Kayıt Ol

İnsan ve İblis

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #45 : 05 Mayıs 2017, 19:49:52 »
Bölüm 47 - İnsan

Dört kişi, geniş ve uzun çam ağaçlarının dizildiği ormanda yol almaktaydılar. En önde, uzun boylu Yugiera vardı ve yan yana yürüyen üçlüye rehberlik etmekteydi. Aralarında metreler bulunacak şekilde dizilmiş ağaçların çapı, ormanın içine girdikçe daha da artmaktaydı. Çamların oluşturduğu örtüden sızan gün ışığı, yerdeki bodur ve geniş, uzun yapraklı, otsu bitkileri aydınlatıyordu. Kahverengi topraktaki mikro-organizamalar, yeni yağmış yağmur sayesinde, yağmur kokusu olarak bilinen maddeyi salgılıyorlar ve bu, havayı dolduruyordu. Eiros, arada bir, ona fısıldayan birilerinin sesini duyuyordu fakat onlara kulak asma zahmetinde bulunmadı. Bunlar, sadece, aç ve aciz ruhların çırpınışlarıydı. Onun aklında, başka bir şey vardı.

"O kadar güzel yemek yapabildiğini bilmiyordum," dedi, sağındaki Kueti'ye "Geçen günkü tavuk çok güzeldi."

"Pek de özel bir şey yapmadım. Belki bir sebepten sana öyle gemiştir," dedi, saçları elektrikli kız, soğuk bir tonda.

"Ne oldu?" diye sordu, meraklanan Eiros.

"Bir şey yok," diyerek onu geçiştirdi, genç kadın.

"Senin kararından dolayı bozuk atıyor," diye açıkladı, en sağdaki Engar.

"Engar!"

"Ne var, öyle değil mi?" diye devam etti adam "Yaptığının başımızı ne kadar da derde sokacağından, aşırı amatörce bir şey olduğundan bahsetmiyor muydun?"

Mavi gözlerinden buz huzmeleri fırlayacakmış gibi, Engar'a baktı, kız.

"Gerçekten mi?" diye sordu, Eiros "Böyle düşündüğünü bilmiyordum."

Kueti, yolunun üstündeki büyükçe bir daldan kaçınırken, bir yandan iç çekti.

"Zeki birisi olduğunu düşünüyorum, Eiros. Peki söylesene bana, sence yaptığın hiç kimsenin ilgisini çekmeyecek mi? Böyle duygusallıklara yer yoktur bu işte. Tek bir hata yaparsın ve bizi bulurlar."

"Onları öyle bırakamazdım," diye yanıtladı, adam.

"Ne fark etti? Bay Pandemonium'un anlattıklarını dinledim. Sen öyle yapmasan bile, bir kaç güne öleceklermiş zaten. Ha üç gün sonra ölmüşler, ha o an, ne fark eder? Tek yaptığın, arkamızda bir iz bırakmak oldu," diye yanıtladı, genç kadın.

Eiros, onun bu tepkisini anlamlandıramamıştı fakat ilk karşılaşmalarında, Engar'ın fedakarlığına ne kadar soğuk yaklaşmış olduğunu hatırladı.

"Kueti pek de haksız sayılmaz. Eğer birisi olayı araştırıyorsa, bu izi fark edebilir," diye ön taraftan seslendi, onları duymuş olan Yugiera.

Ancak, Eiros'a hiç beklemediği bir destek geldi.

"Profesyonellik her şey değil. Kimi zaman, yapılması gereken şeyler vardır," dedi, Engar "Eiros bunu yapabilme cesaretini gösterdi."

"Başımın belası, her şeye karşı çık," diye söylendi, Yugi.

"Başka bir şeyden konuşsak," diye konuyu değiştirmeye çabaladı, genç Eiros.

"Sen söyle. İş dışında pek konuşkan değilsin," dedi, Engar.

Adam, haklıydı. Onlarla konuşmuş olsa da, Eiros'un hala derin bir bağ kurabilmiş olduğu söylenemezdi.

"Mesela boş zamanında neler yaparsın?" diye ekledi, Engar.

"İnternette gezinmek sayılır mı?" diye güldü, Eiros "Son bir-iki senem pek de istediğim gibi geçti diyemem. Eskiden dövüş sporlarına meraklıydım ama pek imkanım olmadı. Okumayı, özellikle aksiyon dolu şeyleri severim. İnternette bir şeyleri araştırmayı da seviyorum. Doğru siteleri biliyorsan, kimsenin aklına gelmeyecek şeyler öğrenebiliyorsun."

"Bilgisayarla aran iyi yani?" dedi, Kueti.

"Bu, dar omuzları açıklıyor," dedi, Engar.

Eiros, şaşkınlıkla gözlerini ona çevirdi.

"Ne? Seni bir süredir takip ettiğimiz biliyorsun. Dönüşümden önceki halini bilmiyoruz mu sandın?"

"Madem konusu açıldı, beni ne kadar zamandır izliyorsunuz? Açıkçası rahatsız edici biraz."

"Gecenin bir köründe, bilgisayarın yanına koyduğun tuvalet kağıdıyla ne yaptığınla ilgilenmiyoruz," diye seslendi, Yugi.

Utanmış olsa da, aklına bir cevap gelen Eiros, bir an, söyleyip söylememek konusunda tereddüt etti.

"Sapık gibi, beni en azından aylarca izleyen sizsiniz. Acaba sen neler yapıyordun o sırada?"

"Vay, demek ısırabiliyormuşsun," dedi, kahkaha atan Yugiera.

Engar da bu gülüşe katılmış, hatta Kueti bile kıkırdamıştı.

"Geldiği yerde daha çok var," diye, kendinden emin bir sesle ekleme yaptı, genç.

Gülüşmeler daha da arttı.

"Sizin diyarınızla ilgili en çok neyi sevdim, biliyor musun?" diye sordu, Engar "Video oyunlarını. Bizim orada, bunlardan pek yok. Herkes işin içine gömülmüş, ciddiyetten geberecek budalalar. Böyle bir şey icat etmek akıllarına bile gelmemiştir. Oysa siz, zevkler konusunda çok daha gelişmişsiniz. Herkesin zevk aldığı bir şey var ve bu oyunların diyarları akıl almaz şeyler."

"Gerçekten mi?" diye sordu, Eiros "Renk değiştiren şelalelerin etrafında yaşayan, ses dalgasını silah olarak kullanan birisiyle savaşmış ve bunu enerji huzmeleri kullanarak yapmış birisi mi söylüyor bunu?"

"Eh, benim gibi birisi yaptığı her şeyde çok iyi olabilir. Yani yanlış anlama, gerçekten muazzam birisiyim ama bu hayatta yapabileceklerin sınırlı. Bu oyunlarda öyle değil. İstediğin herhangi bir şey olabiliyorsun."

"Engar epey bir inek bu konuda," diye onayladı, Kueti.

"Saklayacak bir şeyim yok. Sevdiğim şeyi seviyorumdur," dedi Engar "Hem boş zamanlarında saçmasapan programlar izleyen ben değilim."

"Kafamı dağıtmama yardımcı oluyor. Dönen kumpasları ve çekişmeleri görsen... o kadar aptalcalar ki, bırakamıyorum."

"Ne kadar kötüyse, o kadar iyi," diye belirtti, Eiros.

"Aynen."

"Peki başka ne yapıyorsun? Bütün zamanını böyle geçirmiyorsun herhalde?"

"Senin gibi macera dolu şeyleri olmasa da, kitapları severim. Hele ki klasikleri," dedi, kız ve aklına gelerek ekledi "Hem bizim diyarınkini hem de sizinkini."

"Evet, bazıları oldukça güzel. Gerçi çok okumadım," dedi, adam "Okula gitmedin zannediyordum, Kueti?"

"Ben..."

"Sı-kı-cı," diye söylendi, Engar "Kim bir şeyin başında, saatlerce, hiç bir şey yapmadan oturur?"

"Oyunları sevmiyor muydun? Bu nasıl farklı oluyor?" diye bir soru yöneltti, kız.

"O farklı. Aktif olarak bir şeyler yapıyorsun. Oysa bir şey izler veya okurken, sadece öyle duruyor ve insanların yaptıklarını izliyorsun. Bu interaktif hikaye denen oyunları da, o yüzden sevmiyorum," diye açıkladı.

"Benim ruh halime göre çok değişiyor. Senin kadar bilgim yoktur tabii ama..."

İkili, rol yapma oyunları üstüne derin bir sohbete tutuştu böylece. Eiros'un ne kadar garibine gitmiş olsa da, Engar'da böyle bir taraf bulmak hoştu. Adamın klasik, izometrik tarzdaki rol yapma oyunlarından çok, aksiyon-rol yapma oyunları sevdiğini öğrenmişti. Kendisi iki türü de oynamıştı ama Engar kadar fazla oyun serisine bulaşmamıştı. Adamın bu zamanı nereden bulduğunu merak etti çünkü geldiğinden beri, onu dışarıda çalışırken görmüştü.

"Sıkıldın mı?" diye sordu, yanına gelen Kueti'ye, Yugi.

"Hayır ama ilgimi çekmiyor. Söylesene, kaptan, sence Eiros'ta bir değişim mi var, yoksa bana mı öyle geliyor?"

"Ah, kesinlikle değişti. Niye sordun?" dedi, rahat bir havayla.

"Sadece bu kadar çabuk olması garibime gitti. Görevden döndüğümüzden beri o kadar... içine kapanmıştı ki, bir daha asla toparlayamayacak zannettim."

"Şuna bak, yoksa buz kadın Kueti, onun için endişeleniyor muydu?" diye sırıtarak sordu, Yugi.

"Hayır, canım, ne alakası var?" diye karşı çıktı, kız.

Oysa kaptan, kolunu onun omzuna atarak, kızı yanına çekti ve hafifçe sarstı.

"Hadi hadi, ikiniz de gençsiniz. Bunlar çok doğal şeyler."

Kız karşı çıkmak için bir şeyler demeye çalışsa da, Yugiera'ya karşı hiç bir işe yaramadı. Kadının özellikle böyle davrandığını farkettiğindeyse, vazgeçerek, kaderini kabullendi. Neyse ki, kendi sohbetlerine çok kapılmış olan Eiros ve Engar, onları fark etmemişti.

"Sence birisiyle ilişki kurabilir miyim, kaptan?" diye sordu, kız, sessizce.

"Tabii ki de. Bak şimdi, öncelikle iyice bir yıkanın ki saçma yerlerde koku olmasın. Ardından ona söyle de, tırnaklarını kessin, yoksa çok fena acıtabiliyor..."

"O açıdan demedim yahu!" dedi, genç kadın.

Sesi yüksek çıkmış olacak ki, Eiros ve Engar'ın konuşması bir anlığına durdu ama daha sonra tekrar devam etti.

Daha önce, böyle bir grupta, hiç bu kadar uzun süre bulunmamıştı, kız. Kendisi üstündeki etkilerinden hoşlandığı söylenemezdi. İnsanların ona bu kadar yaklaşmış olması, alışkın olduğu bir şey değildi. Bu konuda, bir şeyler yapmalı mıydı?

"Ne olursa olur," diye yanıtladı, Yugiera "Akışına bırak biraz."

Kueti, bir yanıt vermedi.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #46 : 10 Mayıs 2017, 22:33:23 »
Bölüm 48 - İstek 3

İnsan, küçükken, farkında olmadan çok işlevsel şeyler öğreniyor. Örneğin, etrafındakilere yakın hissetmiyor fakat bunun kendisine zarar vereceğini biliyorsa, sahte bir yakınlık göstermeye başlıyor. Ailesi tarafından zarar görmüş fakat onlar olmadan hayatta kalamayacağını bilen bir çocuk, milyonlarca yılın getirdiği evrimsel bir dürtüyle, yalan söylemenin yararlarını keşfediyor.

Babamın gidişinden ve annemin, bu olayın ardından değiştiğinden bahsetmiştim. "Gidiş" demek doğru kelime mi, bilmiyorum. İşin aslı biraz daha karışık. Dört-beş yaşındayken, bir akşam vaktine dair bir anım var. O zamanki evimizde, sarı ışığın aydınlattığı ve aynı renk halının kapladığı salondaydım. Bir koltuğa kurulmuş, televizyon izliyordum fakat içeriden bir takım sesler geldiğini duydum. Salondan çıktım ve girişin diğer tarafındaki koridora yöneldim. Turuncu renkli gece lambasının, cılız bir şekilde aydınlattığı koridorda, annem ve babam dikiliyordu. Gür, yer yer akların düştüğü bir sakala ve çalı gibi, kıvırcık saçlara sahip babamın yüzü, öfkeyle çarpılmıştı. Ondan kısa olan anneme bir takım el kol hareketleri yaparak bağırmaktaydı. Annem ise sinmiş görünüyordu. Ne olduğunu tam olarak anlamasam da, bu olay, bana yabancı değildi. Babam, annemi bir şekilde, yine, incitiyordu. Benim onları gördüğüm esnada, annem bana döndü ve hüsran ile öfkeyle, babam saldırmamı söyledi. O, koridoru terk eder ve tartışmadan uzaklaşırken, ben, ileri atıldım ve babamın bacaklarına saldırdım. Zayıf tekmelerim ve yumruklarım, fiziksel olarak hiç bir etki yaratmıyordu ama onu şaşırtmayı başarmıştı. Kafasını eğip bana baktığında, bunu beklemediği yüzünden belli oluyordu.

Bir süre sonra, babam hem annemi hem de beni dövmeye başladı. Okula gittiğim zamanlar, birisinin vücudumdaki morlukları fark etmesini ve bana yardım etmesini dilediğimi hatırlıyorum. Belki bir arkadaşım görür ve ailesine söylerdi ya da öğretmenim fark eder ve devreye girerdi. Böyle bir şey gerçekleşmedi ve tersine, zamanla, ben büyüdükçe ve daha fazlasını kaldırabilir hale geldikçe, şiddetin dozu arttı. Ancak, babama dair bütün anılarım bunlardan ibaret değil. Bir keresinde, gittiğim dövüş sporunda, il çapında bir müsabakaya yazılmıştım. Hem annem hem de babam, beni izlemeye gelmişlerdi. Basketbol salonunun zeminine mavi ve yumuşak süngerler serilmişti. Beyaz kıyafetlere bürünmüş, ortalama benim yaşımdaki katılımcılardan oluşan topluluk, üstlerinde toplanmıştı. Farklı renkli kuşaklara sahip bir çok kişi vardı. Benimkisi ne çok yüksek ne de çok düşük, ortalarda bir yerdeydi. Ancak, hocamın da yardımıyla, dereceye girme ihtimaline sahip her rakibimi çalışmıştık. Güçlü ve zayıf noktalarını öğrenmiş, hepsine karşı bir savunma veya saldırı geliştirmiştim. İşe yaramıştı ve turnuvanın sonunda dereceye girmiştim. Babamın gözleri, gururla parıldamıştı. Bu olaydan bağımsız, başka bir günde, bir alışveriş merkezine gitmiştik. Orayı seviyordum çünkü içinde bir eğlence merkezi vardı. Langırttan tut, ekrandaki düşmanları vurduğun oyunlara kadar her şey vardı. Yerin altındaki kata yapılmış bu yer, çok büyük bir salondu aslında. Işıklandırması her zaman az olur ve karanlığın içinde, parlayan ekranlar görülürdü. Babamla, hava hokeyinin başına geçtik. Normalde ben kazanırdım çünkü buna izin verirdi fakat o gün, farklı bir yol izledi ve beni alt etti. Buna çok sinirlenip, kızarmıştım ve adam kahkalar atmıştı.

Bununla beraber, her şey, o günlerdeki gibi değildi. Bir gün, eve geldiğimde, babamı burnundan solurken bulmuştum. Bir süre önce, okul sonrası verilen etütlere yazdırmıştı beni ve onlara hiç gitmemiş olduğum, sonunda açığa çıkmıştı. Beni odama yolladı. Pek büyük bir yer değildi. Sol tarafta bulunan girişinin tam karşısında, çalışma masam vardı. Sağ tarafın en ucunda bulunan yatağımın başı, odanın köşesine yaslanmıştı ve ayak ucumdan biraz ötede, bir gömme dolap vardı. İçindeki giysilerin yanısıra, alt kısmında bulunan ayakkabılardan dolayı, odamda her zaman, hafif bir ayak kokusu olurdu. Üstünde küçük bir kütüphanesi bulunan, beyaz masama geçtim ve peşimsıra odaya girmiş babam, önüme bir soru bankası fırlattı. Çözmeye başlamamı söyledi ve ben de, öyle yaptım. İlk sorumdan sonra, kitabı elimden aldı ve yanıtımı, arka taraftan kontrol etti. Yanlış yapmıştım. Bunun üstüne, nereden çıkardığı belli olmayan bir oklavayla gövdeme vurdu. Annemin fırında börek için hamur açmakta kullandığı, kalın ve uzun bir tanesiydi. Devam etmemi ve bunun adalet olduğunu, kendi eylemlerim sonucu meydana geldiğini söyledi. Karşı çıkmaya korkarak, devam ettim ve pek çok yanlışım çıktı. Her seferinde, bunun karşılığını fazlasıyla aldım. Bir yerden sonra, başım dönmeye başladı. Babam, soruları çözmemi söylüyordu fakat donakalmıştım. Bilincimi korumak, bütün enerjimi alıyor ve bayılmamaya çabalıyordum. Annem, kapıdan bizi izliyordu. Hiç bir şey yapmamıştı.

Verdiğim bu tepkiden dolayı, daha sonra, kendime kızdım. Bana, bunu yapmasına izin vermiştim. İlerleyen aylarda, bu düşünce yok olmak yerine, daha farklı bir şeye bıraktı kendisini. Babama karşı saygıda kusur etmiyordum fakat içimde bir öfke büyüyordu. Bana ve anneme yaptıkları için, ondan nefret ediyordum. Gittiğim spor, bu duyguları atmak açısından yardımcı oluyordu fakat yeterli değildi ve sakatlandıktan sonra, ona da gidemez olmuştum. Bir gün, eve geldiğimde, ikisini, oturma odasında kavga ederlerken buldum. Bu seferki, diğerlerinden de kötüydü. Kemerini çıkarmış olan babam, yere serilmiş, kendisini korumaya çalışan anneme vuruyor ve bağırıyordu. Kadın, yüzünü çevirdiğinde, yüzüne bakmasını söylüyor fakat yüzüne baktığında da, ayı mı oynatıyorlar, ne bakıyorsun diye tersliyordu. Değer bilmez olduğumuzu, bu aileyi onun geçindirdiğini ve onun uğraşmak zorunda kaldığı şeylerden haberimiz olmadığını söylüyordu. Nankördük, küstahtık ve saygısızdık. Çok istiyorsak, ikimiz de onu terk edip gidebilirdik. Hatta, daha iyisi, o bizi bırakıp gidecekti. Bunlar, sık sık tekrarladığı cümlelerdi; onu istemiyorsak, onu terk edebileceğimiz ve bunun yerine, onun gideceği.

Eve geldiğimi, ikisi de fark etmemişti. Önceden yapmış olduğum gibi, üstüne atılmayı ve onun bir boşluğunu yakalamayı düşündüm fakat aramızdaki fizik farkından ve elindeki kemerden dolayı, hiç bir işe yaramazdı. Bu yüzden, onlara fark ettirmeden mutfağa yöneldim. Bir gün böyle bir şey olursa diye, yerini gayet iyi belirlediğim, beni dövmekte kullanmış olduğu oklavayı aldım. Kendi odamı geçtim, oturma odasına girdim ve oklavayı, kafasına oturttum. Babam, inleyerek yere düştü. Bir kaç saniye sonra doğrulmaya çalışırken, bana baktı ve elimdeki sopayı gördü. Beni öldüreceğini söyleyerek, kemere uzandı. Bunun üstüne, eline vurdum. Üstüme atılmaya kalkınca, geriye kaçıldım ve yüzünün ortasına bir darbe oturttum. Bir çıtırtı sesi gelmişti. Yere yıkılan adamın burnundan, kanlar boşandı. Hala ayağa kalkmaya çabaladığını görünce, bir kaç kez daha ona vurdum ve bunu önledim. Olay bittiğinde, sanırım bilincini kaybetmişti. Annem, olan bitenden şok olmuş şekilde, sündüğü köşeden bizi izliyordu. Onu yatıştırmak için bir adım attım fakat yerdeki kana bastığımda çıkan sesle durdum.

Bunu izleyen bir kaç hafta, sanki başka birisinin hayatını izliyormuşum gibi geçti. Ne olduğunu tam olarak anlamıyordum ve her şey çok yabancıydı. Babam, evden gitmişti. Eve ciddi yüzlü bir takım kişiler gelip gidiyor ve bana pek çok şey soruyorlardı. İçlerinden sadece bir tanesi, canayakın davranmıştı. Benim hakkımda bir şeyi anlamaya çalışıyorlardı Annemle konuştuklarını ve kadının endişelendiğini hatırlıyorum. Bir gün beni dışarı çıkardı ve sevdiğim eğlence merkezine gittik. Yeterince oyun oynadıktan sonra, yukarı kattaki bir dükkanda, dondurma yemek için oturduk. O sırada, bana, yakında beni kendisinden alabileceklerimi söyledi. Bunu dediği esnada oldukça ciddi bir ifadeye sahipti. Tamam, dedim ve anlamış gibi davrandım. Oysa, benim için pek bir şey ifade etmemişti.

Bu duygusal durgunluğun şoktan olduğunu ve o kişilerin, beni bir ıslahevine kapatıp kapatmamak gerektiğini anlamak için gelmiş olduğunu, ancak şimdi anlayabiliyorum. Sonuçta, babam, etrafı tarafından oldukça iyi bir insan ve haksızların savunucusu olarak bilinirdi. Bize yaptıkları hakkında, kimsenin bir fikri yoktu. Ancak, her şeye rağmen, bugün bile, yaptığım şeyden dolayı pişman değilim. Onu durdurmasam, kimsenin bunu yapacağı yoktu.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #47 : 04 Ağustos 2017, 20:36:55 »
Bölüm 49 - Breaking the Habit

"Neden yaşıyorum? Yaşamaya devam etsem ne olacak ki? Ne yapacağım da, hayatım düzelecek? Dünyada nereye gidersem gideyim, hayatım her zaman aynı olacak. Hiç bir zaman mutlu olamayacağım. Hiç bir zaman, defolu olmaktan kurtulamayacağım. Yaşamak için ne sebebim var? Ne var, ne? Tek bir tane de olsa yok. O zaman neden yaşamayı sürdürüyorum? Şu siktiğimin hayatına neden devam ediyorum? Belki de şu an kendimi öldürebilirim? Neden olmasın? Şu an yapmasam bile, bu gidişle bir kaç yıl sonra yapacağım. O zaman neden, kaçınılmaz olanı erteliyorum? Neden acımı sürdürüyorum? Tek bir hareket ve her şey sonlanır. Yaşamak için ne sebebim var? Her şey umutsuz..."

