Gökyüzü ejderhaya yükseldi.
Karanlığın tüm o kasvetli, rutubetli havasına adeta âşık biri mağaranın içinde geziniyordu. Duvarlar sel taşkınlarının, ufak depremlerin ve şaşırtıcı derecede muntazam ve düzenli ilerlemiş doğal görünümlü yer çöküntüleriyle bu son hallerini almışlardı. Karanlığın adeta kanatları olan soğuk da tabii ki oradaydı, soğuk ve nemli bu mistik mekân, karanlığın ışık tuttuğu kişiler tarafından bilinmeyen bir tarihte yapılmıştı.
İnsana huzur veren bu mekânda gezinen kişi orta boylu bir efsunyandı. Siyah saçları, esmer teni, her an çocuksu bir sevinçle gülümsemeye hazır yüz ifadesi ve orta boylu vücuduyla mağaranın yüksek duvarları sayesinde neredeyse hiçbir engele takılmadan yürüyen bu kız Durulena şehrinin en önemli efsunyanı sayılan Canahas’ın çırağıydı.
Gözlerinin etrafından geçen hatları, burnu, çenesi, bir elfinki kadar keskin ve düz değildi fakat bir insanınki kadar yumuşak da değildi. Tatlı ve sevimli yüzünü istediği anda sert bir ifadeye bürüyebiliyor ayrıca tüm diğer Yimnera ırkından olanlarda olduğu gibi yumuşak, narin görünen bedenini yeri geldiğinde en ölümcül silah olarak kullanabiliyordu.
Hem ufak hem de düzenli aralıklarla, bir damla su, bir birikintinin içine düşerek çıkardığı sesle mağaranın yüzeyinde yankılanarak adeta temayla uygun bir müzik çalıyordu. Su damlalarının rahatlatıcı ritminde ilerlemeye devam eden tatlı Yimnera, Ifellia karanlığa gözlerini iyice alıştırmaya çalışıyordu.
Mağarada olmasının tek sebebi, Okuyan Adam’da gördüğü çocuğa ulaşabilmesinin tek yolunun bu karanlık dehliz olmasıydı. ‘Kadim’ denilen kitaplar ne kadar doğru söyler bilinmez ama ufak birer ejder olan Kahaberler çok nadir bulunurlardı ve bulundukları yerlerden biri de bu mağaraydı.
Bahsedilen yere iyice yaklaştığını anlayınca, bu efsunlu yaratıkları görmesini engelleyen perdeyi kaldıracak sözleri yeniden kontrol etmek için özel klipslerle, yine efsunla kilitlenmiş yakut kakmalı demir defterin ilk sayfasını açtı. Sayfa bomboştu.
Ne istendiğini anlayınca sayfa cevap verdi, Ifellia sayfada gördüğü kadim sözleri kendi kendine fısıldayarak tekrarlamaya başladı, bunlar unutulmaması gereken kelimelerdi.
“Neylesin derdi olan korkuyorsa, hiç korkmasın söylesin perdeden sıyrılmak istiyorsa.”
Bir bilmecenin başlangıcı gibi başlayan bu sözleri dilinin ucunda sallaya sallaya ulaşmak istediği esas noktaya geldiğinde ortalık bomboştu. Derince bir soluk aldı, ciğerlerindeki havayı bir kaç saniye içinde tuttuktan sonra geri bıraktı ve mağaranın karanlık duvarları aydınlanmaya başlarken o sözleri fısıldadı.
“Neylesin derdi olan korkuyorsa, hiç korkmasın söylesin perdeden sıyrılmak istiyorsa…”
Perde sıyrıldı ve kıpraşan ufak yaratıklar görünmeye başladı.
Bir böcek sürüsünü andıran bir hızla kımıldaşıp havada uçuşan en fazla işaret parmağı uzunluğundaki küçük tatlı ejderciklerdi bunlar. Şimdi yapması gereken, Usta Canahas’ın söylediği gibi kendisini seçecek olan yaratığı beklemekti. Bunun nasıl olacağını hiç bilmiyordu, dahası bu yaratıkların bir çakmak kadar dahi olsa ateşli nefesleri olduğunu da bilmiyordu.Ne yapacağını bilmez bir halde mağaranın ortasındaki bir dikite çıkıp oturdu. Seçimi bekliyordu.
