Resmi Gazete’de 675 ve 676 sayılı iki yeni KHK’la ile, aralarında Dicle Haber Ajansı ve Özgür Gündem Gazetesi’nin de olduğu bazı medya kuruluşları kapatılırken, son dönemde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yeniden gündeme getirdiği rektörlük seçimleri kaldırıldı.
18 Ekim tarihinde
‘Akademik Yıl’ açılış töreninde konuşan Erdoğan,
‘görünüşte demokratik’ olarak tanımladığı rektörlük seçimlerinin üniversitelerde
‘gruplaşmaları, hizipleşmeleri, kırgınlıkları’artıran bir işleve büründüğünü savunarak şunları söylemişti:
“Üniversite içinde zaten çok yıkıcı bir şekilde yaşanan bu süreç YÖK’ün ve cumhurbaşkanının takdiriyle daha da sıkıntılı bir boyut almaktadır. Bunun için rektör atamalarındaki mevcut usulden vazgeçilmesi, üniversitelerimizin de ülkemizin de yararına olacaktır diye düşünüyorum.”
2547 sayılı Kanunun 13’üncü maddesinde yer alan
“Devlet üniversitelerinde rektör, profesör akademik unvanına sahip kişiler arasından görevdeki rektörün çağrısı ile toplanacak üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilecek adaylar arasından Cumhurbaşkanınca atanır” ifadesi değiştirilerek “Devlet üniversitelerinde rektör Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek, profesör olarak en az üç yıl görev yapmış üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır” denildi.
Haberin tamamı için tıklayın---
Kendi yorumum;
Kanada'da bir profesör, bir konudaki görüşleri yüzünden susturulmaya çalışıldığında "Bu konuları tartışmalıyız. Üniversitelerde de tartışamayacaksak, bunu nerede yapacağız? Akademik ortam, düşünce özgürlüğünün en çok olması gereken alandır," diye kendini savunuyor. Doğru da diyor.
Türkiye'deki akademik ortamda daha kendi liderlerimizi seçemiyoruz. Zaten pratikte uzun süredir yapamıyorduk. O zaman, bu kararın önemi nedir? Önemi şudur; artık bu adamların yaptıkları hem meşru hem de legal hale gelmiş oldu. Ülkenin yasalarını kafalarına göre düzenleyerek, her istedikleri şeyi legal, her istemediklerini de illegal hale getiriyorlar. Böylece, onların düşüncelerine göre yaşamayan herkes birer suçlu haline geliyor ve kendi yaptıkları zorbalıklar da yasallaşıyor.
Aynı taktiği 2. Dünya Savaşı döneminde Almanya da uygulamıştı. Batı dünyası zaten bu olaydan sonra uluslararası bağlayıcılığı olan anlaşmalara bu kadar önem vermeye başladı çünkü, sadece bir ülkenin kendi içinde legal olan yasaların ne kadar korkunç sonuçlara yol açabileceği görülmüştü.
Türkiye'nin ilerlediği yön de bundan farksız değil. Ülke içi hukuğu, zulümcü bir hale dönüşmekten korumayı amaçlayan uluslararası anlaşmaları gittikçe daha az önemsiyoruz. Bir yandan, ülke içi hukuğumuz malum kişinin isteklerine göre şekillendiriliyor. Gittikçe izole hale geliyoruz. Aynı zamanda daha da saldırganlaşıyoruz. Facebook'ta insanlar bu adama diktatör dedi diye tutuklanıyor. Hatta görülürse belki bu yazı bile suç sayılabilir.
Bu yüzden, küçüklüğümden beri hep duyduğum bir lafı edeceğim; ülkenin içinden çıkılamaz bir yöne doğru ilerlediğini. Eminim, bundan 50-60, hatta 300 yıl önce de bu tarz laflar hep edilmiştir ve çoğunlukla da yanlış oldukları görülmüştür. Ancak, işin kötü yanı, bu sefer bu lafı destekleyen bariz ve boğucu miktarda kanıtlar olması. Kişisel olarak, her olasılığı değerlendirmeyi seven bir insanımdır ve bu tarz konuları önemsediğimden, üstüne bayağı düşünmüşümdür. Artık, geleceği düşündüğümde, bu olaylar silsilesinin şiddetle sonuçlanmadığı bir Türkiye göremiyorum.