Önündeki online günlükten başını kaldıran Yıldırım, okudukları karşısında dehşete düşmüştü. Bunları yazdığını, bu kadar karanlık zamanlardan geçtiğini hatırlamıyordu. Bir yandan, korkutucu geliyordu çünkü hala gerçekliklerini koruyorlardı. Bu yazıyı yazdığından beri yıllar geçmişti fakat hala uğruna yaşayacağı bir şey bulamamıştı. Adalet veya intikam... bunlar istediği şeylerdi ama kendisini mutlu etmeyeceklerini biliyordu. Kişisel bir şeye ihtiyacı vardı bu hayatta. Onu yaşanılır kılacak herhangi bir şey. Bu girdiden sonra nasıl intihar etmemişti, hatırlayamadı. Bu kadar umutsuzluk kokan bir şeyi yazan kişi, nasıl yaşamayı sürdürebilirdi? Aklına bu takıldı. Gerçi, düşünülürse, bütün hayatı umutsuzluk ve hayal kırıklığıyla doluydu. Kimi zaman, neredeyse kalbinin olduğu yerde bir acı hissediyordu. "İçim acıyor," derler ya... kötülükle dolu bir dünyanın içinde, kendisi de kötülük yaparak yolunu bulmaya çalışıyor gibi. Oysa kimseye zarar vermek istemiyordu, kimsenin de ona zarar vermesini. Bütün nefret ve öfkesinin altında... neden o bebekleri öldürmüştü? Silah seslerini tekrar duydu ve bebeklerin hırıltılı solumaları aklında canlandı. Gözlerini ve elleriyle kulaklarını kapadı fakat sesler geçmedi. Ateşliyordu o silahı, tekrar, tekrar ve tekrar...

Ayağa kalktı ve bir hışımla, bağırarak, önündeki dizüstü bilgisayarı elinin tersiyle yere çaldı. Oysa anılar, daha da artmıştı. Onun bastırmaya çalışmasıyla, daha da kuvvetleniyor ve yaptığı şeyi ona hatırlatıyorlardı. Olabilecek en kötü günahı işlemişti, çocukları bile değil, bebekleri öldürmüştü. Sebebi ne olursa olsun, böyle bir şeye kalkışmamalıydı. Bunu düşünmüş bile olduğu için bir canavardı o. Belki, gerçekten, kendisini öldürmeliydi. Onun gibi bir mahlukat, daha azını haketmiyordu.

"Yıldırım?" diye, odasının dışından bir ses duyuldu.

Bu ses, Engar'a aitti. Odasının ses kilidini kapamış mıydı? Hatırlayamadı.

"Gel," diye, adamı davet etti.

Kağıt kapıyı çekerek açan genç adam, içeri girdi ve düz, kumral saçlarının altındaki gözleriyle odayı süzdü. İçinden kendine sövdü Yıldırım. Aptallıkla, yere attığı bilgisayarı kaldırmayı unutmuştu.

"İyi misin?" diye sordu, ayakta dikilen adam, bilgisayara bakarak.

Bağırışını duymuş olmalıydı ama neyse ki, bunun sözünü açmamıştı. Büyük ihtimalle, bunu bilerek yapmıştı.

"İyiyim," diye geçiştirmeye çalıştı "Elimden kaydı."

"Neus, sana özel olarak tasarlamıştı o bilgisayarı. Senin diyarındakilere daha çok benziyormuş. Kırıldığına üzülecek," diye yanıtladı ve devam etti "Yani iyi olmuş. Kaptan, ben ve Kueti, beraber bir yere gideceğiz. Senin de gelmen gerekiyor."

"Elbette, hazırlanmak için beş dakika ver," dedi, kirli sakalını kaşıyan Yıldırım.

Onaylayarak dışarı çıktı, Engar. Koridoru geçerek salona girdi ve Neus'la karşılaştı. Sırtı dönük adam, kütüphaneyi karıştırıyordu. Her zamanki laboratuvar önlüğünü giymişti.

"Durumu nasıl?" diye sordu, Engar arkasından geçerken.

"İyi değil. Yaptığı şeyle yüzleşmesi gerekiyor," dedi, genç adam "Bununla barışmadığı sürece, hayatına devam edemez."

"Bu sefer, onun bize yaklaşması gerek. Gereğinden fazla gurura sahip," dedi Neus ve alaycı bir tonda ekledi "Bu açıdan, tanıdığım birisine benziyor."

"Yaptığın iş de, ağzın kadar iyi olsaydı, böyle bir durumla karşılaşmazdık," diye yanıtladı Engar ama sonra itiraf etti "Dürüst olmak gerekirse, onun hakkında yanılmışım. Yanlış anlama, ilk karşılaştığımızda, gerçeklikle bağlantısını kaybetmeye başlamış, kendini beğenmiş bir pislikti. Ancak... değişebiliyormuş."

"Bir kil gibi yontulabilir," diye onayladı, Neus fakat bunu söylediğine pişman oldu. Düşünmeden konuşmuştu.

"Aynı benim gibi mi?" diye sordu, Engar "Bana yaptığını onun üstünde de denersen, seni buna pişman ederim."

"Engar ben--" diye açıklamaya çalıştı Neus fakat lafı, ona yaklaşan genç yüzünden yarıda kesildi.

"Asla. Bir daha asla böyle bir şey yapmayacaksın. İnsanlar özgürce oynayabileceğin nesneler değil," dedi, keskinleşen, cam gibi gözlerini, kara çukurların içine dikmiş Engar. Kimi zaman, bu adamın ne kadar canavarlaşabileceğini unutur gibi oluyordu. Rolünü çok iyi unuyordu Neus.

Ardından, hışımla çekip gitti. Onun arkasından bakan Neus, kaç yıl geçse de, gencin olanların hala peşini bırakmadığını düşündü. Ancak yargılamak, Neus'a göre değildi. Önündeki işe döndü ve kitapları karıştırmayı sürdürdü. Arada sırada, bir tanesini çıkarıyor ve belli bir kısıma bakıyor ve sonra yerine geri koyuyordu. Bu şekilde, pek çok kitabı, hızla, inceledi. Edindiği bilgilerle, kafasında bir simülasyon oluşturuyordu. Farklı kaynaklardan ve alanlardan bilgilerle oluşturduğu bu simülasyonda test edeceği bir hipotez vardı aklında. Daha doğrusu, bir ürün oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak, bunun için öncelikle, bütün koşulları bilmesi gerekiyordu. Yoksa simülasyonu eksik olurdu, hipotezi yanlış olurdu ve istediğinden farklı bir ürün ortaya çıkardı.

Beş dakika kadar bir süre sonra, Yıldırım odasından çıktı ve salona girdi. Gözünün ucuyla ona şöyle bir bakan Neus, tahmin ettiği gibi bir görüntüyle karşılaşmıştı. Sakalını kesmiş olan genç, saçlarını da düzeltmişti. Başkalarının, onun çektiği bu acıyı görmesini istemiyordu. Hislerini saklamaya meyilli birisiydi Yıldırım ve bu konuda uzmanlaşmıştı. Ancak, ne zaman kendisini salacağını ve ne zaman saklayacağını kestirmek, emek istiyordu. Başkasına rastgele gelebilirdi fakat Neus'a değil.

Genel olarak, Yıldırım'ın yüzünde çok fazla ifade olmazdı ve bir çok kişiye göre, okuması daha zor birisiydi; bunu, onu gözlemlediği ve geçmişini değerlendirdiği süreçte fark etmişti. Bununla beraber, kendisine bakmasının tek sebebi bu değildi. Hayatını daha düzgün bir hale getirmeye çalışan herkes gibi, yüzeysel özelliklere dikkat etmenin işe yarayabileceğini düşünmüştü. Bir yerde de haklıydı. Kendine bakmak, kişinin zihinsel durumu hakkında bir şeyler söylerdi fakat Neus'un da gayet iyi bildiği üzere, herkesin kişisel bakım standardı farklıydı.

Yıldırım'ın göz altlarına bakılırsa, uyumaktan sorun çekiyordu. Yaşadığı travmadan sonra çok normaldi. Onunla iletişime geçerek, biraz daha veri  edinme ve ona göre davranma kararı aldı, Neus.

"Nasılsın, Yıldırım?" diye sordu.

Yıldırım dediğinde, gencin gözbebeklerinde hafif bir büyüme ve yüz hatlarında genel bir gevşeme olmuştu. Yaptığı şartlamanın işe yaradığını görmek güzeldi. İblis denilen Ugi, ona Eiros adını takarak, kendi amacına yönelik bir şekilde, genci koşullandırmıştı. Bu kelime üstüne kurduğu kimlik sayesinde, Eiros demek, acı, çaresizlik, öfke, umutsuzluk vb. demekti. Kısacası, Ugi'nin kendi "intikam" amacıyla kullanabileceği duygular. Hakkını vermek gerekiyordu, İblis işinde oldukça iyiydi. Sonuçta, Neus'un hasmı çağlar boyunca tekniklerini geliştirme fırsatı olmuş, kadim bir canlıydı. Ancak Neus, gencin kendi adını hatırlatarak ve onunla pozitif şekilde iletişim kurarak, onu bu durumdan çıkarmıştı. Standart sapma göz önüne alınırsa, hesaplamalarına uygun bir süre içinde gerçekleşmişti. Yaptığı gözlemler, boşa gitmemişti. Zaten gidemezdi de, kaç tane uykusuz gece geçirmişti bu proje için.

"İyi..." diyecekti ki, durakladı "Pek de iyi değil, Neus. Fabrikada yaptığım şeyden beri..."

"... kendimi öldürmek istiyorum, aynı ergenliğimdeki gibi," diye aklından tamamladı, kara gözlü adam "Ancak bunu asla söyleyemez."

"... yaptığımla nasıl yaşarım? Onların görüntüsü ve sesi gözümün önünden gitmiyor," diye devam etti Yıldırım ve cılız bir tonda ekledi "Onları öldürdüm."

"Yaşadıkların çok doğal. Travmatik bir olay yaşadın ve bu sende iz bıraktı. Ancak zamanla bunun üstesinden gelinebilir," diye yanıtladı adam.

"Öyle ama... o kadar yoğun ve gerçek geliyorlar ki, asla geçmeyecek gibi. Gözlerimi ne zaman kapasam, onları tekrar öldürüyorum. Uyumaktan korkar oldum, bilincimden korkar oldum," dedi "Çok yorgun ve gerginim. Sürekli tetikteyim."


"Dünyaya dair güven anlayışın sarsılmış. Sonuçta, insanlar için en masum şey denilen bebekleri bile öldürmek zorunda kalmışsan, seni buna zorlayan dünya nasıl bir yer olabilir?" diye, onun yerine bir sorgulamada bulundu.

"Kesinlikle!" dedi, Yıldırım "Bildiğim her şey yalanmış gibi geliyor. Kimseye güvenemezmişim ve yapmak zorunda olduğum seçimler karşısında çaresizmişim gibi."

"Kendine dair algın hakkında değişen bir şey var mı?" diye sordu Neus, bir yandan aklının köşesine bir not alırken.

"Bilmiyorum. Sanırım elimde bulundurduğum güçten tiksiniyorum. Bir daha asla kimseye zarar vermek istemiyorum. Düşüncesi bile... onlar gözümün önüne geliyor."

"Anlıyorum. Bir amacın olduğu sanıyordum, Yıldırım. Buna nasıl ulaşmayı planlıyorsun o zaman?" diye sordu, adam.

Genci yargılamadığı, sesinden belliydi. Yıldırım da bunu biliyordu, o yüzden içinde bir çekince yoktu. Bu güven ve uyumluluk bağını oluşturmak için, Neus'un çabalaması gerekmişti.

"Ben... sanırım bunun gerçekçi olmadığını biliyorum. Dünyayı, en azından ülkemi değiştirmek gibi bir hedefim var. Her ne kadar bu konuda oldukça gerizekalıca davranmış olsam da," dedi, Tepe Semti'nde yaptıklarını hatırlayarak "Hala amaçladığım bir şey. Elimde bir güç var ve bunu iyi yönde kullanmak istiyorum."

"Çok güzel. Unutma ki, önündeki günlerde bu anılar arada sırada, özellikle şu sıralar aklına gelecek. Nelerin onları tetiklediğini hatırla ve anlamaya çalış fakat elinden geldiğince, onlardan kaçınma. İşini sadece daha zorlaştırır," dedi, Neus.

"Doğru. Yine de, bütün bunlar yetecek mi? Hedefime ulaşsam bile mutlu olacak mıyım? Onun dışında, hayatımda hiç bir şey yok şu an," dedi, genç Yıldırım.

Beklediği gibi, gencin farkındalığı gelişmişti. Zaten belli açılardan, daha önce de ortalama bir insanın üstündeydi fakat kendisinin yanında geçirdiği zaman süresince, daha da artmıştı. Travmasına rağmen, amacı uğruna ne yapması gerektiğini bilmesi ve bu amacın tek başına, mutluluğu için yeterli olmayacağını bilmesi bunu gösteriyordu.

"Sen bir insansın, Yıldırım ve insanlar, kimi zaman aksini ne kadar isteseler de, sosyal canlılardır. Kueti'yle sohbetten ne kadar keyif aldığını sen de gördün," diye yanıtladı adam.

"İyi ama gerçekten bu kadar basit mi? Bütün bu acılarımı, üstüne tonlarca gerçeklik inşa ettiğim acılarımı, sadece insanlarla etkileşerek geçirebilir miyim?" diye sorguladı, genç ve aklından ekledi "Ve öylelerse, bütün o gerçekliklerim yalan mıydı?"

"Bu kadar basit olmayacaktır. Ancak, kilit bir nokta," diye, emin bir şekilde cevapladı, siyah saçlı adam.

Genç, biraz sarsılmış gibi görünüyordu. Sanki kabullenmek istemediği bir gerçekle yüzleşmişti. Karşılaştığı bu yorumu sindirmeye çalıştı.

"Aslında," dedi "Düşünüyordum da, insanlığa dair herhangi bir sosyal organizasyon büyüdükçe, içindeki kötülük de artıyor. Devletler, şirketler vb. devasa organizasyonlar bu yüzden oldukça kötü. Aynı şekilde, küçük sosyal çevreler, aile, arkadaş vb. iyi olabiliyor. Bunca zaman, kendi yaşadıklarımdan dolayı, onların da iğrenç olduğunu düşünmüştüm ama buradaki bağı görmek, sanırım bir şeyleri fark etmeme yol açtı. Aramızda kalsın ama Engar ve Yugiera arasındaki duruma imrendim. Engar çok şanslı birisi. Keşke ben de, büyürken böyle birisiyle karşılaşmış olsaydım. Her neyse! Sanırım, insanlar hakkında yanılmışım. Böyle küçük sosyal çevrelerde, iyilik ve mutluluk mümkün olabilirmiş."

Bunu derken, utanmamıştı. İlk başta. Sonra kulaklarını yandığını hissetti, sanki bir sır ifşa etmişti. Bir açıdan da öyleydi. Birisine imrendiğini itiraf etmek, hele ki böyle bir konuda, oldukça zordu.

"Neyse, çıkmam gerek. Kaptan bir şeyler yapacakmış. Görüşürüz!" diyerek aceleyle laflarını bitirdi ve yollandı, Yıldırım.

Çıkan üründen memnun kaldı, Neus. Her şey, kafasındaki simülasyona göre gidiyordu. Yıldırım'ın davranışları, tamamen beklediği gibiydi.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #48 : 14 Ekim 2017, 22:48:42 »
Bölüm 50 - Urogi

Önünde dikilen figürlerin karanlığıyla yutuldu. Heybetli ve güçlüydüler, karanlıktan oluşan pelerinleri her taraflarını sarmış ve ışığın huzmelerini yutuyordu. Her türlü zerafeti reddeden varlıkları, tamamen zıt bir ahenkle arka plana bürünmüştü. Çevreyle bir olmuş yaratıklar, galaksilerin kalbindeki karadelikler gibi koyu fakat renkliydiler. Kara bünyelerinin etrafında bükülen ışık çevrelerinde dönerek tur atıyor ve üst ile alt taraflarından fışkırıyordu. Huzmeler, belli belirsiz bir nabızla, yavaşça artıyor ve azalıyorlardı. On dört figürün her birinin nabzı eşitlenmişti.

Uzuvu hareket etti birisinin, etrafındaki ışıklar oynaşarak bir an mavi, ardından yeşil ve kırmızıya dönüştü. Diğer on üç figür de, onunla beraber aynı uzuvlarını hareket ettirmişti. Seçilemiyordu genel hatları onların. Bu uzuv nasıl bir bedene bağlıydı veya bu uzuv neydi? Karanlık hepsini yutuyordu. Sadece ileri uzanan bir ekstremite mevcuttu ve onun bağlı olduğu bir şey.

Uzuvları saran ışık girdapları yatışarak tekrar soluk beyaza büründü. Bir ses, daha doğrusu bir düşünce, ışığın ve karanlığın bir araya toplandığı diyarda yankılandı.

"Kim olduğunu zannediyorsun sen?"

Sesin gümbürtüsüyle beraber, yerdeki parçacıklar titreşmişti. Bunu takip eden ses, kendi sesi, ne kadar da küçüktü bunun karşısında.

"Gelecek."

On dört siluet tatmin olmamıştı bu cevap karşısında. Işıkların dönüşü, sanki mümkünmüşçesine, daha da hızlandı ve vahşileşti. Dairesel bir şekilde çizdikleri rotadan çıkan huzmeler, capcanlı bir maviye bürünerek alev saçtı.

"Bu aptallığın, sonun olacak, bizim karşımızda bir hiçsin. Sana yeterince müsamaha gösterdik," diye, yeni bir yankı patladı "Bu diyara karşı işlediğin suçlardan ötürü, seni ölüme mahkum ediyoruz."

Ona sarf edilen su sözlerin bitişiyle beraber, kendisinden saçılan bir ısı dalgası hissetti. Vücudunu oluşturan yeşil alevler harlanmış ve bedeninden taşmaya başlamıştı. Kendi formunun bile ne olduğunu bilmiyordu fakat gittikçe büyüdüğünü hissetti. Yerden yükseliyor ve şimdi, on dört figüre, yeşil bir dev gibi, yukarıdan bakıyordu.

"Gelin, bunaklar, bu işi burada bitirelim."

---

Uykulu uykulu gözlerini açtı ve ağzını şapırdattı. Üstüne feci bir ağırlık çökmüştü. Nerede olduğunu anlamaya çalışırken, gördüğünün bir rüya olduğunu anladı. Oysa bir rüyadan çok daha gerçek görünmüştü. Şaşırtıcı bir yanı da yoktu. Sonuçta bir film veya çizgiromanda yaşamıyordu. Bunun geçmişten bir görü olduğu çok barizdi. Ne de olsa, yakın zamanda İblis'le yeni bir anlaşma yapmıştı ve bunun, ilk seferkinden farklı bir doğada olduğunun bilincindeydi. İblis söylememiş olsa bile, kelimelerini ve düşüncelerini bağlayan mühür oluşurken, bunu hissetmişti.

"İblis... bir kaçak," diye düşündü "Demek bu şekilde olmuş. Acaba ondan sonra ne oldu? Kazanmış olamaz yoksa şu an kaçak olmazdı. Ya da kazandı mı?"

Düşünceleri bugün yapacağı eğitime kaydı. Görevden döndüğünden ve Yugiera'yla konuştuğu günden beri, tekrar eğitime dönmüştü. Genel olarak iki kısıma bölünmüştü; savaş ve anomali ceplerinin doğası. Savaş eğitimini Engar ile sürdürüyordu fakat anomali eğitimi ikiye bölünmüştü. Teorik kısımı mutlaka Neus anlatıyordu fakat uygulamalı bölümü kimin göstereceği değişiyordu. Çoğu zaman, Neus onu bir yerlere atıyor ve şelalede olduğu gibi, bir şeyleri kendi kendine çözmesini bekliyordu. Bunun nedenini sormuştu ona, "Bir yönlendirme yaparsan daha hızlı olmaz mı?" diye.

"Yönlendirme yapmadığımı mı sanıyorsun, Yıldırım? Yapmadığım kısımların sebebiyse, daha esnek bir zihin geliştirmeni sağlamak," diye, her zamanki ucu açık cevaplarından birisini vermişti.

Başkasına göre ucu açık demek daha doğru olurdu belki. O, ne demek istediğini çözmüştü. Belki içinde bulunduğu sayısız anomalinin birisinin etkisinden, belki eğitiminden, belki de, basitçe, harekette olmasından dolayı, zihninin çok daha fazla açıldığını fark etmişti. Düşünceler eskisi gibi yarışıyordu yarışmasına fakat bunu daha sakin bir şekilde yapıyorlardı. Bu durumda, bu düşüncelerin sunduğu olasılıklardan birisi de, konuşmalardan sonra yaptıkları sohbetlerin yönlendirme olmasıydı. Bu ayak üstü yapılan konuşmalarda, pek çok şeyi pekiştirdiği oluyordu. Neus'a aklına gelebilecek her şeyi soruyordu.

Komik bir biçimde, hayatında aramış olduğu bir şeyi burada bulmuştu. İnsanlarla sohbet ediyor, yiyiyor, içiyor ve öğreniyordu, hem de her konuda. Neden bilmiyordu, bu tarafını çözememişti daha ama yeni bir enerjiyle önündeki işlere atılmıştı. Tanımadığı bir histi ama hoşuna gidiyordu. Bir şeyleri başarıyordu artık. Hem uygulamalı hem de teorik kısımlarda yükseliyordu. Yaşadığı onca şeye rağmen, hayatı genel olarak daha iyiydi. Bir kısım hariç. Çok büyük bir kısım hariç.

Odasından çıktı ve gördüğü rüyayla ima ettikleri hakkında düşünerek, evin içinde dolanmaya koyuldu. Odasının hemen yanındaki spor saloncuğundan düzenli ve kuvvetli nefes alıp verme sesleri geliyordu. Bir bakış attığında, Engar'ın eğimli benç prese yatmış olduğunu gördü. Her iki ucunda yaklaşık yüzer kiloluk ağırlıkların olduğu halteri hızlıca indirip kaldırıyordu. Yavaş yapması, kas geliştirme açısından daha avantajlı olurdu fakat amacı bu değildi. Gencin kasları çoktan yeterince gelişmiti. Bu ağırlıklar, direnç antrenmanı için vardı ve bu yüzden daha hafif olanları kullanıyordu.

"Kolay gelsin," diye seslendi, Yıldırım.

"Ey-vallah!" diye solukların arasından cevapladı, üstündeki tişört terden vıcık vıcık olmuş olan genç.

Bu ağırlıkları arada Yıldırım da denemişti. Patlayıcı güç olarak Engar'dan daha güçlü olduğunu bulmuştu. Az tekrarlı ve yüksek ağırlıklı setlerde ondan daha iyiydi. Ancak dayanıklılığa geldiğinde, geride kalıyordu. Sahada yaptıkları antrenmanlarda gördüğü çeviklikte ise su götürmeyecek şekilde Engar gördüğü herkesi geçiyordu.

Mutfağa doğru yöneldiğinde, Kueti'nin bir şeyler pişirmekte olduğunu gördü. Daha doğrusu yemekleri ocağa koymuş, olmalarını beklerken kolundaki cihazdan yine bir şeyler izliyordu. Kızın yanına giderken, kendi ülkesinin haber bültenlerinden birisinin sesini tanıdı.

"... patlamalar ülkenin dört bir yanında sürüyor. Olayı üstlenen olmazken, hükümet, herkesin aklındaki örgütün yaptığını açıkladı."

"Ne kadar da iç açıcı," dedi, genç adam.

"Ülken de senin kadar karamsar bir yer," diye onayladı kız, yüzünde hafif bir tebessümle.

Yeni bir huy edinmiş olan Kueti, sık sık Yıldırım'a takılıyordu.

"Ne de olsa yerli malıyım," diye kabullendi, genç adam "Bu topraktan böyle adam çıkıyor."

Bir şey diyecekmişçesine ona bakan kız, döndü ve ocağa yönelerek tencerenin kapağını açtı, ardından içindekileri tahta bir kaşıkla karıştırdı. Yıldırım'ın burnuna patates, havuç ve bezelyeyle karışık başka bir şeyin kokusu çarptı.

"Ooo, düşündüğüm şeyi mi yapıyorsun?" diye sordu, mutfağa dalan Engar.

