Kayıt Ol

Tengu: Bölüm 1-30, final

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-17
« Yanıtla #45 : 27 Ağustos 2010, 06:36:50 »
17. bölülmün ikinci yarısını yazmakta 4 sebebim var:
1- Kendimi sadık kalmak zorunda hissedeceğim esnek bir hikaye iskeletine zincirlemek.
2- Ne kadar abartıldığını ve dramatikleştirildiğini gösterip biraz eğlence katmak.
3- Esrod'un adının tarihte hiç bir yerde ne kadar katkıda bulunmuş olursa olsun geçmediğini belirtmek
4- Byakkoya adlı dünyada insanların Tengu'yu ne şekilde tanıdığını izah etmek.

Devam edeceğim efsanenin gizli kalmış kısmından itibaren. "...kaçınılmazmış. Bu aşamada pek çok şey söylenir. Ancak tek bir konuda ortak konuşulur. Ramuthra..." buradan bir makas atacağım ve 18i bantlayacağım diyelim şimdilik. Her şey şu ana kadar Tengu serisine adımını atmamış başka bir karakterime ortam sağlamak için. Ayrıca henüz Jonnarius gibi persfektifini vermediğim karakterler var.
[*]gizli 5- okuyana "yaaa böyle mi bitti yani" dedirtmek ama sonra 18. olduğunu anımsadığında "ne olmuş peki?" dedirtmek.[/*]

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 18
« Yanıtla #46 : 31 Ağustos 2010, 20:03:01 »
Bölüm 18


İkili ne kadar zamandır kendilerini kapattıklarından tam emin olmadıkları kilerden kafalarını çıkardıklarında etrafın olması gerektiğini düşündüklerinden daha sessiz olduğunu fark ettiler. Kiler köyün en büyük evinin altındaydı. Birilerinin onları izliyor olabileceğini bildikleri için çok da şüphe yaratmadan sessizce oradan ayrılmaya karar vermişlerdi ama kimseler yoktu. Tengu’nun içindeki diğer ses konuştuğunda Alice her defasında irkiliyordu. Sanki sesin kaynağı bu dünyaya ait değildi.

“Bu çok garip. Onları bize yardım etmeleri için mi kullandığına inanmamızı bekliyor?” dedi, aslında kesinlikle düşündüğü bu olmasına rağmen sanki bir şüphe içeren soruymuşçasına. Alice bir koku aldı. Bozuk et ile güneşte kalmış deri karışımı, nahoş bir kokuydu. Köyün aksi istikametinde ormana yönelmişlerdi ama kadın Tengu’yu durdurdu ve köye geri yöneldiler. “Ne yaptığını sanıyorsun, belki bir ritüel için toplanmışlardır ve sadece çok şanslıyızdır, bilemezsin. Alice biliyordu. Bu kokuyu sayısız defa almıştı.

Tek kelime etmeden köyün daha önce girmedikleri ara sokaklarına girdiler. Çok geçmeden mekanın aslında bir köyden daha büyük olduğunu düşünmeye başladılar. Çukur bir ova üzerine inşa edilmiş evler sınırdan bakan birine köy fikri veriyordu. Üstelik kilerinde kaldıkları ev de en büyük ev değildi. Alice çukurun merkezine doğru karşı koyulamaz bir çekim hissediyordu. Koku en ağır orada toplanmış gibiydi.

Sonunda kokunun kaynağına yeterince yaklaştıklarında Tengu da burun kırıştırmaya başladı. “Bu da ne böyle?” Sorusunu Alice de onunla paylaşıyordu. Yüzlerce beden üst üste giysilerinden arındırılmış biçimde yığılıydı. Etrafta tek bir canlı görünmüyordu. Adam saklandıkları yerden dakikalar önceye kadar koruduğu temkini bir kenara bırakarak ayrıldı ve yığına yaklaştı. Alice ile konuştukları gece boyunca tek bir çığlık ya da şüphe uyandırıcı bir herhangi bir başka ses duymamışlardı.

Hadrhune bilmediği şeyleri öğrenme konusunda diğer her önceliği bastıran bir güdüye sahipti. Öyle ki içinde sadece ziyaretçi olduğu bedenin gerçek sahibinin iradesinden bile üstün bir güdüydü bu. Tengu’nun bedenini ölü yığınına yaklaştırdığı her adımda Tengu geri gitmek istiyordu ama Hadrhune bu isteği yok sayıyordu. Hadrhune’u gerçek dünyaya bağlayan geriye kalan son iki şeyden birisiydi öğrenme arzusu ve kimse bunun önüne geçemezdi. Elleri ile en yakın ölüye dokundu ve Tengu’nun uzun gövdesinin gölgesi canlı bir yılanmış gibi kıvrılarak ölünün gölgesine karıştı. Gölgeler bir olduğunda ölünün anıları Hadrhune’un ve dolayısı ile Tengu’nun zihnine doldular. En belirgin olanını sanki kendi anılarıymışçasına tekrar yaşadılar.

***

Aradhir zayıf bir adamdı. Zayıftı ama güneşin altında, tarla başında, terlemesini de bilirdi. En büyük derdi henüz kendisine bir eş bulamamış olmasıydı ama ümidi vardı hani. Kasabalı arkadaşının dul bir akrabası vardı ve bir ihtimal ona ayarlayacaktı. Ayrıca çalışkan adam kış için yeterince erzak çıktığını düşünüyordu. Mutluydu aslında ama bir şey eksikti onun için. Adlandıramadığı, parmağını koyarak gösteremediği bir sıkıntıydı bu. Hayatın basit nimetlerinden keyif almasını bilemeyen bir adamın kalbinde ancak ve ancak tek bir tür boşluk olabilirdi, macera özlemi.

Aradhir otuzuna gelmek üzereydi. Genç yaşında pek çok yakınını salgınlara ve savaşlara teslim etmiş ağır başlı biriydi. Acıyı ve elemi bilirdi ve bunları çoktan aştığını düşünüyordu. Ancak o hiç, asker toplayan subaylarca, alıcı gözü ile bakılmış birisi olmadı. Basitti, çelimsizdi ve kısaydı. Kahramanlığın ve gücün aslında ne olduğunu gece yatarken düşünüp duran bir köylüydü sadece. “Yakınlarını ve sevdiklerini korumaktır güç” dediğinde köy büyüğü, ikisinin konuşmalarını dinleyen diğerleri gibi gülüp geçmedi. Ona mantıklı geldi ve benimsedi.

Buna rağmen arkadaşının dul akrabası ile olan uzak evliliği onu o kadar da cezp etmiyordu. Kışa taze hasat edilmiş mahsulün verdiği güven de yetmiyordu. Buna ek olarak bir aile kurmak ve onları korumak ona tam olarak güçlü olmak gibi gelmiyordu. Daha çok insanı sevebilse belki daha güçlü olurdu. Aradhir’in küçük kafası bu sonuca vardı.

İşte böyle bir insandır yüce gölge Ramuthra’nın aradığı. Kalbinde kocaman ve açlık dolu belirsizliğin boşluğu ile doymayı bekleyen çok da zeki olmayan bir adam. Ramuthra kimdir Aradhir o zamanlar bilmezdi. Ramuthra rüyalarda gelir ve ona fısıldardı. “Kalbinin istediği ne?” diye sorardı. “Ün? Altın? Sadık tebaa? Eli beli kuvvetli bir kadın? Sağlıklı evlatlar? Yoksa başka bir erişilmez ve güzellik mi?” derdi bazen ona fikir vermek ister gibi. Aslında Aradhir emin değildi. Onun ne istediğini Ramuthra ondan daha iyi bilirdi ama eğer Aradhir’e bunu söylerse işin keyifli kısmını harcamış, bitirmiş olurdu. Aradhir Ramutranın ellerini uzattığı sayısız zavallıdan sadece birisiydi ve Ramuthra sabırlı ve sinsiydi.

Ancak süreci hızlandıran bir şey oldu. Bir kraldı bu, altın kınında parıldayan taşlardan hazırlanmış kabzası ile belinde gerçek ‘gücü’ taşıyan bir adamdı. Atının üstünde ne ihtişamlıydı öyle. Aradhir’in arazisinin önünden ordusu ile geçerken kafası ile ona selam verecek kadar alçak gönüllüydü de. Aradhir kral Uldom’un önünde diz çökerken buna sahip olmayı istediğini fark etti. Kral onun olmadığı her şeydi. Kralın yerinde olabilmek ve aynı gücü omuzlarında taşıyabilmekti arzusu. Kral belirsiz kaderine giderken Aradhir isimli bahtsız insan Ramuthra ile bir antlaşma yapmaya hazırdı.

İşte böyle olmuştu onun müridi. Ona sadakatini kanıtlarsa Ramuthra Aradhir’e aradığı gücü verecekti. On yıllık hizmetin karşılığı bir dilek hakkıydı. Bir anda aynı onun gibi kalplerindeki boşluk ile bir araya gelmiş insanların ortasında buldu kendisini kış için hazırladığı tarlasını ve arkadaşının dul akrabasını tamamen geride bırakarak. Düzinelerce erkek ve kız kardeşleri olmuştu sanki birden bire. Hepsi iyi insanlardı, arayış içindeydiler ve rüyalarında onlara görünen Ramuthra kayıp ruhlarına ışık tutmaya hazırdı.

Başlarda yaşam eskisi gibiydi. Sıfırdan bir kasaba inşa ettiler. Çukur bir ovanın etrafına yavaşça spiraller çizerek içten dışarıya doğru büyüyen sokaklar kurarak muntazam bir düzen oluşturdular. Evler taştandı. Ramuthra taştan evlerin sakinlerinin her birine rüyalarında görünerek, her gece yeni görevler veriyordu. İnsanlar mutluydular çünkü on yıl içinde aradıklarına kavuşacaklarını bir şekilde tüm kalpleri ile inanıyorlardı. Hiç biri şüphe etmedi, sonuçta Ramuthra işini biliyordu.

Zamanla onlar fark etmeseler bile her biri serpildi. Güçsüz bedenleri kas topladı, dilleri kıvraklaştı ve fikirsiz akılları düşünceler ile doldu. Ramuthra onları kendi arzusuna göre eğitti ve düzene soktu. Aradhir her şeyin onları yüce amaçlarına hazırlamak için olduğuna emindi. Altıncı yıl dolduğunda Ramuthra onlara öz benliğini göstereceğini söyledi. İsimsiz spiral kasaba halkının yürekleri heyecan ile doldu. Ramuthra tüm bu zaman boyunca onlara rüyalarında görünmüşse de hiç biri uyandıklarında onun neye benzediğini anımsayamazdı.

Ramuthra onlardan bir şenlik istedi ve onlar spiral kasabanın ortasındaki meydanda dört uzun masayı birleştirerek kare şeklinde bir sofra hazırladılar. Sofranın ortasında yörede az bulunan ama eti çok lezzetli, uçamayan dev bir kuş türü olan holunath kuşunu ateşte çevrilecek biçimde hazırladılar. Gece çöktüğünde ve herkes yemeğin tadını çıkarmaya başladığında hava aniden soğudu. Ahali çatal bıçağı hemen bıraktıkları gibi dizleri üzerinde yere başları değecek biçimde çöktü ve bekledi. Müzik sustu ve ateş söndü. Dev kuşun kemikleri çatırdadı ve aniden toz ve kül olarak yere ve havaya dağıldı. Ateşin yakıldığı dairesel karaltıdan önce bir pençe çıktı. Sonra bir diğer pençe belirdi. Aradhir eğdiği başını hafifçe kaldırarak izlemekten kendisini alamıyordu.

Yeşil bir çift parlak göz belirdiğinde artık tüm ahali ortadaki gölge çukuru izliyordu. Kendisini çukurdan çekip çıkaran hantal beden bir çift gölgeden kanat açtı ve göklere doğru yorgunca gerindi. Beden delikten su gibi akıyordu, gittikçe büyüdü ve büyüdü. Hiçbiri korkmadı çünkü rüyalarında gördükleri şeyin aslında bu olduğunu hepsi bir şekilde anladı. O Ramuthra idi, gölge bedenli radohin. Dört kardinal yönün hiç birine hizmet etmeyen Abbys’in Byakkoya’daki elçisi olan ejderha. Gölgeden suretinin hatları gittikçe keskinleşti ve zamanla siyah bir deriye dönüştü. Pulların arasından tekinsiz, koyu bir duman çıkıyordu arada ama artık bakan her göze bir ejderha gibi görünüyordu. Ramuthra konuştu.

“Uzun zamandır bekliyorsunuz evlatlarım. Ancak hazır olmadığınızı biliyorum. Bu gece benim adıma eğlendiniz, yediniz ve içtiniz. Sevginizden şüphe etmiyorum. Buna rağmen sizinle olan anlaşmamda bir değişiklik yapma yoluna gitmeye karar verdim. Korkmayın, halen en değerli olan hak ettiğini kesinlikle bulacak. Burada dört yüz yirmi yedi kafa sayıyorum. Hepiniz bana sadıksınız. Ancak bu yıl ve önümüzdeki dört yıl boyunca her yıl sadece ve sadece biriniz arzuladığına kavuşacak. Byakkoya takvimi ile altı yüzüncü yılın ikinci baharında geriye kalan dört yüz yirmi üçünüz benim hanedanlığımda yaşamak için davet edileceksiniz. Eğer ki bunu kabul etmeyeniniz olursa şu anda hemen kasabadan ayrılsın. Dualarım onunla olacaktır.

Aradhir şüphe etmedi. Ramuthra’nın en sadık hizmetkarı olduğuna canı gönülden emindi. Ancak o gece onun ismi okunmadı. Gloein adında küçük bir kızdı sadece, altı sene içinde kalbindeki boşluğu doldurmaya en uygun olan kişi. Aradhir ihanete uğramış gibi hissetti kendisini. Kıskandı ve nefret etti. Gloein onun için kötü olan her şeyi simgeler oldu bir anda ama Ramuthra o gece onu alıp götürdüğünde kızacağı bir insan bile yoktu artık ortada.

Aradhir’in bilmediği şey diğer dört yüz yirmi altı kişinin aynı hisleri onunla paylaştığı idi ama kimse bunu dile getirecek kadar iradeli değildi. Uzun lafın kısası dokuzuncu yıl gelip çattığında da Aradhir seçilmedi. Sonunda içi gölge ejdere karşı öyle büyük bir nefret ile doldu ki kırk yaşında olmasına rağmen yirmisinde bir dinçlik ve çevikliğe sahip elden geçirilmiş bedenindeki tüm kaslar gerildiğinde onu zapt etmek için Ramuthra’nın güven verici latifelerinden fazlası gerekti. Bu bir kardeşin omzunda beliren ‘dur, henüz zamanı değil’ diyen eliydi.

Onuncu yıla sadece üç gün kala tüm bu zaman içinde kasabada hiç ola gelmemiş bir şey gerçekleşti. Ziyaretçiler geldi. İki taneydiler, biri kadındı ve öteki erkek. Kadın dev gibi erkeği sırtında taşıyordu ve buda yetmezmiş gibi zırh giyiyordu. Halk ne yapacağını bilemedi çünkü onların akıllarına girip uzaklaştıramıyorlardı. Adamın ruhu pek tekinsizdi. Ramuthra onlara bu konuda hiç uyarıda bulunmadı ve onlar da doğaçlamada bulundular. Önce onların gözlerini hafif ama etkili efsunlar ile bağladılar ki kasabanın yapısı gözlerine çarpmasın, basit bir köy gibi görünsün ve yollarına devam etsinler. Ancak işler öyle kolay yürümedi. Adam hastaydı ve ilaç gerekiyordu. Aralarından bir kısmı önemli güne üç gün kala gelen ikilinin aslında Ramuthra’nın onlara uyguladığı bir test olabileceğini düşünüyordu. Sorgusuz sualsiz kalbini onlara açan ve iyi davranan kişi büyük olasılıkla mükafatlandırılacaktı. Böyle düşünenlere rağmen ikili kasaba merkezine en uzak evin kilerine kapatıldılar ve kaderlerine terk edildiler.

O gün Aradhir için çok önemli bir gündü çünkü ya arzuladığına kavuşacak ya da sevgili Ramuthra’sına ihanet ederek tüm bir yıl boyunca hazırladıkları kılıçlardan birini kardeşleri ile bir çekerek ejderhaya saldıracaktı. Eğer hayali gerçekleşmezse yaşamanın anlamı kalmazdı onun için. Ramuthra’nın onların kılıçlar yaptıklarını bildiğine şüphesi yoktu. Hepsi bunu biliyordu. Bunu yapmaları onlara göre ne kadar kararlı olduklarını göstermenin bir yoluydu.

Önceki seferlerde olduğu gibi küllerden bir ejderha çıktı yavaşça. Önce pençeler, sonra kafa sonra da gövde belirdi. Bedeni katılaştığında sanki suratında gülümser gibi bir ifade vardı. “Evlatlarım, ne kadar da büyüdünüz” dedi. Her birine tek tek baktı sanki mutlu anıları hatırlayan bir anne gibiydi. “Bir isim vermem gerekiyor ve heyhat vereceğim. Kalbinin istediğine kavuşa…” Sesi aniden kesildi. Tüm beden adeta dondu kaldı. Aradhir ve diğerleri kafalarını yerden kaldırarak daha dikkatle efendilerine baktılar. Gördükleri sahne öyle korkunçtu ki anıları izleyen Hadrhune ve Tengu’nun kalpleri bunu yaşayan adamın elem dolu zihnini tam olarak duyumsadılar.

Buzdan bir kılıç boydan boya kan içindeydi. Kan siyahtı. Aynı şekilde ejderin boynunda da boydan boya bir siyah halka vardı. Önce yavaşça, sonra da hızla kellesi çizgi üzerinde kaydı ve dört masadan birinin üzerine gürültü ile devrildi. Kafa çarptığı gibi siyah gölgeler ve dumanlara dönüşerek ortadan kayboldu. Boynun kesildiği yerden de yavaşça bedene yayılarak dumana dönme işlemi devam etti. Kılıcın sahibi ejderhanın sırtından indi ve kendisini açık etti.

Kılıç bembeyazdı, etrafında donan hava tatlı bir buzlu hale yayıyordu. Sahibi hafif bir deri zırh taşıyordu. Kafası örtülü değildi ve saçları kısaydı, rengi gözleri gibi siyahtı. Yüzünde tarif edilemez bir tatmin duygusu vardı. “Hey Bahful, dediğin kadar kolay oldu baksana! Hadi şunlar ile ilgilen de gidelim buradan. Geride sadece bir yığın kızarmış et kalsın istiyorum.”

Bu Aradhir’in kılıcını çekerek gözyaşları içinde nefret ve sevgi beslediği efendisinin katiline saldırmadan ve hayata gözlerini yummadan önce son anısıydı.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 19
« Yanıtla #47 : 02 Eylül 2010, 20:03:18 »
Bölüm 19


Hadrhune şok halindeydi. Bedeninin kontrolünü bıraktığında Tengu az daha yere düşecekti. Dönüp Alice’e baktı ve onun merak içindeki bakışları ile karşılaştı. “Hadrhune ona anlatmalıyız.” Dedi düşüncelerinde. Hadrhune sessizdi ama bu uzun sürmedi. Alice’e doğru sözlerini sakınmadan gördükleri her şeyi anlattı. Konuşurken hülyalarda gibiydi. “O kim bilmiyorum ama Ramuthra’yı beden bulduğu savunmasız bir anında vurdu.”

Anlatılanlardan sonra Alice de ne diyeceğini bilemez haldeydi. Son bir haftadır her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki artık oturup düşünmesinin ve aklını toparlamasının vakti gelmiş gibiydi. Jonnarius’a olan öç alma tutkusu diğer her şeyin üzerini kaplayan bir kül tabakası gibiydi. Hadrhune’un ölü adama ait hikayesini dinlediğinde ve buzdan kılıcın geçtiği kısma gelindiğine nefesi kesildi. Ramuthra’yı bulmak için yıllardır uğraşıyordu ama bu adam – yoksa adamlar mı demeliydi - ile karşılaştığından beri istediği ve istemediği tüm karşılaşmalar bir anda hayatını dolduruyordu. Önceliklerini tekrar ele alması gerekiyordu.

Alice tüm hikayeyi dinledikten sonra tek kelime etmeden ölü yığınını ve Tengu’yu gerisinde bırakarak tamamen nereye vardığı belirsiz bir yolu tutturarak yürümeye başladı.  Adam onu takip etmedi ve kadın da ardına dönüp bakmadı. Ancak ufak bir hayal kırıklığına uğradığını fark ettiğinde buna şaşırmadı değil. Sadece birkaç saat geçti ki durup düşünmeye karar verdi.

Orman yolunun sakin bir kesimiydi. Bir kavşağın ortasındaki kocaman kayaya tırmandı ve kasabadan ayrılmadan önce bulduğu ıvır zıvırdan dürülmüş erzakını açıp bir şeyler kemirmeye başladı. Kılıcın öncelikli olduğunu biliyordu ama onu nasıl geriye alabilirdi ki? Birilerinin kendi türünü avlamak ile meşgul olduğunu var sayarsa avcıyı avlamanın en mantıklı yol olduğunu söyleyebiliyordu. Ancak bunu yapabilecek kadar kendisine güvenmiyordu. “Tengu. O adam, düşün alice, Orrendeus geldiğinde ve tüm kasaba kaçtığında onu derin bir uykuya yatıran ben değil miydim? Kokum üzerine sinmişken onu yem etmedim mi? Peki, neden farkında değil ve nasıl hayatta kaldı?” Alice sorunun cevabını bilmiyordu. Jonnarius ile karşılaştıktan sonra ondan saygı gören bir insanın Orrendeus’u alt edeceğine inanmak güç değildi. Ancak durum buysa çoktandır kafasını kurcalayan bir soruna, oldukça basit bir çözümü, birkaç saat önce arkasını dönüp gitmiş olduğunu kabullenmek istemiyordu. Düşüncelere dalmış ne yapacağını bilemez sayıklar ve yarısı yenmiş peynir dilimini kemirir haldeyken üzerine oturduğu kaya titremeye başladı.

Önce titredi ve sonra sarsıldı. Alice şaşkın bir çığlık attığında kaya çoktan ayaklanıp doğrulmuş etrafına bakınıyordu. Alice “Hadi ama bu kadarı da fazla” dedi kabullenmez bir şekilde. Oldukça yapılı ve üzeri yosun tutmuş bir golemin kafasıydı üzerine oturduğu. Golem yavaşça doğruldu ama sonraki hareketleri çevikti. Kalın kolunu hızla davetsiz misafirine doğru savurdu ve koca elinin içinde bedeninin yarısı kaybolan Alice’i kavrayıverdi. Kadının bedeninin alt kısmı güçlü bir şekilde sıkı sıkıya sarmalandığında nefesi kesildi. Golem aniden dondu ve yeniden bir kaya gibi görünür oldu ama halen onu tutmaya devam ediyordu. Bir ağacın ardından oldukça şık giyimli biri çıkana kadar Alice taştan elden kurtulmaya çalıştı ama insan bedeninin sağladığı güçle mümkün değildi. Saklandığı yerden çıkan figür yapılı değildi ama uzun boyluydu. Bir adamdı ama sesi sinir bozucu biçimde inceydi. Alice ondan yardım istemeden önce iki kez düşündü çünkü adam goleme yaklaşırken zerre korku hissetmiyor gibiydi.

“Ahaaa, bugünün ikinci avısınız güzel savaşçı. Ben golemlerin kırk altıncı ve tılsımların dördüncü ustası Altın Nefes Nehardin’im. Nefesim hep altın gibi olmalı anlıyorsun ya” dedi. Alice adamdan tiksindi. Bir büyücü ile karşılaşmak o gün umduğu son şeydi. Büyücüler Byakkoya’da genel olarak nefret edilen insanlardı. Herhangi bir insan büyücü olabilirdi ama çağırabileceği güç değişkenlik gösterirdi. Ayrıca en ufak ve basit efsun için bile onlarca yıllık eğitim ve odaklanma süreci gerekiyordu. Bu yüzden genelde kendilerini yaptıklarına ve çıraklarının eğitimine adayan ve başka kimseyi umursamayan insanlar olurlardı. Ancak Alice Nehardin denen bu adamın oyununa katıldı çünkü buradan geçen ve Bahful Raikoben ile alakalı buzdan bir kılıç taşıyan genç adamı görmüş olması muhtemeldi.

“Uşağın beni bırakırsa elbet hazinemi sana veririm yüce büyücü.” Dedi olabilecek en tatlı sesi ile. Normalde en az şüpheci insan bile bu kelimeler ve söyleniş biçimi karşısında bir şeyler hissederdi ama Nehardin adının önüne ona verilmiş tüm nişanları hak etmiş olsun ya da olmasın koyan kibirli ve aç gözlü bir büyücüydü. Tiz sesli büyücünün yüzü ufaktan kızardı ve sağ eli ile havada duran hayali bir halatı çekermiş gibi dururken sanki hafifçe gevşetti. Bunun sonucunda Alice bacaklarına tekrar kan gittiğini hissetti ve sözlerinin işe yaradığını anladı. “Hemen iki saat kuzeydeki bir kasabadan geliyorum yüce Nehardin, görmelisiniz büyük bir cenk olmuş. Ordular birbirlerini katletmişler ve her yere saçılan ganimetten bahsetmiyorum bile.” Dedi. Söylediklerinde birkaç açık bıraktı, bu durumu büyücünün aklını küçümsemek istemediği için oluşturdu çünkü büyücü doğal olarak onun bu savaşın bir kaçağı olduğunu düşünmeliydi. Üzerindeki zırhları izah etmek ile uğraşmak istemiyordu.

İnce yüzlü adam keçisakalını ovuşturdu ve dudak büktü. Tüm hareketleri öyle abartılı ve yapmacıktı ki Alice adamın yalan söylemekte pekte usta olmayan ama ilgisini saklamak isteyen biri olduğuna emin oldu. “Seni aşağıya indireceğim ama hepsi bu, kaçamazsın yoksa Furno seni ezer, anlıyor musun? Emir vermeme bile gerek yok, bunu sadece bir refleks olarak yapar.”

Alice tahmin edebiliyordu, daha önce de bir golem ile karşılaştığı olmuştu. Ancak Alice’in korktuğu şey bu değildi çünkü nasıl golem bu hareketini bir refleks olarak yapacaksa o da bir refleks ile efendisini ve taş yığınını o anda dondurabilirdi. Korku ile değil, kibir ve kendini beğenmişlik ile hasmının ağzından laf almaktı amacı. Adam ile aynı seviyeye geldiğinde golemin eli durdu ve tekrar sabitlendi. “Güzel, yukarı baktıkça boynum ağrıyor. Ahaaa, düşündüğüm kadar güzelmişsin. Gond pazarlarında bile satabilirim seni!”. Alice korkmuş gibi görünmek için elinden geleni yaptı. “Ne olursunuz yüce büyücü, eğer beni bırakırsanız size bahsettiğim kasabada gömdüğüm hazineyi gösterebilirim. Eğer beğenmezseniz beni tekrar satabilirsiniz üstelik! Ama sizden tek bir şey isterim, birini arıyorum. Beyaz bir kılıcı olan bir genç adam.” Dedi kelimeleri sonlara doğru yapmacık korkudan çok da yapmacık olmayan umutsuzluğa dönüşürken. Adam ona tekrar bir alıcı gözü ile baktı ve bu kez pohpohlanmaktan keyif alan büyücü değil de ciddi bir adam gibi görünür oldu. ‘Devam et’ der gibi bir hali vardı. Sanki bu genç adamın kim olduğunu anlatmasını istiyordu ama açık sözlü olmaktan kaçınıyordu.

“Bu adam tam bir şerefsizdir, ganimetin yarısından fazlasını ve kılıcı alarak kaçtı. Onun peşinden gidiyordum ama siz yüc-“ Adamın eli kalktı ve onu susturdu. “Tamam, anladım yeter bu kadar, söyle bana adın ne. Yalan söyleme çünkü anlarım.” Dedi. Alice bu son sözden sonra gülmemek için ciddi bir çaba sarf etmek zorunda kaldı. Her şey umduğu gibi gidiyordu. Bundan sonra büyücü ile olan konuşmasında ters gidecek hiçbir şey olamazdı. Adam zokayı yutmuştu. Alice memnundu ve konuşmaya devam edecekti ama garip bir şey oldu. Golemin onu tutan eli aniden kavramaz hale geldi ve ufalanan kayalar çakıllara, çakıllar da toprağa dönüşürken büyücünün yüzünde gece açan kırmızı nilüferlere benzeyen ama yalnızca biraz daha geniş bir şaşkınlık belirdi.

Alice üzerine yığılan taşlar ve kumu silkelemek ile uğraşamadan önce dönüp bir baktı ve “Yeter ama neden bu benim başıma gelmek zorunda?” dedi bağırdığının farkına bile varmadan. Gördüğü şey Tengu idi. Elinde alacalı ve siyah gölgeler ile kaplı dev bir kılıç vardı. Daha önce gördüğü dev çelik slabı benzeri kılıçtan farklıydı. Eğimliydi ve savrulduğunda neredeyse tam bir yarım daire gibi kıvrılıyordu. Her kesikte kılıcın çizdiği yay gerisinde ince bir gölgeden iz bırakıyordu ve o ize temas eden ne varsa ikinci deva kesiliyordu.

Tengu’nun gözü dönmüştü. Yaptığı şeyin sonuçları umurunda bile değildi, saldırdığı taş yığınını tereyağıymış gibi doğradı. Çaresiz golem sağ kalan yumruğunu ona savurduğunda gölgelerden oluşan gülle gibi bir kılıcın gücü ile çarpıştı. Etrafa saçılan gölgeler havai fişekler gibiydi. Düştüğü yerlerde çimenleri siyah alevler gibi yakıyordu ve görünüşe bakılırsa sönmüyorlardı. Tengu elindeki silahın ne olduğunu ve nereden geldiğini bilmiyordu ama ona ayak uydurabilmiş olmasından memnundu. Hadrhune’a daha sonra teşekkür edecekti. Zaten uzun süredir sessizdi. Sevdiği insanı bir golemin elinde kapana kısılı görmekten duyduğu öfke golemin dört metreden geniş kafasını tek seferde gövdesinden ayırana kadar dinmedi. Dönüp Alice’e bakmaya, ona zarar gelmiş olmasından korkuyordu.

“Seni aptal!” diye bir çığlık duydu bir yardım figanının aksine. Topraktan bir tepeyi yarıp çıkan toz içindeki kadın hiç de mutlu görünmüyordu. Tengu nerede hata yaptığını bilmiyordu ama ne olursa olsun Alice’i sağ salim görmekten mutluydu. Alice durdu ve acele ile etrafına bakındı. Bir şey arıyor gibiydi. Sahi oraya geldiğinde bir adam ile konuşuyordu. “Nehardin nerede? Tengu bul onu, buzdan kılıçlı adamın yerini biliyor.” Dedi hızla. Tengu büyücüyü aramaya gitmedi.

Alice kendisine uzanan elin yardımı ile toprak yığınından çıkabildiğinde ikili ancak o zaman kaçan büyücüyü aramaya başladılar. Tengu’nun az önce Alice’e uzattığı eli kılıcı taşıyan eliydi. Tamamen yanıklar içindeydi ama Alice bakarken o anda bile hızla iyileşiyordu.

“Üçüncü tılsım nişanıymış, pabucumun büyücüsü” dedi sinirle atmosferi dağıtmak için. Tengu onu daha önce hiç böyle görmediğinden olsa gerek bir garip bakıyordu. Alice kendisini toparladı ve nispeten sakin bir şekilde ona sordu, “Gelmen neden bu kadar sürdü?”. Tengu’nun kaygılı bakışları tekrar Hadrhune’un soğuk ifadesine dönüştüler, “Embesil arkadaşım dört yüz küsur bedeni tek tek gömmenin akıllıca bir eylem olduğu fikrine kapıldı. Bana kalsa Bahful’un yarım kalan işini halledip küle çevirirdik” dedi.

Alice ile adam yürürlerken Alice’i yumuşatan şey, adamın golem ile kafa kafaya kendisi için korkusuzca savaştığının bilincine varmış olması değildi. Ya da gecikmiş olmasının sebebinin aslında onlara karşı hiçbir sorumluluğunun olmadığı insanları gömmüş olması da değildi. Bunu Hadrhune en soğuk ifade ile dile getirirken eflatun gözlerden yaşlar akmasıydı. Alice o güne kadar yaptığı ve yalnız geçen yılların tozlandırdığı yolculuğunu düşündü de. Böylesi sanki daha iyiydi.

Çevrimdışı cankutpotter

  • ****
  • 1233
  • Rom: 14
    • Profili Görüntüle
    • Büyülü Kale, Hayallerinizin adresi.
Ynt: Tengu: Bölüm 1-19
« Yanıtla #48 : 03 Eylül 2010, 23:22:28 »
Vay canına, çok güzel bir hikaye. Şimdilik sadece beş bölümünü okuyabildim. Hepsini okuduğumda elimden gelen uzun yorumu yapamaya çalışacağım... :)
İnsan, hayalleriyle vardır.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 20
« Yanıtla #49 : 25 Eylül 2010, 00:24:23 »
Bölüm 20:


Ozetreth karmaşık mizaçlı bir büyücüydü. Bunun başlıca sebebi kimilerine göre birden çok kişiliği memnuniyet ile taşıması ve her birinin bir ötekinin kendilerine has güçlerinden yararlanmasıydı. Hiçbir meslektaşı Ozetreth ile yollarının çakışmasını istemezdi. Ozetreth’in, geçmişi nereye dayandığı bilinmeyen, eski bir davranışı vardı, büyücülerin belli şeyleri yapmasını sevmez ve bunlara katı yöntemler ile engel olurdu. Byakkoya gezegeninin hiçbir ülkesinde, hiçbir şehirde büyücülere ait bir lonca yoktu, olmadı ve olmayacaktı. Buna rağmen tarih boyunca kudreti ozanların dağlar ve gök ile kıyaslayamadığı kadar büyük nice büyücü, araştırmalarına boğularak oldukça içe kapalı ve basit hayatlar sürdüler. Sözsüz ve yazısız bir kanuna dayalı düzenleri vardı; Ozetreth’e bulaşma.

Ozetreth gücünü diğerlerini ezmek için kullananları tamamen kişisel sebeplerden ötürü rahatsız edici bulurdu. Başkalarına ciddi zararlar vermedikleri ve hatta verseler bile bunu güçlerini kullanmadan yaptıkları sürece hiçbir meslektaşı ile alıp veremediği olmazdı. Ne var ki Ozetreth kimse ona bulaşmak istemese bile bizzat diğerlerine bulaşırdı. Şüphelendiği büyücüleri gizlice takip eder ve gerekirse uyarırdı. Eğer uygun olduğunu düşünürse hasmını en hazırlıksız olduğu anda yakalayarak infaz ettiğine dair söylentiler bile vardı. Ancak bunun gerçek olduğuna tamamen emin olan onlarca büyücüden oluşan bir heyet bile ellerinde somut kanıtlar olmasına rağmen, Ozetreth’in önüne çıktıklarında, hiçbir yaptırım gücüne sahip olmadıklarını onun sevimli ve kendinden emin gülümsemesini gördüklerinde anlayabiliyorlardı.

Ozetreth Byakkoya’nın kemiklerinden bile eskiydi. Hep gençti ve diğer büyücülerin aksine kendisine sonsuz bir öz güven sahibiydi. Asla arkasından bıçaklanacağını düşünerek duvara yaslı oturup uyumazdı. Hiçbir zaman ardını kollayacak bir savaşçı tutmaz ve asla gücünü gerekmedikçe sergilemezdi. Sıradan insanların önünde sıradan bir genç adamdı. Yine de büyücüler gibi gücü kullanmasını bilmeyen insanlar da ondan içgüdüsel olarak çekinirlerdi. Ozetreth davranış olarak olağan tavırlar sergilese de en anlayışsız insanın bile ondan sakınmasına sebep olan bir havaya sahipti. İçki ve tütün tüketmez, yaşının gösterdiği gibi konuşmaz bir iyilik gördüğünde teşekkür etmez ve aynı şekilde beklemezdi. Sanki hiçbir canlının onun gözünde tek bir su damlası kadar bile değeri yoktu.

Ozetreth size öyle bir bakardı ki ruhunuzun en içi alazlanırdı. Arzulasa kalbinizi sadece o bakışları ile söküp, göz kapaklarını yumduğunda da midesine indirecekmiş gibi olurdunuz. Efsaneye göre Byakkoya üzerinde kimse onunla on dakikadan uzun bir konuşma sürdürebilmiş değildidir. Kimileri onun kendisini gizleyen bir radohin olduğunu iddia ediyorsa da doğruluğu su götürür. Kesin olan tek şey, büyücü Ozetreth’in bir insan olmadığı gerçeğidir.

***

Ozetreth sağ eli ile havaya kaldırarak en yakın meşeye yasladığı altın nefes Neshardin’in boynunu zarifçe kırdı. Neshardin’in dehşet ile açılmış gözlerinden sarı, soluk bir buhar kümesi çıkarken Ozetreth adamı yere indirdi ve boşalan eli ile havada asılı kalan buhar kümesini yavaşça kavradı. Eli alev alırken tiz ve yankılanan sessiz bir çığlık tüm ormanı sardı. Sessizdi ama duyulmayacak gibi değildi. “Şimdi, sıra yanardönerli kılıcını savurarak etrafta dolaşan şempanze ile tanışmaya geldi” dedi kendi kendine, yapacağı bir sonraki şeyi düşünürken. Neshardin’in ölü bedenini bırakıp giderken adamı yasladığı ağaç önce hafifçe çıtırdadı ve ardından tam ortasından yarılarak her yere talaş ve kıymıklar saçtı.

Tengu yaklaşık bir gündür Alice ile sessiz bir yürüyüş içindeydi. Kendisi yorulmuyordu ve zor acıkıyordu ama görünüşe bakılırsa Alice bunlara ek olarak gittikçe hızlanıyordu. Adam kadını yavaşlattığını düşünmeye başlamadan edemedi. Ayrıca Hadrhune uzun sessizliği bozacak gibi değildi ve Alice’in de konuşmaya pek niyeti yoktu.

Hadrhune ile aynı bedeni paylaşmaya başladıklarından beri Tengu belki isteyerek belki de istemeden aklında hayali bir mekan yarattı. Öyle ki bu konaklama yerinde Hadrhune ile konuşabiliyordu ve o rahatsız edici geriye bastırılma hissini duyumsamıyordu. Basitçe yıldızlı bir gecede ateş yakılmış basit bir kamp yeriydi. Hadrhune bedeni yönettiğinde yere yatırılmış bir kütüğe oturur beklerdi. Bazı zamanlar Hadrhune da onunla oturmaya gelirdi. Böyle olduğunda sanki bedeni ikisi birden ortak bir irade ile yönetiyorlarmış gibi hissederdi. Alice ile yürürlerken işte bu zamanlardan birini yaşıyordu Tengu.

Hadrhune karşısına oturdu ve gölgelerden oluşan bedenini Tengu’un bedenine biraz olsun benzeterek yeşil parlak gözlerini ona dikti. Direk olarak konuya girdi. Tengu’ya göre bir şeyler Hadrhune’u bir süredir oldukça rahatsız ediyordu. Golem ile olan karşılaşmasından beri aylar geçmişti ve bu süre zarfında kasabadan kasabaya Alice’in peşinde dolanmışlardı. Alice Tengu’ya alışmıştı ama sanki o yokmuş gibi davranıyordu. Daha onun ne aradığını bile bilmiyorlardı.

“Ne yapıyoruz böyle ha? Ona âşık isen bunu söylemelisin, karşılık verir veya vermez – ki bunu düşünmek dahi biraz hayalperestlik gibi geliyor bana- sonuçta bu senin hayatın ve karar vermek bana düşmez ama sinirimi bozuyorsun be adam. Geri kalan ömrünü seni bir orman sincabından daha çok düşünmeyen birisinin peşinde dolaşarak mı geçireceksin?” dedi iğneleme dolu sesiyle. Tengu onun ne demek istediğini biliyordu. Yaptığı aptalcaydı ama uyandığında en sevdiği kişiyi bir kol mesafesinde bulabilmek tek başına onun için yeterliydi. Gümüş saçlı kadının ona karşı aynı hisleri beslemediğine adı gibi emindi ve Tengu’nun ne düşündüğünü dilsiz olmasına rağmen Alice’in de bildiğinden şüphe etmiyordu. Nihayetinde kaç erkek tek kelime etmeden ve ona el uzatmadan bir kadını yüzlerce kilometre takip eder ve büyücüler ile onların golemlerinden kurtarır?

Bu düşüncesini Tengu dile getirmeden de Hadrhune ateş başındaki mekanlarında duyumsayabiliyordu. Tengu yavaşça ama güçlü bir şekilde konuşmadan derdini anlatabilmeyi benimsemişti. Eskiden nasıl ustası onu anlayabiliyorsa artık bu yeteneğe sahip olmayan insanlar ve hatta hayvanlar dahi Tengu’nun ne söylediğini akıllarında duyabiliyorlardı. Bu durum Hadrhune’un günlük yaşamdaki kaçınılmaz gerekliliğini de ortadan kaldırmıştı kaldırmasına ama Alice ile gittikleri kasabalarda başlarda pek hoş karşılanmadılar.

Bunun yanında Tengu ile Alice nereye giderlerse gitsinler oradan ayrılırlarken arkalarında iyi birer izlenim bıraktılar. Ne kadar kötü karşılanırlarsa karşılansınlar ve gittikleri yer ne kadar kalabalık olursa olsun onlar hep hatırlanan kişiler oldular. Bunun Alice’in gerçekten çok güzel olması veya Tengu’nun büyüklüğü ile ilgisi yoktu. İnsanlara yardım ediyorlardı ve hiçbir karşılık beklemiyorlardı. İkilinin gittikleri yerlerde tek istedikleri şey bilgiydi. Kendisine altın nefes diyen bir büyücüyü arıyorlardı.

Normalde Byakkoya da kimse bir büyücüyü aramazdı. Bu bas bayağı delilik olarak kabul edilirdi çünkü bir toprak lordu dışında kimsenin onlara ihtiyacı olmazdı. Büyücüler hayatı geri getiremezlerdi, Gond rahipleri gibi iyileştirme güçleri bile yoktu. Ellerinden ancak ve ancak yıkım gelirdi. Yaratmayı amaçladıklarında bile ortaya çıkan şey her zaman daha çok yıkıma sebep olurdu. Kasaba ve köy insanları Alice ile Tengu’yu her defasında deli olarak görmeyi seçtiler. Ancak birkaç gün konakladıklarında Tengu’nun ertesi sabaha onlarca at nalını onarması ve Alice’in dağlardan onlara buz getirmesi tuhaftır, istisnasız, yüreklerini ısıtırdı. İkili her gittikleri yerde ihtiyaç olunan bir şeyler buluyorlardı. Tengu’nun mizacı yardım edebilecekken yardım etmemeyi kabul edemiyordu ve Alice için ilgilenilmesi gereken birkaç eşkıya veya koyunları tehdit eden aç kurt sürüsünün hakkından gelmek sorun olmuyordu.

Sonuç olarak gittikleri her yerde bedava aş ve çatı bulabiliyorlardı ancak büyücüden eser yoktu. Ara sıra hakkında bilgi sahibi olabilecek insanlara buzdan kılıcı bir genç adamı da sormuyor değillerdi fakat bu soru ya korku ya da anlamazlık dolu bakışlara sebep oldu. Korkanların yüreklerinden geçeni Hadrhune söküp alabiliyordu ama asla elle tutulur bir bilgi olmazdı.

Ortada olan ve sahip oldukları tek bilgi kısa zaman içinde Radohinler arasında tek bir insan yüzünden büyük bir savaşın patlak vermesi ihtimaliydi. Her nasıl olduysa birileri büyük bir tezgah hazırlamıştı. Sönmüş intikam ateşleri geri yakılmış, gönlü daha büyük zenginliklerin hayalleri ile dolu krallar yüreklendirilmiş ve savaş meydanlarının tozu alınmıştı. Tüm parmaklar Ramuthra’yı katleden kılıçlıyı gösteriyordu. “Wilvarin’in kılıcı” demişti Alice bir ara. Hadrhune Tengu’ya bahsi geçen Wilvarin’in kim olduğunu anlattığında Tengu’nun kalbi hüzünle doldu.

Günün sonunda varmak istedikleri noktaya varmışlardı. Savaş için yanıp tutuşan paralı askerlerin ve paranın kokusunu alan fahişelerin cirit attığı birkaç saate kadar alevler içinde kalacak bir kasabaydı. Basitçe kasabanın toprak lordu krala vergi vermeyi reddetmişti. Kral öteki lordlarının ona karşı saygınlığını kazanmak için yaklaşan büyük savaş öncesi bu kafa tutan çıbana bir ders vermek istiyordu. Ne var ki lordun paralı askerlerden toparladığı ordu bile kraliyet birliklerinin üçte biriydi. Çıban büyüktü ve rahatsız edici olmaktan fazlasıydı. Lord ekstra mükafat karşılığı paralı askerlerinin krala katılmasını önermişti ancak kral bunu gururuna yediremedi ve birliklerini bölerek lordun ikamet ettiği kasabaya yürüyüşe geçti.

Paralı askerler para için hayatlarını ortaya koyarlardı ama aptal değillerdi de. Söylenti çabuk yayıldı, lord bir büyücü kiralamıştı. Söylenti öyle büyüdü ki dört yüz kilometre uzaktan Alice ile Tengu bile bunun izini sürme ihtiyacı güttüler. Tengu daha önce gerçek bir savaşın ortasında bulunmuş değildi ancak ortama ayak uydurabilecek biriydi. Alice ise sanki oldukça tecrübeliydi. Zaman kaybetmeden paralı askerlerin başvuru yaptıkları standı bulmasını bildi ve isimlerini yazdırarak ödemelerinin yarısını peşin alabildiler. Tengu ona gerçekten savaşıp savaşmayacaklarını bile sordu ama Alice ciddi bir tavır ile hayırladı. Sadece kalabalığa karışmalılardı. Hangi gruba ait olduklarını gösteren bir kol bandıydı tek ihtiyaçları.

Alice’in söylediğine göre sonraki adım büyücüye ait taze söylentiler bulmaktı. Onun gerçekten varsa nerede konakladığını, potansiyel suikastçılar oldukları düşünülmeden, öğrenmelilerdi. İkili sert cevizlerden bir şeyler sökmeleri gerektiğinde Tengu’nun kaba kuvvetini kullanıyorlardı. Ancak pis ve gözü fır dönen tipler Alice’İn işiydi. Kadın gerektiğinde gerçekten iffetini kullanabiliyordu. Ancak fazla uzayan ellerin buz kestiği de olmadık şey değildi. Kraliyet birlikleri ufukta belirdiğinde hava tekrar kararmaya başlamıştı bile ve onların elleri boştu.

Alice ve Tengu sıkça baş başa kalırlardı. Bu zamanların büyük kısmı koyu bir sessizlik ile boyanır ve öyle kolayca ortadan kalkmazdı. Kasabanın derme çatma tahta surlarının birkaç kilometre ötesinde kralın askerlerinin meşaleleri geceyi renklendirirken ikisi bir duvarın ardında onlara emanet edilmiş oldukça adi silahlarını kuşanmış biçimde omuz omuza bekliyorlardı. Sessizlik yine hüküm sürerken Hadrhune artık buna gerçekten dayanamadığına karar verdi. “Biliyor musun Alice, Tengu’nun büyük annesi onun düşündüğü gibi biri olmayabilir” dedi aniden.

İkisi de bu hızlı çıkışa bir anlam veremediler ve bakıştılar. Eflatun gözlerin içinde yeşil bir parlama belirdi ve Tengu’nun bedeni konuşmaya devam etti, “Alice, sen pek bilmiyorsun ama Tengu hep böyle değildi. Aslında bir insan için bile oldukça zavallıydı. Ona bir insan gibi davranan ve onu eğiten tek bir kişi vardı, babaannesi. Tengu’ya acıdığı için midir dersin? Hmm, hayır hiç sanmıyorum. Bence o Tengu’nun aslında ne olduğunu bildiği için böyle davranıyordu.” Dedi hınzırca.

Tengu’nun sözleri ikilinin sırtlarını verdikleri duvar kenarının sağından yaklaşan ağır bir his ile kesildi. Öyle ağır bir havaydı ki solumak için gerçekten çaba sarf etmek gerekiyordu. Sanki tüm oksijen emilmiş ve yerine su basılmıştı. Yine de nefes alabiliyordunuz ama bu kez de düşünmek zorlaşıyordu. Hadrhune sadece ağzının değil tüm bedenin yönetimini ele alana kadar Tengu yutkunamadı bile. Adam aklındaki ortasında iç ısıtan bir ateş yanan mekanına geri çekilirken Hadrhune’un söylediklerinin ne anlama geldiğini düşünmeden edemedi.

Ozetreth onları burada bulmayı ummuyordu. Aradığı adamın bir büyücü olduğunu düşünüyorsa da elinde yeterince kanıt yoktu ve geçen bir ay boyunca izlediği üzere insanlara sadece yardımcı olmuştu. Tam izlemeyi bırakıp keyif için bir iş kabul ettiğinde savaşın ortasında bu adamı da bulmak ilgi çekiciydi. Aslında toprak lorduna yardım edeceği yoktu. Parayı alıp arkasına bile bakmadan gidecekti, sonuçta sadece orada bulunmak için söz vermişti, savaşmak için değil. Ancak kendisine Tengu diyen bu adamı oldukça kötü hazırlanmış bir mızrak ile görünce merakını bastıramadı. ‘Savaşacak ama büyü kullanmayacak mı? Neden?” Ozetreth onu anlamıyordu. Yanındaki kadını da anlamıyordu ama onun bir radohin olduğunu ta Gond’dan anlayabilirdi. Radohinlerin işlerine bulaşmayı pek sevmezdi ama ikili ile konuşmaya karar verdi.

İlk fark ettiği şey adamın mizacının birden bire tamamen değiştiği oldu. Kadın aynıydı, ikili onun varlığı altında ezilip bükülmeden akıllarına mukayyet olabiliyorlardı. Omuz omuza verip duvar yanında sıra olmuş yüzlerce paralı asker o anda ya delirmek üzere ya da baygındılar. Ozetreth bir yerde gereğinden uzun kalmamasının gerekliliğini can sıkıcı buluyordu. Ancak bu ikisi ile yeterince doyurucu bir diyalog kurabileceğini düşünmeden edemedi.

Hadrhune ayağa kalktı. Karşısındaki bir insan olamazdı, çok güçlüydü. Hiçbir insan bu kadar gücü bir şeyleri feda etmeden zapt edemezdi. Koyu mavi yeleği ve siyah bol pantolonu ile sıradan bir görüntü sunan sıradan bir gençti. Hadrhune konuya direk girmeyi severdi, vurulmadan önce vurmayı da severdi ama en çok umulmadık bir cümle sarf etmekten haz duyardı. Karşılarındaki mavi yelekli adamın gözlerinde bir an için gördüğü kıvılcım ona eğlenceli bir koz vermişti.

“Huzurunuzda bulunmaktan onur duyarım, üzerinizde Zhyn Zhenephret’in mührünü taşıdığınızı görmeden edemedim. Adınızı bağışlayabilir misiniz? Benim adım Tengu’dur, bu da sevgili yol arkadaşım Kuzey’in Buz Nefes Alice’i”. Kesintisiz cümlesi bittiğinde Tengu’nun yüzünde muzaffer bir gülümseme olduğuna emindi Hadrhune. Bunu bastıramıyordu, Tengu’nun bedenine hapsolduğundan beri karşılaştığı en kudretli varlığın beklenmedik bir karşılık görmesi onun için inanılmaz eğlenceliydi. Eğer konuşanın Hadrhune olduğunu öğrenirse mavi yelekli adamın ne yapacağını da ayrıca merak ediyordu çünkü o ana kadar Tengu’ya karşı sadece merakla karışık bir küçümseme duyumsadığına emindi.

Ozethret binlerce yıllık ömründe nadiren bu denli şaşırmıştır. Saniyelerce ne diyeceğini bilemedi. Byakkoya da nefes alan herhangi birinin Zhyn’in tam adını korkusuzca zikredebileceğine inanamıyordu. Bu bir yana ondan başka birilerinin efendisi Zhyn’in adını bilmesi bile tam bir fiyaskoydu.

Ozetreth tek bir varlığa hizmet ederdi. Ne sesini, ne cismini ne varlığını duyumsadığı ama orada olduğundan gücü sayesinde emin olduğu Zyhn Zhenephret. Sadece kendisine sakladığı Grimore’sinde onun imzası vardır. Geleneksel büyünün aksine büyücünün direk olarak iç enerjisini değil önce çevresindeki enerjiyi kontrol ederek içine çekmesini ve ardından kullanmasını öğütlerdi. Sonuçta hiç tükenmeyen bir yaşam enerjisi ile hayatına sonsuz gibi gelen bu süre boyunca devam etmiş olan Ozetreth birilerinin daha usta Zhyn’den haberdar olmasını şaşkınlıkla karşıladı. Kendi gücüne olan sonsuz güveni alelade bir insanın bir çırpıda söylediği şeyler altında zorlanarak sınanıyordu. Tez vakit Tengu’nun kimliği ile ilgili daha ayrıntılı bilgiye sahip olmalıydı.

Ancak Hadrhune harika bir zamanlama duygusuna sahipti ve bir sonraki dakikada ilk mancınık güllesinin tam olarak nereye isabet edeceğini kestirebilirdi. Yanı başlarındaki ev ilk gülle ile yerle bir olurken yüce Ozetreth aklına gelen sayısız suali yuttu ve kendisine olan anlık şüphesinden doğan öfkesini aslında amaçlamamış olsa da kraliyet birliklerine doğru yönlendirmeye karar verdi. Tengu bekleyebilirdi. Birlikler üzerilerine gelen mavi alev toplarına anlam veremeden bakarlarken ölüm başlarına gelecek en basit şeydi.
[*]Aslında bu bölümde özellikle anlatmak istediğim bir mevzu vardı ama 21'e erteledim. Lotro yüzünden gecikiyor bölümler ama koyubeyaz dışında son bölüme kadar okumuş olan da henüz yok sanırım.[/*]

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-20
« Yanıtla #50 : 25 Eylül 2010, 13:18:45 »
Geçen bölümdeki radohinin ani ölümünden sonra bu adamın geleceğini de pek parlak görmedim ben.  ;D

Önceki bölümde Nehardin yazmışsın, bu bölümde Neshardin olunca 'bu kim yahu?' dedim. Bir harf değişik olmasına rağmen anımsayamamamı da aradan geçen uzun süreye veriyorum gerçi.

Bölüm çok güzel olmuş gene, Tengu ile Alice'in bir arada nasıl dolaştıklarını falan merak ediyordum açıkçası. Oldukça ilginç bir durumları var ve okumak garip bir zevk veriyor bu üçünün hikayesini. Bilmiyorum artık karakterlerle oldukça samimi hale geldiğimizden midir, okurken bir sonraki hamlelerini tahmin etmeye çalışıyorum refleks olarak.

LOTRO konusunda sonuna kadar hak veriyorum ayrıca. Ama Byakkoya daha ilgi çekici.[*]Online versiyonundan tabi.[/*]
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 21
« Yanıtla #51 : 14 Ekim 2010, 23:28:01 »
Bölüm 21[*]Kısa oldu bu kez biliyorum ama bir noktadan sonra devam edesim gelmedi. "Sonrası haftaya" tarzı oldu azıcık, pislik oldu.[/*]


Jonnarius bacaklarını sarkıttığı kilisenin balkonundan aşağıdaki kalabalığı izliyordu. İnsan bedeninde olmayı seviyordu, küçük olmak ama güçlü olmak farklıydı. Büyük olmak sorumluluk gerektiriyordu. Büyük olmayı hiçbir zaman kendisi istemedi, bu ona verilen bir lütuftu. Öyle ki pek çok Radohin’in doğduğu gibi gelmedi dünyaya. Farklılığı bundandı belki. Sıradan Radohinler bir kardinal yönün efendisi olsalar dahi ancak ve ancak iki yol ile oldukları şey haline gelebilirlerdi, ya da aralarında bilinen buydu. İlki her canlı türün sahip olduğu üreme yeteneğiydi. Üreyemeyen bir organizma canlı kabul edilemez fikri evrenin temel kanunlarından biriydi ve Jonnarius bunun bilincindeydi. İkinci yol aslında bir lanetti. Özü eskilere dayanan bir lanetti ama orada olmasının bir sebebi vardı. Radohinler bir zamanlar kendi renkleri ve yöntemleri yüzünden aralarında öyle büyük savaşlar verdiler ki sayıları dramatik biçimde azaldı. Bir dönüm noktasında ya türlerinin devamlılığını garantilemek için bir anlaşmaya varacaklardı ya da son damla kan dökülene kadar savaşmaya devam edeceklerdi.

Jonnarius bir fikir ile çıka geldi. Zaten lanet de ona aitti. Kanında çok az bir miktar bile olsa asalet taşıyan herhangi bir canlı, radohin külünü sindirerek bir radohine dönüşme yeteneği kazanacaktı. Bu aklı az bir tilki de olabilirdi, bir evsiz ve kimsesiz insan da. Gerekli olan tek koşul asaletti. Nadir bulunurdu. Fikri ortaya sürdüğünde ağzından çıkanları dinleyen ve hayatta olan tüm radohinler tüm kelimeleri beğendiler. Egoları okşandığında radohin veya insan, fark etmiyordu. Fikir hem her birinin gururunu güçlendirdi hem de korkularını söndürdü. Geriye tek bir radohin bile kalmış olsa, hatta yüz yıllar önce ölmüş bir radohinin külü bile kalmış olsa tür devam edebilecekti.

Her biri laneti kabullendi ve lanet bundan güç aldı. Ancak Jonnarius hepsinden bir şey gizledi, asaletin yanında bir şart daha gerektirdi lanet. Güç ikinci unsur oldu, yaşama arzusu ile dolup taşmalıydı külü hazmeden kişi. Son çare olarak veya daha fazlasını istediği için yemeliydi külü. Bu sayede zayıf iradeli veya bencil olmayan, sadece güç için daha fazlasını isteyen ve laneti kendisinden sonraki nesillere de taşıyacak nicelerinin önü açılmış oldu.

Jonnarius işte bu iki koşulun da dışında bir radohindi. Annesi veya babası yoktu. Küllerden doğmadı ama yaşamı boyunca binlerce torunu oldu. Nefesi ile ölen ejderhalar pek çok yenisine hayat verdi. Jonnarius bir saf kandı. İlk beş radohinden biriydi. Kızılların atasıydı ve hep öyle kalacaktı. Kilisenin tepesinde otururken beşinin yaratıldığı günü dünmüşçesine anımsıyordu. Aşağıda karınca sürüsü gibi yürüyen on binlercesi gibi çamur ve havadan değildi eti. Kardeşlerinden Ramuthra’nın ölümü ile o anda bile sarsılmış haldeydi. Onun da ölümlü olduğu hiç bu denli güçle yüzüne vurulmamıştı. Byakkoya’da gözlerini açtığı ilk anı hep hatırladı ve hatırlayacaktı.

***

Zhyn Zhenephret çok yaşlı bir adamdı. Sesi eski ama sağlam bir kemanın tınısı gibiydi. Sanki gözleri artık görmüyordu ve kamburu develeri kıskandıracak cinstendi. Her adımı acı doluydu, hayatından bezmiş gibi bir hali vardı. Nasıl bakılırsa bakılsın zamanı bitmek üzereymiş izlenimi yaratıyordu “Evlatlarım, ömrümde gördüğüm en güzel şeylersiniz. Hayatta olduğunuz için sizler ile gurur duyuyorum.” Dedi mutlulukla. Birkaç gözyaşı bile döktü. Dairesel bir salonun ortasındaydı, beş eşit aralıkla, beş beşikte, beş sürüngen yavrusu yatıyordu. Beşiklerin içleri yumurta değil bir tür plasenta kalıntısı ile doluydu. Sayısız denemenin en son ve mükemmelliğe ulaşmış haliydi bu beşi. “Size birer ad vermeliyim. Adsız tek bir canlı bile yoktur ama sizin doğal birer adınız yok. Nehrin adı, dağın adı veya her bir ağacın adı kendinde saklıyken sizinkiler yoklukta salınıyor olmalılar. Sizi yokluktan çekip çıkardım, bunu bilin. Karanlığın yok olmuşlukla kaplı tarlalarında yürüyen adamın krallığında hak ettiğinizi bulamazdınız.

“Senin adın Silvan, Doğu’nun zümrüt radohini olasın.” Dedi sırtında ve kuyruğuna yakın bölgesinde toplam iki çift kanadı olan yeşil ejderhaya. Silvan minik burnu ile elini başına koymuş adamı sevgiyle dürttü. “Senin adın Selvarin, Kuzey’in buz nefesi olasın.” Beyaz ejderha yavrusunun gözlerinde merak vardı. Günlerin neler getireceğini bilmemenin huzursuzluğunu o anda bile taşıyordu. “Senin adın Bahful, Batı’nın topaz radohini olasın.” Bahful temkinliydi, duygularını gizlemeye çalışıyordu ama gençliğinin daha en başındaydı. Kırmızı tenli sürüngene yaklaştı yaşlı adam, “Adın Jonnarius’dur, Güney’in alev yürekli radohini olasın.”. Son olarak siyah pullu öfkeli görünen ejderhaya yaklaştı adam. Ona dokunmadı, çekinir gibi bir hali vardı. “Seni ben yaratmadım, ruhunda topraklarına adım atıp çıktığım hükümdarlığın izini taşırsın. Yine de bunu seçen sen değildin, görevim seni isimlendirmektir. Adın Ramuthra ola gelsin, hiçbir kardinal yöne hizmet etmeyesin, Abyss senin evindir. Kardeşlerin arasındaki dengeyi ne pahasına olursa olsun koruyacaksın.” Dedi eski günlerinden nefesine akıp gelen genç ve tok sesi ile Zhyn.

“Her biriniz benim kendi alevimden hayat buldunuz. Ben bile ölümlüyüm, Diğer her canlı gibi. Gerçek tek bir ölümsüz ile tanışabildim ama sırrını bana söylemedi. Ölümsüzlüğü sizinle buldum. Mirasıma, kendinize saygı gösterin. İnsanların üzerinde kalın ve aşağıya inmeyin. Bir kere onların entrikalarına karışırsanız lekelenirsiniz. Toprağa basmayan melekler gibi olun. Nefesinizi tek bir toprak evladı için bile harcamayın, ben Zhyn, hepinizi son nefesimi verirken uyarıyorum. Sevgi ile yaşayın ve onsuz ölmeyin.” Son sözüne kadar kamburunu hiçe sayarak dimdik duran yaşlı adam ağzını kapattı ve derin bir soluk verdi. Yavaşça ve usulca yere yıkılırken ejder yavruları aslında o anda gereksiz hale gelmiş beşiklerinden fırlayıp adamın yanına gittiler. Jonnarius hariç hepsi ağladı. Jonnarius güçlüydü, kendisi için yaşamayacak kadar güçlü.

***

Kilisenin balkon manzarasında kızıl ejderin gözüne bir şey takıldı. İki insan sokak boyunca yürüyorlardı, aradığı şey onlardı, tüm gündür bekliyordu. Şehrin dışına çıkıyor gibiydiler. Bir hafta önce ikili gerçek üstü bir savaştan sağ çıkmışlardı ve o vakitten beri Jonnarius onları arıyordu.

Yaratıcısı Zhyn’in yaşayan tek çırağının da karıştığı basit bir dukalık kavgası adeta bir kainatlar muharebesine dönmüştü. Savaşın vuku bulduğu topraklar uzun yıllar ekin vermeyecekti. Jonnarius’un Tengu ile Alice’i izlemekte belirli bir sebebi vardı ve koruyucu meleklik görevi ilk kez gerçekten gerekli olmuştu. Aslında ne yaptığını düşündükçe artık bunamaya başlayıp başlamadığını merak ediyordu. Yarattığı radohin lanetini kalbinde yakıp kül etmiş bir insan ve radohin kimliğini sadece bir yadigar olarak saklayan öteki.

Ozethret, ustası Zhyn kadar güçlü müydü Jonnarius bilmiyordu. Tek bildiği herhangi bir radikal nesnenin, olayın veya kişinin onu her nasılsa gerçekten çok sinirlendirdiği gerçeğiydi. Ozethreth’in güç sözlerinde, kadim radohin, korku ve öfkeyi kolayca okuyabildiğinde işlerin pisleşeceğini hemen anladı.

Ramuthra’nın ölümünden beri Tengu’nun benliğinde kapalı, sağlam bir duvar duyumsar olmuştu. Yıkılmaz ve ardı görülmez, güçlü bir duvardı bu. Ardındakinin yani bu duvarı ören kişinin, Tengu’ya ait bir benlik olmadığına Jonnarius emindi. Merak ettiği şey Jonnarius’un yüzlerce yıldır planladığı projenin bu duvarın ardındaki kişi tarafından sekteye uğratılıp uğratılamayacağıydı. Gerekirse Tengu’nun sınırlarını zorlaması gerekecekti bu istilacıyı ortaya çıkarmak için. Ancak o güne daha uzun zaman olduğunu umuyordu Jonnarius.

Kızıl radohin halen insan suretinde balkonda anılara dalmış vaziyetteyken yanı başında bir iç çekiş duydu. Tekrar düşündüğünde bunun daha çok bir pipodan alınan nefes olduğunu gördü. Kol mesafesi kadar uzağında siyahlı bir adam oturmuş aynı onun gibi bacaklarını balkondan aşağıya sarkıtmıştı. Geldiğini duyumsamamıştı bile.

Piposunun ağızlığı uzun ve kavisliydi. Onu tutan ellerinde parmaklarını açıkta bırakmayacak biçimde sargılar vardı, sanki değişme zamanları gelmişti. Adamın kafası görünmüyordu çünkü geniş ve derin bir başlık takıyordu. Jonnarius’un burnuna adamın kokusu geldiğinde bir şeyler söylemesi gerekmediğini düşündü. Öyle rahatlatıcı bir doğal kokusu vardı ki kesinlikle insan olamazdı, dumandan ayrı bir esanstı. Kalp atışları havadaki tüm molekülleri ahenge sokuyordu. Düşünceleri bulutların ardındaki göğü daha mavi kılıyordu. Konuştuğunda kış sonrası ilkbahar kuşlarının sesini duyduğuna yemin edebilirdi yaşlı radohin. Her şeyin en güzel yanı, adamın tüm bu hisleri tamamen istem dışı uyandırmasıydı.

“Çırağıma ilgi gösterdiğini artık görmezden gelemem öyle değil mi? Kimsin sen? Aklın gölgeli ve kalbinde korkunun sessizliği var.” Adam kadim ejderhayı can elinden vurmuş gibiydi çünkü insan suretli yüzünden an için bile olsa şaşkınlığın imgesi geçti. “Onları koruman beni duygulandırdı. Az daha canından olacaktın. O mavi alev topları can acıtır, bilirim.” Dedi kıkırdayarak. Ardından piposundan derin bir nefes çekti. Çıkan duman sanki neşe doluydu.

Jonnarius adamın kim olduğunu bilmiyordu ama bir fikri vardı. Onu Tengu ile sık sık bir arada gördüğü zamanlar olmuştu. Ondan ‘çırak’ olarak bahsettiğine göre zarar verecek birisi olamazdı. Kaldı ki bu adam birisine zarar vereceğini ciddi biçimde beyan etseydi bile radohin büyük olasılık ile ona inanmazdı. “Ölüm senin için ne ifade eder efendi? Sözünü ettiğin korkum ölümden kudret alır.” dedi. Adamın cevabı Jonnarius’un emin olmasını sağlayacaktı. “Ölüm yaşamdır, yaşam ise ölüm. Biri ötekinin yarısıdır. Birini inkar etmek veya ötekinden korkmak nice ömürleri trajediye sürükledi ve sürükleyecek. İşleyiş bunu emreder, düzen bunu buyurur.” Dedi sanki belli bir metinden alıntı yapıyormuşçasına.

Jonnarius cevaptan memnun kaldı. Bir şekilde kendi kalbindeki korkuyu dağıtmasına yardımcı oldu belki bilinmez. O hiç korkmazdı. Korkuyu tanımazdı. Yaratıcısının sözlerini düşündü, “…Ölümsüzlüğü sizinle buldum…”. Bu adamın yaratıcısının son konuşmasında bahsettiği ölümsüz kişi olduğuna her bahse giderdi. Tengu’yu emin ellere bıraktığına memnundu. Yüreği neşe ile doldu. “Ona iyi bak olur mu efendi?” dedi balkonda ayağa kalkarken. Adam piposunun külünü usulca balkondan aşağıya boca etti ve kalkmadan sordu. “Kimsin sen? Eğer benim adımı talep ediyorsan bilesin, aslında hiçbir adım yok. Ne yokluğun tarlalarında yürüdüm ne de ışığın elinde beden buldum.” Dedi merakla ama üsteleyerek. Kadın kendisini balkondan aşağıya bırakırken kollarını açtı ve tek bir kelime söyledi.

“Babaannesiyim”

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 22
« Yanıtla #52 : 18 Ekim 2010, 02:08:58 »
Bölüm 22


Sıradanlık çizgisinin ötesine düşmüş bir benliğin karşılaştığı yeni anlamsızlıkları kabullenmesi ile başlamış bir yolcuktu aslında olup biten. Bilinmezliğin gölgesinde kalan anılar bir çift parlak yeşil gözün dikkatinden kaçmadılar. Hadrhune zamanı çizgisel algılamazdı. Tengu’nun aklı ise herhangi bir insanın sahip olduğu ile yakından uzaktan yakınlık taşımıyordu. Zaman çizelgelerinin başlangıç ve bitiş noktaları birbirlerine girip budaklanmış haldeydi.

Fiziksel açıdan ilk göze batan şey mükemmellikti. Tek bir gereksiz mutasyon veya organik düzensizlik yoktu. Evrenin hiçbir yerinde evrimin hangi basamağında ve yolunda olursa olsun bu denli ortamına uyum sağlamak için tasarı bulmuş bir insan vücudu yoktu, biliyordu.

Sinir hücrelerinin kendini onarmadaki güçlüğü bedendeki her bir hücrenin her işi yapabilecek nitelikte olması ile aşılmıştı. Sanki en basit deri hücresi bile bir kök hücresiydi. Tengu uyurken Hadrhune onun sinirlerinin sonsuz derinliklerinde keşfe çıkardı. Tengu’nun devimsi bedeni, tırnağına kadar bir beyindi aslında. Uyku halindeki Tengu’nun bilincini gizlice takip ederdi çünkü kaybolmak inanılmaz kolaydı. Anılarına açılan gizli kapılar ve duvar çatlaklarını bulmak için bunu yapmak zorundaydı. İşte sorun burada başlıyordu, Tengu’nun bedeni fazla mükemmeldi.

Tek bir kusur bile gözlemleyemedi. Bir anıya açılan kapıyı araladığında ona görünmeden sıvışması olanaksızdı. Tüm travmalar sanki güzelce alçı ile kapatılmıştılar. Bir defasında Tengu kâbus görürken bunun bir parçasıymış gibi sıvışmaya çalıştı ancak az daha zavallı adam aklını yitirecekti. Hadrhune’un varlığı en büyük kâbuslardan biriydi. Gerçek yüzüne kendisi bile aynada bakamıyordu.

Hadrhune bu aşamada bir çıkar yol bulmak için olasılıkları değerlendirdiğinde Tengu’nun bedeninin Byakkoya standartlarına uymadığı gerçeğini başlangıç noktası olarak seçti. Onun anahtarcı, yani Tengu’nun deyişi ile Esrod tarafından tasarlanmış olduğu ilk akla gelen ihtimaldi. Genelde ilk akla gelen doğru olandır ancak Hadrhune kozmik düşünür. Basitleştirme düşük kapasiteli ve ölümlü akılların potansiyeli en yüksek olasılığa, en iyi değerler ile en kısa zamanda, varmaları adına müthiş bir yol olsa da Hadrhune için bu komik bir seçenekti.

Kilitli olmayan güncel anılarda Esrod’a dair eline geçirebildiği her sahneyi inceledi. Esrod’un Tengu ile konuştuğu anlarda o üçüncü bir şahıs olarak izlerken siyahlı adamın ona doğru konuştuğu ve sanki Hadrhune oradaymış gibi cevaplar verdiğini dehşet ile fark etti. Adam her yerde üstündü. Her anın, her anının, her ruhun ve düşüncenin anahtarı onun elindeydi ve kilitli mekânlara umarsızca girmekten çekinmiyordu. Hadrhune onu kıskanmaktan kendini alamadı. Zaten her şey onun için böyle başlamamış mıydı? Esrod denen adama denk olmak istiyordu. Her şeyini yokluğun efendisine verip özgür kaldığında en tepeye çıkabilmişti ama halen bir şeyler tersti. Çıktığı yer sadece görebildiklerinin en tepesiydi hepsi bu. Göremediği kadar uzakta başka zirveler vardı. Bir güvercin uçabilse bile bunu dünya da yapmak zorundaydı.

Şimdiki hali aklına geldikçe öfkelenmiyor değildi. Tengu ile olan karşılaşmasında hiç böyle olmasını amaçlamamıştı. Ters giden neydi peki? Unutmak istediği o andı, buna emindi. Tengu kılıcı vasıtası ile onunla konuşmamış mıydı? “Yeter bu kadar savaştığın” dememiş miydi tüm içtenliği ile ona?

Tengu’nun aklının dehlizlerinde elinde kendisinin varlığa dair geri kalan her şeyini katletmiş kılıcı tutarak kilitli kapılara bakıyordu. Kılıç çok büyüktü ama Tengu onu tahta bir sopaymış gibi savurabiliyordu. Hayır, tahta ve keskin bir kılıç gibi belki ama basit bir iş değildi.

Aylardır Hadrhune Tengu’nun aklında o uyurken işte bunları tekrar tekrar yaşıyordu çünkü hiç uyumazdı. Yapacak bir şeyler ile oyalanmalıydı. Kılıcın kendisinde olduğu gerçeğini ondan saklıyordu çünkü kılıç Hadrhune’un tek çıkış yoluydu. Bunun sebebi kılıcın bir şeyin anahtarı olmasıydı. Anılarda bunu kesin bir şekilde kanıtlayabilmişti, sadece neyin anahtarı olduğunu bilmiyordu hepsi bu.

Öyle ki Esrod’un enigmatik bir fenomen olsa bile en azından tanımlanabilir bir belli bir doğası vardı. Hadrhune bu gerçeği ölümlü hayatının sonunda elde ettiği değerli bir kitaptan öğrenmişti. Düzene dair her şeyi simgeleyen tek bir noktaydı bu adam.

Güneşlerin yüreklerinde açan çiçeklerin esansının, onların ve nice diğer taşların özü olduğu. Olanların, olmayacaklara fısıldadığı günün başlangıcında, bilinenlerin unutulduğu. Yiten özün düşecek çukur bulamadığı. Tek bir alevin solmadan önce, umudu yarattığı. Yaratılışın tekrardan, atıfta her defada, kararsız kaldığı. İsimsiz olanın. Evet, onun, hepsi onun. Yokluk onun. O istemez. Elleri boştur. Bir elinde kadersizliği taşır, dokunmaya korkar sevse de. Ötekinde bilinmeyeni. Denge onunla vuku bulur ve asla bozulmaz. O dengedir.

O kendisi değildir


Hadrhune cümleleri sayısız defa delicesine ölçüp biçtiğini hatırlıyordu. Kitabın öteki hiç bir sayfasında bu adama dair başka betimleme veya gönderme yoktu. Anlayabildiği kadarı ile Esrod pek çoğunun taptığı tek tanrı değildi. Çoğunun taptığı sayısız tanrılardan biri de değildi. Sahi bir tanrıyı tanrı yapan neydi ki? Bunu biliyordu çünkü “O kendisi değildir” özellikle vurgulanmış durumdaydı. Kendisi olan tek şey bir tanrıdır çünkü er ya da geç özü sorgulanan diğer tüm canlı ve cansızların kökeni bir yaratıcıya gider. Ancak ilk sual de “kendisi” olmayı başaran biri tanrıdan başkası değildir.

Öte yandan kendisi olmadığını ilan ettiğinde bu, muazzam bir ihtimali de açık eder. Vurgulandığına göre bu ihtimal daha çok önem kazanır. İhtimal Hadrhune’a göre; Esrod bilinen her şeyin ve Obliu’nun hiçliğinin ötesinden bir ziyaretçidir. Esrod’un Kendisi olana ait olmaması Hadrhune için bile ürkütücüdür zira yaratılıştan üstün olma ihtimali göze batar.

Okuduğu kitabın anlamadığı pek çok kısmı vardı. Onu tekrar ellerine almak için anahtarlardan bile vazgeçebilirdi. Ancak az önce düşündüğü ihtimal, yani evrenlerden birinde yaratılıştan üstün olması olasılığı taşıyan birinin dolandığı ve onun gücüne gerçekten uğraşırsa sahip olabileceği ihtimali karanlıkta solmuş ruhunun tekrar bir genç adam gibi parlamasına sebep olabiliyordu. Şu bilinmeli ki Hadrhune var olan en büyük egolardan birine sahipti ve hep sahip olabileceğinden fazlasını istedi.

“Burada ne yapıyorsun?” dedi bir ses ona uzaklardan. Düşüncelerinden çekildiğinde Hadrhune Tengu’nun aklında birlikte oluşturdukları güvenli çayırlıkta birlikteydiler. Hazırlıksız yakalanmıştı. Uyuyor olması gerekirdi. Oraya neden geldiğini bile bilmiyordu, acaba en başından beri burada mıydılar? Ne kadar zamandır Tengu onu izliyordu. Hadrhune onun anılarının hepsine erişemiyordu ama acaba Tengu için de aynı durum geçerli miydi? Birden Hadrhune korktu. Gerçekten çok korktu. Kılıç elindeydi ve bir açıklama sunması gerekiyordu.

Aklına gelen ilk şey hiçbir uyarıda bulunmadan kılıç ile adamın özünü yok etmek oldu. Bunu neden daha önce denemediğini o anda bilmiyordu. Umursamıyordu. Panus adlı dev kılıç ile Tengu’nun aklındaki çayırlıkta oturduğu yatık kütükten kalktığında nedenini anımsadı.

O gözlerdi her şeyin sorumlusu. Kendisinden önce onu düşünen eflatun gözler. Tengu’nun aklında binlerce kilitli kapı vardı ama biri ötekilerden farklıydı, kapısı eflatun ve yarı saydam bir taştandı. Taşın üzerinde kudretli radohinlerin yaptığı savaşlar motiflenmişti. Kapı üzerindeki desenler istikrarlı bir şekilde ama yavaşça hareket ediyorlardı. Ara sıra Hadrhune oraya iner ve kapıyı izlerdi. Hep desenlerin bir anlam taşıyabileceğini düşünürdü. Çünkü biliyordu ki Tengu onunla ilk savaştığında bu eflatun gözlere sahip değildi. Yaptığı fedakârlık ile kendisinin bile farkında olmadığı bir kapıyı aralamıştı.

Kılıca son bir kez daha baktı, “Bu sanırım senin” dedi kendisi de inanamayarak. Esrod’a karşı yeni bir bahis oynayacaktı. Kapısında anahtar deliği olmayan bir kapıya sahipti Tengu ve ardında ne olduğunu Esrod bile bilemezdi. Hadrhune dramatik bir eylemde bulundu. Ta ki kapının açılacağı güne kadar Tengu’nun özü ile bir olmayı seçti. Zavallı Tengu tüm bunlardan habersiz sevinçle kılıcı aldı.

***

Tengu uyandı ve “Rüya?” dedi. O an dondu kaldı çünkü kendi sesini duymayalı sanki asırlar geçmişti. Yine de kendi sesi gibi değildi, yankılıydı. Anlamsız birkaç hece ile sesini kontrol etti. Hayır, kesinlikle bu kendi sesi değildi ama sesler çıkartabiliyordu. Nasıl bir yerde uyandığına baktı. Sırtını sert bir şeye dayamıştı.

Dönüp baktığında dövdüğü ilk ve son gerçek kılıcı gördü ve kalbi saf bir mutluluk ile doldu. Kafasına gelen bir tavuk kemiği ile gerçekliğe döndü, “Sessiz ol uyumaya çalışıyorum be adam.” Dedi Alice kaba ama şarkı gibi uykulu sesiyle. Ardından kısa bir sessizlik oldu ve “Hiiii!” şeklinde ufak bir nida koptu, “Konuşabiliyorsun! Hem de Hadrhune’un sesi ile değil!” Tengu, “Biliyorum, harika değil mi? Ancak garip, her şey çok farklı. Sana baktığımda ardında soğuğu görüyorum Alice.” Dedi düşünmeden.

Alice onun ne dediğini biliyordu ama bunu duymayı gecenin o vaktinde ormanın kalbinde ummuyordu. Radohinler türdeşleri ile karşılaştıklarında henüz kokularını rüzgar gibi bir dış etkenden dolayı alamamışsalar bile anlarlardı çünkü türdeşlerinin artlarında hizmet ettikleri kardinal yönü simgeleyen bir iz olurdu. Alice’in bunu Tengu’dan duymayı beklememesinin sebebi ise Tengu’nun ardında herhangi bir iz olmamasıydı. Yeni öğrendiği bu gerçeği kendisine sakladı ama o gece diğerlerinden daha huzurlu uyuyabildi. Tengu ile uzun uzun konuştuktan sonra adamın kendisine ait sesini duymak garip bir dinginlik sağlamıştı ona. Ertesi yarınların daha düzgün olacağını umut etmeyi isteyebiliyordu artık.

Ama önce Jonnarius defedilmeliydi.
[*]Yazarın Notu: Çok düşünsel oldu bölüm 22, affedin beni ey okuyanlar eğer sıktıysam bu kısımda. Olabildiğince anlaşılır yazmak için ciddi çaba sarf etmeme rağmen fuzuli cümlelerim olabilir. "Eh neden yayınladın böyle düşünüyorsan" diyecek olursanız, yazılması gerekiyordu bu aşamanın derim. Ayrıca 5000 kişiye teşekkür ederim hangi gerekçe ile olursa olsun bu başlığa tıkladıkları için ^^[/*]

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 23
« Yanıtla #53 : 22 Ekim 2010, 14:53:45 »

Malchizedek genç rahibe, o farkında olmasa bile, çok önemli bir soru yöneltti. “Bir elin her şeye kadir olduğunu nasıl bilirsin?”

Sorunun cevabını oğlana hiç öğretmedi. Hiçbir rahip adayına öğretilmezdi, kendi cevaplarını bulmalarını istenirdi. Ancak bu oğlan özeldi. Ozethreth ile ilgili çok fazla havada kalan yorum vardı. Gond’un başrahibi Malchizedek halen onursal görevine devam ederken bunun gibi sorunlu çocukları eğitmeyi seçiyordu. Ona göre çürük bir hasata bile muhtaç insanlar vardı ve her zaman eldeki ürün kullanılmalıydı.

Oğlan kimsenin anlamadığı üslubu ile suale yanıt buldu. “Üç duruma uyup uymadığını incelerim. Öncelikle elin var olma koşulunu yerine getirmesi gerekir, irade gütmeli ve bir düşünce eğilimi olmalıdır. Eğer var olduğunu kanıtlayabilirse bu kez onu var eden bir önceki ele karşı herhangi bir karşı koyma gücü taşımalı veya üstünlüğünü haklı biçimde beyan etmeli. Son olarak elin varlığının herhangi bir aşamasında bu iki koşuldan birini veya ikisini yerine getirmeye son vermesi halinde tüm varlık süreci boyunca her şeye kadir olmamış kabul edilecektir.”

Monoton sesi noktasını koyar koymaz yine sessizliğe döndü. Malchizedek genişçe gülümsedi. Ozethreth’in bir gün çok büyük bir insan olacağını görebiliyordu ama hangi tepede bayrak dikeceğini kestiremiyordu. İyi veya kötüyü seçmek değildi onun durumu çünkü mantıklı olanı seçeceğini biliyordu. Mantıklı olan unsur günü geldiğinde diğer herkes için habis sonuçlar doğuracak olsa da yüreği her ceremeye katlanarak beynini dinleyecekti. İşte bu bir rahipte olması istenmeyen bir nitelikti ve Ozethreth bununla dolup taşıyordu. Ne var ki Malchizedek Byakkoya’nın yarısını insanların kalpleri adına gururla yönetiyordu ve bunu başarılı bir şekilde yerine getirmensin tek sebebi makul bir insan olmasıydı.

Ozethreth’i itmeye karar verdi. Aslında bırakın onursal başrahibi, herhangi bir insan bile on iki yaşında bir çocuğa böylesine bir ilham vermemeliydi. Çocuk ile Gond’un en gizli sırlarının saklı tutulduğu kütüphanenin teoloji bölümüne yürüdü. Gond bir rahip ülkesiydi ama halk herhangi bir dine inanmazdı. Yasak olduğundan değildi bu durum, isteyen istediğini yapmakta özgürdü. Genel öğreti insanın kendi gücünü takip etmesiydi ‘Göğsün kalkanın, gözlerin meşalen ve ellerin mızrağın olsun’ sözü savaş kökenli değildi. Rahiplerin her gün insanlara öğütlediği binlerce yıllık bir sözdü.

Malchizedek kemik oyma anahtarı ile anahtar deliğini pek zor buldu ama başardığında memnun bir ses çıkardı. Oğlan her zamanki gibi ifadesizdi. Aslında Ozethreth de herhangi bir on iki yaşındaki çocuk gibiydi. Ufak hayaller ile yaşıyordu, gelecek zamanların neler getireceğini çok umursamıyordu ve evet, onun için de kızlar anlaşılması en güç mantıksal çıkmazlardı.

İkili uzun zamandır girilmemiş gibi duran kitaplıklar arası dar koridorlarda dikkatle yürüdü. Kitapların hepsi sıkı ve ince zincirler ve üzerinde tuhaf semboller barındıran bal mumu mühürler ile kapatılmış çelik veya ahşap kutulara kilitlenmişlerdi. Oğlan bunun toza ve zamana karşı bir önlem mi olduğunu yoksa kitapların okunmasının gerçekten istenmemesinden mi kaynaklandığını merak etti.

Malchizedek hiç şaşırmadan aradığı kitabın olduğunu bildiği rafa doğru hızla ilerliyordu ama bir an onu takip eden ayakların seslerini duymaz oldu. Dönüp baktığında oğlanın ruhsuz bakışlarının yerini heyecan ve merakla dolu geniş gözlerin aldığını görerek neye baktığını görmek istedi. Yanına gitti ve bakışlarını takip etti. Ozethreth’in kafa hizasında, diğerleri gibi kilitli durmayan ve yerine öylece atılmış gibi duran deri kaplı bir kitap vardı. Nispeten inceydi ve adam ona bakarken ya kitabın orada olmaması ya da onların kitaba çok yakın durmaması gerektiğini hissetti. Kitabı eline alırken yaşına rağmen halen bir şeylerin onu ürkütebileceğini görerek eğlendi. Malchizedek ölümden hiç korkmazdı, ölümden korkunç şeyler de vardı.

Ancak kitabın esansı ölüm korkusu gibi içgüdüsel değildi. Uzaklardan gelen yabancı bir korkuydu bu, adsız ve tekinsiz. Ne zaman geleceği belli olmayan bir karganın parlak gözleri gibiydi en yakın tasvirle. Cildinde tek bir açıklama bile yoktu. Kapağı açmak istemiyordu ancak uzaktan oğlanın yavaşça uzanan elini görünce düşündüğü şeyden utandı. Bir an için nefsinin oğlanı oracıkta boğarak öldürmek istediğini son nefesine kadar unutmayacaktı.

Ozethreth de mantıksız bir eylemde bulunmaktan kendisini alamadığı için özüne öfkeliydi. Neden kitaba uzanmıştı? Neden Malchizedek ona öyle nefretle bakmıştı ve neden kitabı aldığı yere geri koymamış ve cebine indirmişti bilmek istiyordu.

“İşte sana göstermek istediğim kitap” dedi sanki az önce hiçbir şey yaşanmamış gibi yaşlı adam. Deri kaplı kitaptan beri yarım saat boyunca kütüphanede yürümüşlerdi. Oğlan da oyuna uydu çünkü kitap gözünün önünden kalkar kalkmaz sanki omuzlarından bir yük kalkmıştı. Bu yeni ve okunması baştan amaçlanan, ikinci kitap altından bir kutuya saklanmıştı ve altından bir cildi vardı. Bulunduğu raf yine ötekiler gibiydi ama sadece bu kitabı okumak için bile bir sunak vardı orada. Sunağın ebatları kitabın anormal genişlikteki cildine uygundu.

Malchizedek yanlarında getirdikleri bitmeye yüz tutmuş mum ile kütüphanenin her rafına istiflenmiş çalışma mumlarından birkaçını yaktı ve boşta duran duvar askılarına yerleştirdi. Ozethreth buna bakarak uzunca bir süre ikisinin orada takılacaklarını anladı. “Belirtmem gerekir ki görmekte olduğun kitap hiçbir byakkoyalı tarafından yazıla gelmemiştir. İçeriğindeki tüm fikirler gezegenin dışından bir hayalci tarafından yazılmışlar. Sadece hayal ederek yıldızlar arasında gezinen insanlar olduğunu unutma genç rahip. Kitabı okumak uzunc…” Adamın sesi önce yavaşça, sonra aniden kesildi. Ozethreth içgüdüsel olarak tek ışık kaynağına yani mumlara baktı ve alevlerinin dans etmediklerini gördüğünde ne olduğuna dair bir fikri oluştu. Zaman durmuştu.

Sunak benzeri tahta kürsüde kapağı açık bir kitap onu davet ediyordu. Halen bir eli ilk sayfasında olan yaşlı adam bedeni taş kesilmişken oldukça komik görünüyordu. Birden oğlanın aklına adamın cebindeki diğer kitap geldi. O kitabın imgesi aklında oluşur oluşmaz okumak için karşı koyulamaz bir çekim hissetmeye başladı. Yine o mantıksız davranış. Tüm gücü ile akan bir nehre karşı koymaya çalışıyor gibiydi. İşte o an aslında çok fazla şeyi değiştirmeyen ama Ozethreth’in hangi tepeye bayrak dikeceğini ve mantığının onu nereye götüreceğini belirleyen seçim yaşandı. Seçim Malchizedek’in cebindeki kitabın iradesinin tamamen zıttı bir karar ile son buldu ve Ozethreth onu reddetti.

Oğlan altın ciltli ve altın sandıklı kitaba dokunur dokunmaz zaman işleyişine devam etti. Yaşlı rahip şaşırdı, “Nasıl o kadar hızlı öne çı… Neyse önemli değil, gölgeler aldatıcı olabiliyor ve ben çok yaşlandım” dedi hafif yapmacık bir hüzünle. Oğlan onaylamaz şekilde başını salladı, “Tanıdığım en makul insansınız, yaşınız bunu bir nebze dahi değiştirmiyor” dedi zaten ortada olan bir hali vurgulamak istercesine. Ancak bilemezdi ki yaşlı bir adamı pek mutlu etmişti.

Ozethreth’in okumayı seçtiği kitabın adı “Zhyn Zenephreth & Dört Gardiyan” idi.

***

Gökten kül yağıyordu. Ne olmuştu öyle bilmiyordu ama Ozethreth’in her yanı deli gibi ağrıyordu. Ne kadar zamandır orada sırt üstü yattığını bilmiyordu ama yorgundu. Uzun yüz yıllardır kendisini bu kadar canlı hissettiğini anımsamıyordu. Acı ile gülümsedi ve doğruldu. Tüm kıyafeti, saçları ve yüzü kül kaplıydı ama onun umurunda değildi. Deli gibi gülmeye başladı. Morfin damarlarında dörtnala koşarken bu hissin keyfini çıkardı.

Etrafına şöyle bir bakındı. Her yanda etinden eser kalmamış insan kemikleri vardı. Zırhları ile yığınlar halinde dört bir yana saçılmışlardı. Bazı yerlerde küller olması gerektiği gibi siyahtı ama pek çok yerde koyu yeşil küller görebiliyordu. Bunların kendi eseri olduğunu hayal edebiliyordu. Daha önce hiç alev kullanmadığını düşündükçe daha da keyiflendi.

Sönmeye yüz tutan alevler arasında gezinirken aradığı şeyi buldu. Dev bir ayak iziydi bu. Bir ejderhaya aitti. Onlara bulaşmamak için elinden geleni yaptıktan sonra bulaşan taraf onlar olmuştu. Ozethreth bir canlının onun ölüm hükmünden kaçabilmiş olmasını sindirmekte güçlük çekmiyordu. Çekmesi gerekirmiş gibi geliyordu ama durum bu değildi. Mantıklı düşündü, bir radohin bile o adamı kurtarmak için canını ortaya koyduysa bilmediği bir veya daha çok değişken daha olmalıydı.

Tengu denkleminin boşluklarını doldurmaya çalışa dursun tek başına gezindiği savaş alanını güvenli yükseklikten kolaçan eden Bahful durumdan memnun değildi. “Büyücü hiç hesapta yoktu. Ne yapacaksın?” dedi gizleyemediği bir endişeyle taşıdığı genç adama. Adam onu telkin edercesine sakince, “Kaosun girdabında dönmeyi reddeden tek bir damla bile olamaz Bahful bunu anlamalısın. Şu anda üç ruhu olan doğmadan önce girdaba kendini atan bir başka cesede bakıyoruz hepsi bu. Savaşmak için her zaman bir diğer yarın olacak”

Ozethreth tepesinde dönen kanatların varlığını hissetmez olana kadar amaçsızca dolaştı. Büyücü tam onu izleyen radohinin terk etmeyeceğini düşünmeye başladı ki kuzeyde bir güç dalgalanması hissetti.  Temkinle dizinin üstüne çöktü ve eli ile toprağa dokundu. Gözlerini yumdu ve bu dalgalanmanın sebebini aradı. Aklı sayısız koruluğun arasından geçti, dağları aştı ve nehirleri yok saydı. Çok uzakta değildi ama derindi. Görüsü kaynağa yaklaştıkça yavaşlamak zorunda kaldı, fark edilmek istemiyordu. Bir kamp yerini gördüğünde paranoyak gibi dokuz yönü birden izlemeye aldı.

Güvenlikten emin olunca bedenini aklının olduğu yere taşıması sadece bir saniyesini aldı. Dalgalanmanın olduğunu duyumsadığı noktaya sadece birkaç metre uzaklıktaydı. Çalılar sıktı ve onun zamanı boldu. Kafasını uzattığında ummadığı bir şey ile karşılaştı. “Şansını pek bir zorluyorsun, büyücü” dedi aynı anda kulağına bir ses. Ozethreth duyduğu uyarı üzerine kılını bile oynatmadan dururken gördüğüne bakmaktan kendini alamıyordu.

Yine o adamdı, Tengu denen. Ancak farklı bir şey vardı. Onunla ilgili her şey değişikti. Nasıl bu kadar kısa zamanda böyle dramatik bir güç değişimine uğrayabilirdi ki? “Adı Ozethreth olansın öyle değil mi? Uzaklaşman için sana üç nefes süresi tanıyorum.” Dedi hemen ardındaki ses. Tengu’nun gözlerindeki ağırlıktan kendini aldığında sesin kaynağına döner gibi oldu, “Hayır, hayır, hayır. Bakmak yok yoksa eğlencesi kaçar. Ona zarar veremiyor olmaktan canın sıkılmaya başladı bunu görebiliyorum. Bu yüzden hem senin hem de onun iyiliği için bir şey yapacağım büyücü. Umarım alınmazsın.”

Ozethreth’in arkasına döndüğünde son gördüğü şey yüzüne doğru hızla gelen sargılı bir elin avuç içi oldu. Güçlü bir eldi. Direnmesi gereken bir efendisi yokmuş izlenimi yaratıyordu. Sargılar bol duruyorlardı ve bezlerin ardından elin teni görünüyordu. Ten yüzüne yapıştığında her şey alt üst oldu.

[*]Yazarın notu: Son üç bölümdür bölümler kısa kısa geliyorlar biliyorum. Yazmak istiyorum ama fikir olarak sıfırı tükettim. Kendiliğinden aklıma gelmesini beklediğim zamanlar uzun süre aralıkları almaya başladı ve ben bu hikayenin ilerlediğini görmem gerektiğini düşünüyorum. Ozethreth'e eğileceğim bir süre, Tengu'yu bırakmış değilim ama derinlik kazandırmam için Esrod, Alice, Tengu gibi kapsamlı en az bir karakter daha kazandırmalıyım.[/*]


Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-23
« Yanıtla #54 : 22 Ekim 2010, 22:06:56 »
Son 3 bölümü üst üste okudum fakat sanırım bunu yapmamalıydım, sindirmek en az bir haftamı alacak gibi.

Şu aralar düzenli olarak yaptığım tek iş sanırım bu öyküyü takip etmek oldu. Yeri gelmişken teşekkürümü de edeyim sana. Tengu'nun farklı bir sesle de olsa tekrar konuşabilmesinden de son derece memnun oldum!

Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-23
« Yanıtla #55 : 23 Ekim 2010, 01:29:50 »
Aslında Tengu'ya sesini geri vermemem gerekiyordu ama konuşamıyor olması anlamını yitirince ben de kestim attım bu eksikliği. Buna ek olarak düşünüyorum da şimdi, Jonnarius ile Tengu'nun bağını daha önce yeterince gizleyip gizleyemediğim konusunda emin değilim. Yani arzuladığım darbeyi 21 de umarım vurabilmişimdir. İleriki birkaç bölüm boyunca yazmayı planladığım romantik bir kurgu var ve işin içinden çıkabilirsem ana hikayeye güzel bir ek oluşturacak. Bunu buraya yazıyorum çünkü bir ana hatta bağlı kalmam gerekiyor bir hafta sonra "nerede kalmıştım" dediğim zaman plansız bir devam kurgulamamam için. Okuduğun için her zamanki gibi teşekkürler koyu. Ayrıca geç, biliyorum ama teşekkür ederim yorumun için Cankutpotter.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 24
« Yanıtla #56 : 30 Ekim 2010, 09:58:33 »
Bölüm 24


“Ne kadar uzağa atlayabiliyorsun?” diye sordu Ozethreth’in arkadaşı Daleon heyecanla. Daleon tapınağın avlusunda yerleri süpürürken merdiven basamaklarını onar dokuzar tırmanarak çıkan arkadaşını görünce şaşırmıştı.

“Aşağıya doğru inmiyordun ama mızıkçılık yapma gördüm seni! Beni kandıramazsın, yukarıya çıkıyordun!” dedi üstelercesine bağırarak. Ozethreth durumdan rahatsız görünüyordu. Ne söyleyeceğini düşünüyormuş gibi bir hali vardı ama kelimeleri makul bir sıra ile karşısındakine sunmakta güçlük çekiyordu. “Gitmeliyim” diyerek arkasına bile bakmadan ana kapıya doğru koştuğunda Daleon bir an için öğrenebileceğini düşündüğüne bile şaşırdı. Ozethreth diğerleri ile öyle kolayca konuşan biri değildi.

Oğlan nefes nefese Malchizedek’i buldu ve konuşmak istediğini gizlice belirtti. Rahip şaşırdı çünkü oğlan konuşma talep eden taraf olmazdı hiç. Her defasında onu bulması gerektiğinde aramak için birilerini yollaması gerekiyordu.

Tenha sayılabilecek sessiz bir köşeye vardıklarında telaşlı görünen Ozethreth hızla konuşmaya başladı. “Daleon beni gördü! Dediğiniz gibi en az göze batacak şekilde manyetizma üzerinde çalışıyordum. Tapınağa su taşırken kullanmak aptallıktı. Biliyorsunuz bir aydan uzun süredir üzerinde çalışıyorum ve daha geçen hafta yeni hâkim olmaya başladım. Gücün gölgesi bile beni böylesine dikkatsizliğe sürükleyebiliyorsa belki de bundan vazgeçmelim usta?” dedi son olarak.

Malchizedek gülüyordu. “Gerçekten büyüdün. Daha her şeyin başı denilebilecek bir noktadasın evladım. Hata yapmakta özgür olamayacağın çizgiye henüz çok uzaksın. Çocuklar olayları büyütürler, tıpkı keskin farklarınız olmasına rağmen senin de şu anda yaptığın gibi Daleon da gördüğü her ne kadarı ise büyüterek anlatacaktır. Tabi eğer onu tanıyorsam bunu kendisine saklaması daha olası. Her neyse, eğer anlatırsa büyütecektir ve insanlar da onu yaratıcılığı için kutlayacaklar. Şimdi daha iyisin ya? Seni heyecanlı görmek her zaman eğlenceli ama kafanı çok takma. Bir gün zavallı Daleon’u tutuşturursan o zaman düşünürüz tamam mı? Dikkatli olma demiyorum yanlış anlama. Sorumluluk alarak bana anlatman bile kendini affetmen için yeterli. Yeter ki ileride aynı hatayı tekrarlama.”

***

“Kendimi hafif hissediyorum” dedi gayet sesli bir şekilde Ozethreth. Doğrulmaya kalktığında yerden birkaç santim yukarıda sırt üstü uzanıyor olduğunu gördü dehşetle. Tengu denen adamı bulmayı planladığı açıklığın kenarındaki çalılıkların arasındaydı. En son ne görmüştü öyle? Emin değildi ama kendisini her zamankine kıyasla rahat hissediyordu. Gücüne hâkim olamadığı zamanları geride bıraktığını sanıyordu ve o anda tek sıkıntısı buydu. ‘Ya kamp kuran veya geçen biri beni bu şekilde görseydi.’ Dedi dudak ısırarak. Açık alanda uykuya yatma sebebini hatırlamakta bile güçlük çekiyordu.

Durup kendisine gülmeye başlaması yarım dakikasını aldı. Malchizedek ile olan anılarına dönmek ona hep iyi geliyordu. Bu anıların sonu her ne kadar iyi bitmemiş olsa da binlerce yıldır en çok değer verdiği hazineleriydi onun. Toprağa bastı ve ne yapacağını düşündü.

İç çekti ve kendisini güvenli evlerinden birine yönlendirecek büyüyü aklında canlandırdı. Birkaç yüzyıl önce normalde bu işlem için yere herhangi bir şekilde çizilmesi icap eden rünleri kullanmamanın bir yolunu bulduğunda ne kadar sevindiğini hatırladı ister istemez. “Pratik olmayacaksa ne anlamı var?” diye düşünürdü hep. Büyüyü tamamladığında içgüdüsel olarak gözlerini kapatırdı. Öğrenme aşamasında, gözlerini ilk defasında açmayı denediğinde oldukça can sıkıcı bir deneyimi olmuştu çünkü az kalsın parlak ışık yüzünden kör oluyordu ve o zamanlar kendisini iyileştirme konusunda bu denli başarılı değildi.

Gözlerini açtığında aynı orman açıklığında olduğunu görerek kalakaldı. Ne düşüneceğini bilmiyordu. O bir amatör değildi, ne aklında oluşturduğu rün imgesinde ne de büyünün güç sözlerinde bir hata vardı. Ancak o böylesine utanç verici ve umulmadık bir anlık başarısızlıktan sonra kendisini amatör yerine koydu ve ikinci defasında her şeyi kitabına uygun yaptı.

Toprağa kalın bir taş ile rünü çizdi ve belli noktalara ufak taşlar yerleştirdi. Sözleri bir dal parçası ile yere karaladıktan sonra tekrar üzerinden geçti ve bir hata olup olmadığını görmek için önce çizmek için kullandığı taşı rünün ortasına yerleştirerek onu birkaç metre öteye yollamayı denedi. Olmuyordu.

Durup dururken hata yapmaya başlayarak sonra da sebebini bulamaması saçmaydı. Anlamıyordu ama anlamaktan başka çaresi yoktu çünkü yürümek bir seçenek değildi. Farklı içerikli ve amaçlara hizmet eden çeşitli kütle-boyut türü büyüler denediyse de sanki gücü tükenmiş gibi hissetmekten kendisini alamıyordu. Git gide umutsuzluk arttı ve düşünme konusundaki kendisine olan saf güveninde çatlaklar oluşmaya başladı.

Başka bir büyü türü deneyerek kendini sınamaktan korkuyordu. Birden nasıl uyandığı geldi aklına. Yatarken bilinçaltında her nasılsa yer çekiminin vektörünü değiştirecek bir büyü kullanıyordu. Büyünün içeriğini ve kullanım alanlarını biliyordu ama bedenini başka bir yere taşıyamıyor olması bu durumda saçmaydı. Kütle çekimi ile aktarımı arasında doğrudan bir bağlantı vardı ve sorun her zaman doğadan bedenine aktardığı güçte olamazdı.

Aklını açtığı bu anda dehşet verici kurgu zincirinin farkına vardı. Önceki gece anımsamakta güçlük çektiği sahneyi dehşet ile gözünün önüne getirdi. Karşısına sadece kitabını okuyabildiği ustasının bahsettiği ölümsüz çıkagelmişti. Bu ölümsüz Tengu denen büyü kullanıcısına bulaşmaması için onu uyarmıştı ya da uyarı olarak değerlendirmenin o an için uygun olduğunu düşündüğü bir şeyler söylemişti. Ardından elindeki sargıları çözerek ona dokunmuştu.

“Hangi eli ile dokundu?” diye soruyordu kendi kendine sürekli orman açıklığında bağdaş kurmuş bir şekilde. Biliyordu ki bahsi geçen ölümsüzün pek çok diğer sıradan insanın algılamakta güçlük çekeceği bir kusuru vardı. Kendisi özel olarak zamanın başında yaratıla gelmiş olan her şeyden farklı bir zaman ve mekana aitti. Bunun sonucu olarak kadersizdi. Anlamı Ozethreth’in yaşadığı evrende ölümsüzün hiçbir dış etkenden, canlı veya canlı olmaları fark yaratmaksızın, etkilenmemesiydi. Üstelik simgesel olarak sadece kendi istediği kadar suyun akmasına izin veren bir tür barajdı ve su da zamandı. Bu özellikleri dışında aslında sıradan biriydi ama kusurunu iki elinden birisi ile – ki o anda hangisi olduğunu Ozethreth anımsayamıyordu – başkalarına kısmen aktarabiliyordu.

‘kısmen’ kelimesi burada önemliydi çünkü barajın akıtacağı suyu zaman değil de Ozethreth’in etrafındaki her hava molekülünden, nem taneciğinden ve güneş fotonundan çektiği güç olarak ayarlamış olması mümkündü. Bu durumda Ozethreth asla eskisi gibi büyü kullanamazdı. Asla.

Öğlen güneşi yükselirken Ozethreth halen bir çıkar yol bulabilmiş değildi. Yapabileceği şeyler sınırlıydı ama gözden kaçırdığı bir başka seçeneği olduğunu hissediyordu. Ya Tengu denen adamı ve yanında gezdirdiği radohini bulacak ve bir şekilde ölümsüze ulaşmayı deneyecekti ya da en yakın kasabaya kadar yürüyerek yaşlanarak öleceği sıradan bir yaşama ilk adımını atacaktı.

“Bir ihtimal daha var!” dedi derin ve gür bir ses sanki onun düşüncelerine izinsiz girercesine. Büyücü irkildi ama istifini bozmadı. Aynı şekilde oturmaya devam etti. Sesin onun delice yüzeye çıkmış iç sesi olabileceğinden korkmaya başladı ki ses devam etti, “Ölüme olan korkun seni buraya kadar getirdi. Kaderinin zincirlerinden koptuğunda benimle yüzleşebilecek kadar özgür oldun. Yanlış anlama, bu planladığım bir olay değil. Ben Ramuthra! Abyss’in radohini!” dedi dramatik bir vurguyla. Ozethreth tek kelime etmedi ama o anda gücünü kaybetmiş olmaktan korkmasına rağmen heyecanlandı.

Ramuthra’nın kısa zaman önce esrarengiz mavi radohin binicisi tarafından öldürüldüğünü sanıyordu. Tengu denen adamı takip ederken bir insan katliamından geri kalanlar ile karşılaştığını hatırlıyordu. Gördüklerini Ramuthra ile daha başka şeyler konuşmadan önce anlattı ve bir açıklama bekledi. Cevaba göre konuşanın gerçekten Ramuthra olup olmadığına veya değilse amacının ne olduğuna dair fikir sahibi olabilecekti.

Ramuthra buna verilecek olan cevabın havadan duyulan bir ses olmamasına karar vermiş olacak ki bedeni dört bir yandan gelerek hızla tek bir noktada buluşan koyu duman bulutlarıymışçasına birleşti. Sonunda yarı kadın yarı radohin gibi görünen bir yaratık çıktı ortaya. Zift karası saçları ve kanatları bedenini örtüyordu. Kuyruğu ormanın derinliklerinde kaybolacakmış gibi uzaklara gidiyordu. “Bazen ölüm bile ölebilir.” Dedi cevap olarak çarpık bir gülümseme ile karşısındaki şaşkın büyücüye.

Ozethreth gülerek karşılık verdi, “Seni her zaman bir erkek sandım, yaşlı ejderha.”
[*]Çok uykuluyum ama yine de yazmak istedim. Pek çok hata olabilir, okuyuculardan ricam bunlara mümkünse takılmamaları. Bir ara tekrar gözden geçireceğim ama hikaye olduğu gibi böyle kalır. Bu kısmı aradan çıkarmam gerekiyordu gerçekten yazmak istediğim şeye devam etmek için.[/*]


Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 25
« Yanıtla #57 : 10 Kasım 2010, 01:58:47 »
Bölüm 25


Bir yaz sonu akşamıydı, sonbahar yakındı. Ilık bir güneş renklendiriyordu hâlâ, gökyüzünü. Çayırlar yabancı, altın gibi, bir ışıkla parıldadı ve vadilerden indi, gecenin yumuşak pusu. Bir sesin tınısı duyuldu havada, çobanı yerinden kalkmaya iten.

“Hangi tatlı ses şarkı söyleyebilir bu denli efkârlı bir tonda? Hangi hanım yalnız geziyor, fundalıklarda?”

Peşinden gitti şarkının, büyülenerek tınısından, alçalırken güneş ve uzarken gölgeler. Oturuyordu loş ışığında tanın, ışıldayan şelalenin yanında, yosunla kaplı bir taşın üstünde, bir genç kız, ağlayan.

“Nedendir bu kasvetli halin? Sana ne oldu? Hangi şarkıydı söylediğin, böylesine gam dolu?’

“Git buradan çoban, üzme yüreğini. Bana yardım edemezsiniz ne sen ne de hünerlerin. Ancak bir yaşlı adam ki, kalben hâlâ lekesiz olan bir oğlanın kestiği, asırlık bir ağaçtan yapılmış bir beşikte doğan, olabilirdi kurtarıcım, bunu eğer bilseydi.

***

Ozethreth irkildi çünkü hiç anımsamak istemediği bir görüyü anımsadı. Zhyn’in kitabında bir çobandan bahsedilirdi. Avare dolaşır ve tadılmamış duyguların peşinden giderdi. Yalnızlığın bile bir ağırlığı olduğunu anlatırdı çoğu zaman onun hikâyeleri veya aynı şarkıyı okuyan bahar yapraklarının gizlerini öğrenmeyi salık ederlerdi.

Ozethreth çoban ile ilgili tüm kısımlardan nefret ederdi çünkü onu hiç anlamazdı. Öğretileri takip edebiliyordu ama her şeyi doğru mu götürdüğünü ona anlatacak gerçek bir ustası hiç olmadı. Kitap ile her yıl kurumaya gün sayan ama ilkbaharda tekrar canlanan bir derenin üstünden geçen yalın taş köprüde ayaklarını sarkıtarak yıllarını geçirdi.

Ne suyun sesi, ne göğün kütlesi ne de nefesinin alevi onu çobanın hep etkilendiği gibi etkileyemedi. Çünkü bu hikâye farklıydı. Gün batımının hanımı derdi çobanın konuştuğu kadına kendince. Onun sırrını hiç öğrenememiş olmak bir şekilde Ozethreth’i hüzünlendirirdi. Hüznünün bulaşıcı olduğunu sonraları daha ciddi düşündüğünde kabullenebilecekti.

Ramuthra ile olan beklenmedik tanışmasını çoban ve gün batımı hanımının karşılaşmasına benzetti. Kendisini bu durumda hanımı simgeliyordu. Ramuthra karşısında dikilirken ne kadar güçsüz olduğunu tekrar fark etti. Çaresizdi, bir gün öncekinin zerresi kadar bile gücü yoktu. Ancak hüznü bundan gelmiyordu, çok uzun bir ömrü olmasına rağmen arzuladığı hiçbir şeyi tamamlayamamış olmaktan esef duyuyordu. Belki de hanımın sırrı bundan başka bir şey değildi ama bilemezdi.

“Söyle bana o vakit, gölgelerden bedeninle anlat, nedir bilmediğim yol acı dolu bir yeni hayatın başlangıcında adımlanacak?”

Ramuthra’nın kanatları zarifçe deriden kıyafetlere dönüştüler ve bedenini kapladılar. Buna rağmen herhangi bir erkeğin kalbini çalmakta hiçbir zorluk çekmezdi veya Ozethreth böyle hissetti. Kadim radohin onun karşısına dengi olarak oturdu ve gülümsedi. Gözlerini büyücünün gözlerinden ayırdı ve oturduğu çimenlere göz attı. Ellerini onlardan alamıyordu, sanki ömründe hiç toprağa dokunmadı ama o anda yapmayı anımsadı. Geçmiş bir yağmurun anısını çekti içine ve yumdu gözlerini. Konuştuğunda rüzgâr ile salınan çimenlerin danslarına son verdiklerine yemin edebilirdi.

“Çoğu bilmez, büyüleri okuyanlardan. Yedi adım vardır uykunun hükümdarlığına varan. Her birini bir hayalci yaratmıştır, en engin rüyaları ve kâbuslarından. Yedi hayalcinin ortak tek bir düşü ola gelmiştir, nefesini aldığın ve hayatını içtiğin dünyan. Elbet Byakkoya sadece biridir sayısız yıldızın arasından, hayalcilerin mevsimlerini tadan. İçinde hayal görülebilecek bir diyarı yani en korkunç ve kutsal zihinlerin beşiğini düşlemekti tek hataları ve kibirleri. Hayallerine kendilerini verdiler ve sonunda onunla bütünleştiler. Kendi yaratıcılarından o kadar uzaklaştılar ki gözden yittiklerinde geri dönüşleri olmadı.”

Gözlerini açtığında devam etti, “Ancak bir hisse vardır hikâyenin özünde.” Dedi kurnazca gülümseyerek. Davetkârca büyücünün kulağına eğildi yavaş ve sakince. “Diyarın her sakini hayal edebilirdi en az onlar kadar, derin” dedi tane tane ve sustu. Ramuthra zafer kazanmış bir general gibi duruyordu. Anlatılması gerekeni anlatmış bir ozan veya haberini son noktaya ulaştırmış bir postacı gibiydi. Ozethreth kendine söylenenlerden tek bir anlam çıkartabiliyordu ama bu anlamı daha anlamlı kılacak bir ipucu yoktu.

“Engin bir deniz var orada dersin bana. Bilmem yüzmesini ateşten yollarda yürüyen ben. Gölgelerle dolu ormandan kıyıya kadar, yürür müsün benimle karanlık hanım?” dedi usulca. Ramuthra bunu duyar duymaz ayağa kalktı ve elini oturan büyücüye uzattı. “Ölümün öldüğü yere gel benimle, her kalbin attığı denizden bir yudum al asla doymayacakmışçasına. Sonraki nefesinde, tekrar doğacaksın hiç yaşamamışçasına ve burada bir okyanus olacak” Dedi kalbini sağ eli ile göstererek ve yürüdüler birlikte, ormanın en derinlerine.

***

“Keyfin hiç olmadık şekilde yerinde Tengu.” Dedi sorgularcasına Alice. İkisi öyle sıkça sahip olmadıkları bir lüks ile yani at arabasıyla yolculuk ediyorlardı. Bir başka krallık ve bir başka savaştı yol aldıkları. Tengu neden savaştan savaşa gidip durduklarını Alice’e sormuyordu, kadın da ona anlatmıyordu. “Bu kılıcın adı Panus.” Dedi mutlulukla. “Eğer o olmasaydı şu anda senin yanında oturuyor olmazdım” dedi ağzı kulaklarında.


 Alice, Tengu kılıcını bulduğundan beri, onda gözle görülür hale gelen değişimi artık görmezden gelemiyordu. Ne eskisi kadar utangaçtı ne de suskun. Bu onu başlarda rahatsız etmiyordu çünkü Tengu’nun ona ne kadar önem verdiğini Hadrhune’un dokundurmalarına rağmen pek umursamamıştı. Ancak adam açık yüreklilikle ona her sabah, öğlen ve akşam ilanı aşk yapmaya başladığında, hal sinir bozucu olmaya başlamıştı.

İnsanlar ikiliyi önceleri hep silah arkadaşı veya mesafeli bir çift olarak görürlerdi ancak artık resmen karı koca muamelesi görüyorlardı. Alice kadınlığını hiçbir zaman duyumsamadı ve Tengu ile birlikte yolculuk yaparlarken de bunun üzerinde hiç düşünmedi. Ancak adamı karşısına alıp enli boylu konuşmasını gerektiren günün yaklaştığını hissediyordu ve belki de o günün çoktan gelip geçtiğinden korkuyordu. Alice dindar insanların bazı iyi yürekli ötekilerini adlandırdıkları şekilde bir ‘azize’ sayılabilirdi. Önemli olan tek şey amaçtı ve amaca hizmet etmeyen her şey fuzuliydi.

Kişisel benliğini Tengu onu Golemden ihtiyacı olmamasına rağmen kurtardığında mutlu olduğu için sorgular hale gelmişti. Neden mutlu olmuştu halen emin değildi. Dolayısıyla at arabasında genişçe gülümseyen yanı başında oturan zırhlı muhafızı ile kendisini rahatsız hissediyordu.

Aniden ikiliyi uyaran bir şey oldu ve yakından birkaç kuş aynı anda havalandılar. Tengu Alice’in kafasını sağ eli ile hızla aşağıya çektiğinde kadın şaşırdı çünkü kulağının yanından vınlayarak geçen ok az daha isabet edecekti. Neden bunu kendisi daha önce fark edememişti? Hızlı bir bakış attığında Tengu’nun sol yanında gövdesinde iki ve kolunda bir ok saplı olduğunu gördü. Adam bundan çok daha kötülerini atlatmış biriydi ancak işin garip yanı okların boyutlarıydı. Normal bir insan bu neredeyse mızrak boyutlarındaki okları fırlatmış olamazdı.

Buzdan iki geniş kalkan oluşturdu ve birini Tengu’ya verdi. İkinci ok sortisi geldiğinde hazırlıklıydılar. Tüm bunlar saniyeler içinde olduğunda oklar durdu ve sağlı sollu orman yolundan eşkıyalar inmeye başladılar. Adamların cüsseleri Tengu’ya eş değerdi. Alice saldırıya geçen insanların sayılarını görünce bir an panikledi çünkü insan formunda yanında, Tengu olmasına rağmen, bu kadar kişiyle başa çıkamazdı. Üstelik açık musluk gibi ağaçlardan yola sürekli yeni insanlar atlıyordu.

Tengu onun bir şey yapmak üzere olduğunu görünce soğuk kalkanını kenara bırakarak yavaşça Alice’e dur’ dercesine dokundu. Kadın merakla ona baktığında adam eğilip kulağına bir şey fısıldadı. Adamın yüzündeki alık gülümseme kayboldu ve gerçek savaşçı ruhu yüzeye çıktı. İşte Alice’in görmek istediği adam buydu. Söylediği şey onun söylemesini istediği şeydi.

At arabasında ayağa kalktığında nara atarak baltaları, mızrakları ve kılıçları ile onlara doğru gelen adamların tüm gürültüsünü bastıran bir çığlık attı. Öyle bir yankı oluştu ki sanki ağaçlar sese yol verircesine eğildiler. İki adam boyundaki ve bir adam genişliğindeki kılıcını çeken Tengu arabadan sıçrayarak indi. Öylece Alice ile eşkıyalar arasında dururken adamlar ne yapacaklarını bilemediler. Sayıca üstün olmalarına rağmen donup kalmışlardı. Bazılarından sidik kokuları bile yayıldı. Kanın dökülmesi kaçınılmazdı.
[*]Bu bölümümden aşırı derecede memnun kaldığımı belirtmeden edemeyeceğim, tüm gizem perdelerine rağmen.[/*][*]Buraya kadar okuduktan sonra hiç yorum yapmayanları Hadrhune'a vereceğim bak.[/*]

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 26
« Yanıtla #58 : 14 Kasım 2010, 15:37:41 »
Bölüm 26


Çadıra giren habercinin bir kolu yerinde değildi ve adam kanlar içindeydi. Buna rağmen ağzından çıkan iki kelime ile tüm çadır sessizliğe büründü. Kur-onhi idi söylediği iki kelime. Ortak dilde kara iblis anlamına gelirdi ve Dobargon ülkesinin insanlarının mitlerinde en çok korkulan şeytani tanrının elçilerinden birisini simgelerdi. Byakkoya genel olarak üç büyük kıta ve her birini yöneten birer ülkeden oluşurdu. Bunlardan ikisi birbirlerine toprakla bağlıydılar, adları Gond ve Folun olmakla beraber Folun Gond’un aksine tek bir irade tarafından değil birleşik dukalık ve küçük krallıkların komünü halinde yönetiliyordu.

Dobargon ise denizlerin ötesinde yaşayan ve farklı bir lisanı benimsemiş olan ülkeydi. İnsanları yalçın ve güçlü olurlardı. Bir mızrak ile beş yüz metreden atış yaparak ülkelerinin en büyük yırtıcı ve kuş çeşidi hayvanlarından birisi olan ve telahar adı verilen dört kanatlı kartalı vurmak erkeklik ispatı olarak kabul edilirdi.

Barutun veya çeliğin inceliklerini bilmezlerdi ancak çıplak elleri ile bir boğayı boğabilirlerdi. Yüzlerce yıl önce bir Folun lordu gemileri ile çıktığı seferden bir avuç Dobargon insanı ile döndü. Folun topraklarına ilk gelişlerinin böyle olduğu bilinir ancak nasıl oldu da lordun boyunduruğundan kurtularak kendi topraklarını elde edebildiler kimse kestiremez.

Kan ve ateşe boyanmış Folun’un dağınık toprakları üzerinde hak talep etmekten çekinmeyen savaşçı ırkın ölmek üzere olan habercisi yere yığıldı ve çadırdaki emir erleri ile subayları sözsüz bir emirle çadırın dışına çıktılar. Ölen haberciyi hepsi de tanıyordu ve geldiği yönü biliyorlardı.

Kuşattıkları kalenin askerleri o yönden gelmiş olamazlardı. Ayrıca dışarıya sızmış biri de bu kadar kısa zamanda yardım getirmiş olamazdı çünkü en uzak beyliğin hudut kasabası bile dört günlük yürüyüş mesafesindeydi.

Etrafındakilere kıyasla daha giyinik olan Vodlun adlı teni siyaha çalan general habercinin geldiği tepeye baktı. Sanki kayaların ve ağaçların ardını görebilecekmiş gibi deler bakışlarını gören diğerleri silahlarına sarıldılar. Dinlenmeye çekilmiş olanları veya boşta duranları toplamaya giden iki emir eri hemen geri döndüler. Sayıca zayıf olmasına rağmen generali koruyan en az iki yüz kişilik silahlı bir birlik vardı artık.

Önce bir çeliğin yansımasını gördüler. Üçgen şekli çelik git gide büyüdü ve uzun bir gövdeyi müjdeledi. Sonrasındaysa üzerindeki zırhı kandan siyaha boyanmış ve bahsi geçen dev çeliği sağ eli ile omzuna dayamış ve neredeyse bir dobargonludan da iri adamı gördüler. Arkadan saldıran birliğin komutanı bu adam olmalıydı. Herkes soluklarını tuttu ve peşinden gelenleri görmeyi beklediler. Gerekirse her biri de Vodlun için kanlarını son damlalarına kadar verirlerdi.

Ancak bekledikleri olmadı. Beyaz saçları beline kadar dökülen zarif bir zırhlı kadından başka kimse yoktu. Üstelik o da bir kılıç bile taşımıyordu. Vodlun öyle sinirlendi ki ister istemez gülmeye başladı. Aklına gelen ilk mantıklı açıklama bir paralı asker birliğinin orman yolunu gözleyen grup ile karşılaştığı ve akılsızca cenge girdikleri yönündeydi. Bu ikisi de sağ kalanlardı.

Herkes Vodlun gibi düşünmüş olsa gerek ki gergin hava dağıldı ve en öndeki on kadar asker mızraklarını atış pozisyonunda tutarak generalin emrini bekler duruş aldılar. Vodlun gülmeye devam ediyordu, çadıra geri dönmeye meylederek ateş emrini verdi. Sağ kurtulmalarına rağmen düşmanın avucuna gelmeleri ne büyük aptallıktı böyle. Çadıra doğru yürürken gülüşü o adamın ifadesini görmesi ile durdu. Söz konusu adam bir dobargonlu değildi ve bir dobargonlunun yarısı kadar boyu ile Vodlun’un bugüne kadar gördüğü en iyi kılıç ustasıydı.

Onu birliğine özel koruması olarak aldığı günü unutmuyordu. Kılıcını kınından bile çekmeden, dört korumasını başlarından hayâlarına kadar ikiye ayırmıştı. Sadece para için herkesi ve her şeyi öldürebilecek adamlardandı. Adı Zeref idi, nereden geldiğini kimse bilmiyordu ama kılıç stili ne Folun ne de Dobargor için alışıla geldik değildi. Tek bir ince ancak gereğinden fazla uzun kılıç kullanırdı. Zırha çarpsa cam gibi kırılacakmış gibi hassas görünürdü ancak değdiği her şeyi ikiye bölebildiğini Vodlun çok iyi biliyordu.

Zeref ince yapılı, uzun düz siyah saçları omuzlarından dökülen bir adamdı ve hiç gülmezdi. İşte Vodlun’u korkutan da buydu, tepeden inen ikiliyi izlerken ve on adamı onlara mızraklarını fırlatırlarken Zeref sanki bu dünyadan olmayan bir gülümseme ile yönetim çadırının direklerinden birine dayanmış izliyordu. Vodlun bir an askerleri ve becerilerinden şüphe etti ve hedefe dönüp bakma ihtiyacı hissetti.

***

“Söylesene Alice, tüm bu kötülük nereden geliyor? Nereden sızıyor? Kim yapıyor bunları, nasıl izin veriyoruz?” dedi bitkin adam. Tengu dalgındı ve çok yavaş konuşuyordu. Tüm zırhı kanlar içindeydi ama tek bir damlası bile kendi kanı değildi. Kavganın başında aldığı üç ok yarası çoktan iyileşmişlerdi bile. Panus omzunda tepeyi çıkarken ak saçlı radohine bunu sordu. Alice gülümsedi, cevabını bulursan bana da söyle olur mu? Birlikte gidip belki hesabını sorarız.” Dedi. Tengu aylardır olmadığı kadar mutluydu çünkü uzun zamandır ilk kez Alice’i gülümserken görebilmişti.

Tepeyi çıktıklarında ikisinin de mutluluğu kayboldu. Baktıkları şey alevler içinde bir şehirdi. Kapıları koçbaşlarına bel veren, surları dökülmüş, içinden dumanlar yükselen ve kulelerinden tek bir ok atışı gelmeyen düşmek üzere bir şehirdi. Kendilerine yakın büyük bir çadır ve ilerisinde yüzlerce daha küçük çadır vardı. Ötesinde ağaçlardan bozma bir kazıklı çit ve ardında da şehir vardı. Tam teşekküllü bir kuşatmaydı bu ve kim bilir, belki de iki günden uzun süredir devam ediyordu ve başarıya ulaşmak üzereydi. Folun ülkesinin şehirleri, kaleleri kadar güçlü olmazlardı. Lordlar vergi isterlerdi ama karşılığını vermezlerdi.

Alice ve Tengu manzaradan kendilerini alabildiklerinde kendilerine doğru gelen on adet balista oku büyüklüğündeki mızrakları gördüler. Tengu çaba sarf etmeden kılıcını savurdu ve kılıç ile birlikte akan hava daha kılıç mızrakların tekine bile dokunmadan onları kıymıklarına kadar infilak ettirdi. Genişleyen kesici hava kavisi en öndeki iki askere kadar ulaştı ve zavallı adamlar neye uğradıklarını anlamadan ikiye bölünerek can verdiler.

Tüm müfreze ve diğer yedeklerden gelen askerler şok içindeydiler. Karşılarındaki adam bir büyücü müydü yoksa şövalye mi? Vodlun’un adeta dili tutuldu. Tepede dikilmiş duran adama bakarken yanından kızıl cüppesi ile Zeref hızla geçti gitti.

Tengu kendisine hızla gelmekte olan kırmızılı şekle odaklandı. Alice daha önce gördüğü kavgalardan tecrübe edindiği üzere oldukça geriye çekildi ve bekledi. Tengu kılıcı tek sağ eli ile tutarak ve sol elini ustasının gösterdiği bu hamleye sadık kalarak belinin ardına verdi. Byakkoya üzerindeki başka kimse yüzlerce kilogramlık çelik slabdan dövülme kılıcı ile eskrim yapamazdı. Duruşun birincil niteliği bedenin hedef olabilecek yüzey miktarını azaltmasıydı yani oldukça iyi bir defanstı. Öte yandan hızla, yanlamasına, delici bir darbe vurmak için etkili bir stildi. Dezavantajları sadece bunu görmüş olan rakipler karşısında ortaya çıkabiliyordu ve Tengu öyle birisi ile henüz tanışmadı.

Kırmızılı adam havaya sıçradı ve doğrudan Tengu’nun üzerine atladı. Tengu aldatmacayı bir an daha geç fark etseydi boynundan olacaktı. Havadaki kırmızı şey hasmı değil, çıkarıp fırlattığı cüppesiydi ve kendisi yerden kayarak geldi. Tek bir milimetre bile şaşmadan bir saniye önce Tengu’nun boynunun olması gereken boşluğu hızla doğradı. Kılıcını savurmak için koşarken kazandığı momentumu adam kendi ekseninde dönerek korudu ve ikinci bir darbe savurdu. Kılıçları buluştu.

Tengu yarısı kadar boydaki bu adamı fazla eksik sınadığını kısa sürede anladı. Eskrim hasmın stilini ilk saldırısında anlamak içindi ancak stilini bu adam karşısında değiştiremiyordu çünkü buna izin vermiyordu. Oysa sol elini öne atabilse ve çift el ile kavrayabilse daha emin salvoları olacaktı. Yarım dakikalık çarpışan çeliklerin dansı Tengu’nun uzun bir geri sıçrayışı ile ara buldu.

Tengu nefesine hâkimdi ve herhangi bir yarası yoktu ancak orman yolundaki kanlı kıyımdan beri yorgundu. Kaç adamın canını aldığını bilmiyordu. Alice ile dolaşmaya başladığından beri birilerini öldürmek zorunda kalmaya alışıktı ama her defasında git gide kendisini daha ağır hissediyordu.

Zarar görmemesine rağmen kırmızılı adama yenilmiş gibi hissetti kendisini. Adamın kendi kısa boyuna yakın bir boyda, uzun ancak ince, kılıcı olmadık açılardan olmadık hamlelere olanak veriyordu. Öte yandan bel altı saldırıları çok fazlaydı, Tengu boyu yüzünden dezavantajdaydı. Tengu bir defa bile saldıran taraf olamadı ve kendi savunmasından vazgeçemedi, Esrod olsa “keskin bir zafer” derdi hasmı için. Panus’a hızla bir göz attığında hiç olmadığı kadar çentik aldığını gördü, düşmanının kılıcı etkili bir silahtı.

Adam konuştu, “Adım Zeref. Henüz ölmediğin için en içten teşekkürlerimi sunarım.” Kılıcı ile Tengu’yu selamladı ve saldırdı.
[*]Vay be 18 Ekim'den beri 2bin kişi daha tıklamış. Vur kaç mı yapıyorlar? Kullandığım mekan ve kişi isimlerinin %90'ı atmasyon olduğuna göre google da öyle çok yardım ediyor olamaz. Nedir yani bu işin sırrı? Neyse, sağ olun var olun.[/*]

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-26
« Yanıtla #59 : 08 Aralık 2010, 18:09:54 »
Hmm, uzun zamandır yorumlamamışım ayıp etmişim.

25. Bölümün ilk kısmı çok ayrı bir havada olmuş ve müthiş bir çeşitlilik katmış. Tam bir destan havasında, gizem dolu ve ilgi çekici. Kafiyeler müthiş olmuş ve çok fazla şey açıklamasa da tadı damağımda kaldı diyebilirim.

26. bölüm ile ilgili; Hadrhune iyice sineye çekildi sanırım. Ya da beni ters köşe yapıp sonraki bölümde Zeref'i onun sayesinde yenmesi aklıma gelen bir ihtimal. Panus'a çentik atmayı başaran silahı merak ettiğim de bir gerçek. Bir an Sephiroth'un Masamune'si geldi aklıma fakat tarz farklılığı sağolsun uçurdu bu düşünceyi kafamdan.

Zeref hoş bir karakter olmuş, ölmez inşallah.  :P

Bunların dışında; ilk bölümlerden sonra bir çok kişinin okduğunu e takipte olduğunu belirtmesine rağmen neredeyse 15 bölümdür bir okuyucu bir yazar şeklinde ilerlemesine anlam veremedim hikayenin. Hani bazı yazılara yapılacak yorum bulunmuyor ama 26 bölüme de yorum yapmamak nasıl bir düşüncedir anlayabilmiş değilim.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.