Derken hala devam eden suyun düşüş ritmi o kadar hoş, o kadar tatlı uykulara davet etti ki o an karşı koymayı denemek bile aklına gelmedi, sadece uyku isimli örtüye büründü…
*** ***
Herkes odasına çekilip kapılar kapanınca, Kayık’da suratlardaki maskelerin düşme zamanı da gelmiş demekti. Kamar, iyilik için şiddetin, dehşetin ve korkunun yeri geldiğinde kullanılabileceğine inanıyordu.
Gehvasar ile konuşmak için girdikleri odaya adımlarını atıp kapıyı arkalarından kapattıkları anda Kamar, Gehvasar’ın da beklediği bir şekilde onun iki yakasından sertçe kavrayıp en yakın duvara kafasıyla birlikte çarptı. Duvara ilk çarpışın etkisiyle şok olup gözlerini iri iri açan kütüphane görevlisinin kendine gelmesi de, kendinden geçme sebebiyle aynı sebepten oldu. Duvarla temas.
“Bu ne cüret ha? Sen… Yakın dostum olduğun için beni, Hızır’ın Çırağı Kamar’ı satabileceğini, arkasından iş çevirebileceğini mi sandın ha? “
Kamar, Okuyan Adam’da olduğundan kat kat daha sinirliydi ve konuşurken, bıyıkları, çenesi titriyordu.
Perişan bir halde kekeleyerek cevap verdi Gehvasar.
“Sen…” diye başladı fakat nefesi derin, istemsiz bir soluk alışla kesilince, durmak zorunda kaldı. Kamar bu istemsiz duruşa yalnızca sert bir bakışla yanıt verince, Gehvasar derhal kendini olabildiğince toparlayarak yanıt verdi.
“Senin ne söylemeye çalıştığın ile ilgili hiç bir fikrim yok Kamar, lütfen daha açık konuşur musun?”
Kamar az evvel gevşettiği ellerinden birini yeniden sıkıp gömleğin yakasından sertçe kavradı ve Gehvasar’ı çarptığı duvarın tam karşısındaki duvara adeta uçurarak yeniden vurdu.
“Gayet iyi biliyorsun o elmas hülyasına bulanmış kellenden ne için olacağını... Zeugma höyüklerindeki Çingene Kız Slonaz’ı, sırf höyükte bulunan hazineden alacağın payda lanetten de bir dilim almış olmamak için uyandırdığını tabii ki biliyorum!”
Söylediklerinin dehşetinin bir kaç kat daha büyümesi için onları sessizlikle besledi. Sadece Gehvasar’ın suratına baktı dakikalar boyunca, ona sükût işkencesi yapıyordu.
“Şimdi, bunu yaptığını inkâr mı edeceksin? Ya Çırak Leonan’ın kaçırılma olayına ne demeli? Bunda da parmağın olduğunu biliyorum ve elbette ki bu konuda delillerim ve şahitlerim var. Usta Canahas ile ne gizliden gizliye anlaştığını ve büyücü desteği de aldığını biliyorum, tüm bunların amacı nedir peki bunları açıklayabilir misin?”
Gehvasar sadece susmakla yetiniyordu. Sonra dudakları tek bir kelime söyledi, öldüren kelime, sadece kütüphane görevlilerinin büyük sırları bir başkasına aktarmamak adına sahip oldukları bu kelimenin tek etkisi söyleyen kişiyi öldürmesiydi. Gehvasar, bunu belki de sonsuza dek açığa çıkmayacak bir sır için yapmıştı, çünkü Kamar’dan, yani Hızır’ın çıraklarının herhangi birinden bir şey saklanması gerekmezdi, kanunlar bunu engellemezdi.

Kelimeyi söyler söylemez Gehvasar’ın başının hemen tepesinde parlak, mistik, deltoid bir şekil, etrafındaki zıt yönde dönen çemberlerle birlikte kıvrılarak Gehvasar’ın tüm vücudunu kapladı. Gehvasar ölüm korkusundan mı yoksa acıdan mı asla bilinemeyecek olan bir şekilde son bir kez hırıldayarak haykırdı ve bitti. Gehvasar Kamar’ın kollarında can verdi.
*** *** *** ***

Kütüphane görevlilerinden biriyle uzunca ve tatlı bir sohbete dalmış olan Lisef, tam da ejderlerden ve Kahaber ismindeki ilginç, Lisef’in ilk kez duyduğu varlıklar hakkında konuştukları sırada aklına gelen bir fikirle durgunlaştı birden. Kamar ve Gehvasar’ın konuştuğu şeyler yankılanıyordu zihninde. Çift Kılıçlar, dört element…
Acaba nereye kadar, kapalı bir yerde özel konuşmadan gitmişlerdi? Acaba Lisef onları takip etseydi, İkizler, Çifte Kılıçlar ve dört element hakkında daha fazla neler öğrenebilirdi?
Bu sorular kafasında kuyruklarını birbirilerine değdirmeden dolanırken, Lisef’in gözleri, karşısında, okuduğu şeyleri anlatmaktan duyduğu haz yüzündeki sırıtıştan belli olan Kayık görevlisine takıldı. Belki de tüm merak ettiklerini ona sorabilir ve Kamar ile Gehvasar’ın o odaya girmeden evvel neler hakkında konuştuğuna dair bazı bilgiler edinebilirdi.
“Baksana… Şey, adım ne demiştin? Hah hatırladım, Grikunduz, acaba Çifte Kılıçlar ile ilgili bir şeyler biliyor musun?”
Grikunduz bunu duyunca hafif bir kıkırdamayla karışık cevap verdi.
“Tabii ki! Bu boyutta herkes bu konuda bir şeyler bilir zaten, benimle dalga geçmiyorsun değil mi?”
“Hayır!” dedi birden panikle Lisef, “Hayır, tabii ki dalga filan geçmiyorum, farkında mısın bilmem ama ben bu boyuta henüz gelmiş biriyim.”
Yüzündeki gülümseme derhal mahcup bir saygıyla karışan Grikunduz “Tabii ya…” diye söylendi kendi kendine.
“Lisef gerçekten farkında olmadığım ufak bir hata oldu fakat bu ufak hatayı, istersen öyküyü sana anlatarak telafi ederim, ne dersin, dinlemek hoşuna gidecektir?”
Lisef kararsızmış gibi görünse de aslında en başından beri beklediği şey buydu.
Gri taş kütüphanenin, taş kitaplıkların, taş zeminin oturdukları taş masaların her biri herhangi bir çivi, harç veya yapıştırıcı bir unsur olmadan simetrik bir düzenle yerleştirilmiş devasa kayaların inşa ettiği onlarca kütüphaneden birindeydiler. Tavan yirmi insan boyunda yükseliyor, bazı kitaplıklar tılsımlar sayesinde bu yükseklikte dolanıyor ve yalnızca isimleri, yetkili bir kişi tarafından çağrıldığı zaman geliyorlardı.
Pencereler tavanın hemen altındaydı. İçeriye giren sabah güneşi ışıkları tatlı birer huzme şeklinde insanı rahatsız etmeden havada süzülerek, tam da güneşi hapsetmeleri için bilerek o konumlara yerleştirilmiş olan parlak taşların üzerlerinde cümbüşle dans ediyorlardı.
Tüm bu huzur verici atmosferin içinde amacına ulaşabilmiş olmanın verdiği huzurla nefesini ufak bir gülüşle birlikte veren Lisef doğruca Grikunduz’un gözlerinin içine baktı, onu sevmişti, Kamar’ı sevdiği gibi. Ağzından bu bilgiyi almak için zararsız, ufak bir kandırmacada bulunduysa da, kısa sürede gelişen bir sempati besliyordu ona karşı. Bir ağabey edinmiş gibiydi.
“Madem anlatmak hoşuna gidecek, anlat öyleyse…”
Mağara resmi için Canina'ya teşekkürler.
Umarım beğenilir...

Uğraştırıcı bir bölüm oldu.