Üstündeki tişörtü çıkarmış olan adamın, terli ve sıkı hatları parlıyordu. Zamanında spora gitmiş birisi olarak bunu garipsemedi fakat Kueti'nin yanında yapmasından rahatsız olmuştu. Daha doğrusu kıskanmıştı, Eiros.

"Evet," diye yanıtladı Kueti ve devam etti "Teşhiri sevdiğini biliyorum ama git üstüne bir şeyler giy, hasta olacaksın."

Kızın cevabını gözleyen genç, hiç bir şüpheli hareket görememişti. Engar'da da öyle bir durum yoktu zira. Flört eden iki gençten öte...

"Bir şey soracağım," diye aklındakini kelimelere döktü "Ne zamandan beri tanışıyorsunuz? Yeni olduğunu sanıyordum ama oldukça yakın görünüyorsunuz."

Fazla direkt olabilirdi kimilerine göre ama Yıldırım'ın umurunda değildi.

"Kueti'yle aynı şehirde büyüdük," diye yanıtladı, Engar, saçlarını, kızın verdiği küçük bir havluyla silerken "Ama buraya gelene kadar onu çok yakından tanıdığım söylenemez."

"Çocukluk arkadaşısınız yani?"

"Hayır," diye yanıtladı kız.

Engar da onu onayladı.

"Bizim geldiğimiz yerin dinamikleri buradan daha farklı. Engar ve ben çok ayrı yerlere aidiz," diye ekledi, genç kadın.

"Saklamaya gerek yok. Soylu bir aileden geliyorum ben, babam bir Ugi'ydi, annemse insan. Kueti'yi ben küçükken bir iş için kiralamıştık," diye havadan sudan konuşurcasına açıkladı, Engar.

"İş mi?"

"Ben bir suikastçıyım, Eiros," dedi kız, neredeyse sıradan, aklından ne geçtiği anlaşılmayan bir ifadeyle "Hayatım boyunca da öyle oldum."

"O zaman Neus seni neden..." diyordu ki, Yıldırım, lafı yarım kaldı "Bir dakika, ömrün boyunca mı dedin?"

"Evet," diye, vurgusuzca bir cevap geldi, basit bir gerçeği belirten.

"Onun gündüzleri hiç antrenman yaptığını gördün mü?" diye sordu, Engar.

Düşününce, böyle bir şey gördüğünü hatırlayamadı adam. Peki o zaman kız yeteneklerini nasıl keskin tutuyordu? Gördüğü diğer herkes, Yugiera, Engar, Neus, bir şeylerle uğraşıyordu habire. Yugiera belki içerek çok zaman geçiriyordu ama onun da görevlere çıktığını biliyor ve spor salonunda çalıştığını hatırlıyordu. Oysa Kueti'yi hiç böyle görmemişti.

"Bir Urogi olmak kolay iş değil. Denilene göre işlerini hep gece hallettikleri için, antrenmanları da hep gece karanlığında gerçekleşirmiş," dedi Engar ve kıza baktı "Daha doğrusu denilene göre değil, küçükken bana Kueti söylemişti."

"Urogi ne ola?" diye sordu, bilmediği bir aleme maruz kalan Yıldırım. Adam hakkında biraz fikri vardı ama kızın böyle bir hayatı olduğunu hiç tahmin edemezdi.

Kueti, boğazındaki bir yere dokundu ve bir-iki kelime mırıldandı. Diller arası çevirmeyi yapan Kine'nin ayarını değiştirmişti. Ardından dönerek, gözlerini onunkilerin içine doğrulttu. Uzunca bir süre, hiç bir şey demedi ve sadece baktı. Yüzünde en küçük bir ifade bile yoktu, gözlerinin içindeki herhangi bir canlılık yerini hiçliğe bırakmıştı. İki adet, buzdan oluşan mavi halka ona pençelerini geçirmiş gibi yerinde kıpırdandı adam. Gözlerini kaçırmayı denediyse de, bunu yapamadı. Sıcak her şeyden uzak küreler onu yakalamıştı. Ölümcül ama büyüleyici, etkileyici bir şekilde değildi. Hayır, ortada zarif olan hiç bir şey yoktu. Doğanın ilkel vahşeti bürünüyordu sadece. Kaçmak, oradan bir an önce uzaklaşmak istedi fakat gözlerini bir an bile kaçırırsa saldırıya uğrayacağını biliyordu. Karşısında bir insan değil fakat bir avcı vardı ve o, bütün gücüne rağmen, sadece çaresiz bir yemdi. Ardından, kızın ağzından sadece iki kelime çıktı.

"Ruh Yiyen"

Aynı çabuklukla, sakin fakat canlı tavrına geri döndü kız. Üstünden bir büyü kalkmış gibi irkilerek doğruldu, Yıldırım. Fiziksel olarak gerildiğini fark bile etmemişti. Ellerini sıkmış, yüzünden soğuk terler boşanmıştı. Kız ona bir büyü mü yapmıştı yoksa sadece bakışlarıyla mı bu hale getirmişti? Hangisinin daha rahatsız edici olduğunu bilemedi.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #49 : 25 Ekim 2017, 19:34:25 »
Bölüm 51 - İstek 4

İnsan, hikayelerden oluşur. Kendimize hikayeler anlatırız, şu an olmakta veya geçmişte olan şeyler için. Bir seferinde şöyle yapmışızdır çünkü nedeni budur. Bir yıl sonra, aynı olayı farklı bir sebeple hatırlarız. Hepsi değişir, tek bir "ben" yoktur. Sürekli olarak değişen ve yenilenen benlerden oluşuruz. İçeriğe göre geçmişimiz değişir. Peki ben ne oluyorum bu durumda? Kendime anlattığım bu hikayelerin ne kadarı doğru veya hepsi de doğru mu? Bunları hatırlayıp da, kimliğimi tamir etmek mi istiyorum?

Önümde iki figür hatırlıyorum. Sırtları bana dönük ve benden çok daha ilerideler. Onlara ulaşmaya çalışıyorum ama kollarım kısa kalıyor. Çok kısa ve küçüğüm, önemsizim. Arkada kalıyorum ve beni kimse fark etmiyor. Görülecek, önemsenecek bir yanım yok.

Bu, sık sık gördüğüm bir rüya değil. Hayır, böyle film veya roman klişelerine pek sahip değilim. Elbette benim de klişe yanlarım var ama geçmişime dair bir anıyı tekrar ve tekrar görmek bana göre olmadı. Bu bahsettiğim, başarısız hissettiğimde, gözlerimi kapayıp bu hissin beni yönlendirmesine izin verince aklıma gelen bir şey. Kim olduklarını tahmin etmek zor değil. Babam kendi işinde oldukça başarılı, hatta önde gelen birisiydi. Annem ise malum olaya kadar evi her zaman düzenli tutar ve sorumluluklarını eksiksiz yerine getirirdi. Ben ise, sakardım, okulda ortalamaydım ve öne çıkan bir yanım yoktu. Farklı özelliklerim vardı elbet fakat başarılı diyebileceğim bir tarafım olmamıştı. Belki de o dövüş sporunu bu yüzden o kadar sevdim çünkü hayatımda ilk kez başarıyı tatmıştım. Ancak, o da bir istisna olarak kaldı. Çoğu zaman, günün sonunda, fark edilmiyordum. Ne ailem ne de okul tarafından. Oyunlarda bile o kadar iyi değildim.

Bu sonsuza kadar sürmedi. His peşimi hiç bırakmadı ama lisede bir atılım yaşadım. Derslerime doğru düzgün çalıştım ve başarılı bir öğrenci oldum. Yine de yeterli değildi. Başarının tadını bir kere yakalamıştım ve bırakmayacaktım. Her zaman daha fazlasını istedim. Kendime küçük bir kural bile koymuştum bir ara. "Bir sınavın, asla bir öncekinden düşük gelmeyecek." Elbette, bu kuralın ömrü pek uzun olmadı, olamazdı da. Hayat bu kadar basit bir matematiksel prensipten ibaret değildir. Yine de, bu kuralı koymuş olmam bile hırsın beni ne kadar sardığının bir göstergesiydi.

Başlarda çok güzeldi. Çalışıyor, başarıyor, iyi hissediyordum. Hayatımda gerçek anlamda ilk kez, bir şeyleri başarabildiğimi hissetmiştim. Artık  bir hiç değildim, kimliğim vardı, insanlar beni fark ediyor, bana ilgi gösteriyordu. Bir insan gibi hissediyordum sonunda. Zaman geçtikçe ve başarı yeni bir olgudan öte, sıradan bir hal almaya başladıkça, aldığım tatmin de azaldı. Sonunda bir sınıra geldim ve belli bir not düzeyine ulaştım. Aşağı yukarı bu civarda kaldım uzun bir süre boyunca fakat bu esnada yeni bir duygu beni sarmaya başladı: korku. Elimde olanı kaybetmekten, tekrar eski halime dönmekten korkmaya başladım. Sonunda birisiydim ve geçmişe asla ama asla geri dönemezdim. Bu olasılığı düşünmek bile beni dehşetle doldurmaya yetiyordu. O an hayatım mükemmel olmayabilirdi ama bir hayatım vardı. Arkadaşlarım ve başarım mevcuttu. Oysa geçmişimde sadece hiçlik, hayat-dışı her şey yatıyordu. Bir insan yoktu, yalnız ve reddedilmiş bir mahlukat vardı.

Her dehşete düştüğümde daha çok çalıştım. Standartlarımı daha da yükseğe çektim veya çekmeye çabaladım. Beni o ilgisiz karanlıktan ayıran tek şey bu değil miydi? Onu kaybedersem, tekrar vasat bir öğrenciye dönüşürsem, her şey mahvolacaktı. Yine o sırtları görür oldum. Okuduğum lise bile aşağının da aşağısındaydı. Oradaki başarım bir hiçti ve başka bir yerdeki ortalama bir öğrenci, benden daha iyiydi. Devler liginde olduğunu zanneden bir cüceydim.

Bu düşünceler gittikçe arttı ve lisedeki son senemde doruk noktasına ulaştılar. Büyük sınav geliyordu. Herkesin hayatını belirleyecek olan o aptal ve boş sınav. İnsanın aklını değil, işe yaramaz bilgileri ezberleme ve soruları kısa yoldan çözme konusunda uzmanlaşma beceresini konuşturduğu sınav. Şu hayatta pek çok şey olabilirim ama asla sistemi sorgulamayan, rahatına düşkün birisi olmadım. Bu yüzden çok acı çektiğim oldu, özellikle her şeyin ne kadar saçma şekilde kurgulandığı, bunların nasıl önlenebileceğini gören birisi olarak, tembel diye yaftalandım. Veya  hayallerinin peşinde koşan, ayakları yere basmayan bir idealist. Oysa kendisini gerçekçi diye yaftalayan bu kişilerin görüşü sınırlıdır. Dünyadaki sorunları göremezler, görseler bile kavrayamazlar. Bu kişileri ne kadar da çok severim, iki yüzlülüklerine bayılırım. Çocukları ata dönüştürdüler diye kendi aralarında yakınıp, giydirmek istedikleri siyasetçilere giydirir, ardından eve döndüklerinde bu absürt sistemde daha başarılı olmaları için çocuklarına bağırırlar. Onları, bu absürt sistemde, ruhsuz ve otomasyon olmadaki başarılarına göre yargılarlar.

Her şeye, bütün saçmalığına rağmen, bu sistemden geçmek zorundadır kişi. Ben de geçtim veya geçmeye çabaladım. Kendi üstümde yarattığım baskı, sınav için hedeflerimi doruk noktasında bir hedef belirlememle iyice arttı. Daha aşağısındaki herhangi bir şeyi, tamamen başarısızlık ve tekrar hiçliğe karışmak olarak niteledim. O sene, dehşet dalgalarına dayanmam yaklaşık iki ay sürdü. O noktada bir yerlerde her şeyi boşladım. Senenin sonunda başarısız oldum. Ertesi sene bir işe girdim ve monoton hayatıma atıldım. Sistemin çiğneyip bir kenara tükürdüğü bir artıktım sadece. Belki de sorun tamamen bendeydi, başaramamıştım. En azından böyle düşünürdüm. Gerçek ise, ikisinin arasında bir yerdeydi.

İblis beni bulduğunda yirmilerimin başlarındaydım ve intihar etmeyi düşünüyordum. Bunu kendime bile itiraf edememiştim pek. Ancak, olasılığı her geçen gün daha da artıyordu. Kendi üstümde kurduğum bu gerçek dışı yüksek standartların yarattığı yıkımı anlayacak kadar zaman geçmişti fakat hayallerimi kovalayabileceğim noktayı da geçmiştim. Kimi insanların aksine, sevmediğim bir işte çalışabilecek bir yapıda değilim ben. Eğer böyle yaparsam, eninde sonunda kendimi öldüreceğimin her zaman farkındaydım. Soru "eğer" değil, "ne zaman" idi ve malum Ugi gelmeseydi, cevabı "pek yakın" olacaktı.

Kaybedecek bir şeyi olmayan ve kendisine, ailesine, insanlara, politikacılara, sisteme... her şeye öfkeli birisi olarak, intikam kulağıma oldukça hoş gelmişti. Klasik bir insan gibi davranarak, başta bunu kabullenemedim ama içimdeki pisliği biliyordu İblis. Benim kabullenmek istemediğim tarafı. Haklı bir öfkeye sahip olduğunu düşünen veya sadece yakıp yıkmak isteyen tarafı. Belki bir yerde haklıydım ama eninde sonunda önemi yoktu. Her gün o mağazaya adımımı attığımda, oradaki insanlara hadlerini bildirmek istedim. Her şeyin ne kadar saçma olduğunu, sahip oldukları şeylere sadece şans eseri sahip olduklarını, birbirimizden sadece biyolojimiz ve yaşadıklarımız ile ayrıldığımızı. Onların yerinde, başka koşullar altında, benim de olabileceğimi. En azından başta böyleydi. Zaman geçtikçe, yerini umursamazlık aldı. Sadece gidiyor, günlük işimi hallediyor ve bulabildiğim fırsatta kaytarıyordum. Onlardan birisi gibi davranıyordum ama farklıydım. En azından kendime bunu söyledim, belli bir yere kadar. Bir noktadan sonra fark ettim ki, kimse orada bulunmaktan memnun değildi. Herkes aslında ne kadar renkli ve farklı olduğunu düşünüyor ama günlük hayatında tamamen monoton davranıyordu. Başka bir deyişle, diğer vasatlardan hiç bir farkım yoktu. Bu farkındalığın getirdiği acıdan zevk aldım.

Ne kadar düştüğümü görmek bana zevk verdi. Damgayı daha da bastırıp, acıya alışmak ve kendimi kapkalın bir kabukla çevrelemek için daha da çok kurcaladım. Her seferinde, hayatın anlamsızlığına ve griliğine dair yeni bir sebep daha buldum. Anlamsızlığı görmekte bir anlam buldum ve bunlar kaçış anlarım oldu. Hayatta, yaygın, vasat ve iğrenç hayatta, her türlü kötü yanı arar oldum ve buldum da. O kadar çoklar ki, bir ömür boyu uğraşsa, insan yine de yeni bir şeyler bulacaktır. Bir tür olarak çok da matah değiliz. Sadece, farkındalığımız sayesinde, kendimizi kandırmayı öğrenmişiz. Bu da yeterince ironik değil mi?

Bu farkındalık, ne kadar zor olursa olsun, belki de hayatımı kurtaran şey oldu. Karanlığı görmekte tarif edilemez bir tatmin var. Hayattaki acıların aslında hiç bir öneminin olmadığını bilmek, yatıştırıcı bir şey değil. Tam tersine, kişinin, insanların cehaleti ve bencilliği yüzünden ıstırap çektiğini fark etmesi ve bunun eninde sonunda anlamsız olması, oldukça kötü bir his. Ancak, aynı zamanda kendim olabileceğim ve aklımı kullanabileceğim bir alan. Kendime ayırabildiğim zamanda okuduğum kitaplar ve internetten yaptığım araştırmalar da, bana bir nevi amaç yaratmıştı. Aynı zamanda, anlamsal olarak bir şey ifade etmese de, yaşadıklarımın sebebini görmemi sağlıyordu.

Yine de, intihar düşüncelerini daha dayanır kılmıyordu. Bu hayatın içine saplanıp kaldığım gerçeği, bunun asla değişmeyeceği gerçeği, insanların asla bencil ve kötü niyetli olmayı bırakmayacağı gerçeği... bunları her gün düşündükçe, geriye umut ve uğruna yaşayacak bir şey göremedikçe, insan bir yerde, yapılacak tek bir mantıklı hareket görüyor. Bu romantik bir kaçış olduğundan veya idallerine ulaşamamış birisinin trajedisi olduğundan değil. Belki de bir trajedidir ama kutlanacak bir tanesi değil. Birilerini incitmek için de değil. Kendimi öldürsem de, kimsenin umurunda olmayacağını biliyordum. İnsanlar bir süre önemsiyormuş gibi davranacak, her gün bana bok gibi davranmış olmalarına rağmen ne kadar iyi birisi olduğumdan bahsedecek ve ardından unutacaklardı. Hayır, tek bir nedeni vardı. Sürekli, kaçınılmaz bir acı içimdeydim. Kimi zaman fazla oluyordu, kimi zamansa yerini daha sakin fakat kayıtsız bir versiyona bırakıyordu fakat her zaman oradaydı. Onunla savaştım, hem de her gün. Ancak, her gün bir şeyler kaybettim.

İblis buna bir çare olmadı. Bana verdiği güç sadece daha fazla öfke ve nefret getirdi. Başkalarına ve bana daha fazla acı. Öte yandan Neus, Kueti, Engar, Yugiera... bilmiyorum. Bu düşünceler hala peşimi bırakmadı. Kendime iyi olduğumu ve doğru yönde gittiğimi söylüyorum. Kısmen doğru da. Bütün bu olaylarda, her şeye rağmen, bir anlam buluyorum. Kendimi geliştirmek, bir amaca yönelik çalışmak iyi geliyor. Güzel de yol alıyorum, yeteneğim var sanırım. Ancak, o boşluk, hala içimde. Yaptığım ve yapacağım her şeyin sonunun başarısızlık olacağını, asla kendimden kaçamayacağımı söylüyor. Çare olarak ise tek bir yol gösteriyor. Yoksa kaçınılmaz olanı sadece erteliyor muyum? Kendime anlatmak istemediğim tek hikaye bu.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #50 : 15 Kasım 2017, 19:08:05 »
Bölüm 52 - İstek Son

Evrimim nereye kadar sürecek? Sürekli bir kendini toparlamaya çalışma ve bir şekilde bütün bunları geçirmeyi deneme; önemi yok. Kendime sunacak bahaneler artık tükendi. Onları öldürdüğümde pek bir şey hissetmedim. Evet, üzüldüm ve pişman oldum. Bir süre canım sıkıldı ve kendime, onların iyiliği için bunu yaptığımı söyledim. Oysa, içten içe, bununla uğraşmış olmaktan dolayı rahatsızdım. Herkes benden bir şeyler istiyor, beklentileri var, bir şeyleri yapmamı ve önemsememi söylüyorlar ama sanırım, aslında hiç bir şey pek umurumda değil.

Lisedeyken bir kedi görmüştüm. Araba çarpmış ve yolun kenarında yatan bir tekirdi. Etrafta kan yoktu fakat yarı açık bilincinden anladığım kadarıyla acı içindeydi. Gecenin bir yarısıydı ve ona yardım etmem gerektiğini hissettim. Küçük göğsü zar zor inip kalkıyordu. Hiç bir işe yaramayacaksa bile denemem gerekiyordu. Ben ne yaptım? Başına gittim, etrafa biraz bakındım, yardım edecek birisi var mı diye. Yoktu. Telefonumu çıkardım ve bunun ne kadar uğraştırıcı bir durum olduğunu düşünerek fakat aynı zamanda inkar ederek, yakınlardaki veterinerlerin numaralarını araştırdım. İçimden ne olur hiç bir yerde açık bir tane olmasın ve yapacağım bir şey olmadığına inanarak, gönül rahatlığıyla eve gideyim diye geçiriyordum. Tabii, bilinçli olarak değil. Şanssızlığıma bir tanesi açıktı ama göreli olarak uzak bir yerdeydi. Bunu görmemiş gibi davrandım, hayvanın başında durdum, üzülmüş taklidi yaptım ve eve gidip, hiç bir şey olmamış gibi, yemeğimi yedim.

Bebek öldürmenin bundan daha rahatsız edici olacağını düşünürdüm ama çok farklı değil. Ateş ederken, adaletsizliğe karşı öfkemin altında, neden bunu yapmam gerektiğini sorguluyordum. Daha doğrusu neden benim bu olayla başa çıkmam gerektiğini. İntikamcılık veya adaletcilik oynaması çok daha kolaydı. Şaşalı sözler edip, birilerinin kolunu kırmak veya bir daha kimseye zarar vermeyeceğini iddia etmek... hepsi bir maskeydi. Birilerine zarar vermek ve ardından, içimdeki kötü hislerden kaçmak istedim. İşin aslı oysa hep aynıydı; önemsemiyordum. Yaptığım şeyden sonra neredeyse hiç bir kötü şey hissetmemem de bunu gösteriyor. Bir yerlerde, travma sonrası stres bozukluğunun oluşması için, ortada bir suçluluk hissi olması gerektiğini okumuştum. Bende bunun olmaması, ne kadar az önemsediğimi gösteren bir kanıt daha.

Kueti'yle olan bir konuşmamda fark ettim bunu. Her zamanki güzel, dağınık saçlarıyla, sahte bir ev kızı kılığına bürünmüştü. Gerçi böyle söylememek gerek, belki de, kendisini normal olduğuna inandırmak istiyordur, benim bir kahraman veya intikam alan birisi olduğuma inandırmaya çalışmam gibi.

Kendimi zorladım ve ona, bu olayın beni ne kadar etkilediğinden bahsettim. Taktiksel olarak yanlış bir karar vermiş olabilirdim ama en azından, o bebeklerin acılarını kesmiştim. Göğüsleri artık zar zor inip kalkmıyor, loş, kırmızı ışığın aydınlattığı hasarlı ciğerlerinden hırıltılar çıkmıyordu.

"Gerçekten onları önemsediğin için mi yaptın, yoksa bunun görevin olduğunu düşündüğün için mi?" diye sordu, ölü gözlerle bana.

Cevap veremedim, hedefi tam on ikiden tutturmuştu. O zamana kadar tam olarak farkına varamamıştım fakat hayatımda her zaman, böyle bir an beklemiştim. Önüme zor bir seçim konulacak fakat acı çekmek veya kötü bir şey yapmak pahasına, zorunlu olanı seçecektim. Bu, benim aslında ne kadar fedakar ve iyi birisi olduğumu, ellerimi kirletmekten korkmadığımı gösterecekti. Kendi akıl sağlığımı, başkalarının iyiliği için feda edecektim. Bunu yapmayı sadece istemiyordum, aynı zamanda zorundaydım. Nedenini tahmin etmesi pek zor değil, sonuçta, annemi "kurtarmak" için babamı dövmüş ve evden atılmasına yol açmış birisiyim. En aptal psikolog bile bunu görebilir. Aynı zamanda annem beni hep fedakarlık yapmanın bir zorunluluk olduğu bilinciyle yetiştirmişti. Bana, neden diğer insanları önemsemem veya kendimi önemsememem gerektiğini hiç söylemedi oysa. Evet, iyi olacaktım ama neden iyi olacaktım? Ahlaki olarak kötü birisi diye nitelenmek neden kötüydü? Başkaları tarafından yaftalanacak ve istenmeyeceksin diye mi? Şu an zaten hiç bir insan beni istemiyor. Sahip olduğum ilişkiler sadece yüzeysel şeyler ve beni ciddi anlamda umursamıyorlar. Neus'un beni kullandığını biliyorum fakat karşılık olarak ben de onu kullanıyorum. Kueti'nin gerçekten umurunda olan bir şey olduğunu zannetmiyorum. Çok fazla sohbet ettiğimiz oldu ama hep havadan sudan şeylerden konuştuk, hiç bir zaman daha derin bir şey açılmadı ve niye açılsın ki? Yugiera'nın da benim kara karışıma, kara gözüme benimle konuştuğunu sanmıyorum. Görevi tehlikeye sokmuştum. Engar ise... belki de biraz önemsiyordur. Kötü birisine benzemiyor ama ortadan yok olsam, pek de umurunda olacağını sanmıyorum.

