleri bitesiye kadar bekledi. Sonra

   "Çocuklar, bu ev bizim aylarımızı aldı, biliyorsunuz. Yine biliyorsunuz ki benim kitaplarım hala kasalarda kolilerde. Çok gerekli olabileceğine inandıklarımı çıkarmıştım yalnızca. Ansiklopediler falan bilirsiniz işte." Çocukların kendilerini dinlediğini biliyordu. "Size yarayacağına inandığım kaynaklar var bende. Bu akşam onları bulayım çıkarayım. Öğretmeninizin dediği gibi onlardan yararlanarak güzel bir ödev yaparsınız." Yankı’ya da bir şeyler söylemesi gerekiyordu. Çocuğu motive etmeliydi ama arkadaşlarının yanında yapamazdı bunu. O ara kapı açıldı, Kezban Kadın, elinde tepsiyle kapıda göründü.

   "Soğuklamalar da geldi" dedi. Bardakları, Adnan Beyden başlayarak dağıtırken "Sanırım yardım isteme sırası bende " dedi Mehmet usta. Çocukların bir kaç yudum almasını bekledikten sonra

   "Çocuklar mevsim geçiyor, yardım edin de bahçedeki ağaçları budayalım" dedi. Çocuklar birbirine baktı. Mehmet usta devam etti. "Rahmetli babam bu işlerle uğraştığında beni yardıma çağırırdı. Onun bir sözünü anımsadım şimdi. 'Yaptığın iş bana ise öğrendiğin kendine' derdi. Bu öneri çocuklar için bir teşekkür fırsatı olabilirdi. Çabucak meyve sularını içip Mehmet Ustanın peşinden aşağı bahçeye indiler. Bu iş onlar içinde bir değişiklik olacaktı. Üstelik yaptıkları iş onlaraysa öğrendikleri kendilerineydi.

   Merakını tam olarak giderebilmek için Adnan Bey, herkesin gitmesini beklemek zorundaydı. Önce çocukları yolcu etmişlerdi, akşam ezanı okunurken de Mehmet Usta ve eşini. Sonra girişin ışığını yakıp çerçevenin karşısına geçmişti. Elindeki kağıda büyükçe bir resmini çizdi çerçevenin. Metre ile ölçüleri aldı resim üzerine kaydetti. Boyu yerden 185 santimetreydi. Eni boyunun tam yarısıydı, 92 santimetre. Bu ölçüler metrik sisteme ait değildi. O zaman bu çerçeve tahmininden daha eskiydi. Yapıldığı ağaç, koyu kahve hatta siyaha yakındı. Biraz yıpranmışlık olsa da yeni gibiydi. İyi kullanılmış olmalıydı.

   İçeri kitaplığa girdi.  Kitaplığını tam olarak yerleştirmeye fırsat bulamamıştı. Kitaplarının o kadar uzun süre kapalı kalmasına üzülüyordu ama yapabileceği fazla bir şey yoktu. İnşaat işleri bitmeden tozun toprağın içerisine onları çıkaramazdı. Bu nedenle bir veya iki raf kitap çıkarmıştı ancak. Ansiklopedileri açtı, ne de olsa ansiklopediler kitaplıkların temel taşlarıydı. Her çıkan ciddi ansiklopedileri almıştı. Ağaç bölümüne baktı önce, bulamadı. Odun bölümünde buldu. Dört sayfa boyunca hem ağaçların renkli resimleri hem de özelliklerini yazmışlardı. Dışarıda girişte duran örneğe en uygun olanı ise "Abanoz" du. Sayfaya basılan resim ve resmin altına yazılan açıklamalar uyuyordu. Çerçeve sağlam ve dayanıklı bir ağaç olan abanozdan yapılmıştı. Hiç olmazsa işin bu yönünü çözmüştü.

   Tekrar eski yerine döndü. Çözmesi gereken, başka bilinmezler vardı, örneğin kaidesi. Yan helisel sütunlardan daha geniş bir kaidesi vardı. Kare tabanlı dikdörtgen prizmaydı. İçine tam ortasına yatay bir kanal açılmıştı. Kanalın ortasında bir yerlerde bir adam figürü vardı. Yerinden kalktı yakından baktı. Helenistik dönem insanlarına, antik çağda yaşamış Atinalıya veya Romalı’ya benziyordu. Yaklaşık üç dört santim boyundaydı. Daha dikkatli baktı kanalın üzerinde düzenli çentikler vardı sanki.

   Kaideyi bıraktı, yan sütunlara baktı. Sekiz-on santimetre çapında ana yarım daire şeklindeydiler. Karşıdan baktığınızda sütunları tam bir daire şeklinde algılıyordunuz. Helisel olarak yükseliyor kaide ile başlığı birleştiriyordu iki yandan. Başlık ise eski Yunan döneminden kalmış gibi sütunların üzerindeydi. Hafif bir eğimle yükseliyor tam ortada birleşiyordu. Başlığın ortasına ise düzgün bir daire oyulmuştu. Hemen hemen bir santimetre derinlikte düzgün daireyi andıran oyuğun tam ortasında başka bir daire vardı. Bu kabartma şeklinde daire ise bir güneşi andırıyordu.

   Başlığın iki yanında iki küçük daire kabartması daha vardı. Ortadaki güneşe benzettiği figürün aksine soldaki bir hilaldi ve o da bir dairesel oyuğun içerisindeydi. Sağdaki daire içinde de ortadan ikiye bölünmüş gibi duran başka bir daire vardı. İlk bakışta anlaşılmasa bile bir güneş bir ay ve bir dünya olduklarını biraz dikkatli bakınca anlıyordunuz. Çerçeveyi bıraktı. Öğleden sonra çocukların yaptığı gibi parmağının tersi ile dokundu. Aynı metalik sesi duydu. Hiç üşenmedi. İçeri girdi. Koridorun ucundaki yüklük gibi kullandığı odaya yürüdü. Elinde bir parça zımpara kağıdıyla döndü. Çerçevenin içerisindeki kararmış bölgeye sürttü. Zımpara kağıdının dokunduğu yerlerde beyaza yakın bir renk parıldadı. Evet metaldi. Dünyanın en eski mesleklerinden biri olan kuyumcuların kullandığı alaşımlardan biri olmalıydı. Şimdi tam olarak bu nesneyi nitelendirebilirdi. Bu bir aynaydı.

   Kolundaki saate baktı. Düşüneceğim, resim çizeceğim derken vakit bir hayli geç olmuştu. Örtüyü tekrar örttü. Sabah erkenden bir kuyumcuya gidecek böyle bir metali nasıl ağartabileceğini öğrenecekti. Aynayı eski parlaklığına getirdikten sonra kitaplığa ya da daha uygun bir yere koyacaktı. Başını yastığa koyduğunda hala kaide ve başlığın üzerindeki figürleri düşünüyordu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #8 : 20 Haziran 2016, 17:32:52 »
BÖLÜM 6.  AYNA’NIN ASKERİ

   Bir cumartesi öğleden sonrasıydı. İki gün önce sözleştikleri gibi çocuklar Adnan amcalarının evine gelmişlerdi. O gün yarım kalmış olan ağaçları tımar etme işine devam edeceklerdi. Maalesef havanın geceden yağmura dönmesi planlarını alt üst etmişti. Evin sakinleri yani Adnan Öğretmen, Mehmet Usta ve Kezban hanım içeride yemeklerini yerken onlar giriş holünde bekliyorlardı. Daha gelir gelmez Adnan Öğretmenleri kendilerine bir kucak dolusu kitap vermişti."Aradıklarınızı bunlarda bulabilirsiniz" demişti.

   Yankı ve Nevzat, amcalarının kendilerine verdiği kitapları masanın üzerine bırakmışlar, merakla birini bırakıp diğerini alıyorlardı. "Amcanın ne kadar çok kitabı varmış öyle" dedi iri yarı genç. Nevzat, gizli bir gururla yanıtladı arkadaşını "Bunlar hiç bir şey oğlum, hele, kitaplık odasını yerleştirsin sen o zaman gör" dedi. "O raflar yetmez belki de" diye ekledi. "Bu kitapların yarısını bile okusa insan ..." sözünün devamını getirmedi Yankı. Aslında alışmış olduğu çevrenin dışında bir yerleri yeni görüyordu. Yok öyle değil; tabii ki televizyonda filmlerde belgesellerde falan görmüştü ama televizyon başkaydı böyle canlı olması bir başka.

   Aslı ve Ali ilgisizlerdi. Sağa sola bakınırlarken bir ara Aslı’nın bakışları çerçeveyi örten örtüye takıldı, yerinden doğruldu. İşlemeli beze yaklaştı. Bir kenarından tutup kaldırdı. "Ne kadar ilginç" dedi. Kalın bir tahtanın ortasına kanal açmışlar ve bir oyuncak ortasında duruyor" dedi. İkizi de kalkıp yanına gelmişti. "Şşşş" dedi Nevzat amcasını taklit eder gibi. Sesini kalınlaştırarak "O aynanın askeri" dedi. Gerçektende o şekil bir Romalı askere çok benziyordu. Gülüştüler. Bir kaç saniye sonra örtü açılmış aynayı inceliyordu dört arkadaş. Eğiliyor kalkıyor sağını solunu inceliyorlardı. Aslıhan ise çerçeveyi değil ortadaki aynayı inceliyordu. Biri ortadaki figürü güneşe benzetti diğeri ayçayı fark etti.

   "Nasıl güzel değil mi?" kapıda ki emekli öğretmeni kendilerine seslenince fark ettiler. "Geçen günkü halinden daha güzel" Aslıhan hala ayna karşısında elbiselerini düzeltiyordu. Adnan öğretmen aynaya yaklaştı. Parmağını dokundu. "Metal" dedi. "Parlatılınca ışıl ışıl oluyor." Eliyle çocukların geriye ittiği örtüyü çekti. Tekrar örttü. "Tamamen bitmedi. O güneşin, ayçanın ve dünyanın ne anlama geldiğini bulmam gerekiyor" dedi. "Alttaki insan şeklinin de" Yaşlı adam bakışlarını Aslı’ya çevirdi. "Evet... O kanalın ve insan figürünün de ne olduğunu anlamalıyım" dedi. Örtüyü düzeltip merdivenin başına yöneldi. Yağmur ağır ağır yağmaya devam ediyordu. Bir zaman düşen damlaları izledikten sonra tekrar masaya döndü.

   "Hadi bakalım, madem bahçede uğraşamıyoruz o zaman arkadaşınıza yardım edin. Ödevi hazırlayın" dedi. Masanın üzerinden ince bir kitap aldı. "Çaka Bey" Masa üzerindeki bütün kitaplar gibi "Çaka Bey" de ciltliydi. "Çaka Bey, yalnız Türk tarihinin değil dünyanın yetiştirdiği en önemli denizcilerden biridir." Dedi. Elindeki kitabı bıraktı. Daha kalınca bir başkasını aldı "Kitab-ı Bahriye"  "Bu Piri Reis in kitabıdır. Masanın üzerindekileri kurcaladı. Bir ikincisini çıkardı. "İki cilttir." Bir süre dalgın dalgın birini alıp diğerini bıraktı kitapların. "Kitabın benim için en kıymetli varlıklardan olduğunu söylememe gerek yok değil mi" deyip içeri girdi.

   Çocuklar kitaplarla baş başa kalmışlardı. Sandalyeler masanın çevresine çekildi. Evlerinden getirmiş oldukları kağıtları ve kalemleri çıkardılar. İş oyun olmaktan çıkıp görev haline gelince yüzlerindeki gülümseme kaybolmuştu. Kendilerini kitaplara ve dolayısıyla ödeve vermişlerdi artık. "Önce hangi kişiyi ya da olayı seçeceğimize karar verelim" dedi Nevzat. Aslıhan da "O zaman herkes birer kitap alıp incelesin sonra hangi konuyu seçeceğimize Yankı karar versin. Hem biliyorsunuz yaptığımız iş Yankı’ya ise öğreneceğimiz kendimize" Yankı sevinsin mi yoksa gurur mu duysun bilemedi. Üç arkadaşı canla başla kendisi için uğraşıyordu. "Siz bilirsiniz arkadaşlar" diyebildi."Benim için o kadar fark etmez yeterli içerisinde nazlı nazlı süzülen yelkenliler olsun" dedi. Alihan elinde tuttuğu büyük boy resimli bir kitabı açtı. Açtığı sayfada büyük boy bir kadırga resmi vardı. "Kürekli tekneler olmaz mı?” deyince gülüştüler.

   Gece yarısı olmak üzereydi. Evin içindeki kalabalık dağılalı bir hayli olmuştu. Gündüzleri Mehmet Ustayla ve çocuklarla vakit çabuk geçiyordu ama geceleri ise yalnızlık çekiyordu. Bu duruma bir çare bulmalıydı. Elinde okumuş olduğu kitabı kapattı, gözlüklerini çıkardı, yorgun gözlerini ovuşturdu. Okuyorken anlamamıştı ama gözleri ağrımıştı. Pencereye yaklaştı. Yağmur sabah olduğu gibi yağıyordu. Bir ara akşamüzeri dinmişti ama bu ara çok kısa sürmüştü. Yağmurun dindiği o ara da çocukları evlerine göndermişti. Böyle havalarda rahmetli eşini daha çok arıyordu. Canı sıkıldı. Kitaplıktan dışarı çıktı.

   Kendine bir türk kahvesi yaptı. Kahvenin uykusunu daha çok kaçıracağını biliyordu ama yine de canı çok çekmişti. Tıpkı rahmetli eşinin yaptığı gibi bol köpüklü bir kahveydi. Dışarı merdiven boşluğuna çıktı. Sandalyelerden birini çekip bahçeye dönüp oturdu. Kahvesini yudumlamaya başladı. Son yıllarda içecekler özellikle de kahve ne kadar çeşitlenirse çeşitlensin türk kahvesinin yerini hiç bir şey tutmuyordu. Bakışlarını bahçeye yağmurun usul usul ıslattığı ağaçlara çevirdi.

   İçeri girmek üzereyken duvara dayalı duran aynayı ve üzerine örttüğü örtüyü gördü. Bir gün önce kuyumcunun söyledikleri geldi aklına. "Değerli taşlar ve takılar güderi gibi havlu gibi bezlerle silinmelidir" demişti. "Kimyasal maddelerden kaçınılmalıdır" demişti. İçeri girdi, yapacağı işi bulmuştu. Kirli el havlularından birini aldı. Metalik aynayı ovmaya başladı. Silindikçe daha da parıldıyordu sanki. Sonra ahşaba geçti. Kaideden başladı silmeye. Kaideyi bastıra bastıra sildi. Kaidenin ortasında duran serçe parmağının anca girebileceği kanalı sildi. Ortada duran Roma askerini sildi Durduğu yeri silmek için figürü sola yada sağa oynatmaya çalıştı. Sağa gitmiyordu ama sola zorluklada olsa kaydırabildi. Altı yedi santimetrelik bu kayma sayesinde o bölgeyi de silebildi.

   Bir kaç dakika sonra Adnan Bey işini bitirmiş örtüyü örtmüştü. İçeri girdiğinde ise örtünün altında çerçevenin başlığındaki güneş sembolü yavaş yavaş dönmeye başladı. O kadar ağır hareket ediyordu ki dışarıdan bakan biri fark edemezdi. Sanki çerçevenin içerisinde gizli ve sessiz bir mekanizma var gibiydi. Bu mekanizma insan figürü –Alihan’ın gündüz verdiği adla 'aynanın askeri' sola kaydığında harekete geçmişti sanki. Yaşlı adam elindeki havluyu kirlilere bırakıp dönesiye kadar sistem yeni durumuna kilitlenmişti. Bahçeye indi dış kapıyı kontrol etti. On dakika sonrasında ise Adnan Çelik uykuya dalmıştı bile.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #9 : 21 Haziran 2016, 13:44:43 »
BÖLÜM: 7  YANKI KAYBOLUYOR

   Pazar günü olmasına rağmen Yankı, erkenden uyanmıştı. Odayı paylaştığı kardeşleri uyumaya devam ediyordu. Duvardaki saate baktı, ona geliyordu. Yatakta biraz döndükten sonra yerinde doğruldu. Banyoya gidip elini yüzünü yıkadı. Koca evde kendinden başka yaşayan bir varlık yoktu sanki. Salona geçti, Televizyonu açtı. Her zaman kendisine çekici gelen çizgi filmlere baktı bir müddet. Birbirine o kadar çok benziyordu ki. Benzer konular işleniyor benzer çözümler üretiliyordu. Aslında çok fazla şiddet içeriyordu. Bombalar, dinamitler, hava uçmalar. Bu şiddet komik olarak verildiği için göze batmıyor hatta hoşa bile gidiyordu. Öğretmenleri gibi düşünmeye başlamıştı. Bu gün pek havasında değildi anlaşılan. Kumandanın üzerindeki kırmızı düğmeye basıp televizyonu kapattı. İçeri kendi odalarına döndü. Giyinirken ortanca kardeşi uyandı. Ona " Ben arkadaşlara ders çalışmaya gidiyorum" dedi."Ödev hazırlamam gerekiyor" diye açıklama ekleme gereği duydu. "Uyanınca annemler söylersin" demeyi unutmadı. İki dakika sonra dış kapıdan çıkıyordu.

   Sokakta kimsecikler yoktu. Okul günü olsaydı, bu sokak çok kalabalık olurdu ama tatil günü herkes evinde uyuyordu anlaşılan. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Güneş bulutların arasından bir görünüyor bir kayboluyordu. Sokağın köşesinde ceplerini kontrol etti. Mendili yanındaydı. Babasını verdiği eski ama hala kullanılabilir cüzdanı da yanındaydı, küçük naylon tarağı da. Kalemlerini de almayı unutmamıştı. Yeni bir kuşun kalem, tükenmez kalem ve silgi hep yanındaydı. Sünnette takılan saatini koluna takmayı unutmamıştı. Sol yan cebinde futbolcu resimleri sağ cebinde çok sevdiği bilyesi vardı. Saatine bir kere daha baktı. İşini o kadar ağırdan almasına rağmen saat henüz on bir olmuştu. Adnan öğretmenlere gitmeden önce biraz daha vakit geçirmeliydi.

   Önce bir simit aldı cebindeki bozukluklarla. Sonra İlçenin bütün sokaklarını dolaşmıştı neredeyse. Canı istemediği halde parka gitmiş, salıncaklarda sallanmıştı. Koca park bomboştu, yani birkaç yaşlı dededen ve asker oldukları saçlarından belli olan kişilerden başka kimse yoktu. Caddeye çıkmış kitapçı ve bilgisayar oyunu satan birkaç dükkanın vitrinlerine bakmıştı. Zaman geçtikçe kapalı pencereler açılıyor, odalar havalandırılıyordu. Evlerden televizyon sesleri de gelmeye başlamıştı. Belki onuncu kere kolundaki saate baktı. Bire yaklaşıyordu. "Adnan öğretmenlerde kalkmıştır artık" diye mırıldandı. Yönünü bahçeli büyük eve döndürdü. Aslında o eve gitmek için sabırsızlanıyordu.

   Kapının önünde de bekledi bir zaman. Kapının geniş ve yüksek olması şaşırtmıyordu kendisini. Aslında ilk geldiği zamanlar şaşırmıştı. Ama buranın insanlarının çiftçilikle geçindiğini ve çoğunun evinde traktör ve römorkları olduğunu biliyordu artık. Dakikalar geçtikten sonra, cesaretini toplayıp, kapının zilini çalabildi. Bir zaman bekledi, kapıyı açan olmadı. İkinci kere çalıp çalmamayı düşünürken büyük kapının içerisindeki bir kişinin girebileceği kadar küçük olan kapı açıldı. Kapıyı açan Adnan Öğretmeninin gülümsemesi içindeki tedirginliği silmeye yetti. Kekeleyerek "Şey... Öğretmenim" diyebildi. Adnan Çelik’in hoşuna gitmişti bu sesleniş. "Gel içeri" dedi küçük kapıyı sonuna kadar açarken.

   Bahçede yürürlerken Adnan Bey "Biliyor musun Yankı" dedi "Bazen nice zamandır 'öğretmenim' diyen olmamıştı" dedi.
 
   "Dün bir kitap vardı. Onu bakacaktım da "diyebildi heyecanla. Yaşlı adam, bıyık altından gülümsedi. Solda, duvar dibinde Mehmet Usta çalışıyordu. "Geçen yıl üç dört asma çubuğu dikmiştik. Şimdi onlara çardak yapıyoruz" Merdivenlerden yukarı çıktılar.

   Adnan Bey, içeriden bir gün önce okudukları kitapları getirdi. "Sen bunları oku. Ben Mehmet ustaya yardıma gidiyorum. Bir şey olursa seslen" dedi ve merdivenlerden indi.
Üç metre aralıklarla dört kocaman boru çakmışlardı yere. Üzerine de kalın tahtalarda ızgara yapacaklardı. Duvar kenarına dikilmiş olan üç asma boy atmaya başlamışlardı. Amaç bu asma dallarını yerden kurtarmak yukarı çardağın üzerine almaktı. Bir zaman aralıksız çalıştılar. Kalas denilebilecek kalınlıktaki ağaçları eşit boyda kesiyor üst üste çakıyorlardı. Aralara ise daha ince atkılar atıyorlardı. Bütün bu işleri yere çaktıkları kalın boruların üzerinde yaptıkları için işleri daha da zordu. Onları bıraktıran Kezban hanımın "Çay hazır" çağrısı olmuştu. Mehmet usta

   "Hemen hemen hazır hadi hem çay içelim hem de ben namazımı kılayım" dedi. Adnan Bey bir an şaşırdı. "Öğle okundu mu?" dedi. Saatine baktı, saat ikiye geliyordu. Kendilerini çalışmaya verdikleri için ezanları duymamışlardı. Birlikte yukarı çıktılar. Merdiveni çıkarken Adnan Beyin aklına Yankı geldi. "Delikanlı" diye seslendi. Girişte kimse yoktu. Sağda çek-yatın üzerinde vermiş olduğu kitaplar duruyordu. Sola baktı. Çerçevenin örtüsü açılmıştı. Hemen yanı başında bir kitap fırlatılmış atılmış gibi duruyordu. O an kapıda Kezban Hanım göründü.
 
   "Kezban Kadın, çocuk nereye kayboldu" dedi. Kadın, ev sahibinin ne dediğini anlamamıştı, öylece bakıyordu. Kocası daha yüksek sesle bir kere daha seslendi. "Burada dün gelen delikanlılardan biri kitap okuyordu. Görmedin mi?" dedi. Kezban Teyze kocasının bağırmasından alınmıştı.
 
   "Ne bağırıyon" dedi. Bu defa kendisi bağırıyordu. "Çocuk mocuk görmedim ben" dedi ve içeri girdi. Adnan Bey, ustanın koluna girdi  "Canı sıkıldıysa gitmiştir" dedi. Masaya geçti Bardaklara çay doldurmaya başladı. Söylediğine kendi de inanmamıştı. Eğer gitmiş olsaydı bir "hoşça kal" derdi herhalde. Demese bile yanlarından geçerken görmeleri gerekirdi. İlgisizce omzunu silkti ardından çayını yudumlamaya başlamıştı.


   O gün akşamüzeri evin kalabalık konukları vardı. Adnan Çelik’in kardeşinin çocukları ailecek gelmişlerdi. Nevzatlar gelmişti yani. Nevzat, babası Necip, annesi Fatma, abisi Ali Osman ve kız kardeşi Burcu. Hep birlikte çay içmeye gelmişlerdi. Nevzatın babası iki üç gündür evde konuşulan tek konu olan "Ayna" yı görmek istemişti. Nevzat, daha dış kapıdan girer girmez babasının eline yapışmış, onu sürüklercesine yukarı, aynanın yanına çıkarmıştı. Babası da annesi de hayran olmuşlardı aynaya.  Ağabeyi ise her zaman olduğu gibi küçümsemişti kardeşinin buluşunu. "Hem sana ne oluyor ki aynayı bulan amcam silip temizleyen amcam" demişti. Annesi Fatma ise aynanın karşında uzun süre kalmıştı. Adnan amca nın "metal" demesine inanmamıştı parmaklarıyla dokunasıya kadar.

   Bir kaç dakika sonra bahçedeydiler. Yeni çattıkları çardağın altına bahçe masası ve sandalyelerini indirmişlerdi. Uzun bir sohbet olmuştu. Adnan Bey, yeğeni Necip’e evin son durumunu göstermiş yapmak istediklerini anlatmıştı. Neşeli ortam hava kararıncaya kadar sürmüştü. Bir ara Adnan Bey Nevzata Yankı’yı anlatmıştı. Nevzat’ta amcası gibi düşünmüştü. Amcasının sorusuna "O çok çekingen biri. Canı sıkıldıysa gitmiştir" diye yanıt vermişti.
 
   Adnan Bey "Nevzat ve kardeşleri yanında yokken yeğenine dönerek "İmreniyorum bu çocukların arkadaşlıklarına" dedi. Necip bey "Evet çocukluğumda okuduğum bazı gençlik kitapları vardı. "Kare As diye adlandırıyorlardı kendilerini." Adnan Bey anımsayamamıştı. "Hani çeşitli olaylara ister istemez karışan dört kız arkadaş vardı. Kendilerine "kare as" diyorlardı. Bunlarda onlara benziyor" O sırada Nevzat yanlarına geldi. "Arkadaşlarınla oluşturduğunuz guruba bir ad vermeyi düşünüyor musunuz" diye sordu Nevzat ın babası Necip bey.

   "Hayır babacım" dedi.  Annesi "Hani örneğin adlarınızın baş harflerini kullanarak belli adlar verirler ya " Biraz düşündü  A.N.Y.A  yada A.Y.N.A. gibi bir şeyler olabilir. Bu düşünce Nevzat ın hoşuna gitmişti. İlk fırsatta arkadaşlarına önerecekti.
      
   Önce Adnan Bey, yeğenini yemeğe alıkoymak istedi. Fatma Hanım kabul etmedi. Hatta Amcayı yemeğe götürmeye çalıştı. Sonuçta herkes kendi evinde yemek yemişti. Onlar gittikten bir saat sonra telefon çalmıştı. Arayan Nevzat'tı. Yankılara uğradığını, delikanlının sabah erkenden 'arkadaşlara gidiyorum' diyerek evden çıktığını ve bir daha dönmediğini öğrendiğini" söyledi.

   Telefonu kapattıktan sonra Adnan Bey gene düşüncelere dalmıştı. Nereye gitmiş olabilirdi bu çocuk. Ne kendisi nede Mehmet usta gittiğini görmemişti. Eve de dönmemişti. O zaman nerede olabilirdi. Aklına öğleyin gördüğü manzara geldi. Kitaplardan birini aceleyle fırlatılmış gibi aynanın yanında bulmuştu. Başını kaldırdı. Ayna tam karşısındaydı. Bir an aynanın kendisine alaycı bir şekilde güldüğünü zannetti. Gözlerini ovuşturdu. Bir ayna, parlatılmış metaldi karşısında duran.  "Bu gün bir hayli yoruldum" diye düşündü. "Hayaller görmeye başladım" yerinden doğruldu. Erken yatmalı yarın okuldan sormalıydı Yankıyı
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #10 : 23 Haziran 2016, 11:20:38 »
BÖLÜM:8 ÇAĞRISIZ KONUK
   Evin büyük kızı birden irkildi, yukarıdan bir gürültü gelmişti. Sanki biri pencereden içeri atlamış gibi gelmişti kendisine. Görevliye bağırdı, sesini duyan olmadı. Bir kere daha yukarıyı dinledi. Biri dolaşıyordu sanki yukarıda. Eski binanın tahtaları gıcırdıyordu. Bir daha bağırdı. Dış kapının açıldığını duydu. Kasıtlı olarak yere sertçe vurulan ayak sesleri işitti. Hep böyle yapıyordu bu muhafız komutanının eğittiği askerler. Kapıda nöbetçi belirdi.

   "Buyurun  prensesim" dedi. "Sizler ayakta uyurken birileri pencereden giriyorlar" dedi öfkeli bir sesle. "Bu olası değil Leydim" dedi nöbetçi. “Surların üzeri nöbetçi dolu. Ayrıca bu ev  gece gündüz  iki  nöbetçi tarafından korunuyor. Bu koşullarda bizim haberimiz olmadan bir kuş bile konamaz bu binaya" dedi. Tam o anda bir çıtırtı daha geldi yukarıdan. Nöbetçi şaşırmıştı. "Babanız Zaccaria gelesiye kadar bizim korumamız altındasınız. İzin verin çıkıp bakayım" dedi. Sesi bu kere özür diler gibiydi.

   Ne kadar ağır yürümeye çalışsalar da en az ev kadar eski ahşap merdivenler gıcırdıyordu. Seslerin sahibi ya bir hırsızdı ya da bir casus. Burada iki bucuk yıldır kuşatma altındaydılar ve teslim olmamışlardı. Kendilerine her zamankinden daha fazla dikkat etmek zorundaydılar. Düşmanları iki buçuk yıldır giremedikleri surlardan bazen casusluk için girdiği oluyordu. Sabah bir tane yakalamışlardı. Hem de bu evde yani kalenin en büyük ve korunaklı evinde. Basamakların üzerindeki sahanlığa geldiler. Bir daha dinledi ortalığı nöbetçi ve yanındaki kız. Ses içeriden büyük salondan geliyordu. Yürüme değil de kıpırdanmaydı yalnızca. Nöbetçi yanındaki prenses dediği genç kıza dönerek  "Siz burada bekleyin prensesim" diye fısıldadı.

   Kapıyı hafifçe araladı. Kendisini neyin beklediğini bilemiyordu. İçeriyi görmeye çalıştı o aralıktan. Bir şey görünmüyordu. Kapıyı birden açtı ve bağırmaya başladı "Kapıları tutun diğerleri pencerenin altına gitsin" Sanki koca bir takıma komuta ediyordu. Bir saniye sonra boşuna bağırdığını düşündü. Kocaman salon bomboştu. Ortada ki masa ve sandalyeler öylece duruyordu. Bir an aklına fareler geldi. Aşağıdan mutfaktan fareler buralara kadar çıkmış olmalıydı. Prenses dediği genç kızda yanına gelmişti şimdi. Soluk bile almadan bekliyorlardı.

   Bir iki saniye sonra nöbetçi yüksek sesle "Kimse yokmuş aşağı inelim" dedi. Kapıyı çekmeden aralık bırakarak geri çekildi. Sonra olabildiğince gürültü yaparak merdivenin ortasına kadar indi. Hemen peşinden de sessizce yukarı çıktı. İçeri girdiğinde koltuğun altına doğru kaçmaya çalışan gölgeyi gördü. Yapabileceği hiç bir şey yoktu.

   Bir saat sonra casusu yakalayan nöbetçi ve genç kız aşağıda küçük salondaydılar. Yaşı elli civarında olan bir adamla konuşuyorlardı. Salonda üç kişi vardı, casusu yakalayan nöbetçi, kale korumalarının komutanı ve kalenin hakimi durumundaki Dük Zaccaria . Yaşlı Dük
 
   "Demek bir casus daha yakaladınız" dedi. "Evet Efendim" dedi nöbetçi hazır durumunda.

    "Aferin size. Bugün iyi bir ödülü hak ettiniz ama durumumuzu görüyorsunuz. Bu sıkıntılı durumdan çıkar çıkmaz başarınızı üstlerime anlatacağım" dedi. Komutan "Nöbetçi görevine dön" dedi. Sesinde emredici bir ton vardı.

   Nöbetçi çıktıktan sonra, salonda uzun bir sessizlik yaşandı. Ticaret elçisi durumundaki Dük Zaccaria ne yapmaları gerektiğini düşünüp duruyordu. Bu nedenle sabah erkenden yola çıkmış çıvarı dolaşmıştı. Kuşatmaya askerleri çok uzun zamandır dayanıyordu ama kuvvetlerinin sonuna gelmiş gibiydiler. Hem burada bulunma nedenleri savaş veya askeri değildi. Cenova Cumhuriyetinin temel dayanağı ve temel geliri olan ticaretti. Akdeniz’de, Adalar denizinde, Pontus Denizinde sayısız ticari ve askeri üsleri vardı. Yıllardır küçük Asyanın içinde ilerleyen Türkmenler kıyıya ulaşmışlardı. Symirna’nın kalesini fethetmişler sıra sahildeki kaleye gelmişti. Türkmen beyi kendilerini abluka altına almış teslim olmalarını istiyordu.
 
   Bir kaç hafta önce Tepedeki Amazon kalesinde oturan Umur Bey, bir anlaşma teklif etmişti. “Symirna’yı bana bırakın size Sakız adasında ticaret üssü vereyim” demişti. Sakız’da önemli bir yerdi. Uzun yıllar, ezeli düşmanları Venedikliler kontrol etmişlerdi Sakız adasını. Sonra Türkler almıştı Sakızı. Üstelik Umur Gazi, Sakız adasının hemen karşısındaki küçük koya bir liman yapayım her türlü fiziksel olanağı oraya hazırlayayım. Burada yaptığın bütün ticareti orada yaparsın" demişti. O zamanda belki bugün olduğu gibi ucuz malzemelerde alabilir, Avrupa’nın içlerine satabilirlerdi.

   Küçük Asya’nın bereketli topraklarında, sayısız ürün yetişiyordu. Buğday, arpa, yulaf gibi tahıllar; balmumu, şap gibi Anatolia’ya özel ürünler, Tanrıların armağanı zeytin, zeytinyağı, binbir çeşit üzüm, sirke, şarap gibi sofra ürünleri; At, Eşek, katır koyun gibi evcil hayvanlar ve en önemlisi doğudan Asya’nın içerisinden gelen kızlı erkekli genç güçlü köleler. Bunları Cenova nın kuzeyindeki ülkelere Franklara, Germenlere, Normanlara hatta kuzeyin vahşileri Vikinglere satmaya devam edebilirlerdi. Umur Bey bütün bunları iyilik olsun diye yapmıyordu tabii. Onun hesabı Adalar denizi üzerineydi. Symirna yı kendisine üs yapacaktı. Bu doğal limanda dağlardan gelen iyi kereste ile gemiler yapacak Adalar denizinin Belki de Akdeniz in hakimi olacaktı.

   Şu an bu öneriyi ciddiye almaktan başka çareleri yoktu. İçeride bir kaç haftalık yiyecekleri kalmıştı. Daha da önemlisi düne kadar dostları ve silah arkadaşı saydıkları Bizanslılar kendilerine yeni dost olarak Venediklileri seçmişlerdi. Sonuç olarak burada iki yıldan beridir yapayalnızdılar. Belki yıllar sonra Papa’nında yardımıyla geri gelirler Türkler buralarda köklenmeden söküp atabilirlerdi. Daldığı düşüncelerden sıyrılan Zaccaria, kale komutanına döndü.

   "Komutan Humbert, bu sabah bütün civarı dolaştım, kuşatma devam ediyor. Türkler vazgeçecek gibi değiller, bizlerse dayanabileceğimizin son noktasındayız. Vaat edilen yardım dersen hala görünürlerde yok. Türkler bu durumu bilmiyorlar ama tahmin ediyorlardır.

   "Efendim" dedi Komutan "Biliyorsunuz bu gün iki casus yakaladık. Biri sabah sizin konutunuzun dışında diğeri ise yukarı salonda ele geçti."  Dük şaşırmıştı. "Anlamadım, ikinci casusu yukarıda salonumda mı yakaladık dedin? " Kale Komutanı kıpkırmızı olmuştu. Ne diyeceğini bilemedi. "Bizde anlamadık efendim. Hem ele geçirdiğimiz casus bir hayli garip. Hatta casustan çok bir çocuk" dedi. Martine Zaccaria iyice öfkelenmişti.

   "Ne demek çocuk… Bir çocuk üç yanı denize bakan kaleden içeri giriyor sonra daha yüksek duvarlı iç kaleye giriyor ve benim konutuma üstelik üst kata çıkıyor öyle mi?"  Bu bağırma karşısında Humbert' un yapacağı hiç bir şey yoktu. Yalnızca aklından bunun hesabını "O casuslardan sormak" geçiyordu.

   Bir iki dakika salonda oradan oraya yürüdü yaşlı adam. Evet, bu sabah vermiş olduğu kararın ne kadar doğru olduğunu anlamıştı. Kaleyi ve kenti tamamen boşaltacaklardı. Gazi Umur’un önerdiği anlaşmayı imzalayacaktı. En önemlisi kendisinin ailesinin ve yanındakilerin can güvenliğinin sağlanmasını isteyecekti. Artık, Cenova’dan beklediği yardımın gelmesine gerek kalmıyordu. Yine de biraz daha düşünecek en yakın çevresinin fikirlerini alacaktı. Ne de olsa böyle bir kararı tek başına alması doğru değildi. Kapının yanında dimdik duran iri yapılı genç komutana döndü

   "Nerede bu casuslar" dedi. Komutan, fırtınanın geçtiğini anlamıştı

   "Kale zindanında efendim" dedi. Zaccaria, kendisine en yakın koltuğa oturdu. "Öğle yemeğimi getirsinler" diye buyurdu. Komutan "Emredersiniz" dedi ve sert bir dönüş yapıp dışarı çıktı.


   Yanında iki asker ile sayısız merdivenlerden indiler. Yol boyu şaşkınlıktan ve korkudan ağzını bile açamamıştı. Her kat inişinde pencereler azalıyor ortam karanlıklaşıyordu. Nem havayı iyice ağırlaştırıyor, nefes almalarını zorlaştırıyordu. İlk başta saymayı denemişti indiği katları. O kadar çok merdiven inmişlerdi ki sayısını karıştırmıştı. En son indikleri basamaklardan sonra uzun bir koridordan yürümüş ve kalın ve küçük bir kapının arkasına atılmıştı.

    İçeri yuvarlanır gibi girdi, bir zaman düştüğü yerde kaldı. Karanlık soğuk ve havasız bir yerdeydi. Kapının kapanmasını,  kilidinin dönüşünü dinledi. Sonra kendini buraya getiren askerlerin ayak sesleri uzaklaştı, uzaklaştı ve sessizlik doldurdu gölgeleri. İşte o an, içeride soğuk taşların üzerinde yatan kişi neler olduğunu düşünecek zaman buldu.

   Yarım saat önce Adnan öğretmenin evindeydi. Elinde birçok kitap, ödevi için hazırlık yapıyordu. Sonra ezan seslerini duymuştu. Başını okuduğu kitaptan kaldırınca gözü karşıda duran aynaya takılmıştı. Aynanın yüzeyi parıldıyordu. Bir zaman sonra parıltılar yerini yüzeyde kıpırdanmalara bıraktı. Sanki durgun bir suyun yüzeyi hafif hafif dalgalanıyordu. O saniye içinden o çırpıntılara o suya dokunma isteği duymuştu. Yerinden doğrulmuş, aynaya yaklaşmıştı. İşaret parmağını dokundurdu. Parmağı aynanın içinde kayboldu. Bu hoşuna gitmişti, elini aynanın yüzeyine daldırdı. Dayanılmaz bir istek daha, daha diyordu içinden. Sol elindeki kitabı fırlattı. Önce elleri sonra kolları kayboldu aynanın yüzeyinde. Ve birden bir girdap oluştu. Yüzeyde korkunç bir anafor oluşmuş delikanlıyı kendisine çekiyordu. Bir saniye geçmemişti ki Yankı, kaybolmuş, kendini kocaman görkemli bir salonda bulmuştu. Garip olan ise aynanın arkasından değil de yine aynanın yüzünden çıkmıştı. Hatta salonun içerisine düşmüştü.

   Kendini, bambaşka bir yerde görünce, ne yapacağını bilememişti. Yüreği deli gibi atıyordu. Bir an çevresine bakınmış buraya nasıl ve nereden geldiğini anlamaya çalışmıştı. Adnan öğretmenin evinde ki aynayı arkasındaki duvarda görmüştü. Hemen yerinden doğrulmuş aynaya koşmuştu. Aynanın yüzeyi bütün sertliğiyle duvarda duruyordu. Elini uzatınca metale çarpmıştı. Bir daha bir daha denemiş ama olumlu bir sonuç alamamıştı. Nerede olduğunu bilmiyordu. Çevresine bakınmış salonun pencerelerine koşmuştu. Duvarlar görmüştü yalnızca,  yüksek ve kalın duvarlar. O zaman bir kalenin içerisinde olduğunu anlamıştı. Yaptığı gürültüye koşup gelenler olmuştu doğal olarak Şimdi ise pencereden gördüğü kalenin en dibinde zindanda olmalıydı.

   Yerinden doğrulmaya çalışırken etrafı seçmeye başlamıştı. İçerisi zannettiği gibi zifiri karanlık değildi. Yukarıda bir insanın geçemeyeceği kadar küçük bir mazgaldan ışık geliyordu. Ama o kadar zayıftı ki ancak kendini aydınlatabiliyordu. Birden gözleri parladı. Bu bir rüya olmalıydı. "Rüya bu yalnızca bir rüya" diye bağırdı.
 
   "Yavaş ol arkadaş"  Yankı korktu. İçinde bulunduğu zindanı taradı gözleri. Dipte köşede bir karaltı gördü. Konuşan o kişi olmalıydı.

   "Kim O!!" diye bağırdı. "Kim var orada" Gölge, yerinden doğruldu. Ağır adımlarla yanına yaklaştı. "Korkma arkadaş" dedi. Sesi Yankı’nın aksine alçak tondaydı sıcaktı ve dostçaydı. "Korkma benden sana zarar gelmez" dedi. Çocuk yerinden iyice doğrulmuştu. Yanına gelen kişi elini uzattı. Yankı, dostça uzatılan bu eli yakalayıp ayağa kalkmıştı. "Liman kalesinin zindanındayız. Ben, güzel bir kızı görmek için geldim ama beni casus diye yakaladılar. Sonra sen geldin" dedi.

   O an kafasında şimşek çaktı. Deminden beri yanında çevresinde bulunanlar hep başka bir dilde konuşuyorlardı. Kafasını kaldırdı. Kendisinden bir kaç yaş büyük olduğunu tahmin ettiği kişiye baktı. Bu kişi Türkçe konuşuyordu. Biraz kaba yada farklı gibi olsa da konuştuğu Türkçe'ydi.

   "Benim adım İbrahim" dedi. Karşısındakinin bir şey anlamadığını görünce ekledi. " İbrahim Bahadır. Mehmet Bey in üçüncü oğlu" Gene bir tepki almadığını görünce şaşırdı. Yiğitliğinin nam saldığını düşünüyordu ama kendisini tanımayan biri duruyordu karşısında. Açıklamasını daha da derinleştirdi. "Dedem, Aydın beydir. Ağabeylerim Hızır Çelebi ve Umur Beydir"

   "Tamam, tamam anladım" diyebildi Yankı, afallamıştı. Tekrar rüya gördüğünü düşünmeye başlamıştı. Bir saat önce serin ve gölgelikli bir bahçede kitap okuyordu. Şimdi ise karanlık bir zindanda kendisini Aydın oğlu Mehmet beyin üçüncü oğlu diye tanıtan biriyleydi. Dilini ısırdı, acımıştı dili, demek ki rüya değildi.
 
   "Peki, sen kimlerdensin" dedi, adının İbrahim olduğunu söyleyen genç. "Bunca mintanı esvabı nereden buldun. Bizim dilimizi konuşuyorsun ama çok garip konuşuyorsun" Ne diyecekti Yankı şimdi. Durumu nasıl anlatacaktı. Bu zindandan çıksa bile nasıl geri dönecekti. Yoksa hiç dönüş umudu yok muydu? Bir an içinden ağlama isteği geldi. Anacığı yanında olsaydı başını anasının omzuna dayar hüngür hüngür ağlardı.

   "Burası neresi İbrahim Ağabey" dedi. İbrahim başında ki sarığı biraz geri itti. Bir adım geri çıktı. Gerçekten karşısında duran bu çocuk irisi kimdi. Köse olabilir miydi?  Düşmanın, özellikle frenklerin, köse olduğu için yaşını göstermeyen kişilerden casuslar yetiştirdiklerini çok duymuştu. Ama bu safdil çocukta öyle casus havası yoktu.

   "Delikanlı, belli ki yabancısın ama farklı da olsa bizim dilimizi konuşuyorsun. Hangi Türkmen boyundansın. Burası, Symirna, Anadolunun gün batımındaki en güzel yerlerinden biri. Babam yukarı Amazon kalesini on iki sene önce aldı. Bizlerle aynı zamanda da bu kaleye Martino Zaccaria adında bir Frenk beyi geldi. İki yıldan biraz fazla zaman önce de Umur Ağam bu liman kalesini kuşattı. Bu gün, yarın teslim olurlar diye bekliyoruz" dedi. Açıklama sırası Yankı’ya gelmişti.

   "Ben buralara çok uzaklardan geldim. Yolumu ve evimi kaybettim. Ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum." Sesi ağlamaklı bir hal almıştı. "İnanın ki kimseye bir zararım yok." Ha ağladı ha ağlayacaktı  "Hiç bir suçum ve kabahatim yok. Yalnızca denizi ve yelkenlileri seviyorum." Gözlerinden bir iki damla yaş süzüldü. "Öğretmenimin verdiği ödevi yapmaya çalışıyordum ama o ara kayboldum." İçinde biriken heyecan ve korku gözlerinden iri damlalar halinde süzülmeye başlamıştı.

   "Ağlama arkadaş" dedi İbrahim Bahadır yanındakinin bir casus olamayacağını anlamıştı. Bu olsa olsa yolunu kaybetmiş bir çocuk olabilirdi ancak. "Arkadaşlarım, burada olduğumu biliyor. Ağam bizi buradan çıkarır, o zaman senin aileni buluruz" dedi. Yankı ise ağlamayı bırakmış durumu kabullenmişti. Bu bir rüya veya hayal değildi. Ayna yüzünden buraya gelmişti ve geri dönecekti.


   Kalenin en güzel odalarından birinde iki kız konuşuyordu. Dük Martino Zaccaria nın kızlarıydı bunlar. Biri yani büyük olanı Eva ve küçük olanı Maria. Eva mutluydu, nasıl mutlu olmasın ki sevgilisi komutan Viennous Dauphin Humbert babasının gözüne bir kere daha girmişti. Aynı gün iki casus yakalamıştı.
 
   "Gördün mü" dedi. "Humbert, iki casusu nasılda kıskıvrak yakaladı. Yarın sabah sorguları tamamlanınca ikisini de kale surlarından atarlar." dedi. Küçük kardeş gülümsedi. "İkisi de casus değil onların. Biri, beni görmeğe geldi, Umur Beyin kardeşi. Genç ve yakışıklı bir yiğit, üstelik sevdiğini görebilmek için ölümü göze alabilecek kadar sevdalı.” Birkaç saniye sessiz kaldı. “Diğerini ise tanımıyorum ama daha bir çocuk. Babam çocukları cezalandıracak kadar canavarlaşmadı."

   "Humbert, kale komutanı olsaydı ikisini de öldürürdü ama babam yufka yürekli. Yufka yürekle bu işler olmuyor görüyorsun" dedi. Küçük kardeş ürperdi, yapar mıydı acaba. Ne olursa olsun yardım etmeliydi onlara.

   Gün boyu konuşmuşlardı. Daha doğrusu İbrahim Bahadır Bey konuşmuştu, Yankı dinlemişti. Sevmenin güzelliğinden, sevdiğinin alımından, edasından söz etmişti. Sık sık "sen daha küçüksün anlamazsın" dese de ne demek istediğini anlıyordu Yankı. Ne de olsa kendiside gençti. Zindanın bir ucundaki samanlara yatmışlardı. Daha doğrusu İbrahim Bahadır yatmıştı. Yankı ise alışkın olmadığı için bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu.

   İbrahim Bahadır, babasını, ağasını anlatmış durmuştu. Yankı ise inanılmayacağını bildiği için ya da yalancı durumuna düşmemek için olabildiğince az konuşmaya çalışıyordu. İbrahim sözü dolandırıp liman kalesi beyinin küçük kızına getiriyordu. Güzelliğini öve öve bitiremiyordu. Sonra Ayasuluğ’dan yaptıkları akınları anlatıyordu. İşte o zaman Yankı söze giriyor ayrıntıları anlamaya çalışıyordu. Denize açıldıkları tekneleri tekrar tekrar anlattırıyordu.

   Bir ara nöbetçi, kapının altından iki kap uzattı. O zaman Yankı ne kadar acıktığını anlamıştı. Onun bu halini gören İbrahim kendi hakkını da arkadaşına vermişti. Hoşuna gitse de gitmese de o bulamaç gibi şeyleri çabucak yutmuştu. Sonra yine konuştular. Karanlık zindan daha da karanlıklaşınca gece olduğunu anlamışlardı.

   Zaman akıp gidiyordu. İbrahim Bahadır da eskisi gibi konuşmaz olmuştu. Bir süre sonra ise uykunun bedenine yavaş yavaş işlediğini düşünmüştü Yankı. Uyuyunca belki Adnan Öğretmenin evinde uyanırdı.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #11 : 27 Haziran 2016, 16:29:17 »
BÖLÜM:9     NEREDESİN YANKI

   Yatakta uzun süre dönmesine rağmen uyku tutmamıştı Adnan Çelik' i. Bir yerde vicdan azabı çekiyordu. Çocuk kendi evinde rsrarengiz bir şekilde ve aniden kaybolmuştu. Gece ne zaman uyuduğunu ise anımsamıyordu. Her şey rağmen erkenden uyanmıştı gene de. İyi bir banyo ve tıraş uykusunu tamamen açmıştı. Kuvvetli bir kahvaltı ise güne hazır olmasını sağlamıştı.

   Okula gitti ilk önce. Nevzatı, Alihanı ve ikiz kardeşi Aslıhanı buldu. Onlarda herhangi bir gelişme yoktu. Delikanlı, onları aramamıştı. Öğrencilerin derse girmelerini beklemek zorunda kalmıştı Arife Hanımla görüşebilmek için. Arife öğretmen sevdiği ama bir yandan da aşması gereken problemleri olduğunu bildiği, bir öğrenci için velisinin değil de bir yabancının gelmesine şaşırmıştı. Öğretmen Hanım, öğrencisini ve sınıf içindeki durumunu anlattı. Adnan Bey "eve gitmemiş olduğunu" söyleyince şaşırmamıştı. "Belki de sokak çocuklarından biri oldu" demişti. Oradan Okul Müdürüne çıktı. Çocuğun ev adresini almalıydı. Müdür bey adresi vermek istemese de durumu öğrenince kabullenmek ve adresi vermek zorunda kalmıştı.

   Kendine verilen adrese ulaşması zaman almıştı. Delikanlının evi uzaktaydı. Çocuğun daha iyi bir okulda okuyabilmek için her gün ne kadar yol kat ettiğini görünce şaşırdı. Yeğeninin söylediği gibi olmalıydı. Yankı, babasının eski görev yaptığı yerde iyi bir eğitim alamamıştı. Burada ise yaşadığı kültür şokunu atamamış, çevreye uyum sağlayamamıştı. Biraz yardım ve destek ile başarılı bir öğrenci ve iyi bir yurttaş olabilirdi.

   Mahalle, sonradan kurulmuş, yolu olmayan bir mahalleydi. Kapısının önünü süpürmeye çalışan yaşlı bir kadına yaklaştı. Aradığı ev üç dört ev ilerisindeydi. Kapıyı çaldı. Küçük bir çocuk açtı kapıyı. Çocuğun zayıflığı, giysileri ve evin dış görünümü ailenin ekonomik yapısını anlatıyordu. Çocuğun ardından, genç kadın göründü kapı aralığında. Adnan Bey, kadını görünce iki şeyden emin olmuştu. Birincisi doğru evdeydi. İkincisi doğru kişiyle görüşüyordu. Daha önemli olanıysa Yankı’nın eve dönmemiş olduğunu annenin yaşlı gözlerinden anlamıştı.

   Kadınla, kısa bir kapı önü görüşmesi yapmıştı. Kendini tanıttı, durumu uygun bir dille anlattı. Delikanlıyı ne zaman ve nasıl tanıdığını anlattı. Bir gün önce eve saat kaçta geldiğini nereye oturduğunu tüm ayrıntılarıyla anlattı. Ağlamaktan gözleri şişmiş bir anneyi inandırmak zordu. “Öylece çıktı gitti” demişti. Yine de en kısa zamanda oğlunu bulacağını söyledi. "Bütün zamanımı bu işe ayıracağım" demişti. Kadın bir ara elini cebine atmış çocuğunun okul için çekilmiş resimlerinden birini vermişti Adnan beye. Bir süre sonra genç anneyle vedalaşıp ayrılmıştı. Yönünü kendi evine çevirmişti. Önce eve uğrayacak arabasını çıkaracaktı. Şimdi gideceği yer belliydi. Yarım saat sonra ise yüksek bir yerde arabasını durdurmuş gideceği yeri ve denizi gözlüyordu.


   Ege denizinin geniş bir körfezle bir yay gibi Batı Anadolu içlerine girdiği bir yerde kurulmuştu Ada ilçesi. Kıyıdan bir kaç yüz metre ileride bulunan kayalık bir adadan adını alıyordu ilçe. Kocaman limanı, marinası ve kumsallarıyla tanınmıştı. Güney yönündeyse sayısız koyları sakin kumsallarla uzun bir sahil şeridi uzanıyordu. Onunda ötesinde Milli park vardı. İsterseniz İlçenin içindeki ya da hemen yanındaki plajlarda denize giriyordunuz. Yok, gürültü ve kalabalıktan hoşlanmıyorsanız sessiz ve sakin bir koyda kafanızı dinleyebiliyordunuz. Bütün bunlar değildi Adnan Beyi sabahın ilerleyen sahillerinde Ada’ya getiren. Arabasının yönünü İlçenin çıkışına Marinaya çevirmişti. Kısa bir süre sonrasında ise aracını marinanın otoparkına bırakmıştı.

   Başlangıcında küçük ve sempatik bir deniz fenerinin olduğu uzun bir dalga kıranı vardı marinanın. Bu dalgakıran koruyordu sayısız motorlu ya da yelkenli tekneyi sert rüzgarlardan ve dalgalardan. Onlara ev sahipliği yapıyordu. Sayılamayacak kadar çok, yerli ve yabancı, irili ufaklı tekne marinanın içini doldurmuştu. Yatlar, gezi tekneleri, kotralar guletler katamaranlar. Çoğu beyaz olmasına rağmen hemen hemen gökkuşağının bütün renklerinden tekne vardı içeride. Kimi kenarı bağlı kimi karaya çekilmiş durumdaydı. Kimi yalnızca dinleniyor yeni deniz sezonunu bekliyordu. Kimi ise revirde sırasının gelmesini bekleyen hastalar gibi arızası onarılsın diye bekliyordu. Marina ve içerisindeki teknelerin güzelliği Adnan beyin bile çok hoşuna gitmişti. Denizin bir tutku olabileceğini o zaman anlamıştı emekli öğretmen Adnan Hoca. Dakikalarca, oraya niçin gelmiş olduğunu unutarak çevresine bakınmıştı. Ziyaret nedeni aklına geldiğinde ise doğruca yönetim binasına yürüdü.   

   İşi bitip umutsuzca geri dönerken bir kere daha baktı o bambaşka dünyaya. Böyle bir dünyayı nasıl tanımadığına hayret etti. Üç yanı denizlerle çevrili bir ülkede yaşamasına rağmen kendi gibi denizin güzelliğinden habersiz milyonlarca kişinin olabileceği aklına geldi. Üstelikte şanlı bir deniz tarihleri vardı. Onlarca yüzlerce iyi denizci yetiştirmiş bir milletti Türk milleti. Denizin üzerinde savaşmıyordu yalnızca. Araştırıyor, öğreniyordu da. Bunun en büyük örneği Piri Reis değil miydi?

   Önce kimse kendisiyle konuşmak istememişti. Soru sormaktan başka işi gücü olmayan geveze meraklılardan biri zannetmiş olmalıydılar. Sonra kendini tanıtıp kayıp bir çocuğu aradığını söyleyince ilgi göstermişlerdi. Gösterdiği resmi bir iki görevli tanımıştı. Hatta biri adını bile biliyordu. "Önceleri bizi uzaktan izliyordu. Zamanla yakınlaştı. Son günlerde ise yaptığımız işlere yardımcı olmaya bile başlamıştı" demişti. Aynı görevliye göre çocuk üç beş gündür ortalıkta görünmüyordu.

   Eve vardığında öğlen olmuştu. Arabayı kapının önünde bıraktı. Mehmet Usta, her zaman olduğu gibi boş durmuyordu. Dün yaptıkları çardağı boyamaya çalışıyordu. Onu selamlayıp yukarı merdiven boşluğuna çıktı. Yol boyu olayın ayna da düğümlendiğini düşünmüştü. Akıl almayacak bir şeymiş gibi görünse de bu konuya zihni takılıp kalıyordu. İçeri kitaplığa girdi. Kucağında üç gündür taşınan kitaplarla çıktı. Aynı yere bir gün önce Yankı’nın oturduğu yere oturdu. En üstteki kitabı aldı. Kafasını kaldırıp karşıya baktı. Olayın üzerinden neredeyse yirmi dört saat geçmişti.

   "Neredesin çocuk" dedi mırıltıyla. "Neredesin Yankı"

   "O kadar üzülme Adnan Bey, bir gün gelir" dedi. Sesi duyunca irkildi. Elinde çay tepsisiyle gelen Kezban hanımı görünce rahatladı. "Belki açsındır. İçeride bir şeyler hazırlıyorum Allah ne verdiyse. Ama taze çay var, az önce Mehmet usta için yapmıştım" dedi. Tepsiyi sehpanın üzerine bırakarak içeri girdi. Adnan Bey, çay bardağını aldı. Aynaya bakmaya devam ediyordu. Bir dakika sonra Kezban Kadın elinde örme bir torbayla dışarı çıktı. Karşıya bahçe sandalyelerinden birine oturdu. İşini kaldığı yerden örmeğe başladı. O ara uzaklardaki camilerden ezan sesleri duyulmaya başlamıştı.

   Yaşlı adam, eline çay bardağını aldı, sırtını çek yata dayadı. Yavaşça ses çıkarmaktan korkuyormuş gibi çayını karıştırmaya başladı. Gözlerini sanki bir katilmişçesine aynaya dikti. Bir ara göz ucuyla Kezban kadına baktı. Kadın dünyadan habersiz elindeki dantel işlerini yapıyordu. Bakışları tekrar aynaya kaydı. Yakınlardaki camilerde de ezan okunmaya başlamıştı. Çayından bir yudum daha aldı.

   Gördükleri veya gördüğünü zannettikleri karşısında iyice yaşlandığını düşündü Adnan Bey. Gözleri yorulmuştu ya da uykusu gelmişti.  Çünkü baktığı aynanın yüzeyi titreşmeye başlamıştı. Bardağı bıraktı. Gerneşti, gözlerini ovaladı. Aynanın yüzeyi titreşmeye devam ediyordu. "hayırdır İnşallah" dedi kendi kendine. Kezban hanımın yılların alışkanlığıyla tepsinin yanında getirdiği elbezini aldı. Yerinden doğruldu. Aynaya yaklaştı. Aynanın yüzeyindeki titreşim dalgalanmaya dönüşmüştü. Bezi aynanın yüzeyine dokundurduğunda en az Yankı kadar şaşırmıştı. Bez ve bezi tutan parmakları aynanın içine dalmıştı. Eli ıslanmıyordu ama sanki bir su kabına dalıyordu. Şaşkınlık bir tür korkuya dönüşüyordu. O hep beynini kemiren "Bunama" korkusunun gerçekleştiğini düşünmeye başlamıştı.

   Önce parmakları sonra eli gömüldü aynanın yüzünden içeri. Karşı konulamaz bir kuvvet çekiyordu kendisini sanki. Dirseği ve omuzu kayboldu daha sonra. Ne yaparsa yapsın elini ya da kolunu geri çekemiyordu. Aksine bedeni girmeye başlamıştı aynadan içeri. "Bir ara başı kaybolmadan Kezban Hanım" diyebilmişti o kadar.

   Kezban hanım adının seslendiğini duyunca başını yaptığı dantelden kaldırmış sesin geldiği yöne çevirip bakmıştı. Adnan Beyi yani çocukluğunun "Ado" sunu aynadan içeri girerken görmüştü. Daha doğrusu aynadan içeri giren bir çift bacak görebilmişti. Bir çığlık attı ve bayıldı. Daha sonra Adnan Beyin nerede olduğunu soranlara durumu anlatacak ama kimseyi inandıramayacaktı.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #12 : 29 Haziran 2016, 14:49:07 »
BÖLÜM: 10   KUŞATMA

   Soğuk ve karanlık bir gece yaşamıştı, Yankı. Yaşamının en kötü gecelerinden biriydi bu. Üşümüştü ama bu, babasının odun kömür alamayıp sobayı yakmadan yattıkları gecelere benzemiyordu. O zaman hiç olmazsa sarılacak kardeşleri, üzerine örtebileceği ince bir yorganı olabiliyordu. Korkmuştu Yankı, yalnızca karanlıktan değildi bu korku. Yahut köşeden çıkıverecek iri bir fare korkusu değildi. Ne olacağının korkusuydu. Yalnızdı. Diğer bir köşede oturan İbrahim Bahadır vardı. İbrahim Bahadırı ne kadardır tanıyordu ki, olsun olsun bir kaç saat.

   Bir kaç kere uyuklamıştı ama hemen uyanıvermişti ardından. Evini, ailesini, arkadaşlarını özlemişti ama nasıl dönebileceğini bilmiyor bir çıkar yol bulmak için düşünemiyordu. Yalnızca Tanrı’ya bir an önce sabah olması için dua ediyordu. Yukarıda olan o minicik pencerenin biraz aydınlanmasını bekleyip durdu. Gözleri pencerede uyuyakalmıştı.

   Büyük bir gürültüyle uyandı Yankı. Nöbetçi kapıyı tekmeliyor bağırıp çağırıyordu. Önce İbrahim Bahadır kapının önüne koşmuştu. "Ne var ne oluyor" dedi. Konuşan dünden beri kendisiyle konuşan kişiydi ama konuştuğu dil başkaydı. Kendisini yakalayanların dili ile konuşuyordu. Nöbetçi havlar gibi hızlı ve boğuk yanıt veriyordu. Az sonra kapı açıldı. İçeri yüzünü dünden anımsadığı süslü elbiseli adamla bir kaç nöbetçi girdi. İbrahim, Yankı’nın kulağına eğildi. "Kale komutanı" dedi. "Ben sana söylemiştim, salıverecekler" Yine komutana döndü bir şeyler söyledi. İbrahim Bahadır’ın iki yanına birer asker geldi. Tam yürümek üzereydiler ki İbrahim durdu. Eliyle Yankı’ya "hadi" dedi.

   Yankı, zindanın kapısından çıkıp onların ardınca yürümek üzereydi ki bir başka nöbetçi araya girdi, yürümesine engel oldu. İbrahim Bey, iki yanındaki korumaları iteledi. Doğrudan zindanın kapısına geldi geceyi aynı soğuk hücrede geçirdiği delikanlının koluna girdi. Önce onların dilinde bir şeyler söyledi Sonra Türkçe "O benim karındaşım, O da benimle geliyor" dedi. Korumalar Komutanlarına baktı. O da askerlerine tek bir kelime söyledi. İki nöbetçi kenarı çekilmişti. İki arkadaş kol kola Komutanın arkasından yürümeye başlamışlardı.

   Dışarı ilk çıktıklarında gözleri kamaştı her ikisinin de. Sabah erken saatler olmasına rağmen güneş dünyayı kavurmaya başlamıştı. Bir zaman sonra kısık olan gözleri açılmaya çevreyi daha iyi görmeye başlamıştı. Nerede olduğunu anlamamıştı. Nöbetçiler onları derin ve su dolu bir hendeğin karşısında bırakmışlardı. Onlar iner inmez hendeği aşan tahta köprü yükselmeye başlamıştı. Zincir şakırtıları durduğunda ise köprü tamamen kalkmış koca bir duvar olmuştu. Yankı, geri dönüp çıktığı kaleye baktı. Bir minare boyu yüksekliği vardı duvarların Üzerinde askerler geziniyordu. Ayaklarının dibinde ise üç dört metre genişlikte derin bir hendek vardı. Hendeğin bir ucu doğrudan denize ulaşıyordu. Diğer ucunu göremedi ama o ucunda denize ulaştığını biliyordu. Biliyordu çünkü daha kalenin avlusuna çıkar çıkmaz deniz kokusunu almıştı. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Martılar çığlık çığlığa uçuşuyordu.

   "Eskiden bu hendek yokmuş" dedi İbrahim bey. Babam ne zaman yukarı Amazon kalesini almış o zaman bu hendeği kazmış küffar." Yankı yanında yürüyen delikanlının gösterdiği yere bakınca fark etti tepedeki kaleyi. "Ben dememiş miydim" dedi bilgiççe gülerek. "Bunlar Ağamdan korkar sabaha kalmaz bırakırlar bizi diye" gülüyordu. Karşıya ulu bir kalenin kurulduğu dağın eteklerine doğru yürüyorlardı. Uzakta yamaçta evler, bahçeler ve tepede de kısmen yıkılmış kısmen sağlam kalmış surlar görünüyordu. Surlar ovanın bittiği tepenin başladığı yerden yükselmeye başlıyor tepedeki kaleye kadar sürüyordu. Bakımsız olduğu her halinden belliydi.

   Uzaktan bir toz bulutu göründü. Bir grup atlı yanlarına doğru yaklaşıyordu. Yaklaşık bir kilometre ötede ise yer yer çadırlar göze çarpıyordu. Biraz dikkatli bakınca çadırlara girip çıkanlar belli oluyordu. Atlılar yaklaştı yaklaştı. "Umur Ağam beni karşılamaya geliyor her hal" dedi İbrahim bey. Atlılar yanlarına gelince durdu. En öndeki attan iri yarı bir yiğit yere atladı. İbrahim Bahadır’a doğru koşmaya başladı. İbrahim’de ona koşuyordu. Bir an kucaklaştılar. Bir birlerine sarıldılar.

   "Eğer seni salıvermeselerdi o kaleyi başlarına yıkardım" dedi. İbrahim ise "Senin adını duyunca korkmayacak birini ne denizlerde ne de karada tanımıyorum" diye yanıtladı. Bir daha bir birlerine sarıldılar. Bir dakika sonra attan inen yiğidin bakışları biraz ilerde bekleyen Yankı’ya kaydı.

   O zaman İbrahim zindandaki garip arkadaşını anımsadı. "Bu" dedi. “Yolunu kaybettiğini söyleyen bir garip çocuk bu,  anne ve babasını bulmaya çalışıyor" dedi. Bir an Umur Bey "Çaşıt olmasın" dedi. İbrahim  "Garibin biri ben kefilim kendisine" dedi. Kulağına eğilerek “Biraz da saf sanki” Grubun yanlarında gelen atlardan birisine atladı. "hadi" diye işaret etti Yankı’ya. Sonra bileğinden kavradığı gibi arkasına aldı.

   Komutan da atına atlamıştı. Bir işareti ile gurup geri döndü. Tozu dumana kataraktan geldiği yöne yol almaya başladı. İbrahim Bey önce az önce çıktıkları kalenin dibine yaklaştı. Atını şaha kaldırdı. Yukarıda kendisini izleyen kıza el salladı. Ardından önde dörtnala giden gruba yetişebilmek için atını topukladı.

   Delikanlı, nasıl olup da fark edemediğine hayıflanıyordu. Belki yukarıdan surların üzerinden bakmış olsaydı anlardı. Kale yani İbrahim beyin deyimiyle liman kalesi karanın denize bir burun olarak uzadığı yerde kurulmuştu. Bu burunun kara ile tek bağlantısını hendekle kopardıklarında bir tür ada gibi olmuştu kale Kalenin kara yönünde ise yaklaşık bir kilometre uzağında Aydın oğulları kaleyi kuşatma altına almışlardı. Kocaman çadırlar bir yay gibi sarıyordu kaleyi. Denizin bir ucundan başlayıp diğer ucuna doğru çepeçevre kuşatıyordu.

   Yankı, attan çadırların kurulduğu yerde indi. Yanlarına yedi sekiz yaşlarında bir çocuk geldi. Yabancıyı göstererek sordu "Amca kim bu"  İbrahim bir kahkaha attı. "Hundi" dedi çocuğu kucakladı. Kısa saçlarını parmaklarıyla karıştırdı sevecen bir şekilde. Sonra yere indirdi. Bak Yankı, sana küçük bir arkadaş vereyim, merttir, cesurdur. Yaşından umulmayacak işler becerir. Üstelik buraları çok iyi bilir. Kendisi Umur Ağa’mın çocuğudur. Yankının yanına yaklaştı, kulağına "Ağamın en büyük kızıdır, değme erkek çocuklarına taş çıkarır. Kız olduğunu hiç hissettirmezsen çok iyi arkadaşlık yapar" dedikten sonra  "Bu benim zindan arkadaşım Yankı"  diye tanıştırmayı tamamladı. "Kendisi buralı değil, evini obasını kaybettiğini söylüyor." Eliyle az önce çıktıkları kaleyi göstererek "Şu işi bir sonuçlandıralım sonra bu konu ile ilgileneceğiz" dedi. Biraz bozuldu Yankı. Kendisine küçük bir çocuk vermişlerdi gözcü olarak. Ama yapabileceği herhangi bir şey yoktu.

   "Ehh hadi bakalım biraz dolaşalım..." adını anımsayamamıştı. "Adım Hundi. Hundi Melek. Amcamın kulağına neler söylediğini biliyorum. Ben bir kızım, babamın hiç erkek çocuğu yok. Bu nedenle bir erkek gibi davranım bu boşluğu kaldırmaya çalışıyorum. Bu ben dahil herkesin hoşuna gidiyor" dedi. Biraz sustular. "Söyle bakalım Yankı ağa. Nereleri gezmek istersin"

   Rasgele yürümeye başladılar. Her yan hareketliydi, atlar gidiyor geliyordu İnsanlar çadırların arasında bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Kadınlar yanan ocakların başında yemek yapmaya çalışıyordu. Çocuk, İbrahim'in peşindeydi sürekli. Kendini bu kalabalıkta iyice kaybolmuş gibi hissediyordu. "Neler oluyor" diyebildi.  "Bende bilmiyorum" dedi İbrahim. Babam ve gazileri gelecekmiş Zannediyorum bir kurul yapılacak." Yankı’nın çocuk aklına öğretmenlerinin zaman zaman yaptıkları toplantılar geldi. O zaman bu akşamda bir toplantı olacaktı. Omzunu silkti. Bu telaşta kendisini düşünmesini bekleyemezdi tabi. Çadırlardan birine girmek üzereyken İbrahim bahadırın kolunu yakaladı.

   "Biz Hundi ile biraz dolaşsak bize kızar mısın" dedi. İbrahim yanında duran kendisinden bir kaç yaş küçük çocuğun yüzüne baktı. "Dolaşın, dolaşın ama sağda solda çok soru sorma. Senin bir çaşıt olabileceğini düşünüyorlar hala. Üstelik yanındakinin boyuna posuna bakma ne istersen ona sor. O doğma büyüme buralıdır " dedi.

   Önce çadırları geçtiler. Büyük ağaçlar vardı, bazen tek tek bazen kümeler halinde yükseliyordu. Çadırların bir bölümü bu ağaçların altında kurulmuştu. Bazı ağaçların altında ise atlar ve develer bağlanmıştı. Ötelerde evler görünüyordu, kaleye yakın yerdeydiler. Belli ki kalenin koruması altında olmak istiyorlardı. Yankı, yanında gezen kıza evleri sorduğunda "O evlerde buraların yerlileri oturuyordu. Hıristiyanlar yani. Umur ağam kuşatma başlatınca bir bölümü kaleye sığındı diğerleri göçtü gitti" dedi.

   Biraz ileride devasa bir aracı yürütmeye çalışan bir grup gördüler. "Mancınık" dedi Hundi. Delikanlı, çok kısa kesilmiş saçlı çocuğa bir kere daha baktı. Korumasıyla gözcüsüyle iyi geçinmeliydi. Mancınığa yaklaştılar. Bilgisayar oyunlarında gördüğü araçların gerçeği önünde duruyordu. Mancınığın en azından kendi boyunda dört tekerleği vardı. Tamamen ağaçtan yapılmış dev aracı, önünde bağlanmış beş altı öküz ağır makineyi çekmeye çalışıyorlardı. Dört tekerleğinde başında bir grup erkek, hayvanlara yardım olsun diye itmeye çalışıyorlardı. Santim santim ilerletebiliyorlardı.

   "Bunu, İlhanlı valisi Temürtaş Bey göndermiş" dedi Hundi Melek. "Bunun gibi bir tanede dün geldi" Eliyle sağ taraflarında bir yerleri gösteriyordu. Liman kalesinin yakınlarında bir grup ağacın altında bir benzerini gördü Yankı. "Zamanının tankları" diye düşündü. Dört tekerleğin taşıdığı arabada dik duran dev bir kaşık vardı. Kaşığın içerisine konulan ağır taşları ve gülleleri uzağa fırlatıyor olmalıydı. Kaşığın hemen altından başlayan bir halat tabana tabandaki dairesel kesitli bir başka kalasa sarılmıştı. Bu kalasın sol ve sağ yanlarında kaşığı geren iki kol bulunuyordu. Önlerinde dikine duran bir tahta perde ise karşı taraftan gelecek olanlara karşı koruyor olmalıydı mancınığın askerlerini.

    Sol tarafında eski ama oturulan evler vardı. Bir an oraya gidebilirim diye düşündü. Vazgeçti. Yanında bu ufaklık oldukça rahat hareket edemezdi. Ama bir yandan da Umur Beyin kızına kimse bir şey sormazdı. Bir tür izin kağıdı gibi. İleride, tepenin üzerine kurulmuş bulunan kaleyi gösterdi."Ne dersin kaleye çıkalım mı?" Çocuk omuz silkti. “Uzak, yürüyebilecek misin” Yavaş yavaş o yöne ilerlemeye başladılar. Kaleden bakınca nerede bulunduğunu daha iyi anlayabilirdi.

   On on beş dakika sonra toprağa karışmış birçok mermer kalıntıların bulunduğu bir yere vardılar. Mermerler taşlar oraya buraya savrulmuş gibi duruyorlardı. İçlerinde hala sağlam yapılarda vardı. Geniş bir yere yayılmış olan bu kalıntılar eskiden buralarda yaşanıldığını gösteriyordu. "Biz buraya namazgah diyoruz" dedi. Burada Rumlardan da Cenevizlilerden de eski insanlar yaşıyorlarmış" dedi. Yüz metre kadar ilerilerinde sağlam duran iki mermer yapıyı göstererek. Bir tapınak bulduk. Yani eski bir tapınak Bizden önce gelenler Camiye çevirmişler. Sonra kilise olmuş. Dedem Aydın oğlu Mehmet buraları alınca yine cami yapmış" Çevreye biraz bakındıktan sonra yollarına devam ettiler.  Yukarıya kadar uzun bir yolu vardı.

   Artık yokuş çıkmaya başlamışlardı. Her adımda biraz daha yukarı çıkıyordu, her adımda yukarıdaki kale biraz daha yakınlaşıyordu. Bir ara durup dinlenme gereği duydu. "Biraz dinlenelim mi" dedi. Kız eliyle yukarılarda bir yerleri göstererek "Şurada ağaçların altında suyu çok güzel olan bir kuyu var. Biz "Ballıkuyu" diyoruz. İstersen orada soluklanırız" dedi. Adımlarını biraz sıklaştırdılar. Beş dakika sonra işaret ettikleri düzlüğe varmışlardı.

   Dakikalardır çıktıkları yokuşta küçük bir düzlüktü kuyunun olduğu yer. Servi, kavak çam ağaçları koru gibiydi. Mermer taşların arasında dairesel bir yükseklik gördüler. Ballıkuyu olmalıydı. Duvarın üzerinde bir ağaç kova ve uzun bir ip vardı. "Bu mevsimde su biraz çekilmiş olur" dedi ve kovayı kuyuya salladı. Bir dakika sonra kova buz gibi su ile dışarıdaydı. Yankı, kızın kuvvetine şaşırdı. Aynen Hundi Melek’in yaptığı gibi kovanın kenarından içti. Gerçektende çok güzel bir tadı vardı suyun. Bir ağacın dibine oturdular. İşte o zaman manzaranın güzelliğini farketti. Uzaklarda dün gece zindanında sabahladığı liman kalesi görünüyordu. Yüksek duvarlarıyla sahilin bekçisi gibi duruyordu. Deniz, güneşin ışıkları altında pırıl pırıl parıldıyordu.

   Birden gözleri ışıldadı. Kalenin çevresi irili ufaklı teknelerle çevrilmişti. Beş altı tane büyük yelkenli saydı. "Diğerlerini saymasına gerek yoktu çünkü sayılamayacak kadar çok sayıdaydılar. Kale ile aralarında beş altı yüz metrelik mesafede duruyorlardı. “Bunlar Umur Gazinin değil mi?" dedi. Küçük çocuk bir an söyleyip söylememesi gerektiğini düşündü.

   "Sana niye söyleyeyim ki. Ya sen bir casussan? Ya Zaccaria  ya da komutan Humbert aramıza giresin diye zindana attırdıysa" dedi. Evet, kuşkular daha bitmemişti anlaşılan. Bir zaman sessizlik oldu.

   "Bak Hundi" dedi. "Ben de en az senin kadar Türküm. Sen nasıl burada doğup büyüdüysen bende benim dedelerimde buralarda doğup büyümüş. Yalnızca ben ailemi arkadaşlarımı kaybettim. Onları nasıl bulacağımı onların oraya nasıl döneceğimi bilmiyorum. Bir zaman sizlerin konuğunuz olacağım ve beni bulmaları için Tanrı’ya dua edeceğim." Gözleri tekrar dolmaya başlamıştı. Ağlamak üzereydi. "Hiç bir şeye karışmak istemiyorum. Yalnızca gözlemlemeyi neler olup bittiğini anlamayı istiyorum." Başını öne eğdi. "Belki bir gün geri dönersem bu öğrendiklerim işe yarar."  Geri dönebilecek miydi acaba?

   "Tamam, tamam inandım" dedi Hundi Melek. Senin geri dönmen için yardımcı olacağım. İstediğin bilgileri de vereceğim. Kuşatmamız denizde de devam ediyor. Büyük olanlar kadırga. Babamın hiç kadırgası yok. O gördüklerin Saruhan Beyinin kadırgaları, destek için gönderdi. Kayıklar ve ığırbarlar bizim. Menteşe beyinde var aralarda ama çoğu bizim; yani babamın ve Hızır amcamın. Yankı, tekneleri gözleriyle izledi. Dikkatle bakınca teknelerin üç dört kilometre solda toplandığını fark etti.

   Küçük çocuk, bir zamandır beraber yürüdüğü delikanlının nereye baktığını anlamıştı. "Orası küçük bir koydu. Babam Selvan Hoca nın önerisi üzerine oraya bir tersane yaptı. Eliyle tersane olan yerin yukarılarını gösterdi. Yemyeşil ağaçlarla kaplı tepeler geniş ormanlar vardı. “Oralarda ağaç ve kereste bol, bu gördüğün teknelerden çoğunu da Selman Hoca inşa etti. Şu kuşatma işi biter bitmez çok daha büyüklerini yapacağını söylüyor. Gözlerini oradan ayıramıyordu. Orada irili ufaklı tekneler orayı kendisine merkez edinmiş gibi toplanmışlardı. Kürekli olanları, tek direkli yelkenli olanları vardı. Kimi yelkenlerini açmış denizin üzerinde süzülüyordu. Liman kalesini karadan yarım daire şeklin saran kuşatma hattı denizden tamamlanıyordu. Bir zaman hiç konuşmadan yalnızca manzarayı seyrettiler.

   "Hadi ben acıkmaya başladım" Yankı, kendisine her dakika daha yakın olan küçük çocuğa baktı. "Biraz daha dur" dedi. Bu yaşadıklarını belleğine iyice yerleştirmesi gerekiyordu. Küçük kız yerinden kalktı. "Hadi hadi" dedi. Biraz da Amazon kalesinden izlersin hem oradan manzara daha iyi görünür. Yerlerinden doğruldular. Yavaş yavaş yokuşu çıkmaya tekrar başladılar. Son bir bakış attı yola çıktıkları noktaya. Birbirinden yüz metre kadar aralıklı iki mancınığı gördü ağaçların arasından. Anlaşılan biraz önce taşıdıklarına tanık olduğu dev mancınık yerine yerleştirilmişti. Sağında ve solunda daha küçükleri iki hat boyunca uzanıyordu. Yapılan tüm bu hazırlıkların bir hücum hazırlığı olduğunu anlayabilmek için uzman olmaya gerek yoktu.

   Kaleye vardıklarında öğle olmuştu. Doğrudan Umur beyin yani Hundi Meleklerin evine gittiler. Evde kendilerini iki kız çocuğu daha bekliyordu. Ama onlar Hundi melek gibi değildi. Azize Melek ve Gürcü Melek;  sevimli iki çocuk ablalarının iki yanında dönüp duruyordu. İçeri girdiler. Ev koskoca bir bey evi olmasına rağmen çok sadeydi. Geniş bir salona girdiler. Ortada kırmızı renkli bir Yörük kilimi vardı. Duvar kenarlarında alçak divanlar salonu çepeçevre sarıyordu. Yastıklar kar gibi bembeyazdı. Pencereler küçüktü ama işlemeli perdelerle örtülmüştü. Buralara ilk geldiği ev olarak anımsadığı kaledeki eve hiç mi hiç benzemiyordu.

   Salonun tam karşısında yaşlı bir adam oturuyordu. Sedirin üzerine bağdaş kurmuş hafiften gür bıyıklarını buruyordu. Hundi Melek yaşlı adamı görünce koşarak kucağına atıldı. "Dedem" deyip yanaklarını öpmeğe başlamıştı. Dedesi de "Benim erkek torunum" diye seviyordu Hundi meleği.     

   Yankı bir an kapıda bekledi. Ne yapacağını bilemedi. Dün geceki veya bu sabah ki şaşkınlığı yoktu ama yinede buralara bu insanlara o kadar uzaktı ki. Yaşlı adam "Gel yiğidim" demese kapıdan dönüp gidecekti. Ağır adımlarla içeri girdi. Bir yandan kafası sürekli işliyordu. Hundi Melek bu yaşlı amcaya "dedem" diyorsa yüksek olasılıkla Umur beyin ve İbrahim'in babası olmalıydı. Yani Aydın oğlu Mehmet Bey. Yaklaştı. Karşısında tarih vardı ve yaşıyordu, yaşlı adamın elini öptü, işaret ettiği yere oturdu.

   "İbrahim Bahadır, bana durumu anlattı" dedi. "Gel. Birde senden dinleyelim öykünü"  O sırada içeri bir başkası girdi. Umur Bey kadar yapılı değildi ama Umur Bey’den daha yaşlı duruyordu. "Baba, hazırlıklar tamam,  Karasi Beyinin söz verdiği destek de geliyor" dedi. Yaşlı adam kendinden umulmayacak bir çeviklikte kalktı. "Evlat öykünü dinlemek isterdim ama kısmetse başka sefere" dedi çıkarken. Dış kapıdan çıkarken Mehmet beyin yaşlarında bir kadın arkalarından seslendi. Mehmet Bey, yemek hazırdı" dedi. Ama ne Mehmet Bey’in nede diğer adamın bir şey duyacağı yoktu. Onlar çıkınca durumu kavrayamamış olan Yankının eline küçük bir el asıldı.

   "Hadi biz de bakalım" dedi. Hundi Melek ile dışarı çıktılar. Yolda "dedenin yanına gelen o adam kimdi" diye sordu Yankı. "O, büyük amcam Hızır, Ayasuluğ Beyi" yanıtını aldı. Beş dakika geçmeden Amazon kalesinin batı surlarının üzerindeydiler. Uzakta denizle göğün birleştiği yerde siyah lekeler vardı. Yankı, elini siper ederek biraz dikkatli bakınca lekelerin yelkenli tekneler olduğunu anladı. Hızır Beyin sözünü ettiği destek olmalıydı. O ara kalenin camisinden ezan sesi duyulmaya başlamıştı, öğle olmuştu.

   Uzaktan gelen yelkenlileri izleyenler sadece Amazon kalesindekiler değildi. Aşağıda liman kalesinde de bir gurup surlara çıkmış olan biteni anlamaya çalışıyordu. Dük Zaccaria, bir yanında kale korumalarının komutanı Humbert diğer yanında bir gurup asker uzaklara, yaklaşan yelkenlilere bakıyorlardı. "Cenova bizi unuttu ama Umur’a destek yağıyor. Küçük Asya’yı ele geçirebilmek için nasıl da birbirlerine arka çıkıyorlar" dedi. Bakışlarını üç dört kilometre ötelerinde teknelerin yığınlaştığı yere çevirdi. Bir nevi ortak deniz gücü oluşturdular. Aydın oğulları, Menteşeoğulları, Saruhan’lılar ve şimdi de Karasioğulları."

   Surların üzerinde yürümeye devam ettiler. Geriye kara cephesine döndüler. Üç yüz metre ilerilerinde iki kocaman mancınık karşıladı kendilerini. "Bunlar ne zaman geldi" dedi öfkeyle dük. Bu öfkenin kendisine yönelik olmadığını bilse de yinede rahatsız oldu Komutan Humbert.

   "Bu sabah." diyebildi. "Bize gözdağı vermeye çalışıyorlar" diye ekledi. Bir kaç metre önlerinde de bir sıra daha küçük mancınık eşit aralıklarla bir yarım daire şeklinde yerleştirilmişti. Aralarında uzun uzun merdivenler vardı. "Bunlar bize bir mesaj" dedi Dük. "Hazırlıkların tamamlanmak üzere olduğunu anlatmak istiyorlar."

   Mancınıkların gerisinde ağaçların altında karınca yuvasını andıran bir çalışma daha vardı. Eliyle orayı göstererek;

   "Orada ne yapıyorlar" dedi. Sesi deminki gibi öfkeli değildi ama yine de Humbert’i tedirgin etmeye yetmişti. "Sabahtan beri uğraşıyorlar. Şey... Benim tahminime göre bir köprü ya da araba hazırlıyorlar" dedi. Bu defa Dük Zaccaria, yalnızca kafa sallamakla yetinmişti. Onlar surlarda gezinirken bir asker koşarak geldi

              "Efendim Dük" dedi soluk soluğa. "Efendim, birini yakalamışlar sizin konutunuzun yakınlarında" dedi. "Allah kahretsin" dedi.

   Surlardan aşağı inmeğe başlamışlardı. Göreceklerini görmüştü zaten. "Yol geçen hanına döndü bizin konut" dedi sinirleri iyice artmıştı. "Yine aynı çocuk mu?"  Haberi getiren asker sorunun kendisine olduğunu anlamıştı

   "Biliyorum efendim. Bana bu haberi size iletmemi kızınız prenses söyledi" diyebildi.

   "Şimdi nerede peki"

   "Sanıyorum korumaların koğuşunda" diyebildi. Düküne öfkeliyken yanlış yanıt vermenin ne anlama gelebileceğini biliyordu. Üç dakika geçmeden korumaların koğuşuna varmışlardı. Dük Zaccaria içeri hışımla girdi. Bu kere karşısında Umur’un kardeşi olan genç değil kendi yaşlarında biri vardı.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #13 : 30 Haziran 2016, 17:25:35 »
             BÖLÜM:11  ELÇİLERE SALDIRI

   Adnan Bey, karşı koyamadığı bir kuvvetle aynadan içeri çekilince korkmuştu. Bir zaman kırılması mı yaşıyordu yoksa? Bir zamanlar bu konuda bir şeyler okumuş ciddiye almamıştı. Parmaklarının kaybolduğunu görmüştü. Ardından ellerinin ve kolları sanki bir kuyuya elini sokuyormuş gibi kaybolduğunu görmüştü. Bir acı, ağrı hissetmiyordu, yalnızca şaşkınlık ve bilinmezliğin korkusunu duyuyordu. Başı kaybolduğunda ise bir anda kendini bambaşka bir salonda buluvermişti. Yüksekten düşer gibi yabancı bir salonun ortasına düşüvermişti.

   Bir kaç saniye içerisinde şaşkınlığı geçmişti Adnan Beyin. Yaşlı beyni olabildiğince hızlı çalışıyordu. Düştüğü yerde kıpırdamadan bekledi, herhangi bir yerinde kırık çıkık olmadığını hissedince rahatladı. Ardından çevresini gözden geçirdi. Bodrumda bulduğu ve evinin girişine yerleştirdiği ayna burada duvarda duruyordu. O aynadan geçip buraya gelmişti. Soluk bile almayacaktı neredeyse. Düşmesinin oluşturduğu ses her ne kadar halı tarafından yutulmuş olsa da yinede "tok" bir ses çıkmıştı. Vücudunun ürettiği adrenalin artmış beyni hızla çalışıyordu.

   Nasıl buraya geldiğini düşündü. Ayna bir çeşit kapı gibi çalışıyor olmalıydı. Zamanda bir yolculuk yapmıştı. Çünkü içine girdiği salon kendi çağında olmayacak şekilde dekore edilmiş bir salondu. Kendi zamanında hiç bir salon bir müze olsa dahi bu şekilde dekore edilmiş olamazdı. Daha sonra haklı olduğunu anlayacaktı.

   Çevresinden hiç ses seda gelmeyince ağır ağır yerinden doğruldu. Bir gören olmasın diye dizlerinin üzerinde pencerelere yaklaştı. Görebildiği kadarıyla İçinde bulunduğu bina iki katlıydı, çevresinde taş binalar, kiremit çatılar vardı. Ötelerde bütün binaları çevreleyen yüksek duvarlar görmüştü. Salonun öbür yanındaki pencereden de benzer manzara görünce bir kalenin içerisinde olduğunu anlamıştı. Şimdi çözmesi gerek hangi zamanda ve nerede olduğuydu. Uzaktan sesler duydu, aşağıda askerler yürüyorlardı. Evet, bir zaman kırılması yaşamış orta çağda bir yerlere gelmişti. Önce nerede ve hangi zamanda olduğunu anlamalı ve sonra bir gün önce kendi gibi buraya gelen Yankıyı aramalıydı.

   Ağır adımlarla salonun kapısına yaklaştı. Süslü ağaç kapı koluna bastırarak açtı. Bir "tık" sesi duyuldu. Dışarı çıktı, olabildiğince sessiz olmaya çalışıyordu. Kendini bir merdiven bitiminde, sahanlıkta buldu. Koca konakta hiç kimse yok gibiydi. Eğer Yankı buraya geldiyse kendisi gibi soğukkanlı ve sessiz olmamıştır. Bu nedenle çok çabuk yakalanmıştır diye düşünüyordu. Merdivenlerden usul usul indi. Merdivenleri kaplayan halı sessiz olmasına yardım ediyordu.

   Şimdi, yukarıdan daha büyük ve daha yüksek salondaydı. Kapıyla arasında beş altı metre mesafe vardı. Ama zeminin çıplak ve taş olması kötüydü. İlk adımının sesi salonda yankılandı. Parmaklarının ucunda yürüdü. Kapı koluna el atasıya kadar soluk almamıştı. Kapının kanadı azıcık aralanınca sevindi. Milim milim açtı kapıyı. Kendi geçebileceği kadar açılınca dışarı süzüldü. Kapıyı ardından çekti. Kapı biraz sert kapanmıştı. Kapının sesine içeriden "Kim var orada" sesi eklendi. Adnan Bey, sesi duyunca irkildi. Konuşan bir genç kız olmalıydı ama dili Türkçe değildi, Latince veya İtalyan'ca olmalıydı. Hızlı adımlarla sağına yürümeye başladı. Bir an önce evden uzaklaşmak istiyordu. Evin köşesini dönüp bir "oohh" demek üzereyken silahlı bir nöbetçi ile burun buruna geldi, yakalanmıştı.

   Kapatıldığı yerde on dakika bile geçmemişti ki kapı açıldı. İçeri kalabalık bir gurup girdi. "Ne istiyorsunuz bizden yetmedi mi ha" dedi. Adnan Bey, zayıf İtalyanca'sıyla "Özür dilerim" dedi. Dük şaşırmıştı. Türklerin kendi dillerini bildiğini zannediyordu ama onlar inadına Cenova dili konuşmazlardı. Bu adam ise hem garip görünüşlüydü hem de bozukta olsa Cenova ağzıyla konuşuyordu. Yaşlı adam, öğretmenlerinden birini anımsadı. Üniversite yıllarında olmalıydı, "Bir tarihçi, bir araştırmacı ne kadar yabancı dil bilirse o kadar rahat eder demişti. Özelliklede dillerin kaynağı olan Latinceyi öğrenirseniz çok rahat edersiniz" demişti. Öğretmenini dinlediğine bir kere daha memnun olmuştu. Şimdi karşılarında duran bu insanlar Latince ile modern İtalyanca karışımı bir dil konuşuyorlardı. Bu kere Latince sordu.

   "Kimsiniz siz"  Dük Zaccaria iyice afallamıştı. "Latince'yi nereden biliyorsunuz" dedi. "Ben bir öğretmenim. Yalnızca Latince yi değil diğer dillerden pek çoğunu bilirim." Adnan Bey, ikinci cümlesini İngilizce söylemişti. Zaccaria, adamlarına seslendi. "Çözün çabuk. Kendisi benim konuğumdur." İki asker koğuştaki bu tür işler için hazırlanmış halkalardan çözdü ellerini Adnan beyin. On dakikadır kolları havada duran adam rahatlamıştı. "Saygıdeğer Dük." dedi Zaccaria düzeltti. "Dük Zakkaria... Messire Martino Zakkaria. Saint Pietro kalesi valisi"  Adnan Beyinde bir yanıt vermesi kendisini tanıtması gerekiyordu.

   "Miletos eşrafından Adnan Çelik. Araştırmacı, gezgin ve öğretmen" dedi. Sonrada kendisine yakıştırdığı sıfatlar aklına gelince gülecekti. Yalan da sayılmazdı hani. Anne tarafından Balat köyündendiler, Miletli sayılırlardı yani.

   Yaşlı adam, bu kadar çabuk güven sağlamasına İçeri Dükün konutuna geçtiler. Salona oturmak üzereydiler ki bir büyük gürültü koptu. Ardında telaşlı koşuşturmalar ve bağırışlar geldi. Dük ne olduğunu anlamak için dışarı çıktı, konuğu Adnan Beyde ardından tabii.  Kapıdaki asker olayı bilmediğini ama "dünya yıkılıyor sandığını söyledi. Biraz ileriden Humbert koşarak geldi. "Türkler sabah kurdukları Mancınıkla bir atış yaptılar. İlki üzerimizden aşıp denize düştü ama ikinci surlara isabet etti" dedi.

   "Ölü veya yaralı var mı?" kale komutanının sesinde endişe vardı.

    "Sur üzerindeki nöbetçi öldü. Yakınındakinin de kafasına büyükçe bir taş parçası isabet etmiş" dedi. Hem konuşuyor hem de olayın geçtiği sura çıkıyorlardı.

   Futbol topundan biraz küçük küreye yakın şekillendirilmiş bir kaya aşağıda duruyordu. Taşın isabet ettiği köşe darmadağın olmuştu. Nöbetçileri kaldırmışlardı ama onlardan akan kan küçük bir gölcük oluşturmuştu. Humbert, aşağıdan ağır adımlarla yaklaşan üç atlı gördü. Heyecanla Dükünü uyardı. "Bakın Düküm, beyaz bayraklı ve silahsız üç atlı geliyor. Elçi gönderiyor olmalılar" dedi. Gerçekten üç atlı ağır adımlarla yaklaşıyorlardı. Üzerlerinde silaha benzer bir şey görünmüyordu. "Konuşmaya geliyor olmalılar" dedi. Beş altı dakika sonra atlılar aşağıya hendeğin önüne varmışlar birilerinin kendilerini dikkate almalarını bekliyorlardı.

   Adnan Bey, atlılara baktı, ikisi kendi akranı sayılırdı. Biri çok gençti. Yaşlıların biri ak ve gür sakallıydı diğeri ise yalnızca bıyıklıydı. Sakallı olan aşağıdan seslendi. "Saygıdeğer Dük hazretleri; Beyim, Gazi Umur sizlere önerdiği anlaşmayı anımsatıyor. Eğer kabul ederseniz önerdiği anlaşmanın tüm maddeleri geçerli olacak." Biraz sustu. Söylediklerinin anlaşılması için tane tane konuşuyordu. Yanında olan genç irisi ise sürekli surları tarıyordu. Bu Umur Beyin kardeşi İbrahim Bahadırdı ve gözleri fıldır fıldır surları tarıyordu, belli ki Dükün kızını arıyordu.

   "Size, en son getirdiğimiz mancınıklarla neler yapabileceğimizi gösterdik. Umur beyim, kimsenin canı yansın istemiyor. Bu nedenle sizlere yarın sabah güneş doğana kadar süre verdi. O vakte kadar sizlerden bir yanıt alamazsak topluca saldıracağız. O zaman olacakların sorumlusunun bizler olmayacağını bilmenizi isteriz" Yine durdu. Yanında duran İbrahim Bey kısık sesle “Zakariyanın yanında biri var, bir yabancı. Hele dikkatli bakın tanıyabilecek misiniz" dedi. Üç elçide başlarını surlara kaldırdı. Surlarda, Zakariya’nın yanında dikilen garip libaslı adamı ilk kez görüyorlardı.

   Adnan Bey, bir ara yanına baktı. Askerlerin komutanı Humbert, bir adım geri çıkmış, gizliden okunu geriyordu. Elçiler ise aşağıdan konuşmaya devam ediyordu.

   “Güneşin doğuşu ile sizlerden bir yanıt gelmez...."  sözünü tamamlayamadı. Adnan Bey, hemen arkada Genç komutan Humbert in yay gerdiğini görmüştü. Nefesini tutmuş, nişan almış, okunu bırakmak üzereyken bir omuz vurdu kale komutanına. Ok yaydan fırlamıştı ama attığı o omuz işe yaramıştı. Humbert yere yıkılmıştı. Aşağıdan hafif bir çığlık duyuldu. Hep birlikte baktılar. Humbert'in fırlattığı ok İbrahim Bahadır beyin baldırına saplanmıştı. Üç atlı geriye döndüler. Atlarını mahmuzladılar. Biraz geri gittikten sonra az önce konuşan sakallı yaşlı adam tekrar konuştu. Sakin görünmeye çalışsa da öfkesi sesine yansıyordu

    "Unutma Zakariya, sabah güneş doğana kadar vaktin var, iyice düşün" dedi. Onun sözü bitmeden İbrahim Bey haykırmaya başladı

   "Oku atanın sen olduğunu biliyorum Torfil Frenk. Bu kalleşliğin hesabını vereceksin" diye haykırıyordu.

   Doğrudan bey çadırına gitti elçiler. Yerleştirilen çadırların arasında ve ilk bakışta görülmesin diye ağaçların altındaydı. Çadırın önüne geldiğinde attan yalnız inemeyecek durumdaydı. Zaten bütün beyler ve ileri gelenler burada toplanmışlardı. Kapı önü nöbetçisi hemen beyine yardıma koştu. Aydın oğlu Mehmet Bey, ortanca oğlunun yaralandığını duyunca heyecanlanmıştı. Ama ciddi bir şey olmadığını görünce bir oh çekmişlerdi. Hekime gönderdiler hemen. Diğer iki yaşlı adam ise durumu anlatmak için kurulun yapıldığı çadıra girdiler.

   "Beyimizin emirlerini aynen ilettik" Yaşlı adam kurulda Beyinin karşısında saygıyla duruyordu. Mehmet Bey "Sağ olasın Hoca Selman" dedi. Sonra diğerine dönerek "Sağ olasın Pişrev bey" dedi. Hemen yakınındaki yerleri göstererek "Oturun hele. Temürtaş beyin gönderdiği makine işe yarıyor mu anlatın bakalım?" deyince beylerinin gösterdiği yerlere oturdular. Hoca selman

   "Kapıyı çok iyi çalmış olmalıyız Zakariya bizi surların üzerinde karşıladı" diye başlayarak kale önlerine varmalarından itibaren olanları anlatmaya başladılar. Sözlerini çadırda bulunan bütün beyler ve dedesinin dizinin dibinde oturan Hundi Melek dinliyordu. Sözlerini tamamlayınca başka Mehmet Bey olmak üzere hepsi "ağzınıza sağlık, ayağınıza" sağlık diyerek teşekkür ettiler. Pişrev beyin aklına sonradan yabancı geldi.

   "Surların üzerinde bir yabancı vardı" dedi. Şaşırmışlardı. "Cenevizli mi?" "Bizanslı mı?" diyenler oldu. "Sinsice nişan almaya çalışan Humbert’i iterek İbrahim Bey oğlumuzun yaşamını kurtardı" dedi.

   Yabancı sözcüğünü duyan Hundi Melek dışarı fırlamıştı. Bir dakika sonra Yankıyı sürüklercesine içeri getiriyordu.  Kıyafeti buna mı benziyordu?" dedi Başı açıktı değil mi?" İçeridekiler şaşırmıştı. "Bizim Yankı, gibi gizlice mi girmişti içeri" Pişrev Beyde Hoca Selman da bir şey anlamamıştı. "Yankı Ağam seninkileri bulduk galiba" dedi. Küçük kız heyecanla olanları anlattıktan sonra Yankı neler olup bittiğini anlıyor gibiydi. Pişrev beyin tanımlamasından da o kişinin Adnan öğretmeni olduğunu tahmin ediyordu.

   "Tutsak gibi mi duruyordu" diye sorunca "Önce tutsak gibi değildi ama Humberti ittikten sonra hali ne olmuştur bilemeyiz" yanıtını almıştı.

   Umur Bey, babasından izin almak istedi. "Yarın büyük bir gün olabilir. Destur verirseniz hazırlıkları gözden geçirmek istiyorum" dedi. Ardından diğer beylerde kendi hazırlıklarını gözden geçirebilmek için izin alıp dışarı çıktılar. Hundi Melek "Ben amca mı ziyaret gidiyorum" deyince Yankı da ona katıldı. Ama aklı hala kalede görülen yabancıdaydı.

   Dük zaccaria, ne olduğunu anlamamıştı. Birden bir kargaşa olmuş yabancı öğretmen kale komutanının üzerine atlamıştı. Sonradan Humbert in yay çektiğini öğrenmişti. Ne yapacağını iyice bilemeyecek haldeydi. Karışık olan kafası karmakarışık olmuştu. Kale komutanının yaptığı davranış hoş görülemezdi ama yabancının davranışı düpedüz saldırganlıktı. Büyük beyin yani Mehmet beyin oğlunu öldürmüş olsaydı düzeltilemeyecek yanlışlık olurdu bu. Yerden doğrulmakta olan Humbert e dönüp

   "Bu davranışın bağışlanacak bir davranış değil" dedi. Eğer Cenova’ya sağ salim dönersek bunun savunmasını isteyeceğim senden" dedi Ardından yanındaki Adnan beye "Sizin davranışınızda kahramancaydı ama üzerine atıldığınız kale komutanımız." Biraz durdu. Devamını getirmekte zorlanıyor gibiydi. "Yinede, sizin özgürlüğünüzü kısıtlamak zorundayım" dedi. Yanı başlarında duran asker ne demek istediğini anlamıştı. Adnan Beye alışkın olduğu sert tonda "Beni izleyin" dedi. Dük ise sesini herkesin duyabileceği bir şekilde yükselterek

   "Ben Dük Mese Martino Zaccaria kale konseyini bir saat sonra toplantıya çağırıyorum" dedi.

   Dükün ses tonu ve son gelişmeler kale konseyinin çabucak toplanmasını sağlamıştı. İki buçuk yılı aşan kuşatma kale halkını canlarından bezdirmişti. Kaleden bulunanların pek çoğu tüccardı, ticaret yapmak birinci işleriydi. Diğerleri ise Cenova cumhuriyetinin resmi memurları ve askerlerdi. O çağda umulmayacak bir düzen içerisinde çalışıyorlardı. Cenova’dan günlerce uzakta olmuş olsalar bile bu durum kolay değişmiyordu. Önceleri, kale içerisinde çekip gitme taraftarı olan pek az kişi vardı. Gitmeyelim yardım gelir. Yardım gelinceye kadar sıkıntılara göğüs gerebiliriz diyenler çoğunluktaydı. Kuşatma devam ettikçe çekilelim diyenler çoğalmıştı. Hele bu toplantı öncesi Türklerin estirdiği hava ve mancınıktan atılan kaya parçası tuz biber olmuştu.

   Kısa bir toplantı olmuştu ve karar ise oybirliğiyle çıkmıştı. Kale komutanı Humbert ilk günlerde savunduğu gibi kaleyi sonuna kadar savunmak taraftarıydı hala. Humbert gibi düşünen bir kaç kişi ya var ya yoktu. Onların itirazları sonucu değiştirmedi. İleri gelen tüccarlardan birinin getirdiği önerinin uygulanmasına karar verildi. Hemen üç kişilik bir elçi gurubu toplanacak koşulları görüşmek üzere Umur Beye gönderilecekti. Ardından da üç kişi seçildi.

   Dük ün üç kişiden birinin Adnan Bey olması için ısrar ediyordu. İtiraz edenlere karşı Dük Hazretleri savunmaya geçmişti. Surların üzerinde olanları anlattı. Humbert in Mehmet beyin oğlunu nasıl öldürmek istediğini anlattı. "Eğer başarmış olsaydı şimdi canımızı nasıl kurtaracağımızı düşünecektik" dedi. "Bu davranışıyla yabancının güvenlerini kazandığını bu nedenle elçilerden biri olmayı hak ettiğini" söyledi. Elçilerin eski anlaşma önerisinin yürürlükte kalması için konuşmaları gerektiğini söyledi. Elçilerin hava kararmadan gönderilmesi düşünülüyordu.

   Adnan Beyin kapatıldığı yer bir disiplin odası gibi bir yerdi. Duvar dibine çömelmiş olanları düşünüyordu. Aydın oğulları tarihiyle fazla ilgilenmemişti ama bildiği kadarıyla İzmir savaşmadan bırakılmıştı Türklere. Sonra haçlılar büyük çarpışmalarla geri almışlardı Symirna’yı Peki bu ok neyin nesiydi. Ya Aydın oğulları İzmir’e saldırırlarsa. Kendisinin yapmış olduğu o küçük davranış tarihte köklü değişikliklere neden olabilir miydi? O bunları düşünürken ağır demir kapı gıcırtıyla açıldı.

   Bir kaç saatlik tanışma birbirlerini tanımaları için yeterliydi. Dük Zaccaria çağdaşlarından görülmeyecek bir insancıllığa sahipti. Bunu kaleyi ve kenti yönettiği on beş yılda göstermişti. Zaten onun iyiliği nedeniyle Umur Bey ve diğerleri kaleyi doğrudan zaptetmek için saldırmamışlardı. Kuşatmışlar sağ salim çıkabileceği bir anlaşma önermişlerdi. Üstelik Sakız gibi bir yeri, Adalar denizinin iyi bir adasını önermişlerdi yerleşebilmesi için. Ticari kayıplarının da en alt düzeyde olabilmesi için karşısındaki koyda bir liman yapmayı ve Symirna da ki yolu oraya kadar uzatmayı vaat etmişlerdi.

   Özür dileyerek başlamıştı söze Zaccaria. Yaptığı davranışın pek çok masumun kanının akmasına engel olacağını söylemişti. Yinede bu önlemin gerektiğini anlatmıştı. En son olarak ta durumu Aydın oğlu Mehmet beye anlatmasını rica etmişti. "Oğlunun yaralanmasından üzüntü duyduğunu olayın kendi iradesi dışında geliştiğini" anlatmasını istemişti."Sizi bir tutsak olarak değil geç tanışılmış bir arkadaş olarak gördüm" demişti. Diğer elçiler hazır olur olmaz haber vereceklerini söylemişti.

   Emekli öğretmen böyle bir öneriyi bayıla bayıla kabul etmişti. Yine de kuşku uyandırmamak için sevincini belli etmemeğe çalışmıştı. Hem dedelerini görecek hem de dün yine aynı salona gelen delikanlıyı bulacaktı. Kafası yine tarihin değişip değişmeyeceği konusuna takılmıştı. O bunları düşünürken kapısı tekrar açıldı. Elçilerlerin birlikte yola çıkmaya hazır olduğu söylendi.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: a.y.n.a.
« Yanıtla #14 : 01 Temmuz 2016, 18:13:14 »
         BÖLÜM 12:   SAKIZ ADASINA GÖÇ

   Dışarı çıktığında güneş ufka yaklaşıyordu. Emekli öğretmenin İzmiri bu şekilde görebileceği dünyada aklına gelmezdi. Yukarıda kalenin çevresinde küçük bir mahalle vardı. Birde Kadifekalenin aşağılarında limanın bittiği yerde başlayan yamaçta da bir mahalle. Bütün ortaçağ kentleri gibi kendisini koruyacak bir derebeyine yaslanmıştı. Ortalarda bir yerlerde ise eski Roma’dan kalma Agora Yıkıntıları duruyordu. Bir ara kafasını çevirip Karşıyaka nın olması gerektiği yerlere baktı. Oralarda hiç bir yaşam izi görünmüyordu. Yalnız Bayraklı ve Bornova taraflarında yerleşimler vardı.

   Diğer iki kişi at üzerindeydi ama kendisi yayan gitmeyi tercih etmişti. Kendiside yaşlıydı ama at üzerindekiler daha yaşlıydı. Belli ki kalenin ileri gelenlerinden bilge kişilerdi. At üzerinde gidenlerden birinin elinde beyaz bir bayrak vardı. Bir ara Dük kendi arabasını önerse de kibarca reddetmişti. Bu sayede zaman kazanacak o yılların İzmir'ini yakından tanımaya çalışacaktı. Hiç bir tarihçinin rüyasında bile göremeyeceği bir fırsatı yaşıyordu. Kale kapısı açıldıktan sonra çadırların olduğu yerlerde bir hareketlilik yaşanır olmuştu. Kuşatmanın ilk sınırı denilebilecek silahların ve onları koruyan nöbetçilerin yanlarına geldiklerinde kendilerini karşılayacak küçük bir gurup belirmişti.

   Atların ağır aksak adımlarıyla yaklaştıkça kalabalığı seçebiliyordu. Birden kalabalığın içerisinden biri kendilerine doğru koşmaya başladı. Daha guruptan ayrılır ayrılmaz o kişinin kim olduğunu anlamıştı. "Tanrım sana şükürler olsun" diye mırıldandı. Karşıdan gelen, kaybolduğu için endişe duyduğu delikanlıydı. Birden kendisine doğru gelen çocuğu bir yetişkin yakalamıştı. Belli ki kendisine henüz güvenmiyorlardı. "Şu işi bir bitirelim ondan sonra” diye mırıldandı. Yankı’yla, geri nasıl döneceklerini düşünürlerdi.

   Umur Beyin, daha elçiler için önceden hazırlamış olduğu yere vardılar. Bu diğerlerinden biraz daha ayrı yüksekçe bir yere kurulmuş çadırdı. Çadıra önce Adnan Bey ve diğer iki Cenova’lı girdi. Ardından Hoca Selman,  Pişrev Ağa ve Umur bey girdi. Beş yaşlı kişinin arasında tek genç Umur Beydi. Kısa bir süre kaldılar çadırda. Cenovalıların ticaret etmeyi sevdikleri belliydi, zor durumda olmalarına rağmen pazarlık etmeyi bırakmıyorlardı. Sanki kendileri zafer kazanmışlar gibi gururla ve inatla koşullar ileri sürmeye çalışıyorlardı. Her ne kadar Adnan Bey onlara gerçekçi davranmaları için uyarıyorduysa da iki yaşlı adam Adnan beyi dikkate almıyordu. Bunları dikkatle izleyen Umur Gazi yerinden doğruldu. Çadırın kapısına yürüdü. Çadırın kapısını aralayıp elçileri çağırdı.

   Çadır kapısının açıldığını ve elçilerin kapıda olduğunu gören Umur beyin ağabeyi Hızır mancınıkların başında bekleyen askerler işaret verdi. Davullar vurulmaya başladı. Ardından boru sesleri davullara eşlik etmeye başladı. Bir kaç dakika davul sesleri artarak devam etti. Hızır beyin işareti ile birden sustu. Sessizliği iki ıslık sesi bozdu. İki taş gülle havada metrelerce uçarak kalenin önündeki hendeğe düştü. Biraz aşağıda düzenli sıra olmuş yüzlerce asker yüksek sesle, bir tür marş ya da ilahi söyleyerek bekliyorlardı. Çadırın kapısı tekrar kapandı. Umur Bey elçileri etkilemek için küçük bir gösteri yapmıştı.

   Dışarıda gördükleri elçilerin morallerini bir hayli bozmuştu. Çadırın kurulduğu yer askerlerin mancınıkların hazırlanmış olması böyle bir davranışı beklediklerini gösteriyordu. İsteselerdi o iki gülleyi kalenin içine de düşürebilirlerdi. Ayrıca dışarı da bir araya gelmiş ve hepsi silahlı yüzlerce asker vardı. Buralarda ender görülen kalabalık da bir orduydu bu. Sesleri söylediği şarkılar hala duyuluyordu. Denizde ise kadırgalar Saint Pietro kalesinin çevresinde dolanıp duruyordu. Umur beyin ve Hızır beyin hazırlamış olduğu bu küçük gösteri istediği etkiyi yapmıştı. Biraz önce çatır çatır pazarlık etmeye çalışan sanki onlar değildi.
"Yalnızca kişisel eşyalarınızı ve takılarınızı alabilirsiniz. Kale ve kalede kalacak silahlar hayvanlar ve diğer eşyalar kuşatma tazminatı olarak alıkonacaktır. Size kendi kadırgam olan "Gazi" yi vereceğim. Gazi, sizleri sağ salim Sakız adasına bırakacak. Söz verdiğim gibi Sakızın karşısına bir liman yapacağım. Bir yol ile Symirna ya bağlayacağım o limanı. Eşit koşullarda her türlü ticareti oradan rahatlıkla yapabileceksiniz. Ancak..." 

   Buraya kadar her şey elçilerin ve dolayısıyla Dük Zaccaria nın istediği şekildeydi. Hatta Umur Bey gözü gibi sevdiği yeşil yelkenli kadırgasını kendilerine tahsis edecekti. Yine de bu "ancak..."tan sonrası daha önemliydi.

   "Sizlerle görüşmek için yanınıza silahsız gelen canını sizlere emanet eden karındaşımı yaralayan o kalleşi istiyorum"  dedi. Adnan Bey araya girme gereği duydu
   "O kişi, kendi adına hareket eden birisidir. Yapmış olduğu davranış yalnızca kendisini bağlamaktadır" dedi. Karşısındaki esmer tenli uzun boylu gencin öylece baktığını görünce "Bendeniz Adnan kulunuz, Adnan Çelik; Milet dolaylarından Balat Köyündenim. Buraya öğrencim olan bir delikanlıyı aramaya geldim. İster istemez bu işlere bulaştım" dedi. Umur bey yeterince ikna olmamıştı ama kastettiği kişinin kardeşiyle birlikte gelen ve bütün gün kızı Hundi Melek ile dolaşan çocuk olduğunu biliyordu.

   "Ben emrimdeki her kişinin her davranışından sorumluyum. Bey olmam bunu gerektirir. Bir kale beyinden de aynı davranışı beklerim" dedi. Sözlerinde yerden göğe kadar haklıydı. Diğer iki elçi şaşırmıştı. Bozukta olsa kendileriyle Cenova diliyle konuşan yabancı şimdi gayet düzgün bir Türkçe ile konuşuyordu. " Sizin biraderinize ok atan kişi kale komutanı Veinnous Dauphin Humbert tir. Ülkemizin ve Majesteleri Cenova kralının subayıdır. Şu an yargılanmak ve cezası verilmek üzere tutukludur" dedi elçilerden biri. "Sizde takdir edersiniz ki cezası bizim yasalarımıza göre verilecektir." Umur bey bu yanıtı bekliyordu. Tanıdığı Zakkaria başka türlü davranmazdı zaten.

         "Bu gece kadırgam Gazi sizleri alacak Sakız adası limanına bırakacaktır. Kadırgaya binen kişiler tek tek askerlerim tarafından kontrol edilecektir. Humbert in tekneye binmesine izin verilmeyecektir" dedi ve çadırın kapısına yürüdü. Yanında buluna Hoca Selman ve Pişrev beyde dışarı çıktılar. Çadırın kapısında son söz olarak "Sabah güneş doğarken hazır olmanızı istiyorum" dedi.
   Elçiler geri döndüğünde karanlık çökmek üzereydi. Dük Zaccaria, hemen kabul etti elçileri "Biliyorum yorgunsunuz ama acele karar vermemiz gerekiyor" dedi. Elçilerden daha yaşlı olanı söze başladı  "Evet istediklerimizi elde ettik. Umur bey biraderinin öldürülmeye çalışılmasından etkilenmiş. Sizinde tahmin ettiğiniz gibi Humbert in kellesini istiyor."  Diğeri

   "Güneşin doğmasıyla birlikte Saint Pietro kalesini boşaltmamızı istiyor"  Evet tahminleri gerçekleşmişti. Cenova ya döndüğünde yüzünün akı ile Majesteleri kralının huzuruna çıkabilirdi. İki yıl yedi aydır dayanmıştı. Emrindeki kişilerden birinin bile burnu kanamamıştı. Ve iyi sayılabilecek bir anlaşma ile Türklerden Sakız adasında bir yer almıştı. Hem de karşısında Küçük Asya topraklarında bir liman sözü ile. Ticaretlerine devam edebileceklerdi. Anatolia nın ve Asya nın bütün malları kuzey ülkelerine kendi kanallarından akmaya devam edecekti.

   "Tüm Saint Pietro kalesi halkına hazırlıklarını tamamlamayı söyleyin" dedi. Hazırlanmaları da fazla sürmezdi. Yılların verdiği alışkanlıklar ve deneyimler böyle bir sonucun olacağını fısıldamıştı kendisine ve etrafındakilere. Dışarı çıkmak üzereyken o ana kadar sessizce dinleyen Adnan Bey söze girdi.

   "Düküm izin verirseniz ben ayrılmak istiyorum. Öğrencim, kuşatmacıların arasında, Onu alıp evimize dönmek istiyorum" dedi. Dük bir an yanında dikilen adamın yüzüne baktı. Hem kendileriyle hem de Türklerle rahatlıkla konuşan bu adamın kim olduğu konusunda kafası iyice karışmıştı. Yine de bir kaç saattir gördüğü bu yabancıyı sevmişti. "Sinyor, siz iyi ve bilgili bir insansınız. Sizi tanımaktan çok mutluyum. İzin verirseniz kalede kalan yiyeceklerden hazırlanan son bir yemek yiyelim." Adnan Beyin yapabileceği bir şey yoktu. Aslında birazda kuşatmacıların yanına geçmek istiyordu. Onları da yakından tanımak istiyordu. Nazikçe yapılmış bu daveti kabul etmekten başka çare bulamıyordu. "Peki" dedi.
    
   Hekim, bir kaç gün dinlen demişti. Bu ayak ile dolaşma yoksa kalıcı izler bırakır demişti. Ama şu an yatıyor olmasının nedeni hekimin zoru değil babasının zoruydu. Kaleden biraz uzakta olduklarından dolayı ok fazla derine inmemişti. Yinede ilk yaralanması olduğu için belli etmemeğe çalışsa da canı yanmıştı. Hekimin yaptığı pansuman hem kanamayı kesmiş, sürdüğü otlar ağrısını almıştı. Şimdi ayağını uzatmış çadırın önünden çevreyi izliyordu.

   Bakışları uzakta kara bir gölge gibi duran Liman kalesine takıldı. Ağasının akıllı davranışları sayesinde bir askerin bile burnu kanamadan kaleyi ele geçireceklerdi. İki yılı aşmıştı uğraşmaları ama olsun son bir iki haftayı saymazsan öyle sıkıntıya girecek kadar uğraşmamışlardı. Kalenin çevresine çadırlar kurmuşlardı. Çadırda duran askerler hiç kimsenin ne dışarıya çıkmasına ne de içeriye girmesine izin vermiyorlardı. Umur ağası "Bunlar burada ticaret için var, eğer buralara kervan gelmezse hiç bir şey yapamazlar" demişti bir toplantıda. Gelen kervanları Nif’ çayından önce kesiyorlar Ayasuluğ a gönderiyorlardı. Aydan aya günden güne gelen kaleye kervanlar azalmıştı.

   Kara yolunu kesmişlerdi kalenin ama Ceneviz'den gemiler gelip gidiyorlardı. Ticaret yapamasalar da her türlü yiyecek ve içecekleri geliyordu. Sonra batıya Symirna körfezinin batısına bir köy kurdurmuştu. O köy sayesinde körfezin içine gelen gemileri de kontrol etmeye başlamışlardı. Birde hoca Selman ile birlikte bir tersane kurmuştu. Ayasuluğ dan Menteşeden ustalar getirtmişti İlk anda yedi büyük kayık ve bir kadırga yapmaya başlamışlardı. Yani bir yandan kaleyi kuşatıyorlar bir yandan da hazırlıklarını tamamlıyorlardı.

   Akıllı bir adamdı Umur ağası. Attığı her adımı bilerek atıyordu. Tekneler bittiğinde yeni kurdurduğu ve adına Urla dediği köy kuvvetlendiğinde harekete geçmeye karar vermişti. Eğirdir’e gitmiş İlhanlı valisi Temürtaş Beyden izin ve destek sözü almıştı. Daha iyisi Temürtaş Bey ustalarını göndermiş iki büyük mancınık inşa ettirmişti. Bu bilinçli, planlı adımlar sayesinde liman güçlü ve alınamaz denilen Saint Pietro kalesi yarın sabah boşaltılacaktı. Birden durdu. Maria’sı aklına geldi. İki gün önce bir kere daha göreceğim diye yakalanıp zindana atıldığı haince oklandığı Maria sı aklına geldi. Karanlıkta belli belirsiz omuz silkti. Kızın da kendisinde gönlü vardı. Değişen yalnızca uzaklıklar olacaktı. Maria’yı görmek için Sakıza gitmesi gerekecekti. Ve zamanı geldiğinde kızı alıp getirecekti. Anasına "Bak ana bu Meryem; gelinin" diyecekti. Gözleri karanlıkta bile mutlulukla ışıldadı.

   "Destur var mı İbrahim Bey" karanlıktan gelen ses daldığı hayal denizinden çıkardı İbrahim Bahadırı.

         "Kimsin" dedi sesin geldiği yöne dönerek. O zaman yakınına kadar gelen meşaleyi farketti.  "Yunus" dediğinde İbrahim sesin sahibini tanımıştı. Bu çocukluk arkadaşı Yunustu.

         "Gel Yunus" dedi. Yunus, İbrahim Bahadır yaşlarında karayağız bir gençti. Çadıra yaklaşınca sağında ve solunda yürümekte olan iki çocuğu gördü. Biri, yeğeni Ağabeyinin kızı Hundi Melek diğeri zindanda beraber kaldığı Yankıydı. "Selam" dedi Yunus yanına geldiğinde. İbrahim "seni kucaklamak isterdim ama" ayağını göstererek "görüyorsun" dedi. Kısa bir hal hatırdan sonra "Bu ikisini tersaneye yakın yakalamışlar. Aldım getirdim. Sen ver artık cezalarını" dedi. Bıyık altından gülümsüyordu.

   "Ne yapıyordunuz oralarda" dedi sesine tatlı bir kızgınlık vererek. Yankı yine başladığı yere döndüklerini düşündü. Hundi Melek e durumu anlatmış yelkenli tekneleri ne kadar sevdiğini söylemişti. O da Kabataşın olduğu yere yani tersaneye gidip bakabileceklerini söylemişti. Bütün bunlar Elçiler geri döndükten sonra oluyordu.
"Yankı ağama babamın Kadırgasını "Gazi" yi gösterecektim" dedi. Gecenin bu saatinde mi" "Evet" dedi. "yarın Cenevizlileri Sakız’a götürecek biliyorsun"  İbrahim Bahadır karşısında dikilen delikanlının yüzüne "niçin" der gibi baktı.

   “Ben" dedi. Bir an düşündü. "Ben denizi ve yelkenlileri çok seviyorum" Başı öndeydi. Çekingenliği gene su yüzüne çıkmış suçlu gibi başını öne eğmişti. "Ne var bunda" dedi İbrahim de ." Denizi seven yalnız sen değilsin. Bende seviyorum. Burada bulunan" çevredeki çadırları askerleri gösteriyordu elleri "burada bulunan herkes denizi çok seviyor. Kayığa bindiğinde kürekleri asılmayı seviyor. Dalgalarla oynaşmayı, onların üzerinde süzülmeyi seviyor" dedi.
 
   Yankı, konuşma açıklama yapma sırasının kendisinde olduğunu biliyordu. Ama nereden başlayacağını bilemiyordu.
"Benim ve şu an kalede bulunan öğretmenimin burada olmamızın temelinde bu deniz sevgisi var. Bir öğretmen bana Türk tarihinde yaşamış denizcileri anlatan bir ödev verdi. Ben bu ödevi hazırlamak için kitapları karıştırıyorken garip bir şekilde kendimi burada buldum. Zannediyorum kötü bir büyü yaptılar. Delikanlı olanları kendisi anlamamıştı ki karşısındakilere nasıl anlatacaktı. Sözlerine devam etti. “Adnan Öğretmenimde aynı yolla peşimden geldi. Ve geri dönmeden ödevimi hazırlayabilecek bilgileri toparlamak istiyorum. Umur Gaziyle tanışmak onun çok sevdiği "Gazi" kadırgasını yakından görmek istiyordum. O nedenle tersaneye gitmiştik Hundi Melek’le" dedi. Bu kadar sözü nasıl bir araya getirdiğine kendisi de şaşırmıştı.

   İbrahim Bahadır şaşırmıştı. "Dur hele, dur bakalım" dedi "Senin bir öğretmenin var ve o sana bir ödev verdi. Ödevin konusu Umur Ağam öyle mi?" Yankı pot kırdığını anlamıştı. Durumu kurtarması gerekiyordu. "İnanın yiğitliğiniz bizim oralara kadar yayıldı. Tanıyanlar size hayran ve tanımayanlar neler yitirdiklerini bilmiyorlar. Sizler bizim için efsanesiniz. Umur beyin adından saygı ile söz ediliyor" Bu kadarını Hundi Melek bile biliyordu. Daha babası Symirna yı ağabeyine vermeden Ayasuluğ’tan çok denize açılmışlardı. Adalar denizinde gitmedikleri yer kalmamıştı.

   "Bana bu işleri nasıl başardığınızı anlatmanızı istiyorum" dedi. Denizcilik konusunda nasıl bu kadar beceriklisiniz." Gece ilerliyordu. Uzaklardan bir yerlerden ezan sesi duyuluyordu. İbrahim uzattığı ayağını düzelttikten sonra Hundi Melek e dönerek. "Hadi bize soğuk bir şeyler getir" dedi. Küçük çocuk bir anda karanlıkta kayboldu. Çevreyi avcunun içi gibi bildiği belli oluyordu.

   "Ben Ağama hayranım. Küçüklüğümden beri hayranım. Gözümü açtığımda onu gördüm. Beni hiç yanından ayırmadı, her nereye gittiyse beni de götürdü" dedi. Gözleri daldı. "Aslında deniz tutkusu bana ondan geçti. Suya denize sevdalıydı. Daha küçücük bir çocukken tahtadan kayıklar yapar, Birgi de Menderes ırmağında yüzdürürdük. Onun yaptığı oyuncaklar biraz yüzdükten sonra devriliyor batıyordu. Her defasında değişik şekiller veriyordu. Yaptığı her yeni oyuncak belki daha uzun süre yüzüyordu belki daha hızlı gidiyordu ama en sonuç değişmiyor batıyordu. Çocuk aklımızla batmaması için bir çare bulamıyorduk.

   Sonra bir gün babam bizleri Ayasuluğ’a götürdü. Orada yaptığımız oyuncakların gerçeklerini gördük. Liman yanaşmış kayıkları kadırgaları gördü. Nasıl oluyor da bizim oyuncaklarımız bir yüzdükten bir zaman sonra batıyordu da bunlar yüzüyordu. Üstelik insan hayvan mal yüklüyorlardı yine de batmıyordu. Bunun nedenini bulmalıydık. İçimizde bir tutku dizginlenemez bir istek oluşmuştu. Deniz bizi çekiyordu bizi. Ben hadi neyse ama ağabeyim o limandan ayrılmıyordu. Uzaktan izliyordu süzülen yelkenlileri Limana yanaşanlarını yakından inceliyordu. Medreseye bile gitmez olmuştu.

   Bir başka gün limandan yeni çözülmüş bir kadırganın yelken açmasını izliyorken, amcam yakaladı ağamı. Yanında biri vardı." sözünün bu noktasında durdu. "Hani elçi olarak benim yanımda giden aksakallı bir ihtiyarcık vardı. Bildin mi?" Yankı kimi kastettiğin anlamıştı. "Hoca Selman'dı o kişi. Amcam ağamın elini yakaladı. Hoca Selman’ın eline verdi. Al dedi. Eti senin kemiği bezim. Denizle ilgili denizcilikle ilgili ne varsa öğret"

   "Günler boyu geceler boyu kafamı kaldıramadan çalıştım" Onlar konuşmaya dalmışken yanlarına yaklaşan uzun boylu kişinin farkına varmamışlardı. İbrahim bahadır yerinden doğrulmaya çalıştı "Umur ağam. Geldiğini duyamadık" dedi. Yankı aptallaşmıştı. Buralara geldiğinden beri her yerde adını duyduğu kişi yanındaydı. Yüzüne baktı. Gülümsüyordu. Bıyıkları yeni çıkmış güneş yanığı teni karanlıkta bile belli olan biriydi. Üstelik gençti de. Yankıya oturmasını işaret ettikten sonra içeriden bir tabure getirdi.

   "Hoca Selman, bana sayısız kitap verdi okumam için. Aritmetik, geometri coğrafya kitaplarıydı bunlar. Hiç unutmuyorum şöyle demişti 'Bakarak öğrenilseydi kediler kasap olurdu'.'Başarmak için çalışmak gerekir' demişti.  Onun verdiği kitapları okumaya başladım. Okudukça ufkum genişliyordu. Bilinmesi gereken o kadar çok bilgi vardı ki. Yaşadığınız dünyayı bilmek zorundaydınız. Havayı, rüzgarı, bulutları öğrenmeliydiniz. Gökyüzündeki yıldızları bile tanımak zorundaydınız. Onlar olmadan, gece yolculuğunu nasıl yapabilirdiniz ki. Kendi denizinizi, kıyılarınızı, toprağınızı bilmek zorundaydınız. Kendi insanınızı tanımak zorundaydınız, kendinizi bilmek zorundaydınız. Ancak o zaman komşu denizleri komşu ulusları, komşu insanları tanıyabilirdiniz.

   O kitaplar bitince yenilerini getirdi. Değişik diller öğrenmemi sağladı. O dilleri bilmeden başka ülkelerin başka insanlarıyla nasıl iletişim kuracaktınız ki. Çalışmadan ter dökmeden başarmayı bekleyemezsiniz. Öğrendiklerimi uygulamaya başladım. Uygulama bilgiyi pekiştiriyor." Durdu. Gülümsüyordu. "Başarmak için çok çalışmak gerekiyor" dedi.
   "Ben aslında karındaşımın nasıl olduğunu merak ettiğimden gelmiştim. Ama kendimi ders anlatan bir öğretmen zannettim." İbrahim e dönerek "İyi gördüm seni. O kadar iyisin ki yabancılara ders veriyorsun" gülümsüyordu gene. "Yine de hekimin sözünden çıkma Bir kaç gün dinlen" diyerek yerinden doğruldu. "Allah rahatlık versin" dedi ve geldiği gibi karanlıkta kayboldu. Arkasından İbrahim Bahadır ve Yankı hayran hayran bakakaldılar."Onda Allah vergisi bir yetenek var. Bir iş bir kere gösterilsin hemen öğreniyor. Üstelik çok akıllı. Ama o bu aklını ve yeteneğini kötülüğe hainliğe kullanmadı." diye mırıldanıyordu İbrahim. Yankı’nın beyninde ise söyledikleri yankılanıyordu. "Başarmak için çalışmak gerekir. Çok çalışmak gerekir."
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark