Bölüm 30: FinalKılıcı tutan elin kabza üzerinde olan müthiş kavrayışının çıkardığı sıkışma, sessiz göğün altında, metrelerce öteden duyulabiliyordu. Tutan elin uzantısında omza giden koldaki her kasın gerilmesini ise biraz daha uzaktan işitmek mümkündü. Ancak omzun tepesinde duran baştan gelen diş gıcırtısıysa, ta Zeref’in kulaklarında bile yankılandı. Zaten sonrasında gelen birkaç saniye boyunca, bilinçli olarak, duyularının herhangi birinin algılayabilmiş olduğu tek şey bu oldu.
Sıradan bir gözlemcinin olan biteni anlaması çok zordur. Zamanın akışını normal insan algı standartlarına göre seçtiğimizde Zeref, Alice ve Tengu arasında geçen öfke, delilik ve her nasılsa mantık yüklü anı betimlemek ise imkansızdır. Zamanın akışını saniyenin binde birinin normal bir saniye olduğunu kabul ederek görecelendirdiğimizde ise makul bir eylem dizisi anlatımı elde edilebilecektir.
Zeref genellikte reflekslerine güvenirdi. Bir saldırıyı savuşturması için düşmanını görmesi veya duyması gerekmezdi, sadece hissederdi. Ona doğru savrulan kılıcın an içinde ikiye böldüğü havanın ona doğru akması ve kendi hayali savunma küresinin herhangi bir noktasına bu havanın temas etmesi yeterdi.
Problem şu ki, hava hareketsizdi. Boğulur gibi olduğunda bir şeylerin ters gittiğini anlayabildi. Sonraki saniyede anladı ki hava hareketsiz olmaktan farklı bir davranış sergiliyordu. Orada değildi bile! Etkin atmosfer basıncı sıfırdı. Tengu’nun nasıl becerdiğini bilmiyordu ama bir şekilde, uzaktan, onu boğuyordu. Gözlerini hedefini bulmak için kullanmayı düşünemezdi, ilk yapması gereken kılıcını saplı olduğu bedenden uzaklaştırmaktı. Kılıcını bırakıp uzaklaşabilir ve silahsız savunmaya geçebilirdi, ancak bu onu üstün konumdayken, kuşkusuz, birden bire zor duruma düşürecekti.
Yaraladığı ve belki sonraki anlarda ölebilecek bedenin aslında bir kalkan olduğunu var sayacaktı ve saldırının ilk dalgası son bulduğunda kılıcını çekecekti. Plan buydu ve saldırının Alice’in şaşkınca heykel gibi durduğu an sırasında onun yönünden gelemeyeceği gerçeğine güveniyordu. Öyle ise saldırı arkadan gelmek zorundaydı, tek yapması gereken saplı kılıcı çıkarmadan, radohini döndürecek biçimde hızla savurmaktı. Alice savrulurken kılıçta bir sonraki an bedenden otomatik olarak ayrılmış olacaktı. Tek hareket ile iki eylem, işte Tengu’nun bilmediği ve öğrenmekten henüz çok uzak olduğu savaş sanatı bunu gerektirirdi.
Her şeye rağmen Alice savrulurken Zeref’in kılıcı da yavaş çekimde ileri doğru, onunla birlikte gitmekteydi. Neden böyle oluyordu? Kılıcı sıkıca kavradığına emindi. Acının beynine varması biraz zaman alacaktı ama anladığı üzere kolu dirseğinden biraz ileride elinden ayrılmış durumdaydı.
Kendi kandamlacıklarının fışkırmaya üşendiği saniyeler içinde bile Zeref paniğe kapılmadı. Hesaplanamamış bir hamlenin gerçekleşmesinin tek mantıklı sebebi olabilirdi, Tengu artık kendisi değildi. Ya da daha geniş bakılırsa, artık kendisiydi. Zeref bu durumda hayatını kaybetmemek için ne yapabilirdi? İlk akla gelen ve etkili olması mümkün seçenek silahlı ve çok hızlı bir düşmana karşı silahsız ve daha hızlı bir göz bağı uygulamaktı. Gerçek bir büyüden daha kolay ve ivedi olurdu. Öte yandan Zeref gerçek bir büyü yapma kabiliyetine sahip değildi veya daha önce deneyimlediği üzere kayda değer sonuçlar ortaya çıkartmaktan uzaktı.
Numara basitti ve bir saniye kullanarak beş saniye kazanma amacı güdüyordu. İkinci saldırının üç saniye içinde gerçekleşeceğini biliyordu ki bu daha önce hesapladığının dokuz yüz katı hızlıydı. Ancak bu kadar hata payına izin verebilirdi çünkü Tengu’nun daha çok hızlanması durumunda zaten yapacak hiçbir şeyi kalmazdı. Acı kolundan beynine ulaşmak üzereydi, bu acıyı Tengu’nun sırtı olduğunu düşündüğü noktayı etkileyen beyin sinirine odaklayacaktı. Gerçek bir yara oluşturmayacaktı ama en zeki ve kararlı canlı bile bilinci dışında dahi olsa, bir acı hissinin oluşturacağı odak bozulması etkisine maruz kalmaktan, kendini alı koyamazdı. Bu taktiğin başarısızlığa uğraması için pek çok sebep vardı ancak en temel sebep Tengu’nun beynine bir saldırı düzenlediğinde ıskalama veya karşı koyulma olasılığıydı.
Buna rağmen sırt sancısı sinyalini yolladığı anda kafasından olması gerekirken hayatta olduğunu gördüğünde en azından 4 saniye kazandığını anladı. İlk ‘kılıcını bırakarak uzaklaşmak’ fikri artık ona tek seçenek gibi görünmeden edemiyordu. Kolu elbet tekrar uzardı ve elbet büyük kuzeni Gandrim onun için bir kılıç daha döverdi. Sahi, her şey bittiğinde Gandrim’in onu Tengu’nun üzerine yolladığı için Zeref’e vermesi gereken ciddi bir hesap vardı. Dört saniye boyunca parmak uçlarında yaptığı hava yürüyüşü ile altı yüz metre yol kat etti ve bu gerçek zamanda saniyenin ikiyüzelli de biri kadar sürdü. Artık nefes alabiliyordu, vakum etkisi hissedilir olmaktan uzaktı. Tengu onu arıyor olmalıydı, bulamazdı, galaksi de Zeref’ten daha hızlı hareket edebilen tek bir canlı yoktu.
“Biliyor musun ne? Işık kendisini çok hızlı zanneder ve yavaşlamakta bile güçlük çeker. Hatta çoğu zaman insanlar ondan daha hızlısının olamayacağı fikrine kendilerini öyle kaptırırlar ki önemli bir gerçeği gözden kaçırırlar. Işık nereye giderse gitsin, orada önce karanlığı bulur. Çoktan varmış ve beklemektedir. İşte karanlık o kadar hızlıdır.” Dedi yabancı bir ses. Sesin niteliği kalın veya ince değildi, yankılı veya sönük de değildi. Açıkçası niteliksizdi, bahsettiği karanlık kadar kimliksiz ve farklıydı. Hızlı kılıç ustasının yüreği umutsuzluk ve korkuyla doldu. Sesin sahibinin kaynağının gücü ile Zeref’in bedeni öyle ağırlaştı ki son hızla giderken tüm kasları aniden kitlendiler ve sağlam olan kolunun üzerinde yere çakıldı.
Darbenin etkisi ile yerde ufak bir yarık açıldı ve zaman diğer izleyenler için normal akışına geri döndü. Onların gördükleri Alice’in Zeref tarafından mıhlanması ve birden bire yüzlerce metre uzakta bir sonik ses patlaması eşliğinde kalkan toz dumandı. Beyaz saçlı kadın sırtından göğe doğru uzanan uzun bir kılıçla yüz üstü çimenlere serildiğinde bile ne olup bittiğini anlamaktan uzaktılar.
Yer gök kararmaya başladı. Solucanlar topraktan telaşla çıkıyor ve birden can veriyorlardı. Çimenler soluyor, kuruyor ve kül olup rüzgarsız havada oldukları yerde yığılıyorlardı. Toprağın taze ve yaşam dolu rengi bazalt siyahına dönüyor ve kuşlar ötmekten ödleri koparmış gibi tek tek susuyorlardı. İleride tüm olan bitenden habersiz süre gelen kuşatma bile durdu. Kılıçlar çarpışmaz oldu çünkü hem uzun boylu yabancı halkın hem de birleşik krallıklardan birinin kuşatılmış vatandaşlarının kalpleri taşınamaz bir yükün altına girdiler.
Yapabilenler dua ediyorlardı, sessizce. Kendi seslerini duymaktan bile korkan insanlar nefeslerini kontrol etmeye çalışırlarken delirecek gibi oluyorlardı. Çok geçmeden bulutsuz kara gökten koyu gri bir şeyler yağmaya başladı. Başta kül oldukları sanıldı ama bu doğru değildi. Çok geçmeden bunların bir insanı boyu kadar büyük kuş tüyleri olduğu görüldü. Katrana bulanmış gibi olanları da vardı ve onlar ıslak olacaklar ki hava direncinden daha az etkilenerek yere daha erken düştüler. Düştükleri yerde çıplak toprak siyah alevler ile alazlanıyor ve sönmeden yanmaya devam ediyordu.
***
Uzaydan Byakkoya gezegenine bakan birisi onun yeşilini ve mavisini göremez. Genelde bulutlar ile kaplıdır ve tüm gördükleri köpüksü bir beyaz tabakalar zinciri olacaktır. Tabakalar birbirleri üzerine biner, sarılır ve dönerler ama pek az zaman çıplak toprakları veya denizi fark edilir derecede sergilerler. Ancak Esrod ve yoldaşlarının gördüğü sahne oldukça farklıydı. Bir çift dev siyah kanat Gond sınırına yakın bir krallığın Kuzey ellerinde göğe doğru uzanıyordu ve çevresi kapkaraydı. Aynı yüzdeki bir ben gibiydi.
Kuzgun Jack, dostu Esrod’un zihninden geçenleri gayriihtiyari bilirdi. Hızlandı ve kendisini çarpışma için hazırladı. Siyah noktaya ulaşmalarından önce daha on bir dakikaları vardı ve elinden gelen bu kadardı. Gezegen ve yıldız kütlelerine yaklaştıkça hızı dramatik bir azalma gösterirdi. Elinden daha fazlası gelmediği için kendisine kızarken gittikçe büyüyen siyah beneğin Doğu tarafından bir alev dalgası girdi ve merkeze doğru hızla ilerledi. Alev kızıldı.
***
Jonnarius bugünün geleceğini Tengu’nun doğduğu günden beridir biliyordu ama hiçbir şey onu buna hazırlayamazdı. Kendi boyunun dört katı bir radohin duruyordu karşısında. Dev kütlesini kaldırmak bir yana, Byakkoya’nın geri kalanını da sırtlayıp götürebilecek gibi görünen bir çift siyah kuşkanadı benzeri kanadı vardı. Bedeni insan formundayken giydiği zırhın motifleri ile bezeli oniks siyahı bir metaldendi ve kafasının burun kısmı çok uzundu. Boyutlarının onda uyandırdığı yavaşlık duygusu aldatıcıydı, onun gölgesinden bile hızlı olduğunu biliyordu. Bedeni birden bire bu denli büyümüş olmasına rağmen küçümseme lüksüne sahip değildi. Uzaktan diğer savaşçıyı nasıl yere çaldığını izlediğinde artık onunla yüzleşmesi gerektiğini kabul etmeye hazırdı.
Tengu ile o anda her ne düşünüyorsa doğrudan konuşmak işe yaramazdı. Jonnarius uzun zaman önce Ozethreth’in gücünü kendisine kattığında bilmesi gereken her şeyi öğrendiğinde gelecek, sadece geçmiş bir anı haline gelmişti. Dolayısı ile gerek radohin ırkının devamlılığı ve geleceğinin istikbali için, gerekse de diğer güçsüz ırkların yaşam hakkını gözetmesi gerektiğinden sahiplenmesi gereken bir sorumluluk söz konusuydu. Sadece Güneyin Kızıl Radohin Kraliçesinin yerine getirebileceği bir sorumluluktu bu. Belki Kuzey’in Alice’i (tabi mümkünse) ondan daha çok nefret edecekti. Yüzünde kararlı bir ifade olan kudretli ejderha daha önce her defasında yaptığının aksine bu defa nefesini sınırlamadı. Ölüm ile saldırdı ve güçsüz halkın sessiz dualarına kendi dualarını da katmayı ihmal etmedi.
***
Tengu kendi zihninde sonsuz beyazlıkta, bir boşlukta sabitlenmiş tozlu bir taşa bakıyordu. Taş oturulmaya müsaitti ve boşlukta durduğu hayali düzlemde, yanlarından taze ve güçlü çimenler fışkırıyordu. Sonraki an her yer çimenle doldu ve Tengu gidip taşa oturdu. Üzerinde zırh yoktu, Panus da görünürlerde değildi. Etrafına daha dikkatli bakmayı denediğinde önünde yan yatmış bir kütük buldu. Kütükte oturan siyahlara bürünmüş ve yüzünde ifadesiz bir maske bulunduran Hadrhune’un imgesiydi. Karşılıklı oturdular güvenli çayırlıklarında. Hadrhune konuşmadan evvel sol eli ile ikisinin de sağında kalan bir kapıyı gösterdi.
Kapının rengi eflatundu ve saydamdı. Tengu ona daha dikkatli baktığında kapının ejderha motifleri ile bezeli olduğunu gördü. Büyüleyici güzellikteydi çünkü motifler her an hareket halindeydiler. Kapının belli bir kanat aralığı veya anahtar deliği yoktu ama onun bir kapı olduğunu biliyordu. Sahi bir kapıyı kapı yapan neydi ki?
Hadrhune sessizliği bozan oldu. “Neden burada olduğumuzu biliyor musun Tengu?” dedi hüzünle. Adam biliyordu. “Alice” dedi sesi titrerken. Hadrhune olumsuz şekilde başını salladı. “Kapıya daha iyi bak. Eskiden bu kadar saydam değildi, gittikçe yitiyor. Alice sadece bir dış etken, asıl sebep senin kapıyı artık istemiyor olman” dedi tane tane. Tengu kaşlarını çattı, “Bu kapıyı daha önce görmedim bile, hem şimdi ne ilgisi var? Geri dönmeliyim ve onu kurtarmalıyım.” Dedi.
Hadrhune başını eğdi, “Evet, kurtarmalıyız. Ancak başkası bizim için şu anda bu işle meşgul olmakta. Kılıcın nerede Tengu?” dedi. Sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Tengu’nun farkına varmadığı bir gerçeği görebilmesi için dolaylı olarak her yolu deniyor gibiydi. Tengu telaşla “bulamıyorum, yine sende olabilir mi acaba?” dedi tek kaşını kaldırarak. Hadrhune zihin âleminde elinde yoktan bir ayna oluşturdu ve Tengu’ya doğrulttu. “Bak, kendin gör.” Dedi. Görüntüsünün kılıcıyla ne ilgisi vardı ki? Baktı ve gördüğü karşısında ne diyeceğini bilemedi.
Yüz bir insanın yüzü değil, bir ejderhanınkiydi. Çok uzun bir burun kısmı vardı ve bedeni hep giydiği zırhın motifleri ile kaplıydı. Ellerinde pençeler vardı, pençeler kılıcının çeliğinden yapılıydı. Gözleri eflatundu. Aynadan biraz uzaklaştığında oturduğu taştan kayıp düştü. Kanatları vardı! Gözlerini aynadan ayırdığında ve kendine daha dikkatli baktığında ellerinin yine insan elleri olduklarını gördü. Panus’tan pençeler yoktular. Hadrhune yine kapıyı gösterdi. “Tamamen yok olduğunda, sen de yok olacaksın Tengu. Ben de ancak bu kadarını biliyorum. O gördüğün şeye dönüşeceksin ve belki ben de artık burada barınamam.” Dedi duygusuzca.
Tengu onun söylediği her şeyin doğru olduğunu biliyordu. Zihninde ikisi baş başa olduklarında Hadrhune oldukça dürüst birisi haline geliyordu. “Nasıl? Nasıl durdurabilirim?” dedi güçsüzce. “Yapamazsın” diye cevapladı maskeli adam, “ikimizin de iradesinin üzerinde bir el var. Esrod’un bile üstünde olmalı. Tilki kılıklı radohin Ramuthra kendisini bir riyakar gibi göstererek kızıl kardeşini bize karşı düşürdü ama bunun da işe yarayacağını zannetmiyorum. Ramuthra, Ozethreth ve Jonnarius’un ortak gücü bile bu şeyi (aynayı gösterdi) durduramaz.” Dedi yine aynı soğuklukla. Ancak sanki daha soğuktu. Tengu ağzından çıkan havanın buhara dönüştüğünü gördü. Zihni soğuktu. Çok soğuktu. “Dışarıda neler oluyor?” dedi korkuyla.
***
Kızıl alevler kara olanlar ile savaşıyordu. Toprak iki desenin mücadelesi ile bezeliydi ve siyah kanatlı radohinin yüzünde patlayan bir alev topu kilometrelerce öteden duyulduğunda insanlar kıyametin yakın olduğunu düşündüler. Kafası dumandan bulutlarla kaplanan radohinin yüzü görülmez oldu.
Kuşkanatlı radohin karşı koymuyordu ama bir zarar görmüş gibi de durmuyordu. Jonnarius ivmelendi ve nispeten küçük kalan bedenini bir ok gibi ona fırlattı. Kalbini tek seferde sökebilirse, belki o zaman kavgayı daha başlamadan bitirebilirdi. Pençesi sert bir şeye çarptı ve darbesi tamamen emildi. Jonnarius şaşkınca sağ pençesine baka kaldı. Buzdan bir kelepçe tüm ufuk çizgisini boydan boya dolanıyormuş gibi görünen bir buzdan duvara sabitlemişti onu. Kara radohinin kanatlarının ancak uçları görülebiliyordu, duvar bu kadar yüksekti işte. Aniden önünde bu denli muazzam miktarda buzdan oluşan bir duvar örebilecek fazla isim sayamazdı.
Tonlarca ağırlıkta olması muhtemel buzdan kazıklar gökten üzerine yağmur gibi boşanmaya başladığında ilk olarak nefesi ile kendisini kelepçeden kurtardı ve kanatları ile kazıklardan sakındı. “Ona zarar veremezsin Jonnarius, buna izin vermem.” dedi ancak ve ancak Alice’e ait olabilecek bir ses. Gökte asılı duran Kuzeyin Buz Kraliçesi Wilvarin’in mirası, Alice’ti.
Kızıl kraliçe onda toyluk görmedi. Oysa Alice’i daha önce hiç radohin bedeninde görmediğini düşündüğünde bunun aksini düşünmeliydi. Neydi onu genç yaşında bu denli kudretli kılan? Tüm kara ve kızıl alevler buza döndüler. Plazmanın hayaletini bile buza döndürecek bir soğuktu onunki. Her şey bir yana Alice’in yere kapaklanışını izlemişti. Onu küçümsemesinin bir sınırı yok muydu?
Jonnarius yapmak zorunda olduğu şey için kendisini asla affetmeyecekti ama günahlarının yanına bir diğerini daha eklemekten çekinecek de değildi. Tengu, dönüşmekte olduğu şeye tamamen dönüşmeden önce yok edilmeliydi ve buna mani olan her unsur ortadan kaldırılmalıydı. Damarlarındaki akan tüm kanın alev aldığına emindi, etindeki tüm hücre çığlık atarcasına kendi közü ile alazlanıyordu ve Jonnarius belki de Tengu üzerinde bile kullanmayacağı kadar güçlü tek saldırısını yaptı. Alice en azından bu kadarını hak ediyordu.
Jonnarius’un ağzı sonuna kadar açıldı ve dilinin ucundan birkaç metre uzakta dönen, parlayan, için çökecekmiş gibi kıvrılan ve güçle titreyen bir koyu mavi alev topu oluşturdu. Işık, alev topunun etrafında bükülüyordu ve adeta içine çekiliyordu. Bölgedeki tüm rüzgarların Jonnarius’a doğru estiği gözlemlenebilirdi. Alev topu binlerce volkanın patlamasına benzer bir ses ile serbest kaldı ve tek bir top halinde değil de toptan fışkıran bir mavi lazer sütunu halinde beyaz radohine doğru vücut buldu. Neredeyse anında lazer bedeni deldi geçti ve uzaya doğru yoluna devam etti. Jonnarius lazeri hemen sonlandırmadı, ağzını biraz açı yaparak eğdi ve bir kılıçmış gibi kullanarak Alice’i ikiye böldü.
Ancak beklemediği bir şey oldu. Milyonlarca derece sıcaklıkta olması olası lazer sütunu aniden açık turkuvaz rengi bir buz sütununa döndü. Buzun etrafını saran kuru karbondioksit katmanı göğe yükseliyordu. Sürtünme kuvvetinden dolayı atmosferin uzak bir noktasında kırılmış olabilirdi. Buhar sicimleri tek bir noktada birleştiler ve tek bir bedeni ortaya koydular. Görünen o ki Alice artık maddenin tek haline hükmetmiyordu. Buzdan sütunun ağırlığını serbest bıraktığı anda yukarıya doğru uzanan tüm kütle birden Jonnarius’un üstüne yığıldı. Yığılma ile eş zamanlı olarak sütun hızla sıvı hale dönüştü ve uzaydan bile görülebilecek kadar geniş bir alanı neredeyse hemen göle döndürdü. Jonnarius’un kızgın bedeni güneş gibi parlaktı. Kızıl kraliçe ellerini toprağa daldırdı ve bekledi. Alice sonraki saldırıyı beklemeyecekti. Jonnarius ona zarar veremezdi! Bunca zaman kendisini sırf Jonnarius bir karşı taktik geliştirecek vakti olamasın diye sakladığını düşükçe çılgın gibi eğleniyordu. Bunca zaman sadece bir tek bu kavga için beklemişti, güçsüz olduğuna kendisini bile yeterince inandırabilirse aklı okunduğunda küçümsenecekti. Neydi tüm bariyerleri kaldıran? Artık hiç bir şeyden korkusu yoktu. Tengu’nun aslında ne olduğunu öğrendiğinden beri yoktu. Eğer başarısız olursa, onun yerine Tengu yarım kalanı bitirebilirdi.
Karanlık gök bir buz fırtınası ile sarsıldı. Kar taneleri o kadar ince ve güçle yağmaya başladılar ki oluşan yıldırımlar daha iyi iyonize oluyor ve normalden daha çok gerilim yüklü hale geliyorlardı. Alice elektriğe hükmedemezdi ama maddelerin enerji seviyelerini onlara temas ederek değiştirebiliyordu ve tüm atmosfer de buna dâhildi.
Yıldırımlar Jonnarius’un olduğu yere hızla ve yılmadan art arda düşmeye başladılar. Düştükleri yerde toprağa karışmıyor, buza dönüşüyorlardı. Alice toprağın altında dallanıp budaklandıklarına emindi, bu sayede etki alanını genişletmeyi amaçlıyordu. Fakat şaşırma sırası artık ondaydı. Yarattığı buzdan duvar binlerce metre genişliğinde tek bir fay hattının içine yuvarlanırken kelime anlamıyla dondu kaldı. Yarıktan yukarıya magmadan yeni bir duvar yükseldi ve öylece asılı durdu. Jonnarius yıldırımlar sona erdiğinde ortalıkta yoktu. Bedenini magmaya dönüştürerek yer altına girmiş olmalıydı ve büyük olasılıkla şimdi duvarın ardındaydı.
Duvarı kolayca camlaştırıp içeriye dalabilirdi ama bu Jonnarius’un savaş alanına bodoslama girmesi anlamına gelirdi. O yüzden yükseldi ve duvarı tepeden geçmeyi denedi. Duvarın onun geçmek istediği yüksekliğe geldiğinde kendisini de yükselttiğini gördüğünde şaşırmadı. Adeta yaşayan bir organizma gibiydi. Jonnarius’un kendisine az önce uyguladığı aynı mavi lazer saldırısını pasif duran Tengu’ya karşı kullanmak üzere olduğunu gördüğünde çaresizlikten ne yapacağını bilemedi. Tengu bunu atlatabilir miydi?
O anda aklına delice bir fikir geldi. Belki birkaç dakika önce Tengu’nun sesi olduğunu düşündüğü sesin izah ettiği üzere ‘karanlık’ kadar hızlı olmayabilirdi ama ondan sonra en hızlı şey olabilirdi. Kendi enerjisini ne kadar değiştirebilirdi? En fazla ne seviyede bedeni buna dayanırdı? Gözlerini kapattığında ve tüm duygularını bir kefeye koyarak tarttığında ibrede “Riske değer” düşüncesi belirdi. Şeytani bir gülümsemeyle parladı ve ışığın kendisine dönüştü.
Her şey o kadar açık hale geldi ki bunu daha önce neden denemediğini düşünürken buldu kendisini. Eğer bir sorun yaşamazsa ışığı kullanmak onda bağımlılık halini alabilirdi. Etrafındaki her atomun ve enerji değişiminin farkındaydı. Ses dalgaları bile adeta havada asılı kalmış kuşlar gibiydiler. Nesneler sabit bir şekle sahipmiş gibi görünmüyorlardı ama Jonnarius’un tam o anda ağzından çıkmakta olan lazer hareket halindeydi. Alice’den sadece biraz daha yavaştı. Hemen bir şey yapması gerekiyordu. Onu anında buza döndüremezdi çünkü bu zaman alıyordu ve lazere açıkça temas etmek zorundaydı. Yanı sıra ışık formundayken diğer maddelerin seviyelerini değiştiremeyeceğine emindi. Bu durumda tek bir seçeneği kalıyordu.
***
“Neden bu denli soğuk?” dedi Hadrhune da soruyu tekrarlayarak. Esasında kendisi de bilmiyordu. Anlaşılan dışarıda işler planladığı gibi yürümüyordu. Kapı Hadrhune için daha önce bir jokerdi. Belirsiz bir özelliği vardı ve diğer kimsenin de haberdar olmaması gerçeğinden yararlanarak kapıyı aktif etmenin yollarını arayıp durmuştu. Tengu ile bir olarak onun rüyalarına erişimini arttırdığı zaman kapının doğasını anlayabilmişti. Kapıyı yaratan kişi Tengu’nun diğer kimliğiydi. Yine Tengu gibi düşünen, onun gibi davranan ve hisseden bir varlıktı ama dünya üzerinde yürüme fikri ona bas bayağı korkutucu görünmüş olsa gerek ki kendisine bir koza örmüştü.
Kozadan çıkması için hangi koşulların gerektiğini bilen tek kişi yine o olmalıydı. Hadrhune kelebeğin belki hiç çıkmayacağını ve bir ihtimalle de her an çıkabileceğini düşündükçe sabretti. Ancak kozayı ilk yırtmak için tek gereken ironik biçimde yine Tengu ile birleşmesi olmuştu. Sonrası ise Tengu’nun duygusal dengesizliğine bağlıydı. Büyük olasılıkla diğer ‘kendisi’ onun insan formunun en ümitsiz anında işitilebilecek yardım çığlığına aşırı bir tepki olarak aniden kozayı parçalamış olmalıydı.
Ortaya çıkacak varlığın Esrod’un çekineceği bir ‘şey’ olacağına güvenmek zorundaydı. Jokeri bundan ibaretti ve kartın avantajlarını tamamen değilse bile yapabildiği kadar kullanmayı amaçlıyordu. Bu sırada Tengu’nun insan benliğinin incinmemesi için elinden geleni yaptığını gördükçe kendisine gülmeden de edemiyordu. Ancak Tengu güvenli çayırlıklarında kararlı bir ifade ile ona baktığında düşünceleri soldu gitti. O bir şeyler yapacaktı ama ne?
“Kontrolü ele almalıyım Hadrhune. Neler olduğunu görmek zorundayım, Alice halen orada.” Dedi ve yok oldu. Hadrhune dehşetle üstü boşalmış kayaya baka kaldı. Tengu’nun bunu yapacak gücü olmamalıydı!
***
Tengu’nun ilk hissettiği acı oldu. Yüzü, göğsü ve kanatları yanıklar içindeydi. Katlanılmaz bir acı değildi ve yavaşça iyileştiğini hissediyordu. İkinci fark ettiği şey kocaman olduğuydu ama ağırlığını hissetmiyordu. Üçüncü ve en önemlisi ise buzdan bir yarım kürenin içinde olduğu gerçeğiydi.
Bazı yerlerden üzerine damlalar dökülüyordu ve bu damlalar inanılmaz soğuktu. Bu şey her neyse su değildi ve damlaların kendileri bile temas ettiği noktalarda nem varsa anında yeni bir buz katmanı oluşturarak yoluna devam ediyorlardı. Dev ayak pençelerinin altında, tek bir pençesinin ucundaki nokta büyüklüğünde bir bedeni seçebildi. Tengu, duyularının olağan üstü olduklarını düşündü ve bedene doğru uzandı. Altındaki toprak ile beraber onu kaldırdı ve daha yakından baktı.
Zeref’in daha önce yaraladığı yerde giysisi kanlar içindeydi ama gördüğü zarar bu yaranın çok ötesindeydi. Gövdesinin sağ yarısı tamamen yok olmuştu. Halen nefes alması bile mucizeydi. Burnunun ucuyla ona zarifçe dokunduğunda kızıl-mavi çıtırtıyı hissetti. Jonnarius’un damgasıydı ve tüm radohinler gücün sahibini yaradan koklayabilirlerdi.
Tengu’nun öfkesi benliğini karanlık ellerine alırken buzdan duvar belli bir bölgede tamamen eridi. Koyu mavi damlalar her yana saçıldı ve dokundukları yerleri asit gibi dağladılar. Tengu zihninin diğer Tengu tarafından tutulup çekildiğini hissetti. Buna izin vermeyecekti. Ne olduğunu kendisi de bilmiyordu ama aniden her şey dinginleşti. Kanatları ile kendi bedenini sardı ve daha küçük olmayı istedi. Öncelikle hantallıktan kurtulmalıydı çünkü Jonnarius’un bile delmekte güçlük çektiği bir buzdan kalkana ucu ucuna kısılmış haldeydi.
***
Jonnarius panik halindeydi. ‘O şey’ uyanmış, Alice’i görmüş ve doğrudan kendi gözlerinin içine bakmıştı. Jonnarius yaratığın gözlerindeki ifade karşısında iki şeyin farkına varmıştı. İlki, tüm ümitlerin sona ermediğiydi. İkincisi ise yine de burada canını verme ihtimalinin yüksek olduğuydu çünkü gözler eflatun değillerdi.
Gözlerinden şelale halinde lavlar boşanan kızıl radohin tüm nefesiyle dev iglonun içini doldurdu. Kor haline gelen fırının içinde ardı ardına patlamalar oldu ve Jonnarius ne pahasına olursa olsun durmamak üzere buna devam etti. Çelikten ciğerleri kuruyana kadar püskürttü. Gırtlağı çürümüş gibi büzülene kadar püskürttü. Kalkan içten eriyene dek, püskürttü.
Magmadan bir tepe oluştu ve üzerine yığılan soğuk sıvı ile anında taşlaştı. Kara radohin görünürde yoktu. Başarmış mıydı? Her şey bitmiş miydi? Yaşlı radohin buna inanmayı her şeyden çok arzuluyordu. Ensesine oturmuş bir siluet ona “Babaannem gibi kokuyorsun.” Dediğinde gözleri fal taşı gibi oldu, hareket edemiyordu. Göz ucuyla sesin sahibine baktı. Kucağında ölümcül biçimde yaralanmış Alice’i tutan, radohin görünümlü Tengu’ydu.
Biraz önce sahip olduğu bedenin aynısıydı ama sadece, daha küçüktü. Buna rağmen Jonnarius onun tüm kütlesinin halen orada olduğuna yemin edebilirdi, sadece hacmi küçülmüştü. Daha fazla havada duramadı ve yere çakıldı. Düşüşü olabildiğince yavaşlatmasına rağmen dizleri üzerinde doğrulamadı ve çenesi yere yapıştı, kalkamıyordu.
“Anlat bana, o nasıl yaralandı? Lütfen anlat ve bileyim.” Dedi üzüntüyle. Jonnarius onun bal gibi de bildiğinin farkındaydı. “Ölmelisin Tengu. Zavallı dişi, olmak zorunda olanı geciktirmek için önüne geçti ve zarar gören kendisi oldu. Olasılıkla, maddeleştiğinde ikinci bir düzenleme yapacak zamanı yoktu” Dedi duygusuzca. Aslında duygularını gizlemek için o kadar çok özen gösteriyordu ki yine de sesinde bir üzüntü tınısı sezilebildi. “Neden? Çektiği acılar yetmedi mi? Şu anda, ellerimdeyken onun tüm geçmişini görebiliyorum. Ne ile karşılaştığımı bilmek ister misin Büyükanne Johanna? Bunca elem ve kedere rağmen iyi olmayı seçebilmiş bir ‘insan’ görüyorum.”
“Benim için anlat ona, yaşayacaktır çünkü ona benim küllerimi vereceksin! Anlat ona yaşadığında Johanna, annesini öldüreni anlat ona. Radohin Wilvarin’in kılıcını çalan adamı, Gandrim’i anlat ona, hepsini anlat çünkü o ne yapması gerektiğini bilecek. Onun daha çok intikam ile dolmasını istemiyorum, onun seni affetmesine izin ver.” Dedi kızılın omzundan atlarken. Jonnarius duyduklarına inanamıyordu. Ramuthra’nın tüm oyunlarına rağmen, binlerce yıldır süregelen bir satrancın son sahnesinde yalın bir insan iradesi hepsine üstün mü gelmişti?
Tengu’nun sırtı ona dönüktü.
***
Tengu kendisi ile savaşıyordu. İçin için onu yiyen ses “AHMAK! SENİ YOK EDECEK!” diye bağırıyordu. Diğer kendisi onu uyarmak için ümitsizce çırpındığını duymazlıktan geliyordu çünkü söylediklerinin gerekli yerler ulaştığına inanma yönelimindeydi. İnsan Tengu verdiği karardan emindi, Byakkoya’dan çok uzaklara gidecekti ama bundan önce en sevdiğini yaşatmalıydı. Sağ koluna baktı, kılıç tutan ve kullanan eliydi. Oysa artık bir pençeydi, ondan kopan bir uzuv alev aldığında küllerden bir yeni radohin doğabilirdi ve radohinlerin düşmüş yoldaşlarını bu şekilde hayatta tuttukları da bilinen bir şeydi.
Peki, o nasıl bilebiliyordu? Daha önce hiç radohin olmuş muydu? Tengu kimdi? Artık o da bilmiyordu. Ancak duygularını dengeye sokabildiğinde ejderha benliğini kontrol altında tutabildiğini bilmek huzur vericiydi. “Keşke” diye düşündü aniden, “Jonnarius, keşke bana saldırmayı seçmeseydin.” Dedi görmediği arkasında patlayan mavi lazeri hissederken. Lazeri durdurmak için bilinçsiz olarak görüş açısının dışında bir kara delik açmıştı. Tüm gücüyle Tengu dışında her şeyi içine çekmeye başlayan vorteks aslında tekil bir noktadan oluşuyordu. Geldiği gibi yok oldu ve geride kocaman, dairesel bir yarık bıraktı. Lazer de sanki hiç başlamamış ve bitmemiş gibiydi. Alice’i yavaşça yere bıraktı ve Jonnarius ile yüzleşti.
Eflatun gözlerin sahibi, “Artık seni kimse kurtaramaz.” dedi. Tam o sırada ikilinin arasında siyah bir kuş tüyünün süzülerek aşağıya indiğini gördüler. Tüy, Tengu’ya ait değildi.
***
Alt üst olmuş kuşatma arazisi ve kuşatılan kale surları yakınlarında kaç insanın hayatını kaybettiği çok uzun yüzyıllar sonra dahi anlatılacaktı. Oysa kimse aslında gereksiz tek bir ölümün dahi olmadığını bilmeyecekti. Çünkü Esrod oradaydı. Esrod kaos ve düzenin sonsuz savaşında ortada kalan ruhların tek kurtarıcısıydı ve daha fazlasından sorumlu değildi. Oradaki tüm insanlar normalde kendi savaşlarında öleceklerdiyse bile artık başka yerlerde, Byakkoya’nın dört bir yanında yaşadıkları korkunun iziyle, hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiler. Umulmadık bir ikinci şanstı onlarınki.
Onların bölgeden uzaklaştırılması ile işi bittiğinde halen bolca zamanı vardı. Jack’in omzunda yolculuk ederken zaman ile oynamak onda nahoş bir tat bırakırdı. Toprağa bastığında da kararmış bölge içinde zaman ile istediği gibi düzenleme yapamadığını görmek onu şaşırttı. Bu yüzden sıradan bir insan gibi davrandı ve oyunu kuralına göre oynadı, Jack’in de büyük yardımı dokundu. Kavgaya yetiştiğinde Alice hareketsiz biçimde yerde yatıyordu ve Tengu küçük bedeni ve eflatun gözleriyle Jonnarius’a bakıyordu. “Yanlış kararı verdin kızıl.” Diye düşündü içinden.
“Artık seni kimse kurtaramaz” dediğinde Tengu’nun bildiği kişi olmadığına emindi. Yine oydu ama kendisi gibi değildi veya artık kendisiydi. “Kafamı karıştırıyorsun ama doğru söylüyorsun evlat, kızıla saldırırken sana karışacak değilim. İlk hamleni görmek istiyorum.” Diye düşündü.
Az önce açtığı vorteksin aynısını geri çağırdı ama çıkış noktasını Jonnarius’a yönlendirdi. Alice’in aldığı darbenin aynısına maruz kalan ve öncesinde etkisizleştirilmiş radohin kendi gücünü doğrudan göğüsledi. Çığlığı en uzak sahillerde bile martıların çığlıklarından ayırt edilebilirdi. Ölmeyecekti belki ama uzun süre bu şekilde kalacağı belliydi.
Tengu gözlerini radohinden ayırarak doğrudan Esrod’un olduğu yana baktı. Esrod ise kendine tam güvenle beriye baktı, belki de arkasındaki her neyse tam onun hizasındaydı ve Tengu’nun dikkatini çekmişti. Görülebileceği ihtimali bir an olsun aklından geçmedi çünkü o istemedikçe, fark edilemezdi.
Kulağının dibinde ejderhanın dişleri konuşurken takırdadı ve fısıltıyla, “Öyle sansan da görünmez değilsin, garip kokuyorsun ve benim huzurumda ayakta durabiliyorsun. Kimsin sen?” dedi. Esrod beyninden vurulmuşa döndü, Tengu’nun ağzından çıkanlar belki ona göre basittiler ama Esrod için çok anlamlıydılar. İlki Tengu’nun insan benliğinin tamamen derinlere gömülü olduğu gerçeğiydi. İkincisi bu yaratık her ney idiyse Esrod’dan haberdar olmadığına göre çok uzun zamandır uykudaydı. Üçüncüsü ise onu var olduğu paralel boyut düzlemindeyken algılayabilecek tek bir varlık türünün olmasıydı. Hadrhune.
“Sen radohin değilsin ve ayrıca hiç de garip kokmuyorum.” Dedi usulca. Esrod onunla yüzleşti ve gözlerinin içine baktı. “Kim olduğuma gelince, biliyor olmalısın.” Dedi hınzırca. Tengu’nun eflatun gözleri kısıldı. “Hadrhune ile kaynaştığını görebiliyorum, belki de onun gücünü de sömürüyorsun. Kabul etmeliyim ki o adam artık burama kadar geldi” burnunu gösterdi hızla, “Bana çıkardığı problemlerin ardı arkası kesilmiyor ve şimdi de sen karşıma geçmi… Hey, biri konuşurken saldırmak hiç de … YETER!” dedi ve uzaklaştı. Konuşması sırasında Tengu aynı Zeref’te gösterdiği atiklikte peşi sıra altı saldırı gerçekleştirdi. Şaşkın yaratık soluk soluğa Esrod’a bakıyordu. Alnına bir fiske yemişti.
Esrod derin bir iç çekti, “eh, ne kadar hızlı olursan ol sadece madde tabanlısın.” Dedi. “Zenephreth’in bu kadarını bile bilerek veya bilmeden başarabilmiş olmasına gıpta etmek gerek.” Diye devam etti. Bu sırada ellerini arkasında birleştirmiş, soluk soluğa kalan Tengu’nun etrafını, turluyordu. Ona bakmıyordu bile, kendi adımlarını izliyor ve sesli biçimde düşünüyordu.
Çok geçmeden ikinci saldırı başladı. Esrod ellerini kullanmadı ve sadece savuşturdu. Saldırının önünden daha saldırı yerini bulmandan çekiliyordu. Olup bitenin aslında hızla da alakası yoktu, yaratığın aklından geçenler öyle umarsızca etrafa saçılıyorlardı ki ne yapacağını bilmemek için telepatik açıdan sağır olması gerekirdi. Ancak bu böyle devam edemezdi. Her hamle de etraflarındaki toprak közleniyor, dağlanıyor, parçalanıyor, minik vorteksler oluşturan hava akımları önlerine geleni yutuyordu. “Silahsız birisine silah çekemem evlat. Eğer ki bir hayvansan pençelere lafım olmaz ama ikimiz de böyle olmadığını biliyoruz.” Dedi hafif sinirli bir tonda.
Tengu durdu. Nefesi daha düzgündü, tempoya alışıyordu çünkü bu diğer Tengu çok hızlı öğreniyor ve adapte oluyordu. Radohin görünümünden tamamen olmasa da arındı. Beden hatları bir insanı andırıyorlardı ve pençeleri de geri çekildiler. Boşlukta hemen önünde bir vorteks oluştu ve elini içine soktu. Geri çektiğinde kaldırdığı Panus’tu. Kanatları bırakmamıştı ve dramatik biçimde halen bir ejderhayı andırıyordu. Yüzünde bir ejderha kafası biçimde duran miğfer olağan üstü canlıydı.
“Güzel seçim. İlk hamle hakkını sana vermeyi çok isterdim ama ne yazık ki onu çoktan tükettiniz.” Dedi bu defa resmi bir tonla. İki elindeki kirli sargılar yere döküldüler ve onlar düşerken hızla diz çökerek sağ elinin avuç içini hızla toprağa vurdu. Yerden kalkarken eliyle topraktan bir kılıç çekti. Kılıcın üzerinde hiçbir motif yoktu, süssüzdü, eğimsizdi ve düzdü. Tek bir orta kanalı vardı. Kabzası da basitti ve amacının dışında vurgusuzdu. Boyu bir metreden uzun olmalıydı, çok parlamıyordu ama hiçbir çizik ve çentik de gözlenemezdi.
Tengu ona öğretilen her şeyi unutmuşçasına barbarlar gibi tuttuğu kılıcıyla üzerine geldi. Kanatlarını saldırıyı güçlendirmek için son anda bir defa çırptı ve atıldı. Esrod sakindi, sol ayağını hafifçe geri attı ve pozunu aldı. Karşısından bakan bir gözlemci kılıcını mükemmel bir simetri ile bedeninin iki yarısının ortasında tuttuğunu söyleyebilirdi.
***
Çelik çeliğe çarptığında hiçbir şey olmadı. Tengu şaşkın görünüyordu. Tüm o güce ne olmuştu? Varlığının her damlasını tek bir hamleye odakladığına emindi. Çarpma gerçekleşmese bile karşısındaki savrulan keskin kenarın şok yaratacak etkisinden kaçamamalıydı. Oysa basit bir çınlama ile sonuçlandı. Ardından gelen saniyelerde anlaması uzun sürmedi. Görünen o ki adamın elindeki kılıç düşünüldüğü kadar sıradan değildi. Adam da ona karşı hamlede bulunduğunda beklediği yoğunluk ile karşılaşmadıysa da cevap vermekte zorlandı. Sıradan birer insan gibiydiler!
Adamın kılıcı sahibini ve savaştığı kişiyi normal insan standartlarına çekiyor olmalıydı. Böyle bir dövüşte ancak ve ancak daha zeki taraf kazanırdı. Adam Tengu’nun deneyimsizliğini ona karşı kullanıyordu. İnsan olan Tengu’nun bu adamın kimliğinden haberdar olduğunu ve dahası kılıç dövüşünden anladığını bilse de onun zihnine sızmaya cesaret edemezdi. Elini insan benliğine uzattığı anda kontrolü tekrar kaybedebilirdi. Bunun yerine diğer karanlık ‘şeyden’ yardım almayı seçti. Bilgeliği su götürmezdi.
***
Esrod kendisini talim dövüşü yapar gibi hissediyordu. Sıkıcıydı. Tengu’yu yenmeye çalışmıyordu. Tek yaptığı insan benliğinin kontrole ele geçirmesini beklemekti. Bu yaratık kılıç dövüşünden anlamıyordu ve bir noktada insan tarafına danışmak zorunda kalmalıydı. Tabi hakkını vermeliydi çünkü kanatlarının da yardımıyla oldukça yaratıcı saldırılar düzenliyordu, onun yeteneği doğaldı. Sıkılmasına rağmen tüm dikkatini veriyordu çünkü bu ‘şey’ ile ilgili bilmediği pek çok unsur vardı. Her an bir sürpriz ile karşılaşabilirdi ki öyle de oldu.
Kılıcı bir sonraki atağında Panus’un içinden geçti. Panus çarpışmanın olması gerektiği anda saydamlaştı ve seyirdi. Tengu iki eliyle öldürücü bir hamle yaptı ve Esrod hamleden ucu ucuna kaçınabildi. Kılıcın ucu sağ omzunda derin olmayan bir kesik açtı. Kesikten kırmızı kan aktı ve adam akan kana ilgiyle baktı. “Aslında, bunu özlemişim. Nehegnir’i bulmak için ne kadar zaman harcadığımı tahmin bile edemezsin.” Dedi kılıcına gülümseyerek bakarken. “Nehegnir huzurunda ‘Herşey’ eşittir ve insandır” dedi şeytani bir gülümsemeyle.
“Yine de Hadrhune değil.” Dedi bu boyuttan olmayan sesiyle Tengu. Esrod gözlerini kıstı, “Evet değil. Neden peki? Bunu daha sonra daha dikkatli biçimde araştırmam gerek. Özür dilerim, çırağımın hayatı pahasına yaşamına son vermem gerekiyor.” Dedi. Sesi buz gibiydi.
***
Kuzgun Jack ve Mathilda heyecanla Esrod ve Tengu’nun düellosunu izliyorlardı. Jonnarius can çekişmesine rağmen uzaklaşmak yerine tüm kavga boyunca bir arka plan heykeli gibi kas katı izlemekle yetinmişti. Belki de, gerçekten de hareket edemiyordu.
“Daha önce onu hiç böyle görmedim” dedi kız huşuyla Esrod’u izlerken. Jack, “Ben gördüm, bundan daha farklıydı ve elinde de dövüştüğü adamın silahı vardı. O zaman tek bir kişi ile değil, yüz binlercesi ile cenk ediyordu.” Dedi sinir bozucu bilmişliğiyle. Mathilda daha da şaşırdı, “Yüz binlerce mi? Şaka yapıyorsun. Neden böyle bir şey yapsın ki? Hem kılıç henüz ona ait değil.” Dedi. Jack hep gülümser gibi görünürdü ama bu defa gerçekten gülümsüyor olabilirdi. “Öyle mi dersin? Anahtarlar her zaman ona aittirler.”
İkili bakmazken beklenmedik bir çınlama oldu. Önceki çınlama serilerinden farklı sonlandı çünkü havada uçan bir kılıcın dönen uğultusu duyuluyordu. Nehegnir havalandığı gibi yere düştü ve toprağa saplanıp kaldı. Bunu Jack de beklemiyor olsa gerek ki sustu.
“Ya şimdi, beni öldürecek misin?” dedi alınmış gibi.
“Nasıl? Ne oldu!” derken, Mathilda oturduğu ağaç dalından kalkacak gibi oldu ama Jack havalanarak önünü kesti, “Hayır, bekle.”
***
Tengu geriye itildiğini hissetti ancak bunu yapan diğer kendisi değildi. İhanete uğradığında bedenin kontrolünü Hadrhune’a kaybetti. Onun zihni iki Tengu’nun da toplamının çok ötesindeydi. Hadrhune’a hiç güvenmemeliydi, onu nasıl oldu da küçümsedi ve uzattığı eli kabul etti? Geriye dönüp baktığında kendisini kilitlediği kapının ardında duran siyahlı adamın sayısız gün ve gece onu izlediğini hatırladı. Onu insan benliği ile karıştırmıştı. Uykusunda önem vermedi ama o adam ‘düşünüyordu’. Onu dibe çekecek planı düşlüyor ve kuruyordu. Hakimiyet Hadrhune’a geçtiğinde kılıçlı adam ile yaptığı savaşı kazansa da iç savaşını kaybettiğini anladı. Nehegnir denen silah onu zayıflatan ve yok oluşa sürükleyen birincil etkendi ama bu sırada Hadrhune’u yücelten de Tengu’nun ahmaklığından başkası değildi.
“Ya şimdi, beni öldürecek misin?” dedi Esrod. Hadrhune yaşadığı muhteşem duyguyu isimlendirmekte beceri sergileyemiyordu. Öyle mutluydu ki, bu başka bir şey olmalıydı. Ahmak adam kendi ölüm fermanını hazırlamışçasına ona karşı olabilecek en etkisiz ama Tengu’yu yok edebilecek silahı seçmişti. Hadrhune’un kendisini gizlemek için artık hiçbir sebebi yoktu
Hadrhune ‘zaten’ bir insandı ve diğerleri kadar eşitti. Hadrhune’u özel kılan şey sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıydı. Hiçbir büyülü veya efsanevi nesne ona bunları geri veremezdi. Oysa ne Esrod ne de Tengu öyleydiler. Onlar temelde insandan fazlasıydılar. Panus’u yavaşça adamın boynuna yaklaştırdı ve vaziyetin keyfini çıkarttı.
“Hayır, ben bir insanım” dedi dudakları aniden. Hadrhune afalladı, bunu söyleyen kendisi değildi. “Seni gücendirdiysem özür dilerim dostum ve yoldaşım. Sana karşı kin beslemiyorum. Anlıyorsun ya, o benim ustam ve ona kendisi istemedikçe el kaldıramam. Ben senden daha fazlasıyım Hadrhune. Kaybettiğin her şey için üzgünüm. Umarım bir gün, sen de aradığını bulursun.” Dedi. Son defa Alice’e özlemle baktı. Kılıcı ile önce Hadrhune’un kalbini, ardından da kendi kalbini hedef alarak parçaladı.
“Bir ejderhanın kalbini sökebilecek bir kılıç istemiştim usta. Tek istediğim buydu.” Dedi ve Tengu ile Hadrhune’un yaşamı o gün Byakkoya da sona erdi.
Son Söz:Derler ki Jonnarius büyük afetin sonrasında bir daha görülmemiştir. Onun gücü gökteki çift aydan birinin üzerinde mavi, derin ve dev bir kanyon ile tarihe kazınmıştır. Mavi radohinler Byakkoya’nın her yanında görünmeye başladıklarında insanlar önce korkmuşsalar da onlardan zarar değil yardım geldiğini görerek bir nebze huzur bulabilmişlerdir. İnsanlar arasında çıkan savaşları durduran Batının Mavileri halen çoğu kimsece savaşın galipleri kabul edilirler. Bazı yerlerde gönüllü, bazılarındaysa gönülsüzce insanlık onların boyunduruğa altına girmiştir.
Gerçek mavilerin zaferinden pek ıraktır ve hatta onlar için ‘akbaba’ benzetmesinde bulunmak isabetli olacaktır.
Alice son nefesini verirken Tek kuşkanatlı radohin, Tengu’nun küllerinden tekrar doğmuştur. Bazı ozanların Kuzey ellerinde onların şarkısını anlattığı yılın bazı zamanları halen duyulabilir. Tabi en çok bilinen mit, rahibe Alice’in tanrıların hikmeti ile şeytan Ramuthra ve ona hizmet eden Jonnarius’u Byakkoya’dan def ettiğine dair olandır. Hangisinin gerçeğe en yakın olduğu onları dinleyenlere kalmış olsa da Tengu ile Jonnarius’un arasında geçen savaşın izleri bu günlerde bile Son Ejderha Savaşının geçtiği ovalarda incelenebilir. Tektonik olmayan bölgede zamanında sayısız volkan ve deprem olduğu gerçeği merak uyandırıcıdır.
Anneler kızlarına halen Alice gibi olmayı öğretirler. Sabırlı ve sağlam. Babalar ise oğullarına halen Tengu gibi olmayı öğütlerler. Güçlü ve cesur. Bazısı Alice’in Panus’tan geriye kalanlar ile Byakkoya’yı dolaştığını savunurlar. “Mavileri güden adamı durmaksızın her korulukta ve ormanda arar” derler. Belki de bu, tek gerçek mittir.
Tek bir ağız dahi Esrod, Mathilda ve Jack’ten bahsetmez ve akıllar da onları bilmez. Heyhat bazı gezgin hayalcilerin anlattığı gizli bir öykü vardır. Öykü Alice’in Tengu’nun ölümünü öğrendiğinde kılıç üzerinde hak talep ettiğinden bahseder. Esrod bu hakkı doğru kılar çünkü bilir, Tengu’nun kalbi her zaman Alice’e ait olagelmiştir.
[*]Umarım beğenmişsinizdir. Belli revizelerden geçtikten sonra daha düzenli bir hal alacak ama sonunu değiştireceğimi hiç zannetmiyorum.[/*][*]Her zaman "Öldürmek değil, yaşatmak zordur" diyen birisiyimdir ama bu kez "this made sense"[/*]
Yazarın notu: 30. final bölümünün ardından arzu edenler, konu ile ilintili olarak
Monolit isimli öyküyü okuyabilirler.