Sadece onlar da değil. Bu kişileri en azından bir süredir tanıyorum ve hafif önemsiyorum, oysa önceki hayatımda tanıdığım hiç kimseyi umursamıyordum, onlar da beni. Aklıma benim varlığımı gerçekten önemsemiş bir kişi bile gelmiyor. Tanımadıklarıma karşı ise ne gibi bir sorumluluğum olabilir? Karma, tanrı vb. cezalandırıcı "daha yüksek bir güç" saçmalığına da inanmıyorum. Ne? Empati mi? Sikeyim empatiyi, hiç bir işe yaradığı yok. Bugüne kadar bana sadece acı ve problemler verdi. Sosyal bir türün birlikte yaşaması için ortaya çıkmış bir şey.

Engar bu görüşlerimi pek beğenmedi. Tabii, bu kadar açık sözlü şekilde söylemedim ona ama genel hatlarıyla mesajı verdim yine de. "Saçmalık!" dedi, emin bir tavırla "O kadar insanın acısına yabancı kalıyorsan, sende bozuk bir şeyler var."

Sanırım tekrar beni küçümsüyor. Haklı olabilir, bir insan olarak defoluyum fakat neden bir insan olmam gerekiyor? Daha doğrusu, neden insan olmak sadece sosyallikle sınırlanıyor? İyi duygular, empati, sıcaklık, şefkat vb. insani diye nitelenir fakat cinayet, şiddet, katliam vb. de gayet insani şeylerdir. Bunlar da, insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak mesajım bu değil. Demek istediğim, beni içgüdülerim haricinde şefkatli birisi olmaya iten hiç bir sebep bulamıyorum.

İnsanlar, özgür irade gibi, evrende bilinen her yasaya karşı gelen bir saçmalığa inanırlar. Anlamlı bir hayat yaşadıklarına, birer köle olmadıklarına inanmak ve günün sonunu getirmek için buna zorunludurlar. Eğer aksini, yani onları özel kılan hiç bir şey olmadığını düşünürlürse, bütün sistemleri yıkılacaktır. Oysa insanlar dürtülerinin köleleridir. Bu yüzden, eğer "iyi" olma ihtiyacı hissediyorsam, bu, biyolojimin gereğidir. Sevmek kimyasal bir olaydır. Bu sevginin bir yalan olduğu anlamına gelmez ama biyolojik bir amaca hizmet ettiği gerçeğini de değiştirmez. Bu amacı da biz belirlememişizdir. Düzgün ve kabullenilen bir birey olma dürtüsü de aynı şekildedir. Umursamazlığıyla övünen bir dalyarak bile, içten içe, birileri tarafından kabullenilmek istiyordur. Bu kadar kayıtsızlığıma rağmen ben bile istiyorum. Sadece, diğerlerinden farklı olarak, bunun farkındayım.

Kötü denilen hisler, bahsettiğim dürtüler tatmin edilemediğinde, reddedilme, zarar görme vb. gerçekleştiğinde ortaya çıkar. İyi ise sosyal bir canlı olarak, türünün diğer üyeleriyle anlaşır. Ne şekilde olursa olsun, insan biyolojisine hizmet eder. Etmeyenin ise üreme şansı azalır ve doğal seçilim onu eler. İşte bu kadar, insan hayatının özeti budur. Bugüne kadar yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan herkesin yapacağı her şeyin özeti budur. Karmaşık canlılar değiliz. Azıcık mühendislik biliyor, hafiften analiz yapıyor ve bu bilgiyi aktarabiliyoruz. Biyolojimiz bize doğanın üstünde olduğumuzu fısıldıyor ve bu bizi gaza getiriyor, önemli hissettiriyor. Belki de, sosyal canlılar olmamızın bir sonucudur bu? Antik zamanlarda, küçük kabileleler halinde yaşarken, her bir birey önemliydi. Herkesin bir yeri vardı ve her şey anlamlıydı. Biyolojimiz bize bunu söylüyordu. Böylece, her şeyin altında, var olma sebebimizin bile, anlamlı bir sebep aradık. Tanrıları, ruhları ve doğa anayı yarattık. Özgür irade yalanını meşru kıldık.

Oysa her şey ne kadar anlamsızdı. Daha çok öğrendikçe, daha çok anlamsız olduğumuzu gördük. Evrenin merkezi değildik, hatta güneş sisteminin bile merkezi değildik. Yüz milyarlarca galaksinin her birindeki yüz milyarlarca gezegenden biriydik sadece. Biyolojimiz ise yaptığımız her şeyi belirliyor, hayatımızın amacı ve anlamı zannettiğimiz her şeyi, organik bir kodla yönlendiriyordu. Organik robotlardık sadece.

İnsan bu durumda sövecek bir tanrı bulamadığında, doğaya kızmak istiyor fakat biliyor ki, doğa kavramı bile aslında uydurduğumuz bir şey. Bilinçsiz, kendi kendine gerçekleşen bazı mekanizmalar var ortada ve biz bunların bütününe doğa demişiz. Sanki bir kişiliği veya amacı varmış gibi. Bunu fark eden kişi, kızacak bir doğa bile bulamıyor. O güne kadar çektiği acılar, çektirdiği acılar, hayalleri, umutları, dargınlıkları, hayal kırıklıkları... hepsi aynı. Hepsi sadece kendiliğinden gerçekleşen fiziksel mekanizmalar sonucu oluşmuş şeyler. Beynimiz, bu gerçeği kaldıramayacağımız için bize seraplar gösteriyor ve hayaller fısıldıyor.

Bu yüzden, bir insanı neden önemsediğimi düşününce, sadece "doğam gereği" diye cevap verebiliyorum. İnsan olduğum için, beni sosyal olmaya iten dürtüler var. Ancak bu dürtüler hasar gördüğünde, tatmin edilemediğinde veya kişi basitçe daha farklı birisi olduğunda ne olacak? Ben sadece yalnız bırakılmak istiyorum. Birilerini kurtarmak veya yapılmış adaletsizlikler için bir intikam almak istemiyorum. Hezeyanlı isyanımın içinde gördüğüm sanrılardı bunlar sadece; evrenin gerçeğini reddeden, insani bir haykırış.Hiç bir şeyin önemi yok, sadece mekanizmalar var ve dürtüler de bu mekanizmaların parçası, ve biz, insanlar, bu dürtüleri doyurmak için yaşıyoruz.

Uzun zamandan beri, bu durumun aşağı yukarı farkındayım. Eskiden öfkelenirdim ve tek başıma evrene kafa tuttuğumu düşünürdüm. Yakın zamanda gayet derin bir yorgunluk aldı onun yerini. Her şeyden ve herkesten yorulma durumu. Oysa şu an, pek bir şey hissetmiyorum. Yorgunluk hissedecek kadar bile önemsediğimi zannetmiyorum, ne kendimi ne de hiç bir şeyi. Belki sadece, hafiften, birilerine zarar verme isteği var. Sebebini içgüdüsel olarak tahmin edebildiğim ama tam olarak anlayamadığım bir öfke. Her zaman kendisini belli etmiyor ama arada ortaya çıkıyor. Zarar gören kişi olmak yerine, birilerine ve bir şeylere zarar vermek istiyorum. Bunu hayal ettiğimde garip, sapkın bir haz kaplıyor içimi. Belki de sebebini biliyorum. Evet, bu olabilir. Bir yalan olan ahlakı yıkmak, yok etmek ve kendimi kötülükle boyayarak en iğrenç insani tatminleri yaşamak istiyorum. Kötü olmak istiyorum. Ancak bunu bile o kadar önemsemiyorum, sonuçta bir şey fark etmeyecek.

Tanrının tahtı boş ve insanlığın, ilahi olmasa bile, bir tanrıya ihtiyacı var. Belki de, artık birisinin oraya oturmasının zamanı gelmiştir. Kim bilir, içimde yeterince istek var mı?

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #51 : 01 Aralık 2017, 20:34:59 »
Bölüm 53 - Sorgu

Gri göğün altında, kalabalığın içinde ilerleyen adam, yoluna çıkan birisine çarptı. Daha doğrusu, diğer adam kasıla kasıla yürürken, azıcık da olsa esnemeyi reddetmiş ve gence omuz atmıştı. Yirmilerindeki genç, heybetli adama şöyle bir baktı.

"Önüne baksana lan, pezevengin evladı," diye söylendi, iki metreyi geçen adam.

Kel kafası, hafiften atıştıran yağmurla ıslanmıştı. Yıldırım'ın komiğine gitti bu ve bir şey demeden yoluna devam etmeye çalıştı fakat öteki yolunu kesti.

"Özür dile lan," diye göz dağı verdi.

Boynundaki damar kendiliğinden mi şişmişti yoksa bu hayvansı sözlü kavgada daha etkili olmak için bilerek mi yapıyordu? Pek de umurunda değildi. Onun devam etmesine izin verecek gibi görünmüyordu. Çok da üstünde durmadan, karnına, şimşek gibi bir yumruk indirdi. Darbenin etkisiyle dizlerinin üstüne düşen adamın yanından sık adımlarla ayrıldı. Kimsenin göremeyeceği kadar kısa bir zamanda her şey olup bitmişti. Büyük ihtimalle onun iç organlarına hasar vermişti ama canını buna sıkamadı. "Kendi kaşındı," gibi bir gerekçe bulmaya bile çalışmadı.

Kapalı hava yüzünden ışıklarını açmış olan bir kafeye oturdu. Gelen garsona sert bir filtre kahve siparişi verdi ve etrafını kolaçan etti. Bunu yaparken bir sigara yakmıştı. Hafif kömür kokan havayı ve sigaranın dumanını iyice çekti. Beyninde nöronlar ateşlendi ve çok eski zamanlardan kalma anıların hayaletleri fısıldaştı. Kendisini evinde hissediyordu burada, ne kadar evinde olabilirse.

Telefonu çalınca açtı. Kendi dünyasının telefonlarından çok daha karmaşık bir cihaz olsa da, dikkat çekmemesi için bir akıllı telefon kisvesi altındaydı.

"Saat iki yönünde otuz metre ötedeki adam. Sigara içiyor," dedi, kız.

"Gördüm, oturduğumdan beri bana bakıyor. Sanırım onu tanıyorum."

"Nereden, önemli mi?" diye kısa ve net bir soru geldi.

"Hatırlayamıyorum ama duruşu tam bir sivili andırıyor. Gence benziyor, acemi."

"Yardım gerekiyor mu?"

"Hayır, icabına bakacağım."

Boynunda bir noktaya dokunan genç kız, derisinin altındaki implantı susturdu ve dürbünden gözünü ayırmadan bakmaya devam etti. İmplant, Neus'un yeni bir icadıydı. Son görevde, kızın telepati güçlerine rağmen iletişim sorunları yaşanmıştı ve bu hoş bir durum değildi. Şu an telepatisini kullanmayı tercih ederdi, öyle yapmaya alışkındı, ancak Neus saha testi konusunda taleplerini gayet açık şekilde belirtmişti.

Çantasından çıkardığı silah, pencerenin yanındaki üçlü koltukta hazır şekilde duruyordu. Gözünü bir an ona çevirip, bir saniye içinde silahın yer yanını tekrar kontrol etti ve sorunsuz olduğunu teyit etti. Hazırlıklı olmanın zararı yoktu. İçinde bulunduğu apartman orta yaşlı bir kadına aitti. Bugün cumartesi olduğu için güne gitmişti ve en az bir kaç saat daha dönmeyecekti. Kapıyı açması pek zor olmamıştı, herhangi bir cihaz veya Kine bile kullanmamıştı.

Dürbüne döndü genç kadın ve yedi kat aşağıda, caddenin karşısındaki kafeye baktı. Aradaki yol, sadece yayalara açık olduğu için, tuğlalarla döşenmişti. Eiros'un kahvesi gelmişti. Genç adam sigarasını bitirdi ve ceketinden bir paket çıkardı. İçinde daha olmasına rağmen, bitmiş gibi hareketler yaptı. Garsonu yanına çağırdı ve bir şeyler söyledi. Herhalde, yakınlarda bir bakkaldan sigara alacağını ve yerini başkasına vermemelerini söylüyordu.

Harekete geçti ve sivil polise doğru yöneldi fakat tamamen alakasız bir işi varmış gibi, ona bakmamıştı bile.

Telefon numarasına başvurmadan, doğrudan implant aracılığıyla konuştu kız. "Etrafında başka polis yok, tek başına."

Eiros'tan cevap gelmedi, garip görünmemek için konuşmamıştı ama gerek de yoktu.

Adama gittikçe daha da yaklaştı, iki eli de ceketinin ceplerindeydi. Sivil artık doğrudan ona bakıyor ve yanlış bir şey dönüp dönmediğini anlamaya çalışıyordu. Gerildiği belliydi. Eiros'un sözlerine rağmen dürbünlü tüfeği çıkardı kız ve ona doğrulttu. Ancak Eiros'un buna ihtiyacı yoktu. Ceketinin cebindeki silahı adamın ne olduğunu anlayabileceği şekilde ona çevirdi ve bir şeyler dedi.

"Evet, düşündüğün kişiyim," demişti, kız duyabiliyor olsaydı.

Aslında duyabilirdi de fakat implatın bu özelliğini etkinleştirmemişti genç adam. Son zamanlarda iyice içine kapanmış ve tek başına hareket eder olmuştu. Şu ana kadar halledemeyeceği bir işe kalkışmamıştı ama gelecek için bir garanti değildi bu.

Gözlerinden korku okunan sivili apartmanın birinin içine yöneltti. Bir dakika sonra, tek başına oradan çıktı ve kızı aradı.

"Hallettim, bir daha konuşamayacak," dedi, emin bir tonda.

"Yine mi onu yaptın?"

"Evet. Şimdi, bakalım sayın amir yalnız mı?" diye, heyecanla fısıldadı genç.

"Kafenin olduğu apartmanda üçüncü katta. Şu an televizyonun karşısında çay içiyor. Salonda. Arka odaya götürürsen apartman boşluğuna bakıyor. Etraftaki kolilere bakılırsa buraya yeni taşınmış. Elinde yüzük de yok, karısından ayrılmış olmalı," diye bilgi verdi, kız.

"Kaptanın edindiği bilgileri doğruluyor bu. Tamam, harekete geçiyorum."

"Anlaşıldı," diye yanıtladı kız ve istifini bozmadan, gözetleme işine devam etti.

Apartman kapısına yönelen Yıldırım, açık olduğunu farketti ve yukarı yollandı. Amirin kapısının kulbuna elini koydu. Neus'un öğrettiği gibi, ruhunun derinliklerine uzandı ve oradaki karalığa dokundu. Bileklerinden parmaklarına, oradan da kapının kulbuna gölgeden uzantılar aktı. Bir süre sonra, "tık" sesiyle beraber kilit açılmıştı. Hasar almıştı ve değiştirilmesi gerekiyordu çünkü henüz o kadar ustalaşmamıştı ama yine de, altı ayda bunu yapabilecek seviyeye gelmesi gözardı edilir bir şey değildi.

Engar'ın, aklına kazınana kadar, öğrettiği gibi ses çıkarmadan salona yöneldi. Sağda bir yemek masası, onun üstünde açılmamış veya yarı açılmış koliler, solda kocaman bir plazma televizyon ve onun önüne serpiştirilmiş koltuk takımı bulunuyordu. Televizyonun karşısında, kır saçlı amir, daha doğrusu eski amir oturuyordu. Arkasında yaklaştı ve bir anda ağzını kavrarken, diğer eliyle çıkardığı bıçağı boynuna dayadı.

"Merhaba, sayın amir, beni arıyormuşsun," diye fısıldadı, soğukça, zorlanmadan adamı içeri taraftaki odaya sürüklerken.

Odaya varınca adamı kendisine çevirdi ve göz göze geldi. Orta yaşlı adamın gözleri korkuyla faltaşı gibi açıldı.

"Seni şimdi bırakacağım fakat hareket edersen..." bıçağı hafifçe boynundaki bir boşluğa soktu.

Dediği gibi yaptı, ancak adamdan elini çeker çekmez, amir yanındaki komodiye davrandı ve çekmeceyi açarak, bir tabancaya uzandı. O da bunu bekliyordu. Adamı tuttuğu gibi, silahı bir köşeye fırlattı ve onu yüzüstü halıya yapıştırdı. İnsanüstü hızdaki darbenin etkisiyle sersemlemiş adamın ağzını kapadı ve baldırına bıçağı soktu.

"Karşı koyma," dedi, tam da bunu yapmasını isteyerek.

Amir, elbette bunu yaptı. Yıllardır sadece komuta görevi yapıyor olabilirdi ama bir zamanlar oldukça çetinceviz bir polisti.

Dileği gerçekleşen Yıldırım, adamın baldırına soktuğu bıçakla onu yardı. Halının kenarından taşan kan, parkelerin üstüne aktı. Önemli hiç bir damarı kesmeden durdu genç ama bıçağı çevirmeyi de ihmal etmemişti.

"Eğer salak gibi çırpınmaya devam edersen, çocuklarını da öldürürüm," dedi, isimlerini vererek, ki bu etkili olmuştu. En baştan bunu yapabilirdi aslında.

"N-ne istiyorsun, hasta ruhlu orospu çocuğu!?" diye bir küfür savurdu, amir.

"Bir yıl önce, neden polisleri benden farklı bir tarafa yolladın?"

"Öyle bir şey--"

Adamın yüzüne, elinin tersiyle, gurur kırıcı bir tokat attı.

"Kimlerle uğraştığını bilmiyorsun. Gerizekalı, bunların yanına kar kalacağını mı sanıyorsun?" diye ağzındaki kanı tükürdü kır saçlı adam.

"Sayın amir," dedi Yıldırım, adamın seviyesine gelmek için çömelerek "Yenilmiş ama gururlu adam triplerin sikimde değil. Kehanetimsi konuşmaların da umurumda değil. Tabii ki de kimlerle uğraştığımı biliyorum. Senin gibi beş para etmez, her şeyini kaybetmiş bir salağın peşinden niye geleyim yoksa? Son bir yıl içinde hem koltuğunu kaybettin, hem karın boşandı hem de çocuklarının velayetini alamadın. O kadar düştün ki, eski evinden taşınmak bile zorunda kaldın."

"Ne zamandır--" diye, ağzından bir şaşkınlık nidası fırlıyordu ki yarıda kesildi.

"Soruları ben sorarım," dedi Yıldırım "Ama madem bu kadar sorun çıkarıyorsun, öyle olsun."

Asıl beklediği kısıma ancak gelmişti. Doğruldu ve yaralı bacağını uzatmış, yerde oturan adamın başına elini koydu. Gözlerini kapadı ve o anı düşündü. Oda yoktu, adam yoktu, kendisi yoktu. Önce sadece karanlık ve sessizlik vardı. Ardından kızıl bir ışık belirdi ve hırıltılar doldurdu ortamı. Bunu silah sesleri izledi ve içindeki alev körüklendi. Gölgelerin oynatığı gözlerini açtı ve bileklerinden parmaklarına, oradan da adama karanlık aktı. Başını çevreledi ve ağzı, burnu, kulakları ve gözlerinden adamın için girdi. Anı kendisini tekrarlar ve Yıldırım'ın içini yakarken, her bir detayı ve yoğunluğuyla fakat daha bile güçlü şekilde, amiri de yakmasına izin verdi.Anlamın ve hayatın yok oluşu Yıldırım'ı tükenme noktasına getirmişti fakat amiri yiyip bitirdi.

Elini çekti ve gözleri normale döndü. Kendisine geldiğinde, amirin ağzının sessiz bir çığlıkla açılmış olduğunu gördü.

"Şimdi," dedi Yıldırım "Bana istediğimi söyle."

"Ben... birisine, birilerine borcum vardı," dedi güçsüzce kekeleyen adam "Olduğum konuma onlar sayesinde gelmiştim. Senin hakkındaki soruşturmayı başka bir tarafa yöneltmem ama aynı zamanda basına bol bol sansasyonel bilgi de vermem söylendi," diye biraz daha seri şekilde devam etti.

"Sana bunu kim söyledi ve neden?" diye merakla sordu, genç adam.

"Bilmiyorum. Bir adam var. Sıradan birisi gibi giyinir ama emirleri ondan alırım. Bu tipler..." dedi gözlerinden korku okunan adam "Onlar senden bir şey istemez. Onlar der ve yaparsın yoksa yok olursun."

"Sahte devletin adamları mı?" diye sordu, Yıldırım.

"Hayır, o tiplerle işim yoktur. Asla o sahtecilerle bir işim olmadı. Bunlar gerçek devletin adamları. Onlardan bir emir geliyorsa, çok yüksek yerden olmalı."

"Neden bunu istedikleri hakkında bir fikrin olmadığına emin misin?" diye sordu, kaldırdığı elini, adama dikkat bile etmiyormuş gibi inceleyen Yıldırım.

"Bir memur vardı," dedi adam, bir şeyleri yeni hatırlarmış gibi "Seninle karşılaşan. Girmemesi gereken bir sorguya girdi. Onu izlemem gerekiyordu ama başka bir memurla yaşadığı bir şey yüzünden onu kovdum. Bunun için her şeyimi aldılar." Gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı "Onca yıllık emeğim... çocuklarımı bile göremiyorum."

Yıldırım bir şey demeden onu izlemeye devam etti.

"Sikeyim sizi!" diye celallendi eski amir, sanki bahsi geçen kişiler karşısındaymış gibi "Bana bir şeylerini örttürmeye çalışıyorsunuz. Sizin yediğiniz bokları bilmiyor muyum sanıyorsunuz? O iş adamıyla kardeşini öldürmeniz--"
"Ne demek istiyorsun?"

Nerede olduğunu tam bilmiyormuş gibi davranan adam, etrafını kolaçan etti ve Yıldırım'a yaklaşmasını işaret etti. Yıldırım'ın Kara Akım dediği bu işlemden sonra, insanlar böyle bir garip oluyordu.

"Onları izledim. Beni kullanıyorlardı ama ben de onları takip ettim," dedi, çatlak bir sesle, çok büyük bir sırrı ifşa edermiş gibi "Devlet içinde resmi olarak yoklar fakat büyük adamlar varlıklarını hep biliyor. Sivil hiç kimsenin haberi yok ama her yerdeler..." dedi ve deli gibi kikirdedi "Onlardan kaçış yok! Onlara kozun yok! Onlar seni izliyorlar ve istediklerini alacaklar."

Ürken Yıldırım geri çekildi. Dozu çok mu arttırmıştı? Ancak, yine de adamda kendisini rahatsız eden bir şey vardı.

"Ssenin içinde de görüyorum ama bozuksun, değil mi?" dedi gözleri bir o yana bir bu yana dönen adam "Ama istiyorsun. Onlar da bunu istiyor, de mi? Hahahaha..."

Çatlak kahkaha odayı doldururken gencin tüyleri diken diken oldu. Amir yere düştü ve titremeye, uzuvlarını savurmaya başladı.

"Geliyorlar! Hahaha! Geliyorlar! Bosdun onu, bosssdun!"

Kapı çalındı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #52 : 16 Aralık 2017, 23:04:41 »
Bölüm 54 - Domino

Alarm zilleri çaldı, kim olabilirdi bu? Polis miydi yoksa? Buraya geldiğini anlamışlar mıydı? Kapının öbür yanında, silahlı bir ekip mi bekliyordu? Yine bir apartmanda kısılı mı kalacaktı?

"Yıldırım!" diye bir ses duydu, zihninin içinde ve Kueti'nin turuncu varlığını hissetti "Kendine gelmişsin. Gelen bir komşu, yalnız, yaşlı bir adam," diye, apartmanın penceresinden gördüklerini aktardı.

"Tamam, herhalde merak etmiştir," diye onayladı ve kapıya yöneldi.

Delikten baktığında, kır saçlı bir adam gördü. Yaşına göre saçları rengini iyi şekilde korumuş bile denilebilirdi çünkü derin çizgilere sahip yüzünden anladığı kadarıyla, seksenin üstündeydi. Zil bir kez daha çalındı ve yapay, tiz kuş sesi, kulağının dibinde patladı. Kapıyı hızla çekip açtı ve suratsız adamı karşıladı.

"Merhaba," dedi, görenek gereği.

"Çok ses yapıyorsunuz," diye söylendi, yaşına rağmen dimdik duran adam "Uykumdan kalktım."

"Özür dilerim, efendim. Daha çok dikkat ederiz," diye ona uydu, Yıldırım.

Adam sert bir şekilde, bulanık mavi gözlerini gence doğrulttu ve yeni fark ediyormuş gibi sordu "Sen kimsin?"

"Amcama yardıma geldim, malumunuz tek yaşıyor," dedi genç ve başka bir şey eklese miydim diye düşündü.

"Hee, iyi iyi. Koca adam olmuşsun bak, ayıp değil mi bu kadar ses? Hem ne yapıyordunuz?" diye sorguya devam etti, yaşlı adam.

Yıldırım, kısa bir an için, üstünde bol ve kalın giysiler olan bu adamı süzdü. Her işe burnunu sokan bir yaşlıya çatmıştı. Büyük ihtimalle, hayatını insanlara emirler vererek geçirmişti ve insanların hala buna uymasını bekliyordu. Bir an için "Ağa mı demeli yoksa kral mı," diye bir düşünce fırladı ama akışın içinde, üstünde fazla durulmadan kaybolup gitti.

"Ben Toprak, sizin isminiz nedir?" diye sordu, genç.

"Demir."

"Demir bey, kusura bakmayın. Bir kütüphane kuruyorduk. Hava kararmadan gidip halledeyim diyorum," diye kapıyı kapatmaya yeltendi.

"Amcan kitapları hiç sevmediğini söylemişti," dedi adam -bir şeylerden şüphelenmiş miydi- "Bunun çok cahilce olduğunu demiştim ona. Herif demek bunu yedirememiş kendine. İyi! Başımıza ne geldiyse cahil nesillerden geldi. İnsan okumalı, okumalı! Ama okuduğunu anlamalı da. Baksana sen okuyor musun?"

"Evet," diye bir yalan savurdu, tıraşlı yüzünü kaşıyan Yıldırım "Tarih."

Adamın tutumu ve yaşının bunu çağrıştırıp çağrıştırmadığını merak etti.

"Ooo, koç!" dedi, sertliği geçerek canayakın bir tavra bürünen adam "Aferin. Ben de tarih öğretmeniydim ama emekli olalı çok oluyor. Bir ara gel de çayımı iç."

"Elbette, Demir Bey," dedi, mükemmel bir genç olarak "Şimdi..."

"Bayağı yapılısın amma be," diye devam etti, onun sözünü keserek "Ağırlık mı kaldırıyorsun?"

"Bir nevi, Demir bey," dedi ve kapının arkasından yumruğunu sıktı. Ona karşı bir şey mi yapsaydı? Olmayan zamanını harcıyordu. Akım'ı kullanabilecek enerjisi olsa yapardı ama bu kadar kısa sürede üst üste yapmak, onu mental olarak tüketmişti.

"İyi bakalım," dedi, yavaşça yukarıya yönelen adam ve hafifçe ekledi "Bir ara uğra, Toprak. Bu binada kimse yerinde olmuyor, herkes habire gezmede."

"Yardım..." diye bir ses geldi içeriden. Boğuktu, hafifti, ancak yine de merdivenlerden rahatça duyulabiliyordu.

"Hassiktir," diye düşündü Yıldırım "Hassiktir! Bunu nasıl unutabildim?"

Mental olarak, düşündüğünden fazla mı yorulmuştu? Önemi yoktu. Yaşlı adama arkasından atıldı ve bir kolunu göğsünün etrafına dolarken, diğeriyle ağzını kapadı. İçeri çekti ve ayağıyla kapıyı kapadı. Emekli öğretmenin faltaşı gibi açılmış gözleri, bir emir gibi kapanan demir kapıya dikilmişti.

"Bir şey deneyecek olursan, pişman olursun," dedi Yıldırım ve onu içerideki odaya götürdü.

Yerdeki kanı ve kıvranan adamın halini gören öğretmenin nefesinin kesildiğini hissetti. Pek bir şey yapamayacağını ve ondan çok daha hızlı olduğunu bildiğinden, adamı serbest bıraktı. Düşünmek için biraz rahatlaması gerekiyordu.

Emekli bir şey demedi, oturmadı da. Ayakta, titreyen dizlerine rağmen, dimdik dikildi ve bir yerdeki amire, bir de ona baktı.

"Aciz katil," diye tısladı, dudakları hiddetten veya başka bir şeyden titreyerek.

"Durumu gördün mü?" diye sordu, genç, boynundaki implanta bastırıp, onu aktifleştirerek.

"Tam değil ama tahmin edebiliyorum. Öldürdün mü?" diye sordu, kız.

"Hayır, henüz değil."

Bundan sonraki sözleri fısıltıyla çıktığından, yaşlı adam pek bir şey anlayamamıştı. Anlayabilseydi, az biraz kalan sakinliğini de koruyamazdı çünkü onu öldürüp öldürmemesi gerektiğini tartışıyorlardı. Emekli öğretmen, eğildi ve soğukkanlılığını koruyarak, yaralı adamın durumunu inceledi. Hastaneye yetiştirilirse, hala kurtarılabilirdi ama buna fırsat olacak mıydı? Hem kendisini nasıl koruyacaktı? Anladığı kadarıyla, istedikleri kişi buydu ve kendisi sadece bir tanıktı. Hiç bir şey söylememeye yemin ederse, belki onu bırakabilirdi. Bunu yapmayabilirdi de, kendi iyiliği için gözünü başka bir tarafa çevirdiği daha önce de olmuştu. Böyle değil miydi zaten hayat? Aileni ve yakınlarını imkanın dahilinde korurdun ama gerektiğinde, kendini ön plana koymayı da bilirdin...

"... dediğim şekilde yaparsan, her şey iyi gidecektir," dedi, kız "Hadi, acele et."

"Tamam," dedi Yıldırım ve giden bağlantıyı kapadı.

Bir iki adım aldı ve konuşma boyunca gözlerini ayırmadığı bir noktadan bir şey aldı. Amirin, kan kaybından bilinci kapanmıştı. Kır saçlı adamsa ona baktı ama ilerlemiş gözleri yüzünden ne olduğunu anlayamadı. Ancak, tahmin edebiliyordu. Gözlerini kapadı.

Beklediği şey gelmemişti. Daha doğrusu, sonuç yine aynı olacaktı fakat çok sevdiği bir deyimle gidiş yolu farklıydı. Boğazını kavrayan, çelik gibi iki el hissetti. Biraz çırpındı ve ayakları sağa sola savruldu. Bir işe yaramayacak olsa da, refleksif olarak gerçekleşen bir şeydi. Bir dakika kadar bir süre içinde öğretmenin bilinci kapandı.

Adamı yeniden konumlandırdı ve odaya yeni girmiş, amire doğru gidiyormuş süsü verdi. Ardından apartman boşluğuna bakan camı kırdı ve bilinçsiz amirin etrafına saçtı. Bir kaç parçayı yaranın içine koymayı ihmal etmemişti. Buzdolabına gitti ve aradığı şeyi buldu; kolonya. Bir nesne daha kaptı ve odaya geri dönerek iki adamın üstüne kolonyayı boca etti. İşini sonlandırmadan önce, amirin tabancasının üstündeki ve kapıdaki parmak izlerini sildi, ardından silahı ait olduğu komodiye koydu. Evin içindeki sigortaya bir kalem sokup biraz oynadı ve bozulmuş havası verdi. İz bırakmamak için kalemi yanına aldı.

Son aşama kalmıştı. Adamların bulunduğu odaya döndü ve bilinç durumlarını kontrol etti. Eskiden olsa, görü yeteneğiyle bunu anlayabilirdi fakat artık bu güce sahip değildi. İkisi de bilinçsiz görünüyordu. Çakmağı çaktı ve adamlardan birinin paçasını ateşe verdi. Tekrar mutfağa yöneldi ve çakmağı yerine koydu.

Bir süre sonra odanın büyük bir kısmını sarmıştı alevler. Duman her bir yanı bürürken, bunu kaçması için bir işaret olarak algıladı. Ancak, yanan insan etinin kokusundan dolayı öğürmekten kendisini alamamıştı. Ağzına gelen kusmuğu, DNA izi bırakabileceğini bilerek, geri yuttu ve kapıdan yollandı.

Bir kaç dakika içinde Kueti'nin bulunduğu daireye gelmişti.

"Her şeyi dediğin gibi yaptım," diye teyit etti.

"İyi," diye onayladı kız "Bizim yaptığımızı eninde sonunda öğreneceklerdir, etrafına gözetçi koymaları da bu yüzdendi. Ancak bu şekilde biraz daha uğraşmaları gerekecek. Eski bir amiri ve komşusunu kurşunlanmış halde bulmaktansa, yangının enkazı içinde kanıt aramak biraz daha zaman alır."

"Daha ince bir yol yok muydu?" diye sordu, ağzındaki asit tadı gitmemiş genç.

"Daha uzun zaman alırdı ve bizim zamanımız yok. Bak," diyerek, silahın dürbününü işaret etti.

Oradan bakan genç Yıldırım, aşağıdaki cadede bir yerde konuşan üç adam gördü. Sürekli olarak amirin evine attıkları bakış ve gergin tavırlarından anladığı kadarıyla, üçü de sivil polisti.

"Sonunda gelmişler."

"Evet, dinleme cihazlarını bozduğumuzu anlamış olmalılar," dedi, turuncumsu saçlı kız.

Kız, Yıldırım apartmana girdiği an, önceden anlaştıkları şekilde, hedeflediği bölgedeki dalgaboylarını bozan bir sinyal yayınlamıştı. Neus'un kendi yapımı olan bu cihaz, pratikte takip edilemiyor ve sadece geçici olarak karışıklık yaratıyordu. Çok da matah veya orijinal bir şey değildi, tek bir özelliği hariç; içindeki minimal bir anomali cebinden kuvvet alan aygıt, çok hassastı. Örneğin, koca bir bina ve etrafındaki bölgeyi susturmak yerine, sadece bir daireye yöneltilebiliyordu. Böylece, daha az dikkat çekiyordu.

"Gitme zamanımız geldi," dedi genç kadın ve hızla toplanmaya koyuldu.

Boyun bölgesinde kahverengi ve pofuduk tüylere sahip, bej rengi bir kaban giydi. Altında taşlanmış bir kot vardı. Silahını ve diğer cihazları ise sert bir gitar kılıfının içine koydu. Kabanın kapişonu olmasına rağmen, kafasına siyah bir bere geçirmişti. Dışarıdan tam bir üniversite öğrencisine benziyordu.

Binadan çıktılar ve yakınlardaki caddeye gidip, ters yöne doğru yaya yolunda yürümeye koyuldular. Bir kaç bağırış duyuldu. Kısa bir süre sonra, onlar mavi bir bankaya yaklaşırken, sirenler yankılandı ve bir itfaiye aracı, terk ettikleri yöne doğru geçip gitti. Bankanın önüne geldiklerinde, kameralara yakalanmamak için yüzlerini diğer yöne çevirmeyi ihmal etmemişlerdi. Başka bir önlemleri daha olsa da, ihtiyatlı olmanın zararı yoktu.

"Kueti," dedi genç adam, bir süre sonra, kafasını ona çevirmeden.

"Evet?"

"Ben..." diye başladı, Yıldırım, sanki konuşan bir başkasıymış gibi hissederek.

Ancak devamı gelmemişti. Hava soğudu ve karardı, bir kelime bile konuşmadan yürümeye devam ettiler. Etraflarından insanlar geçti; sohbet ediyor, gülüyor, kızıyorlardı. Onlardan ise çıt çıkmamıştı.

Akşam çöktü, ışıklar açıldı ve karanlık savruldu. Televizyonlarda bir yangında ölen iki emekliden bahsedildi. Uzmanlardan, elektrik sigortalarının sağlamlığının nasıl anlaşılacağı öğrenildi. Haber bülteni ara verdiğinde, yangın ve hayat sigortası reklamları girdi.

Ölenin eski bir polis olduğundan bahsedilmemişti. Ancak, televizyonu izleyen birisinin gözünden kaçmamıştı. Daha doğrusu, televizyon yayınını bir bilgisayardan izleyen birisinin. O adresin kime ait olduğunu biliyordu.

"Sonunda harekete geçtiler," diye düşündü, baksırıyla oturan, eski polis.

Kuro'nun ona özel olarak tedarik ettiği domates, yeşillik ve hindi fümeden yapılmış sandviçten bir ısırık aldı, sonra kahvesini yudumladı. Düşündü. Büyük gün yaklaşıyordu ve hangi oyuncunun ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu. Son aylarda, uyanık olduğu zamanın hemen hepsini buna ayırmıştı.

Kanalın sesini kıstı ve arka plana sakin bir müzik açtı. Masanın üstünde duran, bir şirketin dosyalarını incelemeye koyuldu. Kenarda bir yerde, kendi yazısıyla "Empusa" yazıyordu. Ondan çektiği iki ok, öldürülen iki kardeş iş adamına gidiyordu. Empusa'nın üstündeki bir isimden çıkan ok ise, Empusa'yı işaret ediyordu.

Bir süre sonra, dosyayı bir kenara koydu ve duvara astığı şemaya gitti. Kuro, bunun yüzünden onunla dalga geçerek "Hangi insan filminden edindin bu fikri?" demişti fakat işe yaradığı sürece, Charmius'un umurunda değildi. Yapıştırılmış notlar, her yerden çıkan oklar, ve zar zor okunan bir yazıdan oluşan cümbüşü bir tek kendisi anlayabilirdi.

En üstte bir yerlerde "Hükümet" yazıyordu. Ondan üç ok iniyor ve bir tanesi "Medya patronunu zayıflat," kısmına bağlanıyordu. Buradan devam niteliğinde çıkan bir başka tanesi ise daha aşağı inerek "Medya patronunu yok et," cümlesine yönelmişti.

Diğer iki kısıma baktı ve planı aklından geçirdi adam. Hala anlayamadığı ve bilmediği şeyler vardı fakat İblis ve Neus harekete geçtiğine göre, kaos günü yaklaşıyordu. Kendisinden nefret ettiğini düşündüğü yaratıcıya sövdü ve hedeflediği şeyi başarmayı umdu. Her şey buna bağlıydı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #53 : 28 Aralık 2017, 18:46:19 »
Bölüm 55 - Bechdel

"Ne demek onları yaktın?!" diye bağırdı Engar.

Yıldırım, onu hiç bu kadar kızgın gördüğünü hatırlamıyordu.

"Kueti!" diye kıza döndü adam "Buna nasıl izin verirsin?"

Kız bir şey demeden ona şöyle bir bakış attı fakat Engar için, bu yeterli olmuştu.

"Senin fikrindi!" dedi sesi daha da artarak.

Napacağını bilemeyerek hızlı hızlı bir kaç adım attı.

"Ben--" diyordu ki Yıldırım, lafı yarıda kesildi.

"Kes sesini!" diye masayı yumrukladı melez adam. Ahşap masa ortadan ikiye yarılırken, etrafa kıymıklar sıçramıştı.

"Burada neler oluyor?" diye, sert bir kadın sesi duyuldu.

Mutfağa giren heybetli Yugiera, cevap arayarak üçüne bakındı. Gözlerinden neredeyse ışınlar saçıyordu.

"Görev özetini dinledin mi?" diye sordu Engar, ona dönerek.

"Bu senin--" diyordu ki kadın, Engar onun da sözünü kesti.

"Biliyor musun?" diye sordu, biraz daha sakin fakat bu sefer tiksinti akan bir tonda "Yugi, bunların ne yaptığını biliyor musun?"

"Evet," diye yanıtladı kadın, hızlı fakat gayet net bir tonda "Ve bu benim sorunum, senin değil. O yüzden dışarı çık ve bizi yalnız bırak."

Bir onlara, bir kadına baktı adam. Yumruklarını açıp kapadı ve bir hışım çıkışa yöneldi fakat ikisine alev saçan bir bakış atmayı ihmal etmemişti.

"Şimdi," dedi rahat bir nefes veren kadın "Siz iki sivrizeka ne yaptığınızı sanıyordunuz?"

"İzleri örtmenin en mantıklı yoluydu," dedi Kueti, umursamaz bir tavırla.

"Bir binayı ateşe verdiniz," diye bağırdı kadın "Bu yaptığın kabul edilemez fakat önce..." dedi ve Yıldırım'a çevirdi bakışlarını "Sen ne yaptığını sanıyorsun? Kafana göre hareket ettin ve partnerini bilgilendirmeden, tek başına bir işlere kalkıştın."

Yıldırım onu yanıtlamadı.

"Akım mıdır nedir, ne haltsa, onu yapmasaydın, Kueti'nin sana seslenmesini duyabilirdin. Hadi bunu yaptın. Salak gibi, adamın ağzını bağlamayı unutmak nedir? Hiç bir şey mi öğrenmedin!?"

"Ben..." dedi genç adam "Orada hata yaptım ama geri kalanda, sadece gerekli olanı yaptım. Durum, Kara Akım'ı kullanmamı gerektirdi."

Hala rapor veriyor gibiydi. Sesinde neredeyse hiç bir duygu yoktu. Yugi, bir anlığına, kendisini Kueti'ye bakıyormuş gibi hissetmişti. En azından kızın belli hallerine. Ancak, daha farklı ve daha az rahatsız ediciydi.

"Bahane yok," diye kestirip attı kadın "Bir dahaki sefere o implant kapanmayacak. Ya buna uyarsın ya da buradan gidersin. Yalnız kurtlara ihtiyacım yok, sahaya indiğinde kimse yalnız değildir. Takım oyununu öğreneceksin."

Bir yandan, onu Kueti'yle yeterince çalıştırmamış olduğunu düşünmüştü. Engar'la bolca eğitim yapmıştı genç adam fakat geçen altı ayda, hepsinin ortak yaptıkları hariç, kızla hemen hiç bir çalışması olmamıştı. Ancak sorunun eğitim eksikliğinden öte, başka bir şeyden kaynaklandığından şüpheleniyordu. Son aylarda yaptıkları ufak tefek işlerde, hiç bir sorun çıkmamıştı. Toplu antrenmanlarda daha bile etkileyiciydiler. Asıl sorun Yıldırım'daydı, amiri görmek onda bir şeyleri tetiklemiş olmalıydı.

"Kueti, dışarı çık ve bekle. Seninle sonra konuşacağım," diye soğukça bildirdi, kaptan.

Kız onu onayladı ve kapıdan yollandı. Yıldırım, hafif bir gerginlik hissetti. Yavaştan, tekrar kendisine gelmeye başlamıştı.

"Seni rahatsız eden nedir?" diye sordu, kaptan, bu sefer daha yumuşak fakat hala keskin bir şekilde "Sorunun sadece sahaya inmek olmadığını biliyorum. Orada bir şey oldu."

"Neden önemsiyorsun?" diye sordu Yıldırım, anlam veremeyerek "Ne fark edecek ki? Yaptığım hataları bir daha tekrarlamayacağım."

"Çocuklaşma," diye geçiştirdi kadın "İlla bu oyunu oynamalı ve naz mı yapmalısın? Büyü biraz."

Onu biraz da olsa utandırmayı başarmıştı. Ancak Yıldırım, yine de bir cevap vermedi.

"Seni güden nedir? Hala o öfke patlamaları yaşayan velet misin yoksa?" diye açık aradı, kaptan.

"Hayır!" diye reddetti, genç "Artık öyle değilim. Ben sadece..."

Duraksadı ve önce kendisini tuttu. Kadın bir süre daha ona baktı ama bir değişiklik olmadı.

"Öyle olsun. Bundan sonra süresiz olarak sahaya inmiyorsun, eğitim de yok. Yemek, içmek, sıçmak, yıkanmak dışında evdeki herhangi bir özelliği de kullanmayacaksın. Sorunun her neyse git ve hallet."

Yıldırım şaşkınlıkla ağzını açtı fakat bir kelime bile çıkmamıştı. Fark etmemiş olsa da, bu eve, içinde olduğu takıma ve çıktıkları büyüklü küçüklü görevlere epey alışmıştı.

"Pekala, kaptan," dedi sakince, kadına neden uyduğunu bile bilmeden ve dışarı yollandı.

"Kueti'yi buraya yolla!" diye seslendi kadın.

Bir dakika sonra, kız odada bitti.

"Kueti," dedi kaptan, sakince "Beni hayal kırıklığına uğrattın. Sana belli kuralları yeterince iyi şekilde açıklamıştım ama sen gittin ve bunları çiğnedin. Daha kötüsü, kafası karışık o aptalı da bunun içine çektin. Kendini savunmak için ne diyeceksin?"

"Gerekli olanı yaptım. Yıldırım başına buyruk hareket edip, her şeyi batırdıysa, benim suçum değil," dedi kız, gözlerini kadına dikerek. Yugi onun mavi gözlerinde iki adet buz dağı görür gibi oldu ve gerginlikle kollarını kavuşturdu. Hesap soran o değil de, kendisiydi sanki.

"Burada bir Urogi değilsin, benim komutam altındasın ve bu da benim kurallarıma uyacaksın demektir. Anlaşıldı mı?" diye sordu, kıza tepeden bakarak.

Kız, mavi, buğulu bir camı andıran gözlerini kadına kilitledi; içinden yaşam çekilmiş iki noktayı.

"Beni buraya siz çağırdınız," diye tısladı "Yeterince arkadaşlık oynadım, ancak beni aslında neden çağırdığınızı unutma, kaptan. Benim size ihtiyacım olduğu kadar, sizin de bana var."

Yugiera, kızın üstüne daha da çok eğildi. Artık ona tamamen tepeden bakıyordu.

"Bir Urogi mi olmak istiyorsun? İyi, git. Onların arasına geri dön ve bedelini öde. Bütün sırlarımızı saçabilirsin hatta ama eninde sonunda ne olacağını ikimiz de biliyoruz."

"Bu bir tehdit mi?" diye sordu, kız.

"Hah!" diye küçük bir kahkaha koyuverdi Yugi ve geriye çekildi "İstediğin gibi yorumlayabilirsin. Ancak onlarla aranın, ah, nasıl desem, iyi olmadığını hatırlatırım."

Kız çekip giderken, derin bir nefes koyuverdi Yugi. Neus bu gençleri nereden de buluyordu böyle?

---

Kueti ormanın içinden geçip, küçük bir gölün kenarına vardı ve bağdaş kurdu. Ne yanlış yapmıştı ki? Onlar, gerekli olanı yapamayacak kadar aciz ve zayıflardı sadece. Kendisi öyle değildi ama diğerleri bunu kabullenemiyordu.

Yerden bir taş aldı. Orta mesafede bulutlar olsa da, gölün bulunduğu yer güneşliydi. Buna rağmen, taş sopsoğuktu.

Her zamanki gibi, diye düşünürken, diğer eliyle bir taş daha aldı, insanlar ona engel olmaya çalışıyordu. Onun sayesinde değil mi, fabrikada batırdıkları iş biraz da olsa düzelmişti? Kaçarken, Engar'la denk geldikleri fabrika sahibini öldürmeseydi, yüzleri şu anda ifşa olmuştu. Eğer dün o adamları yakmasalardı, izleri çok daha kolay bulunacaktı.

Zayıflar, diye düşünerek, burnundan, diyaframını şişiren derin bir nefes aldı. Biraz bekledikten sonra, karbondioksitce zenginlenmiş havayı ağzından verdi. Tekrar yavaşça aldı, ve verdi, aldı, ve verdi... iki dakika, on altı nefes sonra gözlerini kapadı. İlk başta sadece nefes alıp verişine odaklanmıştı. Onun için hayatta sadece bu vardı. Başka düşünceler ve duygular gelip geçiyor, ancak onun için sadece burnundan giren havanın genzine vurması ve çıkışta hafifçe açılan dudağına çarpması önemliydi. Diyaframının kasılması ve göğsünün inip kalkışı bunlara eşlik ediyordu. Yirmi dakika sonra elindeki taşlara odaklandı. Isı eksikliğini hissetti ve elinin ayasına temas eden her bir pürüzü inceledi. Yarım saatini daha böyle geçirdi. Gözlerini açtığında, gözünün kenarıyla on metre ötede oturan birisini gördü. Geldiğini duymamıştı.

"Beni kovduğunu söylemeye mi geldin?" diye sordu, bağdaş kurmuş genç kadın, soğuk gibi bir tonda.

"Bunu yapsam rahatlar mısın?" diye meraklı bir tonda sordu, mavimsi saçlı kadın "Belki de bu yükten kurtulmak istiyorsun. Biz zayıfların arasından kopar ve tekrar güçlü olursun."

Kızdan bir yanıt gelmemişti. Elindeki taşla bile oynamıyor, sadece ileriye bakıyordu.

"Hala hayatta kalmaya çalışıyorsun demek," dedi Yugi.

"Elbette," dedi elindeki taşı hafifçe çeviren kız "Ama siz bunu önemsemiyormuş gibisiniz. Yugiera, anlaşmamızı unuttun mu?"

"Hayır, blöf yapıyordum ama sen de öyle yapıyordun. Burayı umursamaya başladığını biliyorum, yoksa bu kadar öfkelenmezdin."

"Gerçekten mi? Belki de beni aşağı çektiğiniz için sinirleniyorum?" diye bir öneride bulundu, genç kadın, soğuk bir şekilde sırıtarak.

"Alaycılığın bana sökmez, Engar'ın velet haliyle uğraştım ben," diye geçiştirdi kadın "Daha inandırıcı olman gerek."

Kız, dilinin ucuna kadar gelen cümleyi, yani, onlarla oynadığı arkadaşçılığı ciddiye alan birisinin bunu söylüyor olduğunu, pek çok kez yapmış olduğu gibi yuttu.

"Özür dilerim, kaptan," dedi kız, sakin ve daha sıcak bir tonda, bir yandan bir daha bu kadar göze batan bir yöntem kullanırken yakalanmamaya yemin ederek "Haddimi aştım."

Bu dediğini kastedip kastetmediği bir önemsiz bir detaydı. Bu tartışmayı devam ettirerek kazanabileceği bir şey yoktu. Etrafındaki herkesi kendisine karşı çevirebilirdi.

"Hah şöyle!" dedi heybetli kadın, neşeyle, ayağa kalkarken "Bu kadar da içe kapanık olmadığını biliyordum."

Acaba Eiros'u bir dahaki sefere ağzını kapalı tutmaya veya hikayeyi değiştirmeye ikna edebilir miydi? Hayır, kulağa çok tehlikeli geliyordu. En iyisi o işi batırdığında karışmamaktı, böylece yük sadece onun sırtına binecekti.

Kız ayağa kalktı ve ellerini beline koyarak gerindi, ardından dizlerini salladı. Bağdaş kurmak çok sevdiği bir şey değildi ve gerekmedikçe yapmıyordu. Uzun vadede vücuda çok zarar veren bir uygulamaydı. Urogilerden yaşlanabilenlerin hepsinde dizlerle alakalı sorunlar olmasının nedeniydi.

Yugiera da, bir şey demeden, kalkmış, üstündeki tozu silkeliyordu. Bej rengi giysisinin altındaki zırhı güneşte ışıldadı ve kızın gözlerini kamaştırdı. Kadının neden sürekli bunu giydiğini arada merak ediyordu.

"En son ne zaman biriyle yakın dövüş antrenmanı yaptın?" diye sordu, uzun kadın.

"Hatırlamıyorum..." dedi turuncuya çalan saça sahip kız "... sanırım iki hafta önce, Engar'la. Neden sordun, Kaptan?"

Yugi, cevap olarak bir yumruk savurdu.

Kız bundan eğilerek kaçarken, refleksif olarak kadına bir tekme savurmuştu. Yugi, elbette, bu darbeyi çaba sarfetmeden durdurdu. Hatta bununla kalmadı ve kızın ayağını kavradığı gibi onu, tek eliyle, savurarak göle fırlattı.

"Hah," dedi kendi kendine, yarattığı manzarayı izleyerek "İnsan da sekebiliyormuş."

Gölde bir kez sektikten sonra batan kız, sudan çıktı ve yüzünden çamurlar akarken, şaşkınlıkla ona baktı.

"Cezan say!" dedi Kaptan, canlı bir şekilde.

"Buradaki herkes böyle garip midir?" diye seslendi, kız, karaya yaklaşırken ve yüzüne bir gülümseme yerleştirdi.

Kaptan ona yardım etmek için elini uzattı, ancak ona davranan kızın yüzünde bir hinlik görünce hemen geri çekiliverdi. Kueti de bunu bekliyordu, diğer elindeki bir avuç çamuru kadının yüzüne fırlattı. Yugiera bundan kaçamadı ve çamur kitlesi yüzüne cuk diye oturdu. Bunu fırsat bilen Kueti, kadını tuttu ve kendisinden çok daha güçlü ve ağır olduğundan, fiziksel kuvvet işlemeyeceğini bildiği için, dengesini bozarak suyun içine çekmeye çalıştı. Ancak onu küçümsemişti. Yugi, kızın kolunu yakaladığı gibi, kendi çevresinde üç yüz altmış derece dönerek, ona havada bir tur attırdı ve tekrar suyun diplerine yollayıverdi.

"Daha kırk fırın ekmek yemen gerek," dedi, yüzündeki çamuru silen ve alaycı bir kahkaha patlatan kadın "Kurnaz piç! Ama o uyduruk nişancı numaraların bana işlemez."

"Herkesin pençeleri vardır, kaptan," diye yanıtladı, kız.

"Iyy, kıro," diye burun büktü Yugi "İzlediğin o programlar seni etkilemiş."

İnsanların, sorunların bu kadar kolay çözülebileceğini düşünmesine anlam veremedi kız, ancak sorgulamadı da. Bu küçük kapışmada kimin üste çıktığı da önemsizdi. Umurunda olan tek şey, onun üstündeki şüphe bulutunun kalkmış olmasıydı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #54 : 30 Aralık 2017, 22:54:46 »
Bölüm 56 - Şüphe

Merhaba, nasılsın? Biliyorum, yazmayalı uzun süre oldu ama kendimi affettirmek için diyebileceğim ne var ki? Zaten huyumdur, birisiyle uzun süre konuşmam ve ardından canım ister ama işin garipliğinden ötürü bundan kaçınırım. Bu yüzden bu süre daha da uzar gider ve içinden çıkılmaz bir kısır döngüye dönüşür. Her şeye rağmen, sana bir şeyler anlatmayı seviyorum; yargılamıyor ve konuşmuyorsun. Yargılayabilir olsaydın bile, bunu bana bildirmenin bir yolu yok.

Çok ama çok şey oldu ama aynı zamanda yazacak kadar bir şey de olmadı. Olayları didikledikçe, kimi şeylerin üstünde durdukça, etkilerini arttırıyormuşum gibi. Cevaplayamadığım sorular ve bilmek istemediğim şeyler de olabilir ama senin amacın da bu, değil mi? Kendimi ifade etmem için varsın.

Her şeyden önce, çok yorgunum. Yaşam, içimden bir şeyi çekip almaya çalışıyor gibi. Motivasyonumu kaybettiğim zamanlarda, diğerlerinin irili ufaklı imalarla benle dalga geçtiği oldu. Oysa sadece kendimi öldürmemeyi zafer saydığım günler yaşadım. O anlarda, hayatta kalmak yegane amacım haline gelmişti.

Senaryolar kurdum kafamda, acaba en iyi ne şekilde yapabilirim. Beni kim bulacak, biraz da olsa yakın hissettiğim insanlara ne olacak diye? Önceden olduğu gibi, vardığım sonuç, eninde sonunda bunu aşacakları oldu, insanlar her şeye adapte olabilir. Bu konuda, şu anda bile, şüphem yok. Ancak bunları sana zaten anlattım, değil mi? Depresyon ilginç bir şey değil, hatta eylem yokluğu. İnsan oturuyor, hayattan nefret edemeyecek hale gelene kadar enerjisi çekiliyor, hiç bir şeyde anlam göremiyor vesaire vesaire...

Daha başka konulardan bahsedelim, düşünmek ve yazmaktan özellikle kaçındığım bir şey mesela; ülkemde neler olduğu. Hemen öyle öfleyip pöfleme, benim de çok hoşuma giden bir konu değil bu ( bir yerde yalan, dünyanın boktanlığından konuşmayı severim). Ancak dinle! Değişimler oldu. Yaklaşık beş aydır bu konuda sana bir şey dediğimi hatırlamıyorum çünkü aklımda sorular var. Bir düşünce özellikle aklımı karıştırır oldu. Diğer insanlar bu olaylarla, başkalarını etkileyen şeylerle bu kadar ilgili görünmüyor, sadece ben böyle davranıyorum. Acaba bu bir yansıtma mı? Yani, kendi kişisel sorunlarımı, dünyanın sorunlarına yansıtarak, onlarla yüzleşmekten kaçınıyor muyum? Bunun doğru olup olmadığını, dürüst olmak gerekirse, hala bilmiyorum. Ben mi çok umursadım, başkaları mı bencil, yoksa hepimiz mi benciliz, bilmiyorum. Ancak, kendimi iki yüzlü hissettiğim için bu olaylardan bir derece uzaklaştım.

Başka bir sebebi de, var; bu konuda bir şey yapamayacağım kanısı gittikçe güçlendi. Uğraştım, bir şeyleri yoluna koymaya çalıştım. Bu konuda başkalarıyla da çalıştım fakat ne işe yaradı? Küçücük bir çentik bile görmüyorum. İnsanüstü güçlere sahip olmam gerekiyor, değil mi? Bir anda o sarayı basıp, ele başını indirmem ve yıllardır zulüm çeken bu ülkeye bir miktar huzur ve umut getirmem gerekmiyor mu? Hayal, hepsi hayal. Benim bu güce sahip olmam, özel olduğum anlamına gelmiyor. Başkaları da var. Evet, özelim ama başka özeller de var. Neyi amaçlamış olduğumu bilmiyorum, isteklerimde içten miydim yoksa iki yüzlü mü, onu da bilmiyorum. Ben mi zayıfım acaba? Başkaları için çok daha uzun süredir bir şeyler yapmaya çabalayan kişiler tanıyorum. Yaklaşık bir yıldır açlık grevindeki o iki kişiyi düşün mesela. Hayatlarını ortaya koydular ve sadece kendileri için değil, bütün bu düzene karşı bir çığlık olmak için çabalıyorlar. Biz niye bu kadar olamadık, ben niye bu kadar olamadım? Başkaları için güçlü olamayacak kadar zayıf mıyım, yoksa bu bir yalan mı? Yoksa böyle olmamda hiç bir suç yok mu?

Yenildiğini kabullenmek, olgunluk mudur? Bir şeyler yapıyorum hala ama sonunun bir yere varacağını zannetmiyorum. Daha çok, otopilota geçmiş gibiyim. Rutinim içinde biraz huzur buluyor ve yaşamaya devam ediyorum ama işin sonunda, bir şey fark edeceğini düşünmüyorum.

Umutsuzlukla dolup taşan, bir şeylere isyan eden pasajlarla burayı doldurmak isterdim ama açıkçası, artık bunları çekici bulmuyorum. Bu aralar her şeyde olduğu gibi, nedenini anlamıyorum. Hayatımda belki de ilk kez, kendime bu kadar yabancıyım ve aklım sorularla dolup taşıyor. Değişiyorum ama ne yönde olduğunu hiç bir şekilde kestiremiyorum. Daha özgüvenli, kendisini daha iyi ifade eden, kendisine daha çok önem veren birisi haline geldim. Aynı zamanda, beni ben yapan her şeyi kaybediyormuşum gibi. Hayatta yön gösterecek bir işaret arıyorum, doğru şeyi yaptığımı söyleyecek, ama bulamıyorum. Ahlak gibi. Önceden ona çok önem verirdim, hatta intikam fikrinin çekiciliği de buradan kaynaklanıyordu. Adalet yoksa bir ülkede, insanın onu kendisinin yaratmaya çalışması çok doğal diye düşünmüştüm, ki öyle. Ancak bir adaletsizliğe karşı çıkmak... adaletsizliğe veya adaletsizlik olarak algıladığım şeye neden karşı çıkıyorum? Şurada adaletsizlik, burada adaletsizlik, her yerde adaletsizlik vs. vs. hayatımı harcadım. İlk olarak, bunun bana getirisi ne oldu? Değişeceğimden değil, bunları yine göreceğim ama niye ben bu kadar umursayayım, başkaları, orospu çocuğu başkaları, hiç umursamadan geçerken? Evet, iki yüzlüyüm ve gördüğüm bir çok şeye karışmadım ve laf ettim, ancak en azından denedim. İdeallerime uymaya çalıştım ve bunu yeterli görmediğim için kendimi iki yüzlü buldum. Pek çok insan ne kadar da kolay vazgeçti oysa. Sanki bir dağa taş atmakla yıkılmasını bekliyorlardı. Bence yalan söylüyorlar, asla dedikleri kadar umursayıp, ardından hayal kırıklığına uğrayıp vazgeçmediler. Bunun yerine, hiç bir zaman, kendi aciz bencilliklerinden pek de çıkmamışlardı.

Peki buna sinirlenmem neden? Adalet, eninde sonunda, tamamen öznel bir şey değil mi? Bildiğim her şey, bana öyle olduğunu söylüyor ve... ne diyebilirim ki? Kelimelere dökmek istemiyorum. Bu konuda düşünmek istemiyorum ama yine de bir iki şey diyebilirim herhalde. Kendi insani, öznel varlığım ile, daha objektif, insan-dışı bir tanesi çatışıyor gibi. İnsani olan taraf adalet arıyor, bu konuda yeterince dürüst olmadığımı bile düşünüp, canını buna sıkıyor. İnsan-dışı taraf, bütün bunların farklı dünya görüşlerinin üstünlük için çatışması olduğunu söylüyor. İşin sonunda herhangi bir eylem, hem eşit derecede adil hem de adi. İnsani algımızın sonucu ortaya çıkmış, başka herhangi bir standarda göre önemi olmayan bir şey. Üstelik, bu adalet, yer ve zamana göre oldukça değişiyor. İnsanlık içinde bile "Aha, doğru olan bu!" denilebilecek bir şey yok.

Bir yandan da, adalet anlayışları öznel olsa da, sonuçlarının öyle olmadığını düşünüyorum. Belki de duygusallığı bir kenara bırakmalı ve pragmatik olarak, sadece ne kadar olumlu veya olumsuz olduklarına bakmalıyız? Kesinlikle kulağa daha yararlı geliyor ama insan sanki, bir yerde, böylelikle kendisini insan yapan şeyi kaybediyor kişi. Sonuçta, belli inançlar bütünü, insanı kendisi yapar. Mesela o yaptığım malum olayı, doğru olduğuna inandığım için yaptım. Bunun için bir bedel ödedim ve bu, bir yerde beni mutlu etti. İnsan olduğumu hissettim. Ancak, pek de bir önemi olmadığını da fark ettim. Eninde sonunda önemi yok, bu kadar umursamasam da olurmuş... yine de, o amiri görünce bir şeyler uyandı içimde. Bütün insan-dışı bakışıma ve pragmatiklik savlarıma rağmen, her şeyin sorumlusunu (sadece bir parçası olsa da!) bulduğum için sevindim. Sapkın bir şekilde bile denilebilir, ama bu kadar basit bir tanımlamayı ilkelce buluyorum açıkçası. Ama ironik olarak, sapkınlık diye nitelemek ve çarpıklığımı fark etmek bana zevk de veriyor. Sonuçta, ona yaptığım şeylerden inkar edilemez bir zevk aldım. Neredeyse cinsel bir hazdı. O adamdan değil -öyle bir yönelimim yok- birisine bunları yapmaktan hoşlanmıştım. Birisinin kıvranışını hissederken, onun acınası hayatı üstünde tek söz sahibi kişinin sen olduğunu bilmek... bu, inanılmaz derecede rahatlatıcıydı. Sanki bütün acım, öfkem, nefretim, tek bir hedefe yönelmişti. Rahatsız ediciydi tabii ki, ancak olay olup bittikten sonra. O adamı bu hazdan dolayı öldürmedim, durum öyle gerektirdiği için yaptım ama buna gerek kalmadan da yapar mıydım?

Birisinin sadece bir tane önemli ikilemi olmalı, değil mi? Oysa ahlak ve adalet denilen şey beni yüzüstü bırakıyor ve bugüne kadar anlam diye inşa ettiğim her şey yıkılıyor. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmiyorum. Dürüst olmak bile abartılıyor olabilir. İnsansam, iki yüzlü olmam gerekmiyor mu? Basit bir inanca saplanıp kalıp, onu izleyip, garip bir iz bırakıp, ölmem gerekiyor mu? Konuşabilsen, eminim sen de bir şekilde bunu savunurdun. Beni yolunu kaybetmiş birisi, belki de insaniyetiyle bağını kaybetmiş bir zavallı olarak görürdün. Benden tiksinebilirdin de. Hor görüp, senin "çok bariz şekilde doğru olan" ahlaki anlayışını izlemediğim için aşağılık birisi olduğumu düşünürdün. Sanki adalet insan yapımı değilmiş gibi.

Hayır, artık geriye dönebileceğimi zannetmiyorum. Pek çok konuda kafam karışık olabilir ama bu hayata ve dünyaya dair yeni bir şeyler gördüm veya fark ettim. Bu yolun sonunda ne çıkacağını, nasıl birisine dönüşeceğimi bilmiyorum ama ne olursa olsun, farklı olacak. Belki yeni bir şey, belki de önceden görülmüş ama nadir bulunan bir şey. Ancak asla sıradan değil.

Kendime de kızıyorum aslında bir yandan, bu kadar iddialı konuştuğum için. Şaşalı beyanlarda bulunmak, çocukça geliyor. Sanki birisine kanıtlamam gereken bir şey varmış gibi. Evet, belki de daha demin dediklerimi geri almalıyım. Kimi bilir, hiç bir önemi olmayabilir de. Bulacağım şey önemsiz de olabilir ve zaten yayılmadıkça bir önemi kalmayacaktır.

Ne kadar garip bir var oluşumuz var. İnsani boyuttaki anlamı, yani hayatı hayat yapan şeyleri, oradan buradan dürttükçe, ne kadar zayıf oldukları ortaya çıkıyor. İnsanların bir ömür adadıkları kavramlar, uğruna evreni ateşe vermeyi düşledikleri şeyler bile, o kadar önemsiz ve komik geliyor ki, gülmekten kendimi alamıyorum. Ancak bütün bu kozmik gevelemelerime rağmen, birisi benimle konuştu mu, çok belli etmesem de, mutlu oluyorum. Kueti'yle olan aptal şakalaşmalarım, Engar'la olan gerek "inek" sohbetlerim, gerekse o gün antrenmandaki bir teknik hakkındaki konuşmalarım, Yugiera'yı Engar'la dalga geçerken izlemem ve arada bir yorumda bulunmam, ve elbette Neus'la olan bilimsel (doğru kelime mi?) ve teknik muhabbetlerim; bütün bunlar güzel geliyor.

İnsan-dışı dediğim şey, belki de, insana dair olan yanlış bir algımdan kaynaklanıyor. Dünyanın evrenin merkezi olmadığı bulunduğunda da, birileri insani olan her şeyin tehlikede olduğunu düşünmüş müdür? İnsan olma durumu, sonuçta durağan bir şey değil. İnsanların yaptığı her şey, teknik olarak, insan doğasından kaynaklanmıyor mu? Belki de, soyut ve aslında var olmayan bir insan tanımına takılı kalıyorum. Belki de, biyolojik olanın dışında verili bir insan tanımı yok ve "İnsan olmak ne demek?" sorusu, verili bir anlam arama açısından saçma çünkü ortada verili bir şey yok. Eğer böyleyse, kendi insan tanımımı oluşturacak değilim çünkü bu da aptalca olurdu. Kendi, aynı derecede geçerli ve geçersiz anlamlarını oluşturan milyarlarca kişinin yaptığı hataya düşerdim; götten uydurma bir "gerçek A budur" olayı. Oysa bu "gerçek A" kısmı, sadece o kişinin belirlediği niteliklerden oluşur ve bu özellikleri taşımayan A'lar reddedilir. Vahşi ve sadistik şeylerin insani olarak nitelenmemesi gibi, bunları yapan kişiler gayet insan olsa da.

Burada bitireyim konuşmamızı. Bence güzel oldu, sonu bir yere varmamış olsa da.

---

Koyu kırmızı bir koltuk takımının duvar kenarlarına atıldığı salona, sarı tül perdelerden gün ışığı dolmaktaydı. Kum sarısı duvar boyası ve bir köşedeki plazma televizyon, odanın merkezindeki büyük sehpa ile, diğer pek çok eve benzemekteydi. Ancak evin hanımı, kendi eliyle oluşturduğu küçük detaylarla gurur duyuyordu. Örneğin, koltukların bordosuyla, sehpanın koyu renkli cilası güzel bir uyum yaratmıştı. Bunu oluşturması o kadar kolay olmamıştı, büyük mağazalardan onlarca takımı inceledikten sonra, bu koltuklarda karar kılmış ve yakınlardaki yerel bir marangoza sehpayı özel bir siparişle yaptırtmıştı. Kocasını bu konuda ikna etmesi kolay olmamıştı ama bir-iki kavga ve "Kırk yılda bir, bir şey istiyorum. Zaten ömrümü yedin," içeren cümlelerden sonra, isteği gerçekleşmişti. Buna değmişti de, yerdeki laminant ve açık renkli duvarla, güzel bir tezat oluşturmaktaydı. Dışarıdan gelen gün ışığıyla, daha da ortaya çıkıyor ve bir ahenk yaratıyordu. Yeni nesil kızlar, bu tarz küçük detayları, hatta doğru düzgün yemek pişirmesini bile bilmiyordu oysa. Gerçi, bir şeyler değişmiyor değildi de. Onun gibi özverili insanların zamanı tekrar geliyor gibiydi.

"Bak şu işe," dedi, tepkiyle, tekli koltuğa oturmuş olan, kırklarının ortasına yaklaşan adam.

"Ne olmuş?" diye sordu, başka bir -bu sefer üçlü- koltukta elindeki telefonla oynayan genç oğlu.

"Gene bir yerlerde eylem yapmışlar," dedi adam, onaylamaz bir tavırla "Hep onların yüzünden oluyor bu bombalamalar. Bir doymadılar."

Cıkcıklayan kadın ona katıldı "Hala derslerini almadılar."

"Yakında görecekler bir şeyleri tersten," diye, emin bir şekilde konuştu adam "Lider onların kökünü kuruttu kurutacak."

"Eh, her zamanki şeyler," diye fikrini belirtti, ergenliğin ortasına yaklaşan genç.

"Sen bilmezsin tabii!" diye azarladı, başının ortası iyice açılmış adam "Neler neler yaptılar onlar bu topraklara. Kimleri öldürdüler, ekonomiyi batırdılar, teröristleri desteklediler. En sonunda kendileri de terörist oldular zaten."

"Öyledir," diye geçiştirdi, canı sıkılan çocuk "Ben odama gidiyorum."

"Soruları çözdün mü?" diye sordu, bıyıklı adam.

"Öff baba," diye yakındı, genç.

"Bana öf falan deme, alırım ayağımın altına. Git çöz şunları da, o zibidiler gibi açıkta kalma. Çapulcu mu olacaksın başıma?" dedi adam, sesini yükselterek.

"Tamam, yaparım," diyen genç fırladı.

"N'apacağız hanım şununla, iyice kafası havalarda?" dedi adam, içeriden çocuğun odasının kapısının kapanma sesi gelince.

"Televizyonda bu yaşlarda normal olduğunu söylüyorlar ama dikkatli olmalıymışız. Kimi insanlar kötü niyetleri için sağa sola çekebiliyorlarmış. Özellikle özgürlük falan diye kandırıp, örgütlere alıyorlarmış," dedi, beyaz yüzlü kadın.

"Kitap kursuna giderken ne kadar iyiydi," dedi adam, yıllar önce, daha on yaşına bile basmamışken, çocuğu yabancı bir dilde yazılmış kutsal kitaplarını öğrenmeleri için yolladıkları kursu hatırlayarak.

"Evet," diye başını salladı kadın ve gururla ekledi "Bütün duaları biliyordu."

"Şu lise olayı gelsin, daha adam olacaktır. Çok şükür artık doğru düzgün öğretiyorlar dini," dedi adam "Öyle cahil bırakmıyorlar adamı. Zaten yakınımızdaki de dini lise, oraya gidecek."

"Yine de biraz rahat bırak çocuğu, bey," dedi kadın "Oğlan iyice bunalıyor."

"Bunalsın!" diye çıkıştı adam "Götünü gezdiriyor sağda solda, sonra gidip o telefonuyla oynayıp duruyor."

"Sen bilirsin," dedi, tartışmaya girmek istemeyen kadın.

"Diyeceğimi unuttum şu çocuk yüzünden. Bu göstericileri halk indirmiş, fotoğraflarını da koymuşlar gazeteye," dedi adam ve gazeteyi kaldırıp, ana sayfayı kadına gösterdi "Aslanlara bak be, bunlar gibiler gerek işte."

Yirmi yaşından elliye kadar değişen bir kaç kişinin, bayrağın önünde çekilmiş fotoğrafları kaplıyordu sayfayı. Kimisi bıyıklı, kimisi de temiz tıraşlıydı. Bazıları da, dini gereklilik bulduğu, çalı gibi bir sakal bırakmıştı. Göğüslerini gururla gep gep germişlerdi ve gözlerinin içi parıldıyordu.

"Nerede olmuş?" diye sordu, kadın.

"Polis merkezinde çekilmiş. Artık, eskisi gibi böyle kahramanları yargılamıyorlar, sadece ifade vermek için çağırmışlar," dedi, kadının sorusunu yanlış anlayan adam "Anayasaya aykırı falan diyorlar da, Lider hele bir başkan olsun, o zaman yeniden yazar her şeyi. Detay bunlar sadece."

"Hayır, hangi il?" dedi, gülümseyen kadın.

Adam da kendi haline güldü ve bir il söyledi ve devam etti "... feci yapmışlar o teröristleri. Barış falan diyorlar ama istedikleri hep yalan. İki yüzlüler. Bir kaç tanesi komalık olmuş."

"Oh, canıma değsin," dedi karısı, içten bir şekilde "Bu ülkeyi bölmeye çalışırlarsa, sonları böyle olur."

"Hay yaşa," diye, kendisine katılan kadına katıldı adam "Kimi aptallar bunu göremiyor hala. Yok efendim insan haklarıymış, cart curt. Peh! Askerlerimiz öldürülürken neredeydiler?"

"Çay koyayım mı, bey?" diye sordu, boşu alan kadın.

"Olur," dedi adam ve kendi kendine biraz daha söylendi.

Odasına kapanmış çocuk, sınavda gelecek zorunlu din dersleri sorularına bakmak yerine, kitabın arasına koyduğu akıllı telefonuyla nette gezinmekteydi. Dini önemsemediğinden değil, neslindeki hemen herkes gibi, o da bunu oldukça önemli buluyordu. Ancak ağır dersleri oldukça can sıkıcı bulmaktaydı.

Yakalanma ihtimaline karşı, ek önlem olarak, elinde tuttuğu kalemi, dişlerinin arasına sıkıştırdı. Artık sadece seksi insanların fotoğraflarının paylaşılmasına yarar hale gelmiş, resim paylaşım uygulamasındaki güzel kadınlara baktı ve iri göğüslü bir tanesinin fotoğrafını seçti. Altına "Ölüyü diriltir aşsdşasdasdaş" yazdıktan sonra, arkadaşlarının bulunduğu bir gruba yolladı. Tekrar internette gezinmeye koyulduğunda, rastgele bir haber gözüne çarptı. Lider ve hükümetteki herkes, bombalamalar sürerse, daha... haberi geçti. Onun için bir şey ifade etmiyordu.

O sırada, çocuğun aynı yaşlardaki bir kuzeni de, bir kitap almış ve fantastik bir diyara dalmıştı. Kendisini özdeşleştirdiği, içine kapanık, ergenlikteki bir oğlan olan baş karakter, tehlikeli ama macera dolu bir kızla tanışıyor ve hayatı değişiyordu. Birlikte, dünyayı kontrol eden devasa bir organizasyona kafa tutuyor ve bunu başarıyorlardı da. Tabii ki, bu süreçte birbirlerine aşık olmuşlardı.

Bu kuzenin okul arkadaşıysa, bilgisayar oyunlarına dalmış, yüzlerce kişiyi öldürme peşindeydi. Onun küçük kardeşi, internetten bir oyun videosu izliyordu.

Her şey, oldukça sıradandı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #55 : 07 Ocak 2018, 20:50:13 »
Bölüm 57 - Kara Yıldız

Göğü kaplayan bulutların ardından güneş görünmese de, sarı ışınları cılızca yeryüzünü yıkıyordu. Gür ormana, çimlerle dolu tepelere ve iki adamın üstünde bulunduğu göle sapsarı bir ton vermişti. Bununla kalmıyor, havanın kendisini bile yoğun bir buğday rengine dönüştüryordu. Sanki, bir boya kutusu dökülmüş de, doğayı değiştirmeye karar vermişti. Bir ressamın nazik fırça darbeleriyle oluşturulmuşçasına, nesneler ve iki adam birbirinden sadece tonlarla ayrılmaktaydı.

Yıldırım bir adım attı ve gölün her yerine kadar uzanan dalgacıklar yolladı. Ancak, dibe batmamıştı. Su, sığ olduğundan değil, o kadar derindi ki, nereye kadar gittiğini Engar bile bilmiyordu, ki dalmayı severdi. Gölün üstünde yürüyebiliyordu çünkü, genç adamın dediğine göre, Güneş bu tona büründüğünde, gölü kontrol eden fizik yasaları değişiyordu.

Hasmının pozisyon değiştirdiğini fark eden Engar, attığı tekmeyi hemen geri çekerek, kendi bedenine dönmüş bacağının momentumunu kullandı. Eğildiği gibi kendi etrafında bir tur attı ve hız alarak aynı ayağıyla ters bir tekme çıkardı. Normal bir insan için, böyle bir hareket denge kaybı veya çok zayıf bir darbeyle sonuçlanır, onu açıkta bırakırdı. Ancak Engar için değil. Yıldırım onun saldırısını, elindeki iki metrelik sopayla bloklamıştı bloklamasına ve uzun silahını savurarak karşı saldırıya geçmişti, ancak bu esnada Engar da boş durmadı. Ayağını hemen geri çekti ve yukarıdan gelen darbeden, sağa kaçarak kurtuldu. Sol ayağını sopaya bastırarak, adamın silahını kilitledi. Yıldırım, onu kurtarmak için çabaladıysa da, başarılı olamadı. Kumral saçlı adam bir yumruk savurduktan sonra yaklaştı ve onun kolunu kavradığı gibi, adamı kendi üstünden geçirerek suya çaldı. Şimdilik onun işini bitirmiş gibiydi.

Yanılıyordu.

Yere düşen adam, kafasını korumayı becermişti. Ciğerlerinde nefes kalmamış olsa da, Engar'ın bacaklarına davrandı. Onu yere düşürmeyi amaçlamıştı fakat adam bunun için çok hızlıydı. Engar geriye kaçılarak, bu hamleden kurtuldu fakat yere düşmüş sopanın üstüne basarak dengesiz bozuldu ve geriye doğru düştü. Engar'ın, düşüşün ortasında kendisini düzeltebileceğini bilen Yıldırım atıldı ve hala havada olan adamı karnından kavradı. Engar'ın onun kulaklarına vurduğu dirsek darbelerine aldırmadı ve bir haykırış koyarak, onu suya yapıştırdı.

Atik savaşçı, onu yere -daha doğrusu suya- kenetleyen adamın kuvvetiyle kısa bir anlığına sersemlemişti. Ancak çabucak kendisini toparladı ve Yıldırım yumruk atamadan, o karşı saldırıya geçti. Kulaklarına aldığı darbelerle zaten zayıflamış olan İblis'in taşıyıcısının duyuları iyice bulandı ve Engar, bunu fırsat bilip, bacaklarıyla kavradığı Yıldırım'ın üstüne geçerek, kolunu büktü.

Pes ettiğine dair bir işaret yaptı, Yıldırım ve böylece, bir kaç saniyelik bu seans sona erdi.

"İyi iş çıkardın," dedi düz saçlı Engar ve hala suda uzanan gence elini uzattı "Sopayı arkada bırakman planının bir parçası mıydı?"

"Evet," dedi, adamın elini tutarak ayağa kalkan, kirli sakallı Yıldırım "Sonrasında ne yapacağım konusunda emin olamadım gerçi, işe yaraması benim için bile sürpriz oldu."

"Kendine yeterince güvenmiyorsun. Daha saldırgan olmalı ve çok fazla düşünmeyi kesmelisin," dedi, kulağına kaçmış suyu çıkaran Engar "Senin sorunun bu zaten, kendini dövüşün akışına bırakmıyor ve sürekli düşünüyorsun."

"Haklısın," diyen Yıldırım, Engar'ın büktüğü omzunu esnetti ve yüzü acıyla kırıştı. Antrenman da olsa, paralı asker, iz bırakmaktan çekinmiyordu "Ancak bu planlarımdan birisi seni yere yapıştırdı."

Bunu derken, sırıtmaktan kendini alamamıştı.

"Hakkını vereyim, güzel hareketti. Düşerken böyle bir şey başarabileceğini sanmamıştım," diyen Engar, göğsünü kabarttı "Şuna bak! Bir numaralı çekirgem büyüyor! Ama şaşılacak bir şey yok, ne de olsa ustan benim."

"Daha önce öğrencin olduğunu sanmıyorum, Engar," dedi Yıldırım, kaşını kaldırarak "Bir numaralı olmamın pek bir önemi yok sanki?"

"Detaylar, detaylar!" dedi adam ve gözleri parlayarak "Böyle bir usta altında kim bir numara olmaz ki?"

"Ha, yani alacağın her çekirge bir numara olacak?" diye üsteledi, bıyık altından gülen Yıldırım.

Adamın açığını yakalamayı beklemişti ama onu şaşırtan Engar, ağzı kulaklarına vararak, içten bir şekilde gülümsedi.

"Elbette! Bu daha sadece başlangınç, her zaman Yugi'yle beraber kalmayacağım. Bir gün dönecek ve hakkım olanı alacağım," dedi.

"O ne ki?" diye sordu, adamın geçmişi hakkında hala pek bir şey bilmediğini fark eden Yıldırım.

Engar'ın yüzündeki sırıtış azaldı ama yok olmadı. Ancak acılı bir ifade, bir anlığına belirip, geçmişti.

"Eh, bir iki şeyi öğrenmeye hak kazandın sanırım," dedi ve gidip, bir kayaya oturdu.

"Noraguni'de büyüdüm ben, İklim Şehirlerinin en büyüğü ve görkemlisi. Bugünkü gibi, sapsarı bir güneşi ve her yeri boyayan ışığı vardır. Şehrin dört bir yanı farklı görkemlerle doludur. Bir tarafta insanı test eden bir çöl, diğerinde sonu gelmeyen bir deniz, en tecrübeli avcıların bile girmeye çekindiği ama akıl almaz güzelliklerle dolu bir orman, ve sürekli değişen anomalilere sahip bölge. İçinde ne olacağını kestirmek için, en usta Rehberler gerekir."

"Kulağa muhteşem geliyor," dedi, Yıldırım, etkilenerek.

"Öyledir de. Sözlerim onu anlatmaya yetmez bile, pazarlarındaki canlılığı ve binlerce yıllık binalardaki ustalığı insanın kendi gözleriyle görmesi gerek!" dedi adam, heyacanla "Binbir çeşit insanla doludur, çoğu orada doğmuş, kimisi sizin dünyadan gelmiş."

"Nasıl yani?" diye sorguladı, Yıldırım "Kaç kişi?"

"Bilmiyorum ama bir şekilde yollarını buluyorlar," dedi, Engar ve yerdeki bir taşa -bakmadan- tekme attı "Ancak her şey güllük gülistanlık değildi."

"Seninle alakalı kısım burası sanırım?" diye bir tahminde bulundu, adamın yolladığı taşa bakan Yıldırım.

"Kısmen ama anlatmamı istiyorsan, önce sen bir soru cevaplayacaksın," dedi Engar ve gözlerini ona çevirdi "Neden bu işe bulaştın?"

Ona bakan Yıldırım, tehditkar mı olduğunu merak etti. Hayır, başka bir hava taşıyordu. Ne olduğunu tam anlayamadı.

"Ben de bilmiyorum. Bir zamanlar, insanları umursadığım için olduğunu söylemiştim kendime. Daha sonra, bana yapılanların intikamı için olduğunu söyledim," dedi ve yere baktı "Artık, hiç bir fikrim yok."

"Ugi'yle bağlayıcı bir anlaşmayı neden yaptın o zaman?" diye sorguladı, bu soruları planladığı belli olan Engar "Ne kadar imkansız bulsam da, başta onunla geçici bir şey yapmıştın. Madem onu bu kadar sevmiyordun, neden kendini kalıcı olarak bağladın?"

"Çünkü..." hayatta tutunacak bir şeyim yoktu, demek istedi. Ancak gerisi gelmemişti.

"Aptal," dedi Engar ve ayağa kalktı "Aynı hatayı yapıyorsun yine. Şüpheye düşüyor ve kendini tutuyorsun. Bırak! Dünya senden korksun, sen ondan değil."

"Ne yani, düşünmeyecek miyim?" diye karşı çıktı, Yıldırım "Benim yapım bu, değiştirebileceğim bir şey değil."

Engar, onu küçümsediğini belirten küçük bir ses çıkardı.

"Zeki birisin, ancak zekana rağmen aptalsın. Kendini bu hale getiren şeyleri görüyorsun ama ne yapacağını bilmiyorsun. Hareket etmeye o kadar korkuyorsun ki, donup kalmışsın. Sürün o zaman, yardım iste, ama ilerle! Kimi zaman yere düş ve dinlen, ama ilerle! Nefes almayı kestiğin an, yenilmişsindir. Ancak hayatta kaldığın sürece, her zaman umut vardır."

Yıldırım, şaşırıp kaldı. Adamdan böyle bir şey beklemiyordu.

"Bunlar safça," dedi, yine de "Umut, sadece insanın işkencesini uzatır."

"İşte yine o aptallık!" dedi Engar ve bacaklarını iki yana açarak, esnemeye geçti.

"Buna nasıl aptallık dersin?!" diye kızdı, Yıldırım "Denedim! Ölecek hale gelene kadar denedim ama başaramadım. Her gün onları görüyorum, biliyor musun? Arkalarında annem duruyor ve bana bakıyor. Barutu kokluyorum ve hepsi yok oluyor. Gözlerimi açıyorum, üstümde kan arıyorum. Yaşamayı hak etmiyorum!"

Engar, istifini bozmadan esneme hareketlerine devam etti. Yıldırım, hızlanan nefesi ve kalbi yavaşlayınca, ne demiş olduğunu fark etti. Yine de...

"Demek aptallıktan kastın buydu," dedi, hazinle gülerek.

Gözlerinde toplanan yaşları adamdan saklamak için, başını çevirdi.

"Yugi beni bulduğunda on iki yaşındaydım. Beni yanına almasa, ölüp gidecektim. Beni kabul etmekle başına çok büyük bir dert edindi ama bunu yaptı. Bir yabancı olsam da, bunu yaptı," dedi Engar, kollarını arkaya uzatarak gerinirken "Her şeyi kendi başıma yapabileceğimi iddia edip, onun yardımını reddetseydim, yine aynı şey olacaktı."

"Fazla gururlu olduğumu söylüyorsun?" diye sordu, Yıldırım.

"Ugilerin her kişiye verdiği gücün farklı olduğunu biliyorsun," dedi Engar "Sana hasta olmayan bir beden vermiş."

"Ne alakası var?" dedi, Yıldırım, ancak meraklanmıştı. Bir şeyleri sezdi ama parmağını üstüne koyamadı.

"Çünkü!" dedi, kollarını iyice uzatırken nefesi kesilen adam "Ah!"

Normal pozisyona dönerek, nefes verdi.

"Of, bir aptal gibi antrenman sırasında konuştuğuma inanamıyorum," dedi ve Yıldırım'a döndü "Neyse. Çok alakası var. Yatağa düşüp, muhtaç olmaktan korktuğun için böyle bir şey yaptı Ugi. Her şeyi kendin halletmek ve başkasına bağlanarak, aciz kalmamak istiyorsun. Hasta olmazsan, bunların hiç birisi de olmaz."

Yıldırım bir şey diyecekti ki, açılan ağzını kapamak zorunda kaldı. Adam, doğru bir noktaya mı parmak basmıştı? Çok uzun süredir, bağlanma sorunları olduğunu biliyordu ve doğrudur, muhtaç duruma düşmek, en büyük korkularından birisiydi. Yine de, bunun gücüyle alakalı olabileceğini hiç düşünmemişti.

Bir şey denemeye karar vererek, etrafında kim ve ne olduğuna aldırış etmeden, gözlerini kapadı ve kendisini duygularıyla baş başa bıraktı. Ne hissediyordu şu an? Başta kolay olmadı ama yavaş yavaş, içinden gelenler, yüzeye çıkmaya başladı.

Korku,

Acizlik,

Çaresizlik,

Muhtaçlık,

Utanç,

Başarısızlık...

Bunu en son hissettiği zaman... lisedeydi. İnsanlardan kaçtığı ve kendisini eve kapadığı bir kaç günde olmuştu. Ondan önce, çocukluğunda vardı.

Dış dünyadan uzak kaldığı, kapıya bakıp, annesinin gelmesini beklediği o soğuk ve yalnız ev.

Birisine bu kadar bağlanmak acınası bir şeydi. Onu işlevsiz bir çöküntüye dönüştürmüştü. Bu kadar ağladığı ve ona muhtaç olduğu için kendisinden tiksinmişti. Bir daha olmayacaktı, asla. Asla ve asla ve asla! Bu acınası pelteye dönüşmeyecekti.

Başarılı olacak, başkasına veya başka bir şeye bağlanmayacak, hayatını yaşacaktı. Kendisine bir kimlik inşa edecek ve bir insan olacaktı. Kimseye ihtiyaç duymayan, özgür ve bağımsız...

Çenesini sıktı ve bir kaç dakika daha bunları yaşadı ve sonra gözlerini açtı.

"Bu..." dedi, duraksayarak ve etrafına bakındı.

Engar, hala olduğu yerde duruyordu.

"Bunu nereden bildin?" diye sordu, şaşkınlık içinde "Neus bile böyle bir şeyi tahmin edemezdi. Ben bile bilmiyordum, ki kendimi oldukça iyi tanırım."

"Çünkü ben de hasta olmuyorum," diye yanıtladı, genç adam "En azından çoğu zaman. Tam olarak bir Ugi taşıyıcısı değilim."

"Sahi," dedi, şaşkınlığını gizleyen Yıldırım "Bir şey diyecektin. Sıra sende."

"Annem, insanları temsil ediyordu. Babam da Ugileri. Noraguni'de insan ve Ugiler bir arada yaşar ama pek de dost oldukları söylenemez. Bu yüzden, sorunların konuşulup, çözülmesi için temsilciler seçilir. Şehrin bizim tarafındaki temsilciler de, onlardı," dedi ve Yıldırım'ın onda görmediği bir sakinlikle devam etti "Bir şekilde evlenmişler. Bir Ugi'nin, herhangi birisini sevebileceğini zannetmiyorum. Bu, doğaları gereği imkansız ama annemi ve beni, kendi şeklinde, önemsiyordu. Elbette, bu pek çok çevrece hoş bulunmadı. İki taraftan da dışlandılar."

Sözlerine devam ederken, adamın duruşu ve tutumu değişti. Karanlık mıydı bu, yoksa hatırlamanın getirdiği sevinç mi?

"Buna rağmen bir lonca kurdular. İki taraftan da tüccarları kabul eden ve türler arası ticareti pekiştiren. Adı Kara Yıldız'dı," dedi, gözlerini batan güneşe çevrirken "Ancak zamanla büyüdü. Basit bir tüccar loncasından çok daha fazlasına dönüşmeye başladı. Eğlence, içki, paralı askerler... tam bir klan olmaya doğru yol alıyordu."

"Ne oldu ona?" diye sordu, Yıldırım.

"Birilerinin hoşuna gitmedi. Lonca artık yok, en azından amaçlandığı şekilde. İkisini de öldürdüler," diye kısa bir cevap verdi, Engar "Yugi beni bulduğunda, peşimden yolladıkları kişilerden kaçıyordum."

"Özür dilerim, Engar, bilmiyordum," dedi Yıldırım, bu kadar kişisel bir bilgi karşısında gerilerek.

"Niye özür diliyorsun ki? Senin suçun değil," dedi ve ayağa fırladı adam. Canlılıkla devam etti "Eh, neyse! Bir gün Noraguni'ye döneceğim ve Kara Yıldız'ı eski haline döndüreceğim."

Yıldırım'ın aklına bir şey geldi ama kendisini tuttu. En azından ilk başta.

"Bütün bunlar bitince, ben biraz daha kafamı toparlamışken, sana yardım etmek isterim,," dedi adam, içinden gelen muhalefeti dinlemeden.

"Elbette, sadık çekirge!" dedi, Engar, tekrar göğsünü kabartarak.

"Yalnız bir şey soracağım, neden bana yardım ettin?" diye sordu, Yıldırım, buna anlam veremeyerek. Adamın bu kadar umursayacağını düşünmemişti.

"Çünkü..." diyen Engar, gizemli bir şekilde ona yaklaştı "... sana aşığım."

İki adamın gözleri, güneş batarken, kenetlendi bir anlığına. Ancak Yıldırım, bir haykırış koydu.

"NE?!"

Geri çekilen Engar, kahkahayı bastı.

"Yüzündeki ifadeyi görmeliydin!" dedi, hala gülmeye devam ederken "Hep sen ve Kueti mi uğraşacaksınız insanla?"

"Hay senin belanı..." diye söylendi genç adam fakat kendisi de gülüyordu "Öff, kafanı sikeyim. Neus kılıklı."

"Ağzına dikkat et, genç çekirge!" dedi Engar, biraz bozularak, ikisi hemen hemen aynı yaşlarda olsa da. Aklına bir şey gelerek ekledi "Ve bu antrenmandan Yugi'ye bahsetme, yoksa ikimizi de haşlar."

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #56 : 14 Ocak 2018, 21:35:49 »
Bölüm 58 - Geleceğe

"Yıldırım'la konuşmana şaşırdım," dedi, gür ormanda, bir ağaçtan diğerine zıplayan Yugiera.

Onun paralelindeki bir ağacın dalına konan adam, dengesini sağladı ve bir diğerine sıçradı. Kadına yetişmekte zorlandığı belliydi.

"Bir iki laf ettik sadece," dedi, nefesinin arasından adam "Çok da önemli bir şey değil."

Kaptan, iki aylık görevinden yeni dönmüştü. Ona, bu süre içerisinde, Yıldırım ile birlikte antrenman yaptıklarını söylememişti ama konuşmalarından bahsetmişti. Ne de olsa, Yugi hala onun kaptanıydı.

"Bak şu tavırlara, umursamaz görünen ama aslında önemseyen tipi de oynarmış!" diye onu tiye aldı, hız kesmeden, dalların üstünden yoluna devam eden kadın.

"Bir şey oynadığım yok, seni çenesi düşük bunak," diye tersledi, düz saçları hızından dolayı uçuşan adam.

"Bunak mı?" dedi gülen kadın ve hala havadayken, ona nanik yaptı "Öyleyse bir bunağa yetişmekte zorlanıyorsun!"

Genç adam cevap veremedi, zira, rahat tavrına rağmen, kadın hızını arttırmıştı. Düz bir arazide ona yetişebileceğini düşünüyordu, hatta belki geçebilirdi bile. Ancak böyle bir coğrafyayı, Yugiera kesinlikle çok daha iyi kullanıyordu. Daha etkileyici olarak, heybetli kadın, bunu zırhına rağmen yapıyordu. Yugi'yi bildi bileli, hep bu göğüs zırhıyla dolaşmaktaydı. Herhalde, sadece banyo yaparken çıkarıyordu.

Bunların şu an önemi yoktu ve zaten sadece bir saniyeliğine gelip geçen düşüncelerdi. Sınırları zorladı ve atikliğini kullanarak, önündeki iki ağacın dallarına konmak yerine, gövdelerinden sıçrayarak zaman kazandı ve Yugi'yle aynı hizaya geldi. Hala hareket halinde olsalar da, yan sıradaki kadına, kendini beğenmiş bir ifadeyle baktı.

"Buna ne diyorsun?" diye sordu, gururla.

"Hah! Demek götünü kaldırabiliyormuşsun," dedi, alaycı sırıtışını kaybetmeyen kadın "Ancak bunu yapabilen sadece sen değilsin!"

Çelik mavisi saçlı kadın fırladı ve bir dala bile basmadan, önündeki ağaçlarda sekmeye başladı. Engar afallayarak ona bakmak zorunda kaldı. Bir, iki, üç, dört... kadın tekrar bir dala indiğinde, tamı tamına on dört ağaçtan sekmişti.

"Hadi, korkanın çocuğu olmaz!" dedi genç adam, kendi kendine ve sıçradı.

Birinci ağaçtan sekti. Ayağını bastığında, kütük gıcırdamış ve mantar dokusu ezilmişti. Momentumunu kaybetmeden ikinciye yollandı ve ona diğer ayağıyla kısaca temas ederek güç aldı. Dengesini ve devinimini koruyarak, üçüncüye fırladı. Daha doğrusu koruduğunu düşünmüştü. Hızda bir problemi yoktu fakat havada pozisyonu değişti ve kendisini, sırt üstü, ağaca uçarken buldu. Kocaman bir "küt!" sesiyle, haşmetli çınara çarptı ve aşağı düştü.

Düşerken kendisini toparlamayı başarmıştı ama incinen gururunu bu kadar kolay toparlayamazdı.

"Her zamanki gibi..." dedi, ileriden pişmiş kelle gibi sırıtarak yaklaşan kadın "... toz yuttun! Ah, keşke iyi birisi çıksa da, bu kadar sıkılmasam."

Sahte bir yakınmayla, iç çekti.

"Hah!" diye kollarını kavuşturdu, Engar "Senin yüz yılların oldu, ben daha sadece yirmilerimdeyim. Yirmi yıl sonra görürsün, kim neredeymiş."

"Anlamadım?" diyerek, eğildi ve kulağını ona yaklaştırdı kadın. Elini kenarına koyarak, daha iyi duymaya çalışıyormuş numarası yaptı "Ne? Yenilmeye doyamıyor musun? Ha?"

"Seni saygısız..." diyordu ki adam, konuşmaları gelen bir çağrı ile yarıda bölündü.

"Lütfen herkes eve gelsin, bir duyurum var."

Neus'un sesiydi bu. Kaptan ile birbirlerine şöyle bir baktıktan sonra, geldikleri yoldan -aynı şekilde- dönmeye koyuldular.

"Gerçekten, neden konuştun o çocukla?" diye sordu, kadın, iki dakika sonra.

Engar, gözünün ucuyla ona bir bakış attı. Dalların üstünde bir saniye bile durma gereği duymayan kadının yüzünde, ne bir alaycılık, ne de bir oyun vardı.

"İlla bir anlamı mı olması gerekiyor? Garez tutacak kadar ahmak birisi olmadığımı biliyorsun," diye belirtti.

Bu sefer, kadın onu süzmüştü.

"İyi," diye, onun cevabını kabullendi "Aranızda bir sorun olmaması güzel. Bir takım olarak çalışmanız için önemli. Ancak o ikisinden gözünü ayırma."

"Hah, elbette!" dedi, şaşırmayan adam "Herkes benim gibi olamaz. Merak etme, onları doğru yola sokacağım!"

"Sana bunu teklif eden mi oldu be?" diye azarladı onu kadın. Engar'ın bu kibrine katlanamadığı zamanlar oluyordu "Ama haklısın. Son aylarda sizi olabildiğince yönlendirdim ama kendi başınıza operasyon yapabilecek seviyede olmanız gerekiyor. Eiro--Yıldırım, duygusal olarak dengesiz ve Kueti de takım oyuncusu değil."

"Acemiler," diye burun büktü, adam.

"Daha bitmedi," diye devam etti, kadın "Senin de savaşacak birisi aramayı bırakman gerekiyor. Bu aptal egon yüzünden, Yıldırım'ı bulduğunuz görev neredeyse başarısız oluyordu ve ölüyordun. Bundan bir ders de almadın, hala aynı şeyleri sürdürüyorsun."

"Ama ölmedim," diye sırıtttı adam "Empusa denen o Ugi, bir dahaki sefere, neyle karşılaştığını anlayamayacak."

Yüzüne çarpan bir dalla afalladı. Az daha, yüksek hızda, yere düşüyordu ki, bir dala tutunmayı becerebildi. Dal, kafasına sağ taraftan çarpmıştı ve biraz önce bulunduğu ağacın bir parçası değildi. Yugiera fırlatmıştı.

"Gerizekalı!" diye kükredi, önündeki ağacın dalına konan kadın "Bunun bir şaka olduğunu mu sanıyorsun?! Orada neredeyse ölüyordun!"

"Basit bir Ugiyi bile yenemiyorsam, ne yapmamı bekliyorsun!?" diye karşılık verdi, kanayan yarasına aldırmayan Engar "Onlardan kaçmayacağım."

"Seni aptal çocuk. Senin gibi yüzlerce deli fişek gördüm, hepsi de öldüler ve bir çoğu takımlarına da zarar verdi. Bu yüzden şu inadını bir kenara bırak ve bir seferlik olsun, beni dinle!"

Kadının kalın sesi, dört bir yana dağıldı ve ormanda yankılandı. Uzaklarda bir yerde, korkan kuşlar uçuştu.

"Kendi loncana mı sahip olmak istiyorsun? İlk olarak, kendi timine liderlik etmeyi öğren!" diye ekledi, ona tepeden bakarak.

"Yugi?" dedi, başını kaldırıp, soran gözlerle ona bakan adam "Ne demek istiyorsun?"

"İnatçı bir Tirek olmasaydın, daha düzgün bir şekilde söyleyecektim. Ben yokken, vekaleti sana veriyorum," dedi, hala sert bir sesle fakat bağırmayı keserek "Yardımcı Kaptan'sın."

Engar bir kaç saniye sessiz kaldı. Olan biteni hazmetmeye çalışıyor gibiydi.

"Elbette varım!" dedi, ayağa kalkarken, karşı daldaki kadına bakarak "Seni hayal kırıklığına uğratmayacağım."

"İyi."

"Yine de, Yuria..." diye bir şey soracaktı ki adam, lafı yarıda kesildi.

"Yuria geçmişte kaldı," diye geçiştirdi kadın, elini şöyle bir sallayarak.

Yarım saat sonra, salona varmışlardı. Neus henüz ortalıklarda yoktu. Kueti elinde bir tepsiyle belirdi, yanında Yıldırım da vardı. Kıza hararetli şekilde bir şeyler anlatmaktaydı.

"... yani zaten orada ışın kılıcı denilen şey, aslında plazma kılıcı. Ayrıca bu seri zaten bilim kurgudan öte, fantastik bir şey."

"Anladım," diye yanıtladı kız, içlerinde bir şeyler tüten bardakların olduğu tepsiyi, koltukların arasındaki bir sehpaya koyarken "Bilim kurgu ne oluyor peki?"

"Hmm..." diye düşündü bir süre, Yıldırım "Sadece teknolojik bir şeyler olması yetmez. Aynı zamanda, bunların dayandığı bilimsel temeller de olmalı. Aynı zamanda, hayal etmesi çok da imkansız olmamalı. Bir gün, bilim kurgu filmleri de göstereyim."

"Ne filmi?" diye sordu, Engar.

"Aa, merhaba," dedi, onun yeni geldiğini fark eden genç adam "Hiç. Kueti'yle, hep, bir programlar izliyorduk. Bu sefer de, ben ona sevdiğim filmlerden birisini gösterdim. Serinin yeni filmi çıktı hatta, keşke sinemaya gidebilsem."

Bir an somurttu ama sonra, düşünceli bir ifadeyle etrafına bakındı...

---

"Bunu ne zaman soracağını merak ediyordum, Yıldırım," dedi, bir yandan kütüphaneden çıkardığı bir kitabı okuyan Neus.

"O zaman neden kendin önermedin?" diye sordu, genç adam "Madem bu kadar..."

Lafı yarıda kalmıştı ama laboratuvar önlüklü adam, onu anlamıştı.

"Önersem, kabul eder miydin? Bana kendin gelmen gerekiyordu. Kimse, istemeyen birisine, yardım edemez," diye açıkladı, soğukkanlılıkla.

"Doğru," dedi, Yıldırım adamın elindeki 'Rekombinant Kine Kullanımı ve Transformasyon' isimli kitaba gözü kayarak "Öyleyse, ne yapmam gerekiyor?"

"Açık konuşmak gerekirse, bu konuda sana çok fazla bir yardımım dokunamaz," diye bir beyanda bulundu, siyah saçlı adam.

"Ah..." dedi, diyecek bir şey bulamayan adam.

Neden bunun bir işe yarayacağını düşünmüştü ki zaten? Neus pek çok şey olabilirdi ama her konuda bilgisi olan, filmvari bir bilim adamı veya doktor olabileceğini düşünmek delilikti.

"Öyleyse--" diyordu ki, lafı yarıda kesildi.

"Ancak sana yardım edebilecek birisini biliyorum. Gel benimle," diyerek, yerdeki kapağı açtı.

Kalbi güp güp atmaya başlayan Yıldırım, bodruma uzanan merdivene baktı. Buraya ilk geldiğinden beri, Neus'un laboratuvarını merak ediyordu. O anki bütün sorunlarını unutarak, bir çocuk gibi, aşağı inen adamı takip etmeye koyuldu. İlk başta loş ışıktan bir şey anlayamasa da, gözleri kısa bir sürede adapte olunca, gördükleri karşısında nefesi tutuldu.

"Bu da ne?" diye, bir soluk salıverdi.

Yüzlerce, belki de binden fazla adımlık bir merdiven, yerin altına uzanıyordu. Siyah taştan yapılmış basamaklar gelen ışığın büyük bir kısmını emdiği için, insanın nereye adım attığını anlaması oldukça zordu. Kim böyle mantıksız bir şey inşaa edebilir ki, diye düşündü. Ancak, önündeki adamın sırtına bakınca, bu sorusunun cevabını çabucak buluverdi.

"Neden?" diye sordu, adamın onu anlayacağını bilerek.

"Neden olmasın?" diye başka bir soruyla yanıtladı, Neus, merdivenleri zorlanmadan inerken "Her sorunu cevaplayacağım algısına nereden kapıldın?"

Rahatsız oldu, bu cevaptan. Adam, sırlarını belki de çok fazla seviyordu.

Bir süre sonra, aşağı vardıklarında, Yıldırım'ın göz bebekleri büyümüştü. Cılız ışıkta, aşağı düşmemek için odaklanmaktan dolayı ter basmıştı. Gergin gergin nefes alış verişi düzene girip, rahatladığında, etrafına baktı ama doğru düzgün bir şey göremedi. Merdivenle aynı maddeden yapılmış siyahlık uzayıp gidiyor ve nereden geldiği belli olmayan bir ışık tarafından aydınlatılıyordu. Sanki...

"Anasının amı..." diye kelimeler döküldü ağzından "Vay amına koyayım. Sen ciddi misin?"

Bunu daha önce neden akıl edememişti ki? Işık, taşın kendisinden geliyordu! Bütün ışığı emen madde, tamamen zıt bir şekilde, aynı zamanda ışık yayıyordu. Böyle bir şey, anomali cebinde bile olsa, nasıl mümkündü?

Neus, parmağını şıklattı ve bununla beraber, taşlardan yayılan ışık, bir anda artmaya başladı. Duvarları kaplayan maddenin tonu da değişiyor, açılıyordu. Bir kaç saniye içinde, yüzlerce metrelik duvarlar, gözler önüne serildi.

"Hoş, değil mi?" diye sordu, adam, kendinden hoşnut bir şekilde.

Yıldırım, adamın, merdivenleri sırf bu huşu etkisini uyandırmak için karanlık bırakıp bırakmadığını merak etti. Ancak bu düşüncesi, gördükleri karşısında eriyip gitti. Bölmelere ayrılmış bodrumun, kendi içinde binaları vardı! Buna bi laboratuvar demek, bir canlıya sadece bir grup molekül demek gibi olurdu. Çok daha fazlasıydı. Evlerden kimisi ışık geçiriyordu, kimisi geçirmiyordu. Görebildiklerinden birisinde, sadece bacak ve belden oluşan bir robot, koşu bandında, depar atıyordu. Bir başka binada, bugüne kadar görmediği acayip hayvanlar bulunmaktaydı. Üç metrelik yaratıklar, kuş gibi tüylüydü fakat kimi yerlerinde, pul pul derileri görünüyordu. Bazıları kahverengi, bazıları beyazdı, bir çoğu ikisinin karışımıydı. Alt ve üstten basık bir kafaya, pörtlek, kocaman gözlere ve aynı büyüklükte burunlara sahiptiler. Binanın ses yalıtımı olmalıydı ki, geniş ağızlarını açtıklarında, ne tarz bir ses çıktığı duyulmamıştı. Aslında, bütün kalabalığa rağmen, etraf genel olarak sessizdi.

Gözünü başka bir tarafa çevirmesiyle, salondakinden -hem enine hem de boyuna- katlarca daha büyük bir kütüphaneyle karşılaştı. Bay Pandemonium'a benzeyen bir küre, havada uçuyor ve kitapları karıştırıyordu.

"Ne-neus!" diyebildi, heyecandan patlayarak "Burası muhteşem bir yer! Nasıl?!"

"Buradaki anomali cebine, ben istemedikçe, hiç bir Ugi'nin giremeyeceğini söylemiştim," diye yanıtladı, sırıtan adam. Magnum opus'unu sunan bir sanatçı gibi, kollarını iki yana açtı "Burası, anomalinin kalbi, benim anomalimin!"

"Bu... ben... yine de nasıl...?" diye sayıkladı, genç adam.

"Her şeyin bir zamanı var," diyen adam, yürümeye koyuldu.

Onu takip eden Yıldırım, kasaba gibi olan bu yere baktı. Havada, mekanik kuşlar uçuyordu. Bir tanesinin bir yarısı sentetik, diğer yarısı organikti. Binaların arasında dolanan küçük ve yayvan robotlar, yerdeki tozu ve kiri alıyordu. Genç, sağındaki binaya bakınca "Moleküler Kine Genel Lab." yazılı olduğunu gördü. Soluna baktığında "Ugi Fizyolojisi" yazısını gördü. Devam ettikçe, kimilerinin adını bile anlamadığı pek çok binayla karşılaştı.

"Ahh, Bay Neus, hoş geldiniz," diyen, tanıdık bir robotik ses duyuldu "Kusura bakmayın, kuş örnekleriyle ilgili küçük bir sorun yaşadık. Şu an ilgileniyoruz."

Kuşların peşinden giden, Bay Pandemonium'a benzer pek çok küre görüldü. Küfürler eden ve bağıran robot sürüsünden korkan kuşlar, hızlarını arttırdı ve dört bir yana dağıldılar. Küreler bir an durdular ve kafaları karışarak, bakındılar.

"Ne duruyorsunuz be ahmaklar! Yakalayın onları!" diye emretti, Pandemonium ama hemen nazik bir tona geçerek, önlüklü adama döndü "Özür dilerim, Bay Neus, bu yeni modeller biraz aklı havada tipler."

Yıldırım, bir espri yapmamak için kendisini zor tuttu.

"Onları kötü tasarladığımı mı söylüyorsun, Bay Pandemonium?" diye sordu Neus ve inledi "Kalbimi kırıyorsun!"

"Ah, hayır, efendim, kesinlikle hayır! Asla böyle bir şey iddia etmem!" diye bir çırpında konuşuverdi, paniğe kapılan robot. Öyle ki, biraz daha sürdürse, neredeyse terler gibi makine yağı akıtacağına yemin edebilirdi, genç adam.

"Ah," dedi Neus "Neredeyse unutuyordum." Bunu demesiyle beraber, elini tekrar şıklattı.

Beyaz duvarlar değişerek, mavi bir göğe dönüştü. Devasa odanın köşeleri bile belli olmuyordu. Duvarların bulunduğu yerlerde, üç-dört metrelik kayalıkların görüntüsü belirmişti. Şu an bir odada bulunduklarını bilmeseydi, Yıldırım, dışarıda olduklarına yemin edebilirdi.

"Böylesi daha iyi," dedi adam ve Yıldırıma, gözünün ucuyla bir bakış attı.

Ağzı beş karış açık kalmıştı gencin. Yaşayan ve nefes alan bir kasabanın ortasına düşmüş gibiydi. Küfreden robotlar hariç, her şey olabildiğine sessizdi fakat yine de bir devinim, her tarafı kaplamıştı.

Adama bunun nedenini sormak için ağzını açmıştı ki, Neus, ondan önce lafa girdi.

"Biraz sonra göreceğin şeye, kimseden bahsedemezsin. Bu evde, Yugiera ve benim dışımda, bunu bilen yegane kişi olacaksın."

Başıyla onayladı onu, genç adam.

Bir süre sonra, en köşede bir yerde bulunan bir binaya vardılar. İçeri girdiklerinde, binanın merkezinde bulunan yuvarlak bir platform karşıladı onları. Yerde otuz santim kadar yükseklikte bir çıkıntı oluşturan bu halka, odanın geri kalanı gibi, tek bir kısmı hariç, bembeyazdı. Platformun dışına yakın bir yerde, siyah bir halka kazınmıştı ve platformun iç kısmını tamamen çevreliyordu.

Bir düğmeye bastı adam ve siyah halka, açık mavi bir şekilde ışımaya başladı. Saniyeler geçtikçe, daha da artan bir vınlama sesi binayı kapladı. Platformun içinde bir şeyler dönüyor olmalıydı. Bir kaç saniye sonra bir gümleme duyuldu ve Yıldırım, ışıktan kamaşan gözlerini kapadı. Onları açtığında, gördüğüne inanamadı.

"Seni tembel adam, beni saatler önce alacağını söylemiştin ama asırlardır bekliyorum!" diyen, bir kadın sesi duyuldu.

"Özür dilerim," diyen Neus, eğilerek selam verdi, platin sarısı saçlı kadına "Başka işlerim çıkmıştı."

"Hıh!" dedi kadın, düz burnunu dikerek "Dua et ki, iyi ücret ödüyorsun. Yoksa seninle işim, yıllar önce bitmişti."

"Pek tabii," diye onayladı Neus.

Kısa, gri bir etek giymiş kadın, Yıldırım'a bir bakış attı.

"Demek sonuda bizi tanıştırmaya karar verdin?" dedi, sadece en üst iki düğmesi açık olan bembeyaz bir gömlek, ve eteğiyle aynı tonda, gri bir blazer giymiş olan kadın.

"Evet. Tanıştırayım. Yıldırım, bu Majura. Majura, bu..." diyordu ki, lafı yarıda kesildi.

"Yıldırım. Evet, söylemiştin," dedi kadın ve altın rengi, yuvarlak ve ince telli gözlüğünü düzelttikten sonra, gence iyice baktı "Merak etme, Yıldırım. Oldukça iyi çalışacağımızı düşünüyorum."

"Eee, Neus, neler oluyor?" diye sordu, yanağını kaşıyan adam.

"Majura'yla bir süre önce iletişime geçmiştim. Bir süredir benim için çalışıyor ve seninle yapacağımız bu konuşmayı bekliyordu. Şanslısın ki, bugün başka bir şey için onu zaten çağıracaktım."

"Daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, sizin davranışlarınızla ilgili, Neus bana danışıyor," dedi ve sol elini uzattı "Onca şeyi tek başına yapamazdı."

"Psikolog gibi bir şey misiniz?" diye sordu, açık tenli kadının elini sıkan Yıldırım.

"Lütfen," diyen, bir altmışlardaki kadın, omuzlarına inen düz saçlarını şöyle bir savurdu "Bu kadar basit bir şey değil. Bir akıl kaşifiyim ben."

"Eee.." diye bir şey çıktı ağzından adamın ama hemen kendini toparladı ve ekledi "Ne demek oluyor bu?"

Deniz yeşili gözler parladı.

"Sizinle küçük bir yolculuğa çıkacağız, ancak bir uyarıda bulunayım. Yöntemlerim tehlikeli bulunduğu için, mesleğimi icra etmemi engelleyen yasalar var. Neyse ki, Neus gibi açık görüşlü bireyler, böyle detaylara takılmıyorlar," dedi ve sağ elinde tuttuğu, büyük not defterini, göğsünün yanına doğru çekti "Senin için bir sorun olacak mı?"

Ne gibi bir seçeneği vardı ki? Herhangi bir şeyi kabul edecek hale gelmişti. İblis'in bir çözüm olmadığını artık biliyordu, yeni bir şeyler yapması gerekliydi.

"Hazırım."

"Peki öyleyse, hemen başlayalım," dedi, gülümseyen kadın.

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #57 : 20 Ocak 2018, 22:56:02 »
Forumun taşınması sebebiyle, hikaye artık aşağıdaki linkte devam etmektedir.

https://forum.kayiprihtim.com/t/insan-ve-iblis/279
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "