Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Bay_Karamsar

Sayfa: [1] 2 3
1
Sinema / Alita: Battle Angel (2018)
« : 07 Ocak 2018, 21:54:40 »

Yönetmen: Robert Rodriguez
Senaryo: Yukito Kishiro (Gunnm mangasının yaratıcısı olarak), James Cameron, Laeta Kalogridis, Robert Rodriguez
Türü: Bilimkurgu, Aksiyon, Macera, Romantizm (IMDB yalancısıyım)
Oyuncular: Rosa Salazar (Alita), Christoph Waltz (Dr. Dyson Ido), Keean Johnson (Hugo), Jennifer Connelly (Chiren)
IMDB Sayfası: Link
Gösterim Tarihi: 20 Temmuz 2018 (Amerika)

Konu:

Uzak gelecek. Savaş ve gelişen teknoloji, medeniyeti yaman çelişkilerle dolup taşan bir ucubeye çevirmiştir. Sibernetik bilimi son noktasına ulaşmıştır. Yapay organlar ve uzuvlar o kadar kullanışlıdır ki, insan makine ayrımı belirsizleşir. Hayatın yarısı belirsizleşirken yoksul ve zengin yarımındaki ayrım uçuruma dönüşmüştür. Yörüngedeki Star City’nin uzantısı, havada asılı duran Tiphares (Japonca aslında adı Zalem) şehri, medeniyetin seçkin kimselerince sahiplenilmiştir. Göklerdeki şehrin dibinde biten virane yerleşimler topluluğu Scrapyard (Japonca aslında adlı, Scrap Iron City) şehriyse, Tiphares’e uygun görülmeyenlerin yuvasıdır.

Bir zamanlar Tiphares’te yaşanan Doktor Ido kendini Scrapyard’taki muhtaçlara adamıştır. Sibernetik alanındaki uzmanlığını kullanarak sibernetik bedenleri tamir eder. Yedekparça bulmak ümidiyle şehir hurdalığını karıştırırken bir mucizeyle karşılaşır; sadece kafa ve omuz parçalarından ibaret dişi cyborg bulur. Ne kadar süredir orada olduğu belirsizdir. Neyse ki beyin dokusu zarar görmemiştir. Ido, büyük bir sevinçle evine götürdüğü cyborgu uyandırmaya çalışır ve bunu başarır. Uyanan cyborg hiçbir soruyu cevaplayamaz, hafızasını kaybetmiştir. Ido, ona Alita (Japonca aslında adı, Gally) ismini verir ve kendi kızı gibi sahiplenerek yeni bir beden bulmasına uğraşır. 

Trailer:

İlk Fragman


Film Öncesi Görüşlerim:

Battle Angel Alita ya da asıl adıyla Gunnm, yıllardır uyarlanmayı bekleyen mangalar arasındaydı. İlk duyurulduğunda büyük heyecan yaratmıştı. Çünkü yönetmen koltuğunda James Cameron olacaktı. Az ama öz film çeken mükemmeliyetçi dâhinin harika bir iş çıkartacağından kimsenin kuşkusu yoktu. Tek sorun, ne zaman geleceğiydi. Cameron’un Avatar projesiyle çıkagelmesiyle hayaller suya düştü. Alita projesinin rafa kalkıp kalkmadığına yönelik sorulara verilen yanıt, uyarlamayı hala düşündüğü ama bunu ne zaman gerçekleştireceğini bilmemesi yönünde olmuştu. Avatar’ın ticari başarısı ve devam filmlerinin haberi Alita projesinin rafa kalktığını düşündürttü.

James Cameron’sa senaryosunu ve yapımcılığını üstendiği projenin yönetmen koltuğunu Robert Rodriguez’e devrederek Alita’yı tekrar gündeme getirdi.

Yönetmenliği Robert Rodriguez’in üstlenmesi bir yandan sevindirirken bir yandan keşke James Cameron çekseydi dedirtti. Çünkü uyarlamaya kaynaklık eden manga, Cameron’un içi dolu aksiyon tarzına için biçilmiş kaftan. Manga sayfalarında aksiyon ve macera ardı sıra akarken, kendi dünyasını tanıtabiliyordu. Evrenin, olayların veya masumane soruların vasıtasıyla, büyük söylevlerde bulunmadan insan olmanın muallaklığına atıflar yapılıyordu. Manga, derin sulara dalmadan, macerası kadarınca altı dolu olmayı başarabilmişti.

Yine de bir James Cameron olmasa da, Robert Rodriguez'in projenin üstesinden gelebileceği beklentisindeyim. Manganın Cameron'un tarzına uygun gördüğüm nitelikleri, uyarlamanın fazla zorlanılmadan çekilmesini sağlayabilir. Rodriguez'in çektiği filmlere ve uğraştığı türler incelenecek olursa, Alita pekte yabancısı olacağı bir proje değil.

Fazlasıyla erken konuşmak olacak ama, fragmandaki manga karakterini anımsatan Alita, kendini belli eden cyborg bedenler ve hızıyla yapay duran, minik kavga anını, şimdiden filmin olumlular hanesine yazıyorum. Bunlar normalde filmleri yapaylaştırdığı gerekçesiyle hatalı bulunan ayrıntılardır. Bunlar, Alita gibi yapay bedenlerin çoğunlukta olduğu uzak geleceğin anlatımındaysa kilit rol oynayabilir. Filmdeki yapay beden sahiplerinin, sıradan insanda uyandırdığı uncanny valley (Robot gibi cansız insandışı varlıkların insanımsı tepkiler vermesi karşısında hissedilen yabancılık.) durumu yansıtılabilir. Böylece, insan ötesi varlıklar üstün güç ve hız gibi yeteneklerini gösterirken, ortaya çıkan tablonun sıradan birinde yaratacağı dramatik etki perdeye daha iyi yansıtılmış olur.

Baştan olumlu bulduğum bu nitelik, bazı seyircilerce kötü CGI kullanımına yorulacaktır. Bi' bakıma haklılar. Ama amacı olan türden, bilinçli bir kötümsü kullanım olacaktır. Bazı filmlerde dekorlar ve efektler özellikle çabucak göze çarpan ve abartılı biçimdedir. Böylece filmin dünyasını, atmosferini ve görsel dokusunu oluşturmada yardımcı olurlar. Alita Battle Angel'daki tasarımların ve CGI kullanımınındaki bazı tercihlerin de böyle bir amaca hizmet edecektir. Yani beklentim bu yönde.

Fragmandan anladığım kadarıyla, mekanikleşmenin getirdiği hallere yoruma açık sahnelerle değinilecek gibi. Fragmandan anlaşıldığı kadarıyla, Alita, "Kalbim senindir." gibi mecazi bir ifadeyi gerçeğe büründürüp, yapay kalbini yerinden çıkararak Hugo'ya sunacak. Ürkütücü bir sevgi gösterisi. Mekanikliğin getirdiği insandışılığa hoş bir atıf. Aklıma, mekanikliğin ürkütücülüğüne vurgu yapan başka bir film daha geldi; 2004 tarihli Ghost in the Shell Innocence. Animede bir an insani ve zararsız görünen mekanik surat, bir anda ürkütücü bir varlığa dönüşüyordu. Ama o an bayağı korkutucuydu. Filmde görmeyi umduğum sahneyse, mantıken, yumuşatılmış bir ürktücülüğe sahip olacak gibi. Robotik bedenlerin dünyası için olağan, sıradan insanlar içinse sıra dışı gelecek davranışlarla film boyunca karşılaşılabilir. Ya da şimdilik, olursa anlamlı ve güzel olur diyeyim.

Ghost in the Shell uyarlamasından sadece vakit geçirmelik olmasını bekliyordum; o yönden tatmin olmuştum da (Son bölümü tekrar izlediğim olmuştur). Bu filmse, kaynak materyalinin sunduğu imkanları güzelce kullanabilirse, sadece iyi bir uyarlama olarak kalmaz, kendi ayakları üzerinde duran iyi bir iş olarak da anılabilir. Umudum bu yönde.

2
Tartışma Platformu / Uyarlamasıyla Uyarlananı Anmak
« : 13 Aralık 2017, 01:54:58 »
Uyarlamalar. Kelimelerde hayat bulmuş hikâyelerin bazen birebir, bazen aktarılabildiği kadar, bazense esinleniş kıvamıyla görsel ve –sonradan da– işitsel anlatımla tekrar canlandırılmışları. Uyarlamalarla, uyarlandıkları roman ve öykülerden önce veya sonra karşılaşılsın ikisinin de verdiği tatlar ayrıdır.

Gelin, uyarlamalarını anarak uyarlandıkları hikâyeleri bir kez daha analım. Bir kez daha, aralarındaki farkların yaşatmış olduğu hoşnutluk ve hoşnutsuzluklara değinebilme fırsatı yakalayalım.

Uyarlamasıyla anmak istediğiniz hikâyelerin illaki roman olmasına gerek yok. Öykü, çizgi roman veya mangadan uyarlanmış da olabilirler.

İzniniz olursa ilke ben başlıyorum:

Prenses Gelin

Filmi yıllarca televizyon ekranlarında dönüp durmuş. İzleyene hoş anılar bırakmış. Öğrendiğim kadarıyla da iyi filmmiş. Ve neyse ki romanını okumadan izlememişim.

Filmi olmasa varlığından haberdar olmayacağım romanı okumakta ısrar etmemin mükâfatı; aşk, intikam ve serüvenin ince mizahla işlenmiş enfes karışımı olmuştur. Haklı noktalara parmak basan alaycı mizahın tadı romanda bir başkadır doğrusu. O ciddiyetli mizah hikâyeden elini eteğini çektiğinden, film kendini fazla ciddiye alan bir hiciv gibidir.

Gerçekten, iyi ki de romanı okuduktan sonra izlemişimdir filmini. Yoksa o keyifli anlatımından mahrum kalacaktım.

Yıldız Gemisi Askerleri

Bir film düşünün, uyarlandığı kitapla alakası sıfıra yakın olsun. Propaganda filmi diye yerden yere vurulsun, ama özünde savaş ve propaganda hicvi olsun. Filmin şahsımda yarattığı yan etkiyse, romanı merak ettirmek olmuştur. Beş para etmez silahlarla dev böcek avlayan askerler! Bu fikri ortaya atan kitap nasıldır acaba?

Yıllar sonra çıkagelen romanın cevabı, “O işler hiçte sandığın gibi değil evlat.”tır.

Bir kitap düşünün, atası olduğu alttürün ilham kaynağı olmaya devam etsin. Askerliği ve savaş felsefesi anlatıp dursun. Onu, militarizm ve faşizm savunusuna yoranlarda olsun, tam aksi yorumlarla savunanlar da olsun.

Tek isim çatısı altında iki değerli iş vardır ortada. Filmin romanla, romanın filmle alakasızlığının böyle güzel sonuçlar vermesi pek nadirdir.

En çok hangisini sevdiğim sorulursa, cevabım romanı olur ama. Yoruma açıklığıyla iki ucu keskin bıçak gibidir roman. Savaşı, askerliği ve askeri, filmin riske giremediği biçimde içeriden anlatır. Belki bu yüzden filmi iyi bir taşlama olarak anabiliyorken, asıl hikâyenin geçtiği romanda mutabakata varılamaz.

 
Jurassic Park

Sinemada izleyemediğimden dolayı üzülmüş, televizyona gösterilince sevinçten havalara uçmuşumdur. Beklentilerimiyse karşılayamamıştır. Neden mi? Çünkü yeterince dinozor yoktur filmde. Gerilimi yerli yerindedir. Gösterilen dino sayısı da o yıllar için yeterlidir. Ama işte, gönül bu ya, daha fazla dinozor istemekten alıkoyamamıştır kendini.

Filmi olmasa romanı okur muydum? Bilemiyorum. Belki, kitabı fark etmeme sebep olmuş olabilir. Tek bildiğim, kapağında Jurassic Park yazan romanı fark etmemle elimin ona gitmesinin aynı zamanda gerçekleşmiş olduğuydu. Dinozor açlığımı gidermesini ummamışım bile. Gösterime girdiği dönemin en dikkat çeken filminin kitabını merak etmişim sadece.

Yazar Michael Crichton’ın konuşmayla önemli bilgileri verme tarzından mıdır bilinmez, aynı hikâyede daha fazla tatmin oldum. Bunda filmden karakterleri zihnimde canlandırmanın payı büyüktü belki de. Tabii filmde iyi niyetli ve sevimli dede imajına kıyasla Hammond’ın romandaki huysuz ihtiyar imajı görüntüleme de sorun yaratıyordu ya, neyse. İkinci ve üçüncü filmlerden aşina olduğum bazı şeylerin ilk romanda karşıma çıkmasıysa daha bir hoşuma gitmişti. Üstelik daha fazla dinoma kavuşmuştum. Tamam, sayı filmdekinden birazcık daha fazlaydı. Ama o kadar artış bile bana yetmişti. Okumanın etkisiyle izlemenin etkisi arasındaki fark bir daha kendini göstermişti belli ki. Ve bu tesirden memnun ayrıldım.


Aklıma ilk gelenler bunlar. Peki ya sizin aklınıza gelenler?

3
Çizgi Roman & Manga / Epileptik - David B.
« : 13 Aralık 2017, 01:50:33 »

Künye:

Adı: Epileptik
Orjinal Adı: L'Ascension du haut mal
Yazar ve Çizer: Pierre-François "David" Beauchard
Türü: Grafik Roman
Yayın Yılı: 1996-2003 (Altı Cilt), 2005 (Tek Cilt)
Türkiye Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 374
Türkçe Basımı: Karakarga Yayınları
Türkçe Çeviri: Zeynep Ece

Tanıtım:

1960'lı yıllarda Fransa'nın Orléans kasabasında yaşayan Beauchard ailesinin hayatı oldukça sıradandır. Ebeveynlerin öğretmen olduğu ailede üç çocuk vardır. İsimleri de, büyükten küçüğe doğru, Jean-Christophe, Pierre-François ve Florence'dır. Yetişkinler kendi işleriyle uğraşırken çocuklar da kendi küçük dünyalarında zamanlarını geçirmektedir. 11 yaşındaki Jean-Christophe'un sara krizi geçirmesiyle hayatları altüst olur. Bundan sonra Beauchard ailesinin hayatı, epilepsi hastalığının gölgesinde şekillenecektir.

İnceleme

Fransız çizgi roman sanatçısı Pierre-François "David" Beauchard'un 1996-2002 yılları arasında 6 cilt olarak yayınlanan eseri, 2002-2005 yılları arasında İngilizceye çevrilmeye başlanmış ve 2005 senesinde tek cilt halinde basılmış. Aldığı övgülere kıyasla, kendisinden sonra yayınlanan Persepolis kadar popüler olamamış.

Bu karşılaştırmayı yapmamın sebebi Persepolis ile Epileptik arasındaki bağa dayanıyor. David B., Persepolis'le takdir toplayan Marjane Satrapi'nin bir dönem hocalığını yapıp, Persepolis'i yaratma sürecinde Satrapi'yi desteklemiş. Persepolis’in uzun metrajlı animasyon filmiyle ün kazanmasıyla, öğrencinin ünü ister istemez hocasını aşmış.

Persepolis ile Epileptik'i daha yakından inceleyince, "Boynuz kulağı geçmiş." gibisinden bir yorumun yersiz olacağı görüşündeyim. Persepolis daha basit bir anlatıya sahip. Hikâyesi empati sağlayacak anlara olanak verme açısından daha müsait. Epileptik'se görsel olarak daha iddialı. Art arda sıralanan birden fazla hikâyeye yer vererek katmanlılaştıkça katmanlaşıyor. İkisinin de apayrı meseleleri dert edindikleri ve bu meseleleri farklı biçimde işledikleri hesaba katılınca, birini ötekiyle kıyaslamak daha da abes kaçıyor.

Hikâyelerindeki hedeflerin farklarına rağmen, anlatım ve katmanlılık açısından Epileptik’in kalbimde daha özel bir yere sahip olduğunu belirtmeliyim.

Epileptik, birbirleriyle bağlantılı üç hikâye barındırıyor. Bunlar sırasıyla, abi ve hastalığının hikâyesi, tarihi boyunca farklı mücadeleler vermiş ailenin hikâyesi ve yazar-çizer olarak Pierre-François "David"in kendi hayal gücünün ve büyümesinin hikâyesinden oluşuyor.

İlk başta, otobiyografik özellikler gösterdiğinden daha içine kapanık ve anlaması zor bir eser olduğu izlenimi oluşabilir. Lakin anlatmak istenilenin anlaşılamaması gibi durumlar söz konusu olmuyor. Ki bu da biyografik çizgi romanların güzel bir özelliği; anı oldukları için, otomatik olarak daha fazla empati kurulabilecek durum içeriyorlar. Tabii David B.’de hikâyelerinin potansiyeliyle yetinmiyor. Kişisel anılarını ve aile tarihini, herkesin anlayıp üstüne düşünebileceği bir anlatıya dönüştürmek için gerekli dokunuşları yapıyor.

Anılar anlatılırken kurmaca eserlerin etkileyiciliği yakalanarak bambaşka konulara temas ediliyor. Bu, Epileptik'e mahsus bir meziyet değil elbette. Anladığım kadarıyla, biyografik çizgi romanları dikkat çekici hale getiren önemli bir unsur da bu.

Türün ilk ve önemli örneklerinden Art Spiegelman'in Maus'u mesela: Nazizmin uyguladığı soykırım süreci anlatılır. Paralelindeyse, tek amaç hayatta kalmakken bunu başarabilmiş, sıra kazandığı hayatı yaşamaya gelinceyse üstesinden gelememiş bir babanın oğluyla olan ilişkisi vardır.

Marjane Satrapi'nin Persepolis'inin başarısı da burada yatmaktadır: Olay örgüsünde İran Devrimi ve etkileri ön plandadır. Öte yandan, bir kadının büyüme süreci, birey olmanın zorlukları, gurbet ve yabancılık/yabancılaşma konu edinilir.

Bu türde okuduğum ilk iki grafik romanın sahibi Alison Bechdel'de özelini anlatırken genelin ilgisini de çekecek noktalara değinir: “Cenaze Evi Şenlik Evi” ve “Annem Sen Misin?” kitaplarında, çocukluğundan itibaren ebeyenleriyle olan ilişki, onları ve dolaylı olarak kendini tanıma gayreti vardır. Satır aralarındaysa, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir dünyada yaşamanın getirdiği psikolojik zorluklar, varolmak için takınılan rollerin yan etkileri ve kendi karakterini bulup, onu ortaya koy(ama)ma süreci gözlenir.

Başarılı biyografik çizgi romanlarda hikâyelerinden fazlası bulunur. Özge Samancı'nın Bırak Üzülsünler'inde de çocukluk anıları vesilesiyle Türkiye'deki eğitim sistemine değinilir. Biyografik-belgesel alanında, karikatürist ve gazeteci Joe Sacco'nun çalışmaları (İthaki yayınlarından çıkan, Filistin, Gazze'nin Dipnotları ve Güvenli Bölge Gorazde bunlardan bazıları) dikkate değerdir.

Epileptik de içerik zenginliği ve bu zenginliği aktarım açısından türünün gereklerini fazlasıyla yerine getiriyor. Başarılı türdeşlerinde olduğu gibi, "anı" olma çizgisinde yürürken farklı yorumlara imkân sağlayacak katmanlılığa ulaşıyor.

Beauchard ailesinin sıradan hayatı, ailenin en büyük çocuğu olan Jean-Christophe’un sara krizi geçirmesiyle tepe taklak olur. Epilepsi teşhisinden sonra, alie geri dönülemez bir sürecin içine çekilir.

Epilepsi nezdinde, bir hastalığın hasta ve hasta yakınları üzerindeki etkileri olduğu gibi aktarılır. Komedyen Cem Yılmaz'ın "Hasta ve Refakatçi" esprisinin merkezinde olan "hastayla birlikte hasta gibi davranma" zorunluluğunun ardındaki tatsız gerekçeler vardır.

David B'nin anıları ilerledikçe "hastalık" ve "hastalıklı olma" kavramları "şifa" ve "huzur" kavramlarıyla birleşir. Toplumsaldan bireysele doğru yeni yorumlara kapı aralanır. Hastalık ve onunla alakalı diğer şeyler farklı anlamlar kazanır. Ötekilik, yalıtılmışlık, mücadele, arayış, inanç ve ölüm gibi olguların da dâhil olmasıyla, bireysel, ailevi ve toplumsal görünümlü "hastalıklar" ve "sözde devaları" ortaya serilir.

Beauchard'lar hastalığın çelişkilerle dolu etkilerinden nasiplerini fazlasıyla alır; sağlıklıyken hastalıklıya dönüşürler.

Hastalık hayatlarına girmeden önce yabancıl ve kötücül (yani hastalıklı) olan şeyler, geçmiş savaşlardaki düşmanlar, kulaktan kulağa dolanan söylentilerin muhatabı olan mekânlar veya arada bir yüzünü gösteren göçmenlerden ibarettir. Hastalık ailenin hayatına yerleşinceyse, yabancılaştırılıp ötekileştirilen (hastalıklı olan) Beauchardlar oluyor. Aile de bu ötekileşme esnasında "epilepsi" denen kötücül yabancıya karşı savaş verir. Hasta olmadıkları halde hastalığın ceremesini çektiklerinden, ailenin şifa arayışı normalleşme arayışına döner.

Ebeveynler, dışlandıkları toplumun değerlerine göre modern tıbba başvururlar. İstedikleri sonuçları alamayınca dışlandıkları topluma geri dönme umutları da azalmaya başlar. Ebeyenlerin şifa arama yolculuğu, sosyal çevre ve inanç gibi ihtiyaçları da işin içine katarak yeni boyutlar kazanır. Kendileri gibi şifa ve huzur arayanlarla birlikte, şifa ve huzur dağıttıklarını iddia edenlerin kapısını çalar. Metaforlaşan "hastalık" kavramıyla paralel olarak, alternatif akımların, inançların, tarikatların ve yaşam biçimlerinin neden ve nasıl başladıklarına değinilir. Çelişkili geçmişleri, katılımcı bulmalarındaki sebepleri ve sonunda nasıl ve ne sebeple dağıldıkları ortaya serilir.

Alie bu süreçlerden geçerken, yazar-çizer Pierre-François'in çocukluktan yetişkinliğe doğru dönüşümü de sancılı olur. Zihnini şekillendirerek onu çizgi roman sanatçısına dönüştüren etmenler bir bir sıralanır.

Çocukluğundan gelme savaş ve zafer merakı, ailenin şifa arayışıyla beraber değişim geçirir. Hastalık illetinden kurtulup kendisini ve aile fertlerini koruma isteği başka olayların da etkisiyle, kaçış, nefret, kendini arayış ve kabulleniş sürecine dönüşür. Etki tepki sonucunda, Pierre-François'in abisi Jean-Christophe'a bakışı süreç içerisinde değişip durur. Bir bakıma kendi varoluş hikâyesinin mitolojik kahramanına dönüşür.

Örneğin, abinin kendi güçsüzlüğüne duyduğu öfkeyle Nazizme duyduğu sempatiye verilen tepkiye değineyim. Yahudilerin sevilmeyen ötekiler olması sebebiyle Pierre-François kendisine yeni bir isim seçer, "David". Bu seçim hiç de tesadüf eseri değildir. Çünkü "David" adı, efsanevi dev Goliath'ı yenen Yahudi kahraman-kralın da adıdır. Pierre-François de psikolojik ve sosyal olarak hayatına hükmetmeye çalışan efsanevi bir canavara karşı mücadele vermektedir. Bu aynı zamanda, önce ailesiyle beraber, daha sonra da ailesi içerisinde ötekileştirilip yok olma tehlikesi geçiren varlığını onaylamaya da yarar. Bir tür kimliğini geri kazanma çabasıdır yaptığı.

David B. ve ailesinin tecrübe ettiği sürecin taşıdığı anlam ve duygular, çizgi roman sanatının olanakları sayesinde daha anlaşılır ve canlı biçimde tasvir edilir. David B'nin çizim tarzında, olağan karakter tasvirleri bile belli ölçüde rahatsız edicilik taşır. Sanki bir "hastalık"tan muzdariplermiş gibi izlenim edindirirler. Çizimlerdeki bu hissiyat, "hastalık" mefhumunun farklı anlam ve durumlara dönüşür. Kitabın aynı zamanda David B'nin hayatını da anlattığı düşünülünce bu pek şaşırtıcı gelmez. Hatta altıncı bölümde, çizim tarzındaki bu rahatsız ediciliğe doğrudan değinilir.
Bazen durumu olduğu gibi aktarmak bile yeterli olabilir. Psikolojik ve duygusal yönü öne çıkarmak için çizgi romansal dokunuşlar devreye girer.

Bu konudaki en büyük yardımcı, kolayca anlaşılabilecek yapıdaki simgeselcilik olur. Örneğin epilepsi hastalığı, ailenin tamamını kendine esir etmiş ejderhayla tasvir edilir. Epilepsi gibi gizemlerle dolu bir hastalığın, efsanevi bir canavar kılığında tasviri "konu konuyu açıyor" mantığına uygun biçimde birden fazla meseleye değinilmesini sağlar. Hastalığın, önce aileye dadanan bir musibet; daha sonra onları toplumdan soyutlayan lanet; daha da sonra aileyi hem bir arada tutan hem de yıpratan güç olarak yorumlanmasına imkân sağlanmış olunuyor.

Canavarın, bir hastalıktan yıpratıcı güce doğru geçişinde görsel tasviri ters orantılıdır. Sadece bir hastalıkken, heybetli ve mücadele verilirse yok edilebilecek bir düşman olarak yer kaplar. Hastalıktan öte bir olguyken, varlığı imalarla resmedilen sinsi bir düşman olarak sahnelere gizlenir.

Yaşanan olaylar içerisinde hangi duygu ve düşünceye dikkat çekilmek isteniyorsa görsellik ona göre değişir. Sıradan hayatı temsil eden tasvirler ile abartılı, çarpıtılmış ve gerçeküstücü tasvirlerin aynı kare içerisinde kullanım oranı buna uygun biçimde değişiklik gösterir. Mesela, krizi geçiren Jean-Christophe ve ailesi her zamanki halleriyle çizilirken, etraflarını saran meraklı turistler rahatsız edici varlıklar olarak tasvir edilir.

Çeviri ve Baskı Kalitesi

Çeviri konusunda da herhangi büyük bir sıkıntıyla karşılaşmadım. Balonlamadaysa gözüme tek bir hata çarptı.

Baskı kalitesi de harika. Yurt dışındaki baskısı da böyle midir bilemiyorum ama siyah-beyaz çizimler arasındaki zıtlık, sayfa kalitesi sayesinde daha da belirgin hale gelmiş. Kâğıt kalitesinden dolayı, siyah ve sarı ya da siyah ve gri gibi çizgi roman atmosferini zedeleyen durumlar söz konusu değil. Yine Karakarga Yayınları'ndan çıkmış olan Tepe'deki gibi sayfa renginin atmosfere katkısını düşününce, bunun hiç de yabana atılacak bir ayrıntı olmadığını düşünüyorum. Hem baskı kalitesi sağ olsun, ele bulaşan siyah boya derdi de yok. Karakarga Yayınları grafik romanın hakkını veren bir iş çıkarmış.

Yazıyı Bitirirken

Yazının sonundayım ve Epileptik hakkında yazdıkça yazasım geliyor. Yazmak isteyip nasıl yazacağımı bilemediğim ayrıntılarda yok değil. “Yazıyı Bitirirken”  başlığı altında daha ilerisine gidemeyeceğime göre Epileptik hakkında yazacaklarıma burada son veriyorum artık. Biyografik eserlerden hoşlanıyor ve çizgi roman sanatının farklı örnekleriyle ilgileniyorsanız Epileptik'e de bir göz atmanızı öneririm.

4
Merhabalar,

Uzunca süredir içimi kemiren bir konuyu görüşlerinize açmak istedim.

Hikayeleri yorumlarken oluşan fikir ve görüşlerimizin yazar tarafınca onaylanmayıp düzeltilmeye çalışıldığı durumlar yaşanabilir. Benim bu konuyla alakadar olarak gündeme getirmek istediğim daha özel bir soru var.

Şimdi ortada şöyle bir senaryo var diyelim:

Yazarın araştırmaları sonucu elde ettiği bilgi A olsun; çoğunluğun veya da hedef kitlesinin bildiğini düşündüğü bilgiye B diyelim. Oluşturduğu kurmacanın genel gidişatı bakımından okurun hemen sezeceğini düşündüğü bir tanecikte C durumu olsun. Yazar farklı kombinasyonlarda ya da topluca bu A, B ve C'den yararlanarak kurmacasına D olgusunu eklesin (Buradaki D, bir karakter, olay veya hikayeye dair her hangi bir şey olabilir).

Yazar, D olgusunu eklediği hikayesini okurlarına sununca öngeremediği tepkilerle karşılaşıyor. Okurlar, A ve B'yi bilmediklerinden veya C'yi sezinleyemediklerinden ötürü yazarın aklına gelmemiş talep, algı ve beklentilere giriyor. Yazarda okurunun görüşlerini düzeltme yoluna gidiyor.

Sizce burada hangi taraf ne kadar sorumluluk taşır? Yazarın bildiğini okurun bilmemesi mi, yoksa yazarın bunu kurgusuna yedirmemesi mi sorun? Okur yazardan öğreticilik görevini üstlenmesini mi talep etmeli? Yazarın böyle bir sorumluluğu var mıdır?

Yazar romanının devamını planlanmadığı halde okurda devam kitabının geleceği izlenimi oluşması ya da yazarın okura ait kişisel soru işaretlerini cevaplama gereği hissetmesine sebebiyet veren durumlar neler olabilir?

Okur olarak bu konudaki görüşleriniz neler?

5
Merhabalar,

Okuduğunuz hikayelere kendinizi kaptırıp gitmişken bir ara aklınıza bir şey takılmıştır. Sanki yazar da bunu tahmin etmiş hikayenin ilerideki bölümlerinde soru, şüphe veya benzetmenize cevap niteliğinde bir olay veya konuşma geçer; sizin de yüzünüzde bir tebessüm oluşuverir.

Benim son zamanlarda bu durumu yaşadığım bazı romanlar ve yaşanan anları şöyle:

Bir Yeniçeri Masalı (Roman): İlk bölümlerinde Yosma Hatun kendini tarif ederken durumun biraz erotikleşmeye başladığını düşünmeme yakın bizzat Yosma Hatun'un haddimi bilmem gerektiğini hatırlatmasıyla içimden "Aman Ablam! Haşa" tepkisi oluşmuştu.

Yedikuleli Mansur (Roman): İkinci bölümden itibaren, Osmanlı dönemine has karakterlerden oluşma bir avuç farklı yeteneğe sahip maceracı grubunu ve çıktıkları fantastik macerayı okuduğumu düşünüyordum. Bir nevi frp ekibi gibiydiler işte. Kötülüğe karşı ve biraz da kaderin cilvesiyle bir araya gelmiş bir avuç kahraman vardı. Ben bunu düşünürken, ekibin karşısına çıkan yabancının da ekiptekileri farklı özelliklerine göre değerlendirmeye başlaması "Bir Elf, bir Cüce, bir Büyücü ve bir Savaşçı maceraya çıkar." esprisini hatırlattı. Bunu dile getiren karakterin Avrupalı bir karakter olması da ayrıca ilginç gelmişti.

Sıradan Zaferler (Grafik Roman): Ana karakter Marco'nun kedisinin adı "Adolf"tur. Ne tuhaflık var diye sorabilirsiniz. İkinci Dünya Savaşı'nda işgal altında olan Fransa tarihi açısından inceleyince, bir Fransızın sevgili kedisine "Adolf" adını vermesi tuhaf gelmişti. Yazar-Çizer de bunun farkındaymış tabii ki. Sevgili Marco biricik kedisinin ismi sorulduğunda keyifle "Adolf" cevabını verince soru dolu bakışlarla muhattap oluyor. Ardından bocalayıp, hemen peşinden "Nazi değilim!" eklemesi yapmak zorunda hissediyor. Ben de haliyle durumuna kıs kıs gülmeye başlıyorum.

6

Künye:

Adı: Bir Yeniçeri Masalı
Yazar: Hamit Çağlar Özdağ
Türü: Alternatif Tarih, Fantastik, Macera
Sayfa Sayısı: 245
Yayın Yılı: 2017
Yayınevi: İthaki Yayınları

Tanıtım:

     Miladi 16. Yüzyıl sonu. Yeniçeri Ocağı'ndaki tek kadın olan Yosma Hatun, başında ağrılarla uyanır. Geceden kalmadır ve nasıl oraya geldiğini tam olarak hatırlayamamaktadır. Baş ağrısı geçmeye başlayınca hafızası yerine gelir. Lakin hafif dehşet çokça da şaşkınlık içerisinde, zihninin içinde in midir cin midir bilinmez bir varlığın olduğunu anlar. Nereden geldiğini ve ne olduğunu bilemediği konuğunu anlamaya çalışırken Şehr-i İstanbul sokaklarını gezmeye koyulur. Yosma Hatun zaten kemiği olmayan diline zihninde daha da az mukayyettir. Aklından geçen tüm arzu ve fikirlerini kendine cevap veremeyen yoldaşıyla tek taraflı olarak hasbihâl eder.

     Bu sıra dışı durumun nasıl çözüleceği bilinmezken Yosma'nın burnuna, yüreğini coşturan haberler gelir...

Yorumum:

     Alternatif tarih ve büyünün harmanlandığı bir serüven. Ana karakter Yosma Hatun'un zihnindeki varlıkla konuşarak dolaylı olarak okurlarla muhatap olması da anlatıma ayrı bir renk katıyor. Romanın dünyasına, yine o dünyadan birinin klavuzluğu eşliğinde pasif de olsa dahil oldum. Burada Yosma Hatun'un karakterinin payı da büyük. Onun insani zaaflarını, arzularını, fikirlerini, deneyimsizliğinden dolayı kendi kendine kurduğu efsaneleri öğrenmek ayrı bir keyif. Basit fikirleri ve karmaşık arzuları olan çok boyutlu bir karakter. Kendi dünyasının sıradan insanı. İçinde yaşadığı dünyanın gerçeklerini tam kavrayamamış, kendi küçük dünyasında kurduğu masallara göre bize o dünyayı anlatan biri.

     Musikiyle büyü yapmak, göze getirip nazarla rakibin etkisiz hale getirmek, yine karşı tarafın gözüne oyun edip başka bir varlığa dönüştüğünü ya da ortadan yok olduğunu sandırmak, özel dövmeler ve muskalar sayesinde hem kendini hem de başkalarını efsundan korumak gibi fantastik öğeler ayarında kullanılmışlar. Bu ayarında kullanım sayesinde, kurgusal da olsa, ne tarihi doku yapaylaşıyor ne de olaylar kendi gerçekliklerinden kopan uçuk kaçık anlara dönüşüyor.

     Romanda saf iyi ve kötü ayrımına gidilmiyor. Siyah beyaz yok gri var desem daha doğru olur. Her taraftan haklı veya haksız işler yapan insanlar mevcut. Kimisi inancı gereği, kimisi dünya görüşü gereği, kimisi kişisel çıkarları gereği ve kimisi de ait olduğu sistemin çarklarının işleyişine göre karar ve davranışlar sergileniyor. Mesela savaş durumunda haklı veya haksız, iyi veya kötü gibi bir ayrım söz konusu olmuyor. Bir tarafı veya kişiyi övmek için karşısındaki yermek ve aşağılamak gibi genel bir tutum yok. Bu türden tutumları Yosma Hatun takınıyor. Ama onun algılayışıyla etrafındaki dünyada olup bitenlerin arasındaki uçurum, Yosma Hatun'un bakış açısındaki hataları ve aslında ne gibi gerçeklerle yüz yüze olunduğunun altı çizmeye yarıyor. Romandaki Osmanlı ve savaştığı devletler, iyiliği veya kötülüğü temsil etmiyor. Kendi varolma politikalarına göre işlettikleri sisteme göre hareket eden, duygusal değil kendi çağlarının mantığına adımlar atan kurumlar. Kurmaca da olsa konu edindiği tarih romantik ve taraflı olarak ele alınmıyor. İyilik ve kötülük daha çok bireysel kararların sonucuna ve o anki tarafların konumuna göre yorumlamaya müsait.

     Yosma Hatun'un Yeniçeri olmasına sebep olan olayın sunuluşu rahatsız edebilir. Bu kısım her ne kadar kısa tutulsa da yine de rahatsız ediciliğinden bir şey kaybetmiyor. Geçmişte kendine yapılanları yetişkin soğukkanlılığıyla anlatması da bazı okurları ayrıca rahatsız edebilir. Tabii karakteri için önemli bir dönüm noktası olacak bir başka olaydaki aynı soğukkanlılık, Yosma Hatun'un bilinçsel noksanlıklarını ve cahilliğini gösterme de oldukça yardımcı oluyor.

     Yosma Hatun'un karakter gelişimini sağlayan olaylar zincirinden sonra roman sona eriyor. Tabii bir serüven biter bir diğeri başlar misali sonu bağlanmamış yan konular, Yosma Hatun'un zihnine konaklayan "Yancı"nın hala orada olması ve sonundaki "Şimdilik, Son" yazısı, açıkça "Dahası Var" diyor.

7
Korku & Gerilim Eserleri / Aşkın Karanlık Yüzü - Derleme
« : 25 Nisan 2017, 13:18:03 »


Künye:

Adı: Aşkın Karanlık Yüzü
Yazarlar: Demokan Atasoy, Alper Kaya, Mehmet Berk Yaltırık, Göktuğ Canbaba, Işın Beril Tetik, Hakan Bıçakcı, Galip Dursun, Orkide Ünsür, Murat Baykan, Özlem Ertan, Murat Başekim, Gülbike Berkkam, Uğur Batı, Murat S. Dural
Derleyen: Orkide Ünsür
Türü: Fantastik, Gizem
Yayın Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 243
Yayınevi: İthaki Yayınları

Tanıtım: 14 Şubat Sevgililer Günü’ne özel olarak Aşk’ın kolayca kabul görmeyecek yönlerini anlatmak için kollarını sıvamış 14 yazar ve 14 kısa öyküsü kaşımızda. Bu çok özel öyküleri derleme göreviniyse yazarlar arasında da bulunan Orkide Ünsür üstleniyor.

Öykülerin konuları ve kendileri hakkındaki kısaca görüşlerim sırasıyla şöyle:

Hülya Bu Ya! - Demokan Atasoy

Hayatını etliye sütlüye karışmadan geçirmekle uğraşmaktan ötürü, tatmak istediği aşkı bile kendi kurguladığı öyküde bulmaya çalışan adamın uğraşı beklediğinden daha ilginç sonuçlar verir.

Son anına kadar ana karakter gibi bi’ tuhaflık olduğunu düşünerek okudum. Sonunda mı? İkimiz de duruma şaştık kaldık. İşlerin vardığı noktayı öngöremediğimiz içinse kendimizi payladık. Öykü bana izlediğim bir filmi hatırlattı.

Otostop - Alper Kaya

Okan, 14 Şubat’a özel romantik bir akşam yemeği geçirmeyi arzularken, durduk yere geçmişte kalan tatsız hatıraları aklına getirmeye başlar.

Geçmiş ve şimdinin arasındaki bağı merak ederek okudum. Aralarındaki bağlantı dayandığı fikir açısından beğenimi kazandı.

Ak Yılan - Mehmet Berk Yaltırık

Genç bir adam, hatırlaması gerektiği halde hiç yaşanmamış gibi hafızasından silinen dönemin yoksunluğunu çekmektedir. Çare olarak, zihninden silinmiş dönemi geçirdiği köyüne geri döner.

Okurken bir dedektifçilik havası sezdim. Ama öyle zehir hafiye kıvamında olduğu anlaşılmasın. Ana karakterin hafızası mekân ve eşyalarla temas kurdukça yeni ipuçları ortaya çıkıyor. Yani kendiliğinden çözülen bir gizem var. Ama işte esas soru da şu “Bunun sonu nereye varacak?”

Gölün Kalbi - Göktuğ Canbaba

Kaan ağır yaralıdır ve gecenin bir vakti buz gibi olan gölün tam ortasında yüzmektedir. Kaan, oraya nasıl geldiğini hatırlama çabalarken yaşadığı aşk acısını da tekrar hissetmeye başlar.

Aşk insanı yüce gönüllü ve fedakâr yapacağı gibi aynı zamanda da şapşalın önde gideni de yapabilir. Öyküyü okudukça bu tespiti sık sık aklımda döndürüp durdum.

Gumiho - Işın Beril Tetik

Zengin ve şımarık Mestan’ın, son sevgilisi için şatafatlı bir hediye bakınmaktadır. Ama kendisine daha uygun bir hediye bulur.

Işın Beril Tetik’in korku, gerilim ve gizem türlerinde yazarken imzasına dönüşmüş özellikleri barındırıyor. Elbette buna dayanarak öykülerinin birbirlerine benzediği anlamı çıkmasın. Tarz olarak benzer, ahlaki duruş açısındansa yine farklı bir öykü ortaya koymuş.

Sevgililer Günü İndirimi - Hakan Bıçakcı

14 Şubat Alışveriş Çılgınlığı Günü(!) yüzünden tüm enerjisi tükenen alışveriş görevlisi mesai saatinin bitmesini beklerken huzurunu daha da kaçıracak bir gelişme onu beklemektedir.

14 Şubat ile uzaktan yakından alakası olmadığı halde çile çekmeye mahkûm birinin öyküsünü okumak hoşuma gitti. O durumdaki birinin durumu bu kısacık öyküde iyi aktarılmış.

Güneş’in Talipleri - Galip Dursun

Muharrem ve Fethi, dünyevi tutkularını gidermek için gizemlerle dolu Güneş Hanım’ın evinin ziyaret ederler.

Karakterlerin motivasyonları basit duygulardan ve onlara bağlı basit ihtiyaçlardan oluşuyor. Lakin aralarındaki ilişkiler ve birbirlerinden talep ettikleri açısından ezber bozan davranışlar sergiliyor ve duygular ifade ediyorlar. Öykü, cinsel imalara dayanan bir alaycılıkla yüklü mizahla başlayıp dramamsı bir yöne doğru evriliyor. Katmanlı bir öykü.

Aşk Büyüsü - Orkide Ünsür

14 Şubat vesilesiyle etrafta dolanan sevgililer ve aşk mesajları Defne’nin canını sıkmaktadır. O günü bir şekilde atlatabilme arzusuysa beklenmedik biçimde gerçekleşecektir.

İyi başlayıp ortalama olarak bittiği görüşündeyim. Ana karakterin yaşadığı doğaüstü olayın yapısı beni tam ikna edemedi. Doğaüstüyü algılayıp onun hakkında bilgi veren evcil hayvanlar fikrini işlevsel buldum.

Oğullar - Murat Baykan

Salih, işte tanıştığı Esra’ya tutulur. Lakin Esra’nın sevgilisi vardır ve Salih’e arkadaş gözüyle bakmaktadır. Salih buna rağmen Esra’yı sevmeyi sürdürür.

Öyküye ilk başta sabır göstermek gerek. Ama sıkıcı olduğunu da kastetmiyorum. Hayattan bir kesit okuyormuşum hissini verirken hiç sıkmadı. Salih’in durumuna göre, ben de heyecan ve sinir sahibi olmaktan kendime düşen payı aldım. Sonuysa öyküyü bambaşka yerlere götürdü –iyi anlamda tabii.

Deney - Özlem Ertan

Hayatının aşkını kaybettiği için inzivaya çekilen Serap 14 Şubat’ı büyük bir kederle kutlamaktadır. O geceyse evine beklenmedik bir ziyarette bulunulacaktır.

Gizemciliğini dürüst oynaması onu değerlendirmemde biraz kafa karışıklığı oluşturdu. Başından itibaren kadının yaşadıklarını kabul edip etmeme konusundaki kararsızlığımdan olsa gerek tam etkilenemedim. Bunda, öykü belli beklentiler içerisinde okumamın payı büyük.

Valentine’in Günü - Murat Başekiml

Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlığın yasaklı olduğu yıllar. Romalı Rahip Valentinus, yeni dine geçen çiftleri gizlice evlendirmektedir. Şehirdeki kötü ruhları def etmek için yapılan Lupercalia festivalinin gecesinde de bu vazifesini aksatmayacaktır.

Sevgililer günün anlam ve önemi, onun adıyla da anılan Valentine’in yaşamından kısa bir kesitle beraber yeni bir boyut kazanmış. O günün ne zorluklarla elde edildiğine dair ufak –ama mühim- bir hatırlatma içeriyor.

Duvardaki İz -  Gülbike Berkkam

14 Şubat’ı terk edilmiş konakta geçirmeyi planlayan genç çiftlerden biri, orada yaşanan akıl almaz olayın öyküsünü anlatmaya başlar.

Öykü içinde öykü anlatılırken aralarında kurulan dramatik bağ çok hoşuma gitti. Sıkıcı bir klişeliğe kayabilecek olaylar zinciri, ufak değişiklikler sayesinde beni beklemediğim yerlerden yakaladı.

Sittin Senelik Ölüm - Uğur Batı

Öğrendiği gerçekler karşısında hayatı cehenneme dönen anlatıcı 14 Şubat tarihinin ardındaki dehşet verici gerçekleri anlatmaya başlar.

Hikâyeyi öğrenmemem gerektiğine dair ikazlar, öyküden beklentilerimi arttırmıştı. Korkup korkmayacağım konusunda benim yerime anlatıcının karar vermesine de biraz gücenmiştim. Vadettiğini kısmen yerine getirinde biraz tatminsizlik hissettim.

Loholico - Murat S. Dural

14 Şubat’a özel olarak fahiş fiyatlara güller satan çiçekçi kadın topluluğundan yalnızca biri o güne özel fiyatlandırmaya gitmemektedir. Kadın her müşteriye özel ilgi göstermektedir. Kadın ve sattığı güller, çok az kişinin bildiği sırlara sahiptir.

Kısa öykü için hikâyeyi oluşturan etmenleri oldukça kapsamlı buldum. Kesintisiz bir kurgunun sürükleyiciliği içerisinde hüzünlü, dramatik, tatlı telaşlılı ve gerilimli hayatlara tanıklık etmek eğlenceliydi.


Not: Sevginin farklı yönlerini konu edinen öyküleri okurken, aklıma ister istemez aşk ve sevgiyi farklı tonlarda işleyen filmler geldi. Hikâyeler hakkında keyif kaçırabilecek çıkarımlar yapılabileceğinden öykünün hangi filmi çağrıştırdığını belirtmeden.

Spoiler: Göster

Tabii, bundan bahsedip isimlerden bahsetmemek da olmaz :) Aklıma gelen filmler karışık olarak: Let Me In, Starman, Being John Malkovich ve Ruby Sparks.


8
Merhabalar,

Uzun serilerden tutun da kısa öyküye kadar okuduğumuz hikayeleri değerlendirirken kişisel tercihlerimizin ve bakış açılarımızın neler olduğundan topluca bahsedelim niyetiyle böyle bir başlık açayım istedim.

İlk ben başlıyorum:

-Özellikle eski bilimkurguları yazıldığı dönemin bilimsel spekülatifliğine göre değerlendirmeye çalışıyorum. Bu sayede günümüz için teknik olarak eskimiş ya da yanlışlanmış bilgi ve bakış açılarının üstüne inşa edildiği hikayelerin bu gibi teknik ayrıntılarına fazla takılmamış oluyorum. Aslında bir nevi beklentimi derecesini üzerinde oynama yapıyorum da denebilir. Örneğin, (Bazen romanın yazarının bile farkında olmasına rağmen) Mars'ta hayat olmadığını ve haliyle medeniyet kurmuş Marslılar'ın olmadığını bildiğime göre dikkatim "Onlar olsaydı ve onlarla iletişimimiz de romandaki biçimde gerçekleşseydi ne olurdu?"ya çekiliyor. Romandaki kurgusal dinamiklerin kendi işleyişi içerisinde beni ne kadar ikna edebildiğine ve hikayeye çekebildiğine dikkat ediyorum.

-Eserdeki spekülatifliğinin temellerinden yazarın kendisi de kuşku duyuyorken (örnek, kozmik zihnin insan hayatına hükmetmesi fikri) dikkatimi odakladığım diğer konu ve fikirler merakımı ve zihnimi meşgul edip etmediğine dikkat ediyorum. İma veya temsil ettikleriyle kendi zamanım açısından karşılıklarını bulup başka tecrübelerimle bağlantı kurabiliyorsam, esere verdiğim değer artıyor.

-Kendi değer yargılarımı ve dünya görüşümü tamamen perdelememkle birlikte okuduğum eserin içerdiği yargılara ve dünya görüşüne olabildiğince tarafsızca yaklaşmaya çalışıyorum. Bazen kendimi tutamayıp "Hadi be? Olur mu ya? Ne?!"lerin yükseldiği oluyor tabii ki. Hikayede geçen bazı ifadelere ve fikirlere katılmayıp, yaşanan bazı olay ve durumlar beni rahatsız etse de hemen yargılamamaya çalışıyorum. Eseri bitirince, yine kendi iç dinamikleri ve anlatmak istediklerine göre topluca bir değerlendirmeyi uygun görüyorum. Bazı noktalarda fikirlerim örtüşmese de derdini anlatmaktaki başarı veya başarısızlıkları üzerine yoğunlaşıyorum.

-Hikayenin nasıl ve ne biçimde anlatıldığı da önemli tabii ki. Önceki üç kriterle de doğrudan bağlantılı. Neyin nasıl anlatıldığı önemini hep koruyor.

Benim kriterlerim eksik ve kabaca olarak bunlar. Ya sizinkiler neler?

9
Sinema / Colossal (2016)
« : 16 Nisan 2017, 14:00:11 »

Yönetmen:  Nacho Vigalondo
Senaryo: Nacho Vigalondo
Türü: Bilimkurgu, Komedi, Macera
Başroller: Anne Hathaway (Gloria), Jason Sudeikis (Oscar), Austin Stowell (Joel), Tim Blake Nelson (Garth), Dan Stevens (Tim)
Imdb Sayfası: Link
Web Sitesi: Link
Twitter Hesabı: Link
Facebook Sayfası: Link
Instagram Sayfası: Link
Gösterim Tarihi: Belirsiz


Konu: Gloria’nın (Anne Hathaway) düzensiz hayatı yüzünden, erkek arkadaşı Tim'le (Legion dizisiyle takdir toplayan Dan Stevens) sorun yaşar ve çift ayrılır. Gloria, yaşadığı problemlerin ardından, doğduğu kasabaya geri döner. Hayata başlama yerine dönüş onun için başarısız olduğunun tescillenmesi gibi olur. Çocukluk arkadaşı Oscar (Jason Sudeikis) ve onun arkadaş grubuyla birlikte eski bar hayatına geri döner.

Gloria eski hayatına dönmüşken, Dünya’nın öte tarafında alışılmadık hadiseler yaşanmaktadır. Güney Kore’nin Seul Kenti’ne, nereden çıktığı anlaşılamayan dev bir canavar saldırır. Gloira ve arkadaşları, Seul’deki olayı televizyondan öğrenirler. Gloira çok geçmeden dehşete düşüren bir şeyi fark eder. Seul’e dehşet saçan dev canavar, Gloria’nın hareketlerini taklit etmektedir.

Fragmanlar:

Birinci Trailer
İkinici Trailer
Üçüncü Trailer

Filmden Kısa Klipler:

Açılış Bölümü
Birinci Klip, İkinci Klip, Üçüncü Klip

Film Hakkında Bazı Bilgiler ve Beklentim:


Film 6 Nisandan beri Amerika’da bazı sinemalarla kısıtlı olmak üzere birkaç ülkede gösterime girdi. Baş rolde Hollywood yıldızı Anne Hathaway olmasına karşın Kanada ve İspanya ortak yapımı bağımsız film olmasında mütevellit ticari gösterimi geç olmuş. 2016’dan itibaren altı film festivaline konuk olduktan sonra ancak ticari gösterim imkânı bulabilmiş. Filmin sinemalarımızda gösterime girip giremeyeceğiyse belli değil. Yani filmi izlemek için önümüzde beş seçenek var:

1. Ülkemiz sinemalarındaki vizyon yoğunluğu arasında fırsat bulunca gösterime girme şansı bulacak.
2. Film önce yerel film festivallerimize uğrayacak. Ondan sonra sinemalarımızda boy gösterecek.
3. DVD veya Blu-ray olarak, ev sinemasından meraklılarıyla buluşacak.
4. Film gösterimden kalkıp, ülke dışında ev sineması pazarına çıkınca, korsan yollardan izlemek durumunda kalınacak.
5. Saydığım beş seçeneğin kombinasyonları biçiminde filmi meraklılarıyla buluşacak.

Bu o kadar da yabancısı olduğumuz bir durum değil. Bir başka Hollywood yıldızı olan Scarlett Johansson’ın rol aldığı 2013 tarihli bağımsız film Under the Skin ülkemizde gösterime girmemişti. Sinemada gösterime girmeden önce korsan yollarla internette yayınlanan vizyon filmleriyle karşılaşıldı da oluyor.

Nasıl ve ne zaman Colossal’u izleyebileceğimiz belirsizliğin değindikten sonra, filme gelen yorumlara ne beklememiz gerektiğine dair tahminlerime geçebilirim.

İspanyol yönetmen Nacho Vigalondo 2007’deki ilk uzun metrajlı filmi Los Cronocrímenes  (Timecrimes) beğeni toplamıştı. Bilimkurgu ve gizem içeren bu ilk uzun metrajlı film, festivalleri dolaşarak adından söz ettirmişti. Son filminde, bilimkurgu ve komediyi harmanlayarak içimdeki canavar temasına farklı bir bakış açısı getiriyor.

Filmin genel hatları, Asya Sinemasında doğan iki alt türün bağımsız sinemayla buluşmasıyla ortaya çıkıyor. 1954 yılında Japonya’da gösterime giren Gojira (bilinen adıyla Godzilla) filmiyle beraber dev canavarların saçtığı dehşeti konu edinen kaiju filmleri ve yine Japon manga ve anime sanatında ortaya çıkan insan kontrolündeki üst teknolojiyle donatılmış savaş robotlarını konu edinen mecha türü tek potada erimiş. Buna dayanarak sarf edilen “Godzilla ve Pacific Rim buluşuyor.” yorumlarıysa sizi yanıltmasın. Özel hayatında dikiş tutturamadığı için dibe vuran genç bir kadının özel biri olduğu anlaşılınca, insanlığı tehdit eden dev canavarlarla savaşmak için tasarlanan dev robotlara pilotluk ederek değerini ispatlamıyor. Mecazi anlamda içinde barındırdığı kontrol edilemez canavarın gerçek hayattaki karşılığını kontrol etmek zorunda kalan dibe batmış bir kadının hikâyesi var.

Dev canavarların yer aldığı sahnelerinin, 15 milyon dolarlık bütçesini de hesaba katarak, yakın zamanda gösterime girmiş Kong:Skull Island gibi CGI ve teknik olarak görkemli olmalarını beklememek gerek. Tabii bütçesinin küçüklüğü gişe başarısına engel olmadı. Şimdilik toplam hasılatı 126 milyon dolara yakın. Bütçesine kıyasla yüz güldürten bir başarı elde etmiş. Yerli dağıtımcıların duymayacağını bile bile sesleniyorum “Hiç olmazsa Anne Hathaway’ın hatırına filmi çok geç olmadan vizyona sokun.”

Senaryosunun fitilini ateşleyense bambaşka bir film olmuş. Yönetmen-senarist Vigalondo, Ben Wheatley'in 17. Yüzyıl İngiltere’sinde geçen 2013 tarihli A Field in England filminden ilhamla senaryoyu yazmaya başlamış. Wheatley’in filminin günümüz 2016’sına uyarlanmış bir versiyonunu çekmekmiş. Colossal’un hikâyesini Philip K Dick'in öykülerine benzetiyor. Filmin odağında Dünyay’yı dev canavarlardan kurtarmak yer almıyor. Karakterlerin kendilerini aşan güçlerle mücadelesi esas noktası. Gloria’yın kontrolündeki canavarı, kadının kimliğinin yansıması olarak tanımlıyor. Film için gelen bazı olumsuz yorumları, yönetmen olarak sahip olduğu Dr. Jekyll ve Mr. Hyde ikiliğinin filme yansıması olarak değerlendiriyor. Her filminde olduğu gibi bir yanının, seyircinin beklentilerini karşılama çalışırken diğer yanı, seyirciyi memnun etmese bile bazı şeylerin olması gerektiği biçimde gerçekleşmesine uğraştığından bahsediyor. Bu zıt arzularını belirttikten sonra da filmin herkesçe beğenilmesini istediğini ekliyor.

Colossal için yapmış olduğum küçük araştırmalar neticesinde şimdilik eli yüzü düzgün bir film olduğu izlenimi edindim. Farklı konulardan beslenen ve içimdeki canavar temasını dev canavar konseptiyle birleştiren bu bağımsız yapımı en erken zamanda izleme fırsatına kavuşuruz umarım.

10
Yazarların düşlerinden çıkan alemler, kelimelere dökülüp bizlere ulaşıyor ve zihinlerimizde yer ediyorlar. Domino taşı etkisi yaratarak, o kurgu dünyalar da zihnimizde başka dünyaları düşmede tetikleyicilik vazifesi görebilir. Kendi bilgi, arzu ve görüşlerimize göre ve “Acaba...? Keşke...? Şöyle olsa…? Nasıl olurdu...?” gibi soruların biçimlendirmesiyle, asıllarına yakın veya uzak kurgu diyarlar düşletebileceği görüşündeyim.

Sormak istediğim iki sorum var:

1. Bambaşka dünya kurguları okurken, onlara bağlı olarak kendi tasavvurlarınızın oluşup oluşmadığı?

2. Oluşmuşsa, hangi kitaptan, nasıl ve ne türden tasavvurlar?

Okuduğumuz kitapların dünyalarından ilham alarak kendi görüş ve yorumlarımızla tasarladığımız kurgu dünyalardan bahsediyorum. Esinlendiğinden ufak farklarla ayrılanından, tamamen bağımsızlaşanına kadar geniş yelpazede olabilirler. Karakterlerin yaşadıkları ve yaptıklarından tutun; o dünyanın kökenine ve yapısına kadar, az veya çok kendi yorumlarınız.

Birinci soruyu cevaplamış sayılırım. İkinci soruya cevabım, Yerdeniz Serisini okurken aklımda canlanan dünya oldu. Kabataslak haliyle aşağıdaki gibi:

Güneybatıdan adalar topluğu olarak okyanusa dağılmış kara parçaları, kuzeydoğuya gidildikçe yerlerini daha büyük kara parçalarına ve kıtalara bırakmakta. Güneybatıyla kuzeydoğu arasındaki karasal yoğunlaşmanın sebebiyse ejderhalar.  Evet, ejderhalar karaların yaratılmasında rol oynuyorlar. Kalıplaşmış görünüm ve özellikte anladığımız türden ejderhalar değiller. Genellikle suda ikamet eden, farklı karakter ve ahlak anlayışlarına sahip dev yılanlar. Zamanında kuzeydoğu ucundan başlayıp, okyanus tabanını yükseltip karalarla doldurmak için birbirleriyle yarışmaya başlamışlar. Güneybatıya doğru ilerledikçe, kendi aralarındaki kavgaları, sayılarının azalmasına ve bazı karaların batmasına sebep olmuş. Yorulup, birbirinden uzak noktalarda adalar oluşturarak oraların ve civarlarının sahibi olmuşlar.

O dünyayı oluşturan ve içine hayatı katan ise  Kozmik ejderha-yılan. Sonsuz okyanustan kendi kuyruğunu takip ederek doğarken, aradaki boşlukta da kozmik okyanusun kalıntılarından o dünya oluşuyor. O kalıntıda oluşan ilk iki şey, okyanus ve okyanus dibi. İlk varlıklarsa, önceden bahsini ettiğim yılan-ejderhalar. Onlara beceriksizce okyanus tabanından karalar yükseltirken, o dünyayı oluşturan kozmik yılan-ejderha dönmeye devam ederek önce okyanusun içinde hayatı başlatıyor. O dönmeye devam ettikçe, sudaki hayat karalara sıçrıyor. Bitkiler, böcekler, hayvanlar ve insanımsılar böyle oluşuyor; kozmik olan döndükçe değişim ve çeşitlilik kendini hissettirmeden devam ediyor.

Kozmik olanın dönüşüyle ilk yaratılmış olan yılan-ejderhalar, oluşturdukları son adanın ve çevresinin sahipleri olarak kalıyorlar. Kimisi acımasız, kimisi merhametli; kimisi adil, kimisi adaletsiz; kimisi çıldırmış, kimisi erdem dolu; güneybatıdaki adalar kuşağında hüküm sürüyorlar. İnsanların onlarla olan tarihleri ve ilişkileri de buna göre şekillenmiş. Kuzeydoğuda türeyen insanlar,  orada gelişip güneybatıya yayılmışlar. Kozmik yılan-ejderden haberdar olsalar da, onun çocuklarıyla çok sonra karşılaşmışlar. İnsanlar yayılmalarına devam ederken, sakınılması gerekenden sakınıp, sığınılacak olanın içini hoş tutmaya gayret göstererek adalar diyarına yayılmışlar. Yılan-Ejderhalar topluluğu insanlar için hayrı da şerri de içinde barındırıyor. Dilleri yok. O an ne yapıyorsa, ona göre niyeti ve yapacakları anlaşılabilir varlıklar. Bazen karakterlerinin aksi yönde de davranabilirler. O sebeple insanların her zaman tetikte olması ve onlara saygıyla yaklaşması icap ediyor.
    
Her ada halkının adet, gelenek görenek ve yaşam biçimi, yılan-ejderhalar ile kuşaklar boyunca inişli çıkışlı ilerlemiş ve ilerlemeye devam eden ilişkilerine göre şekillenmiş. Bazı güneybatılı adalılar, kuzeydoğu ucuna giden uzun ticaret yolunu erginlenme adetleriyle birleştirerek, varlıklı ailelerden gelen genç erkeklerini yolculuğa çıkartıyor. Yolculuktan kazasız belasız geri dönenler, diğer yol arkadaşlarıyla birlikte kurdukları ticari ve dostluk  bağları sayesinde toplum içinde saygınlık ve söz sahipliği kazanıyor.

11
Sinema / Alien: Covenant
« : 03 Mart 2017, 15:50:44 »

Yönetmen:  Ridley Scott
Senaryo: John Logan, Dante Harper, Jack Paglen (Hikaye), Michael Green (Hikaye)
Türü: Bilimkurgu, Gerilim, Korku
Başroller: Katherine Waterston (Daniels), Michael Fassbender (David/Walter), Danny McBride (Tennessee), James Franco (Branson) ve Carmen Ejogo
Imdb Sayfası: Link
Web Sitesi: Link
Gösterim Tarihi: 12 Mayıs 2017

     Koloni gemisi Covenant, çiftlerden oluşma yolcularıyla beraber çıktığı uzun yolculuğun sonuna gelmiştir. Dünya'dan çok uzakta, insan yaşamına elverişli gezegene kazasız belasız varabilmiştir. Gemi mürettebatı tüm hazırlıklardan sonra gezegeni keşif için yüzeye inerler. Karşılaştıkları manzara, el değmemeiş cennet izlenimi uyandırır. Küçük keşif gezileri sırasında, Dünya'dakine benzeyen buğdayımsı bitkilerle bile karşılaşırlar. Keşiflerinin tatlı sürprizleriyle araştırmalarına devam ederler. Cennetten kopmuş gibi gelen mnazaranın ortasında, araştırma ekibinden Daniels'ın dikkatini bir şey çeker; sessizlik. Enfes manzara, ne kuş, ne böcek, ne de hayvan sesleri eşlik etmektedir. Ekibin araştırması esnasında sessizlik bir uyarı gibi sürerken yeni keşiflerde bulunulur. Ekip yeni bulguları anlamaya çalışır. Sessizliğin ardındaki dehşetin de ortaya çıkmasına az bir zaman kalmıştır.

Fragmanlar:

Teaser Fragman
Filmden Kısa Bölüm
Uyarı: Fragman, filmi izlemeden önce çok fazla şey bilmek istemeyen izleyiciler için fazla ayrıntı içerebilir.
İlk Fragman

TV Spot
Run
Pray
Hide
Take Me Home

Afişler:
Kaç
Saklan
Alien: Covenant

Film Gösterime Girmeden Önce Beklentilerim ve Tahminlerim:

     Ridley Scott'ın uğruna yönetmen Neill Blomkamp'ın (Distric 9, Elysium, Chappie) Sigourney Weaver'lı Alien projesini belirsiz bir tarihe ertelettiği proje. İlk ismi Alien: Paradise Lost olarak açıklanan Alien: Covenant, ilk Alien filminin öncesinde, geçiyor. Alien serisi boyunca gizemini koruyan The Pilot (ya da diğer adıyla Space Jockey) ve gemisi ardındaki sır perdesini aralayan -ve yeni sorular getiren- 2012 tarihli Prometheus'un da devam filmi olma özelliği taşıyor.

     Prometheus filmi yapım aşamsındayken, Ridley Scott, The Pilot ve gemisinin kökenlerini açıklayarak Alien evreni içerisinde yeni alanlara yelken açmaya niyetlenmişti. Filmin ismi bile Alien değildi. Aynı evrende yeni bir seri olacağı sinyalleri veriliyordu. Prometheus gösterime girdikten sonra gelen yorumlar biraz karışıktı. Beğenen tam beğeniyor; beğenmeyen yerden yere vuruyordu. Bazı yorumlar Prometheus'un bir Alien filminden bekleneni veremediği yönündeydi. Bu eleştirileri haksız bulmuştum. Alien evreninde geçen farklı bir film olacağı belirtilmişti. Ben de o beklentiyle izlemiştim. Odak noktasının yaratık olmadığı, biraz daha varoluşsal duran bir Alien filmiyle karşılaşmıştım. Evet, Xenomorph yoktu. Yine de seri için yabancı olmayan formüllerin uygulandığını düşünmüştüm. Olaylar yavaşca gelişiyor; karakterler minik yarıntılar eşliğinde tanıtılıyor; kırılma anından sonraysa herşey ardı ardına patlak veriyor; alt metin hikaye akışındaki ayrıntılardan veriliyor; yeni yaratık tasarımlarıyla karşılaşıyorduk. Seriye aşina biri olarak bu evrende açılan yeni sayfayı biraz garipsemiştim. Garipsediğim konunun kendisiydi; sunuluş biçimi değil. Garipsediğim konularda kendini ifade edişi, yine Alien serinde alışık olduğum biçimde verilmişti. Hikaye, ebeveynin rızasını ve sevgisi almaya çalışan çocuğun karşısında, kendinden olan çocuğu ret eden ebeveyn teması içeriyordu. Filmde verilmeyen çalışılan ebeveyn yaratan ile çocuğu yaratılan ilişkisi bunun üzerinden yürüyordu.  Noomi Rapace'in canlandırdığı Elizabeth Shaw'ın mücadelesini izlemek keyifliydi. Bu konudaki kurgusal teorisi ve teorisi etrafında verdiği ayrıntılar öne çıkıyordu. Geriye kalan kısımlarda oluşan aksaklıklarsa filmi baltalıyordu. Sıkıntısı, formulü uygularken kafada soru işaretleri yaratacak hamlelerde bulunmasıydı (Bilmediği ve yılana benzeyen organizmaya kedi muamelesi yapan bilim insanı gibi). Minik aksaklıklar ve tuhaflıklar tek başlarına affedilebilirdi belki. Filmi bütün olarak ele alıncaysa dikkat çekmemeleri imkansız hale geliyordu. Filmin yükselip tökezlediği durumlar eşliğinde Alien evreni genişletilmeye çalışılmıştı. Benim için tadında bir filmdi. Felaket kötü de değildi, başyapıtta (beğendiğim filmin illaki başyapıt olmasına da gerek yok zaten). Sonraki filmin Alien formulünden daha da uzaklaşmasını bekliyordum. Filmin dikkat çekmeye çalıştığı konu ve filmin sonu, bende bu beklentiyi oluşturdu.

     Ama Sir Ridley Scott ne yaptı? Prometheus 2'de Alien serisinin bilinen temalarına geri dönüş. İsminin bile Prometheus 2 olmadığı bir geri dönüş. Kızgın mıyım? Hayır. Şikayetim yok. Kafamı kurcalayan şey, ilk filmde başka denizlere yelken açmaya çalışıp, devam filminde bildiği denizlere göre hareket etmesi oldu. 1979'daki ilk Alien filmiyle bağlantıyı koparmamak için mi böyle yaptılar? Prometheus'un Alien'dan farklı olduğu eleştirileri yüzünden mi oldu? Açılan yeni sularda Alien markasının zarar göreceğinden korkuldu da bilindik sulara geri dönüldü? Ridley Scott'ın ve yapımcıların kafalarında hangi tilkiler dönüyor; anlatmaya çalışsalar bir sonraki Alien projesinde o cevaplarda hükümlerini yitireceklerdir gibime geliyor. Baştan da dedim ya; ne kızgın ne şaşkınım. İstediğim Alien evreninde geçen yeni bir film. Alien: Covenant'te o yeni film.

     Yazıyı paylaşmadan önce biraz daha düşünme fırsatım oldu.  Sir Ridley Scott'a haksızlık ettiğimi düşünmeye başladım. Düşünmeye sevk edici ayrıntılar vermede usta isim. İlk Alien ve Blade Runner bunun ispatı. Prometheus'un zayıf tarafı mesajını vermedeki sıkıntıdan kaynaklanmıyordu. Oradaki ebeveyn çocuk ilişkisi üzerine yaratmak için yok etmek gibi Alien serisiyle gayet örtüşen alt metinler eklemesi pek güç olmayacaktır. İlk Alien'ın başarısı, varoluş gibi ağır felsefi konulara değinmesi değildi. Yoruma açık ayrıntılar barındırıyordu. Annelik, doğum ve hayat verme temaları tersyüz edilerek korku temalarına dönüştürülmüştü. İnsanlar falllik objesinin ölümcülleştiği bedene sahip bir canavarın tehdidi altındaydılar. Güven duygusu içermesi gereken herşey insanlar için güvensiz olanna dönüşmüştü. Bunlar filmin tekrar yorumlanıp değerlendirilmesini sağlıyordu. Bilimin hizmet ettiği kapitalizm eleştirisi olarakda yorumlanabilirdi, cinsel imaların bolca yer aldığı eril şiddet eleştirisi olarak da değerlendirilebilirdi. Alien: Covenant, Prometheus'un Alien evreninde açtığı yeni yolda ilerlerken gerilim ve korkuyu yeni mesajıyla birleştirebilirse başarılı olabilir.

     Şu an için olmasından memnun olduğum ayrıntılara geleyim. Filmde dair gelen haberlerde, bir Alien filminde olmasını istediğim şeyler listesinden biri kesinleşmişti; yeni yaratık tasarımları. Zaten olmaması da düşünülemezdi. Dördüncü film Alien: Resurrection'daki yeni yaratık tasarımı pek hoş gelmemişti. Son filmdeyse, fanlarca yayınlanır yayınlanmaz yapımcıların isteği doğrultusunda kaldırılan resimlerdeki tasarımlar tatmin ediciydi. Fragmanda da ufaktan görücüye çıktılar. Farklı tasarımlarda olacak olsalar bile görsel aşinalıktan ötürü  yaratıklardan ürkeceğimi sanmıyorum. Sorun değil; zaten onları görmek istiyorum. Alıştığımız Xenomorph'da geri dönüyor. Eskiyle yeni bir arada. Güzel, güzel.

     Alien: Covenant'in teknik anlamda olduğu kadar tasarımsal manada da tatmin edeceğinden şüphe yok. Sir Ridley Scott'ın ve teknik ekibinin kusursuza yakın bir iş çıkaracağı kesin. O tarafta da bir sıkıntımız yok.

     Gerlilip ve korkutmak şu zamanlarda zor. Özellikle görsel olarak az çok aşina olunan bilimkurgu figürüyle çalışılıyorsa, daha da yük biniyor olmalı. Her filmde yeni yaratık tasarımlarının olması bu sebeple önemli. Ama onunla yetinilmeye çalışılması büyük hata olur. Prometheus'taki çok fonksiyonlu sağlık kapsülünde geçen sahnenin gerilimi ve ondan sonraki koridor anı tatmin ediciydi. Aslında, Shaw'ın tek başına mücadele verdiği anların genelini beğenmiştim. Sir Ridley Scott'tan yine bu türden, minik sürprizlere gebe gerilim sahneler bekliyorum. (Alien serisine ait bir filmi anlatırken "gebe" kelimesini kullanmak? Hayır dileyip şerle karşılaşmayı dilemek gibi bir şey bu.)

     Filmdeki insanlar silahla donatılmış. Yaratık sayısı da birden fazla olacak. Alien ile Aliens karması gerilim-aksiyon sahneleri oluştumak için ortam müsait. Belki Alien'lık ve Aliens'lık tarzda mini sahnelerle dolu olur? Daniels'ın fragmandaki kapışma sahneleri de oldukça heyecanlı geldi. Bu beklentim fazlasıyla karşılanacağa benziyor. Son fragmanla beraber genel beklentiler de olumluyken bu fırsatı lütfen kullanın Sir Ridley Scott.

     Covenant gemisinde çiftlerden seçilme kolonicilerin olması ilk başlarda tuhafıma gitmişti. Fragmandaki duş sahnesi yüzünden, günümüzde de örnekleri verilmeye devamedilen teenslasher filmleri aklıma geldi. Bir grup genç, eğlenmek için gittikleri yerde acımasız katil tarafından birer ikişer öldürülmeye başlanır. Sir Ridley Scott b sınıfı yaratık filmleriyle teenslasher türünü bir potada eritmeye mi kalkışıyor acaba dedim. Amaçlananın bu olmadığına eminim aslında. Çiftlerden oluşan koloniciler konusuyla ile duşta sevişen çiftin saldırıya uğraması üst üste gelince benim hayalgücü fazla mesai yaptı. Kolonicilerin çiftlerden oluşması önemli. Yeni bir gezegende insan medeniyeti başlatılacaksa, aileler olmasa da çiftlerin oraya gönderilmesi gayet  mantıklı. Son zamanlarda yaşanabilir olası gezegenlerin keşif haberleri geliyor. Marsa koloni kurma projeleri ara sıra haber oluyor. Yaşanabilir uzak gezegenler ve koloni kurma konusu gündemdeyken bu ikisinin karmasını filmin konusuna dahil etmek yerinde bir hamle olur. Ha, yaratıklarla dolu korku gerilim filmi içerisinde kullanılmaları ilginç tabii ki. İlgili konulara meraklıları sinema salonuna çekmişken, filmin türü, hayallerine ne derece zarar verir bilinmez.

     Çiftler konusuna geri döneyim. Birbiriyle tanışıklığı olan ve aralarında belli bağlara sahip karakterlerin olması filmin korku ve gerilimine katkı sağlayabilir. İlk Alien'da, işini yapan sıradan insanları tanırız. Belanın içine istemeden çekilirler. Kabahatleri yoktur. Onara acırız. Çünkü ummadıkları ve üstesinden gelemeyecekleri bir tehditle yüzleşmek zorundadırlar. Onları, çaresiz durumdan kurtulmalarını umut ederek izleriz. Devam filmi Aliens'taki durumsa biraz farklıdır. Askerlerin kendilerinden eminlikleri, "Bakalım üstesinden gelebilecek misiniz?" alayıyla karışık bir merak uyandırır. Alien'daki gibi kurban konumundalardır. Oradaki işçilerden farklarıysa, çaresizlikten kurtulmalarını değil nasıl içine düşeceklerini izlemektir. Çaresizleşecekleri duruma nasıl ve ne zaman düşeceklerini beklemek önemlidir. Prometheus'taysa Alien ve Aliens'taki gibi gerilim ve korku yaratacak biçimde karakterleri bir şekilde önemsetecek itici güç azdı. Anakarakterler haricindekiler ilginç özellikleri göstererek öne çıkıyordular (astronot giysisinde ot tüttüren araştırmacı mesela). Başlarının belaya girmesini önemsetecek derecede ilgiyiyse çekmiyorlardı. Covenant ekibindekilerin Dünya'yı yeni hayatlar kurmak için terk etmiş çiftler oluşturmasıysa, repliği olmayacak karakterlerin bile seyirci üstünde acıma ve endişe duygusu oluşmasını sağlamaya yarayabilir. Birbirleriyle bağları olup önemseyen insanlardan oluşma bir topluluk söz konusu. Bu karakterlerin tehdit altında olmaları, önemsedikleri kişileri kaybetmeleri, tehdit altında güven bağlarının sınanmasını izlemek filmin ihtiyacı olan gerilim ve korkuyu sağlamada yardımcı olacaktır. Boşuna ağlamayacaklar, yanlış kararlar vermeyecekler. Ruh eşleriyle cennette yaşamayı umarken cehennemle karşılaşan insanlarla empati kurması güç olmayacaktır. Sir Ridley Scott ve senaryo ekibinin bunu düşünerek, hikayeye yuva arayan kolonicileri kattığını düşünüyorum. Bundan düşündüğüm biçimde faydalanılamazsa ve gösterime girdikten sonra beğenilmezse, gelecek bazı yorumların içerisinde, benim teenslasher benzetmemi acımasız eleştirileri için kullanacaklar olacaktır. Sir! Yüzümüzü kara çıkarmayın.

     Fragmana dayanarak, filmin Ripley'i olan Daniels karakterine ve Katherine Waterston'un oyunculuğuna şimdiden ısındığımı belirtirim. Kuşkucu biri. Dünya'dan çok uzakta buğday türünden bitkiyle karşılaşınca ilk sorusu "Kim dikmiş?" oluyor. Kuşkucu biri olarak sessizliği ilk fark eden kişi olması da bu sebeple şaşırtıcı değil. İğrenmeyle beraber kontrolü kaybetmemeye de çalıştığı, fakat gözünden yaşların döküldüğü an etkileyiciydi. Kadro içerisinde, Waterston haricinde Harry Potter evreninden Alien evrenine konuk olan biri daha var; Carmen Ejogo. Waterston ve Ejogo, daha öncesinden Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerelerde Bulunurlar? da oynamışlardı. Şansa bakın, iki aktriste yine canavarların kol gezdiği bir filmdeler. Bu sefer en büyük yardımcıları  büyücü değnekleri değil muggle silahları olacak.

     Son olarak film gösterime girmeden ilk ve tek olumsuz yorumumu yapmak istiyorum. Manzaraya kanıp, yabancı gezegene öylece dalmak neden? Havanın solunabilir olması ve güzel manzaralar, zararlı mikroorganizma tehdidini ortadan kaldırmıyor. Prometheus'ta atmosferi kontrol etmek için başlığı çıkarma sormusuzluğu aklıma geldi. Seneler öncesinden yazılmış önemli bir bilimkurgu eserini, Sir Ridley Scott ve ekip arkadaşlarına hatırlatmak isterim. Bu konudaki mantık hatası sürüyor gibi. Fragmandan çıkardığım sonuca göre böyle bir eleştiride bulunuyorum. Laf arasında seneler önce gönderilen insansız keşif araçlarından alınan bilgiye güvenerek yüzeye indiklerinden bahsedilirse fena olmaz hani. Belki o zamanda önceki filmle alakalı olarak tutarsızlıklar ortaya çıkabilir. Ya da belki de işin içinde başka işler vardır.*Küçük şikayetimin sonu, "çekmseler"dine kadar gitmeden evvel yazıya bir son veriyor, ilk Alien'ı izlemek için televizyon karşısında sabahlayan biri olarak merakla bekliyorum.

*
Spoiler: Göster
Prometheus'taki David, bir yolunu bulup Dünya'ya "Burası çok güzel! Cennet! Cennet! Gelsenize!" mesajı yollayarak güven telkin edip kolonicileri o gezegene çekmiş olabilir. Hain android! Hayırsız evlat!

12
Sinema / Kong: Skull Island
« : 01 Mart 2017, 20:00:18 »

Yönetmen: Jordan Vogt-Roberts
Senaryo: Dan Gilroy, Max Borenstein, Derek Connolly, John Gatins (Hikaye)
Başroller: Tom Hiddleston (James Conrad), Samuel L. Jackson (Preston Packard), Brie Larson (Mason Weaver), John Goodman (Bill Randa), John C. Reilly (Hank Marlow)
Imdb Sayfası: Link
Gösterim Tarihi: 10 Mart 2017

Konu: Bir grup bilim insanı, özel araştırmalar için küçük bir askeri birliğin eşliğinde, Pasifik'teki esrarengiz bir adaya giderler. Araştırma için kullandıkları bombalar yüzünden, kökeni insan öncesine dayanan bir canavarın öfkesi ekibin üstüne çekilir. Ekip, bu yaratık tarafından saldırıya uğrar. Saldırıdan sonra, kurtulanlar toplanıp bu ilk şokun üstesinden gelmeye çalışırlar. Bilmedikleriyse, daha ölümcül tehlikelerle karşı karşıya olduklarıdır. Adanın diğer sakinlerini, onlara karşı hayatta kalma mücadelesi vererek tanıyacaklardır.

Alternatif Afişler:

Afiş 1
Afiş 2
Afiş 3
Afiş 4
Afiş 5

Fragmanlar:

Birinci Fragman
İkinci Fragman
Üçüncü Fragman

TV Reklamı:
Reklam
(Diğer tv reklamları fragmanlarda olmayan sahnelerde içeriyorlar. Fragmanlar zaten film hakkında yeterince fikir veriyordur. Bu sebeple onları eklemedim.)

Vizyona Girmeden Önce Tahmin ve Beklentilerim:

Alıntı
Konudan ucuz canavar filmlerinin konu özetleri gibi bahsettiğimin farkındayım. Filmi beklememin yegane sebebi, müthiş hikaye kırılmaları ve ters köşeler beklemem değil elbette.

Canavarlar! Yapımcı ekibin elinden çıkma yeni Amerikan Godzilla'sında görmeyi umut edipte yeterince bulamadığımız antik canavarların kapışması! Kong Skull Island'da canavarlara da kapışma sahnelerine de daha fazla yer verileceğini düşünüyorum. İnsanların aksiyona dahil olmaları da bir önceki Godzilla'daki gibi etkisiz olmayacağa benziyor. İnsan aksiyonu da canavar aksiyonu da tatmin edici olacak gibi. Görsel olarak harika bir iş çıkarılacağı da kesin gibi.

Filmde hoşuma gitmeyen tek kısmın, John C. Reilly'nin canlandırdığı, adada mahsur kalmış karakter. Yarattığı minik mizah anları bu film için bile fazla gibi. O karakter biraz sonradan eklenmiş gibi.

Önceden belirttiğim bu fikirler üstüne fazla birşey ekleyemeyeceğim. John C. Reilly'in komik yan karakteri ortada. Brie Larson'ın klasik King Kong sarışını olacağını düşünmüyordum. Son fragmanla beraber klasik Kong Sarışını çizgisine biraz daha yaklaştığı hissediliyor. Aralarında romantizm olmasın, o bana yeter. Her fragmanla birlikte arzu ettiğim biçimde canavar sahnelerinin sayısındaki artış beni memnun etti. Kong insanlara karşı. İnsanlar Kong'a karşı. Kong diğer canavarlara karşı. Diğer canavarlar insanlara karşı. Kong diğer canavarlara karşı insanların yanında. İnsanlar diğer canavarlar yüzünden Kong'un yanında. İşte sizlere ağız sulandıran karmaşa. İçimden "Kong! Kong! Kong!" diye ritim tutuyorum.
Spoiler: Göster
Kong'u savaşmayacağı taraf kalmayacak. Skulllar görünürdeki düşmanları. Kong'un gizli düşmanınınsa Samuel L. Jackson olacağını tahmin ediyorum.

13
Konumuz, başka bir kitabı anlatmak için temel alınan; bir türü tanımlamak ve özelliklerinden bahsetmek için incelenen; farklı sanat dallarında kendilerinden alıntılar yapılıp örnekler verilen; edebiyat incelemelerinin yanı sıra psikoloji, sosyoloji ve tarih gibi farklı alanlardaki araştırma ve incelemelere konu olan eserler.

Bazen genel bazen de özel konulara mahsus biçimde, isimleriyle sıkça karşılaşılıyor. Türü, konusu, karakterleri, alt metinleri, dönemsel önemi veya anlatım biçimlerine dikkat çekilerek örnek gösteriliyorlar.

Adet olduğu üzere ilk ben başlıyorum:

Gılgamış Destanı: Yazanı belli değil. Farklı dillerde farklı yorumları var. Bilinen en eski yazılı destan olması sebebiyle tarihi öneme sahip.

İnsanın ölümsüzlük arayışı. Eksik de olsa, bir çağın dönüm noktasına ışık tutuyor. Toplumsal değişimi hakkında bilgi veriyor. Edebi olarak, kahramanlık anlatısı için prototip olma özelliği de taşıyor. Jeff Vandermeer Harikalar Kitabı'nda, kısaca Gılgamış'ın bu özelliğinden bahseder. Tarihe, mitolojiye ve edebiyata ilgi duyan herkesin karşısına çıkan bir isim Gılgamış Destanı. Uzay Yolu Yeni Kuşak'taki Kaptan Picard bile yazılı en eski destana başvurmuştur.

Odysseia ve İlyada: Homeros'un iki ölümsüz eseri.

Mitolojiyi merak edenler kadar, psikoloji ve edebi anlatım konusunda da incelenip alıntılanan iki temel eser.

Ulysses: James Joyce'un zorlu modern edebiyat klasiği.

Farklı konular vesilesiyle kendisiyle sıkça karşılaşılıyor. Bazen hiç ummadık konularda kendine yer bulur. Kitap sansürü konusunda bile karşıma çıkmıştır.

Kahramanın Sonsuz Yolculuğu: Joseph Campbell'ın mitolojiyi sevdirmekle kalmayıp sinemayı da etkileyen çalışması.

Üsteki cümlenin bir benzerini kuracağım: Mitoloji meraklıları haricinde, roman ve senaryo yazarlarının, hikaye anlatımı üstüne kafa yoranların da başvuru kaynağı.

Poetika: Kurmacanın doğası hakkındaki araştırmalarda veya hikaye tekniği kitaplarında Aristotoles'in eseriyle karşılaşabilirsiniz.

Ben, Robot: Robotlar, yapay zeka ve insanoğlunun onlarla birlikte olası geleceğini konu edinen Asimov başyapıtı.

Konu robotlar ve yapay zekaysa, Ben Robot'un adı anılmadan olmaz. Özellikle günümüzde, yapay zeka konusu ciddi biçimde tartışılır hale geldikten sonra. Başka kurgularda içerisinde de Asimov'un üç robot yasasıyla karşılaşabilirsiniz.

Postacı Kapıyı İki Kere Çalar ve Malta Şahini: İki farklı yazardan (kitap sırasıyla, James M. Cain ve Dashiell Hammett), kara film türüne kaynaklık eden iki önemli kitap.

İki kitapta sinemaya uyarlanmıştır. Kara Film (Film-Noir) türünün doğuşuna zemin hazırlamışlardır. Sinemanın bu alt türü üstüne yazılıp çizilirken uyarlandıkları filmlerin yanında bu kitaplardan da bahsedilir.

Otostopçunun Galaksi Rehberi: Bilimkurgu ve mizah konuları biraraya gelince serinin adını anmamak olmaz. Tarzı sebebiyle bilimkurguyla mizahı onun yaptığı gibi sunmaya çalışmak "Otostopçunun Galaksi Rehberi gibi." benzetmesiyle karşılaşma olasılığını güçlendiriyor. Absürt mizahın önde gelen temsilcilerinden.

Uğultulu Tepeler: Yıllara yayılan, aşk, tutku, kin ve nefret hikayesi. Basit bir romantizm kitabı olmanın ötesinde.

Heathcliff gibi ikonlaşmış karakteri için; anlatımının sürükleyici yapısı için; aşk ve tutkunun insanı nerelere sürükleyebileceğini anlattığı için adından sıkça söz ettiren bir klasik.

William Shakespeare Eserleri:

Shakespeare'in tiyatro eserleri psikolojiden politikaya kadar geniş bir yelpazaede örnek ve incelemeye kaynaklık ediyor.

14
     İlk defa televizyon ekranlarından izleyip aklımızın bir köşesinde yer eden filmleri bu başlık altında analım istedim.

     Yapım tarihi, türü veya ne zaman izlediğiniz önemli değil. Yerli ya da yabancı olabilirler. Bilinip bilinmemeleri fark etmez. Önceki mesajlarda bahsedilmiş olmasının da hiçbir sakıncası yok.

     Aklıma ilk gelenler:

Explorers

     Gremlins serisinin de arkasındaki isim olan Joe Dante'nin filmi. Bir grup çocuğun kendi imkanlarıyla uzay gemisi yaparak uzaylılarla iletişime geçmesi konusu tuhaf gelebilir. Bu konuyla çocukken Explorers sayesinde tanışmışsanız, büyüleyici ve yapmayı arzu ettiğiniz bir şeyedönüşür.

     Çocukken, sandalye ve koltukları ters çevirip uzay gemisici oyunumum kökeni bu filme dayanır.

The Goonies

     Evlerini boşaltma emri gelince, çareyi eski bir korsan haritasının onları götüreceği hazineye umut bağlamış bir grup çocuk. Hazineyi öğrenir öğrenmez maceracılarımızın peşine takılan haydut ailesi, gizli mağaralar ve geçitler, tuzaklar, bulmacalar, bir dev, korsan gemisi! Kahramanlarımız ve onları izleyen bizlere unutulmaz bir macera sunmak için her malzemeden dozunca var.

Spaced Invaders

     Cadılar Bayramı uzak bir Amerikan kadabasına, antenli, koca kafalı ve yeşil uzaylılar ziyaret ederler. Çocuk aklımla bunlar bile filmi pür dikkat izlemem için bana yeterli gelmişti. İstilaya gelen bir avuç Marslı ve Dünyalının, ardı arkasına gelen yanlış anlamalar ve ters giden işlerin içine sürüklendiği bir macera.

My Science Project

     Beni etkileyen anlar, filmin son 30-40 dakikasında yaşanan curcuna. O zamana kadarki kısımlar "Bir şeyler olacak?" beklentisiyle geçiyor. Sonra, Trex, mağara adamı, gladyatör, Vietkong gibi konuklar olaya dahil oluyor. Haliyle ilgimi ve filmi aklıma getirenler de bunlar oluyor.

Radioactive Dreams
    
     İki kardeş, yıllarca hapis kaldıkları sığınaktan çıkmanın yolunu bulurlar.Takım elbiselerini giydikten sonra arabalarına atlayarak bilmedikleri bir dünyaya doğru yola koyulurlar. Nükleer yıkımdan sonra mutantların, çetelerin ve daha nice tehlike ve tuhaflığın kol gezdiği, yepyeni bir dünyaya atılmışlardır.

     Kara-Film ve Kıyamet Sonrası türünün hafif müzikalimsi birleşimi.

I Come in Peace

     "Barış için geldim." dedikten sonra insanları uyuşturucu üretmek için öldüren uzaylı. Asi giyim tarzıyla havalı takılan polis dedktifi Dolph Lundgren ve takım elbisesiyle kuralcılığını gösteren ortağı, galaksinin bir ucundan gelen zehir tacirine karşı.

     Bilimkurgu soslu polisiye diye ben buna derim işte!

Godzilla vs. Destoroyah

     İzlediğim ilk Godzilla filmi -çok sonra ismini öğrendiğim- Godzilla vs. Biollante'ydi. Godzilla serisine ilgi duymamı sağlayan filmse Godzilla vs. Destoroyah oldu. Yokoluşuyla birlikte tüm insanlığı da tehdit edecek Godzilla. Seneler önce Godzilla'yı öldürmek için kullanılan ölümcül  silahtan doğan Destoroyah. Destoroyah sebebiyle Godzilla'ya ihtiyaç duyan ama Godzilla'yı etkisiz hale getirmeye de çalışan insanlar. Godzilla'nın ne iyi ne de kötü olan nötr doğasına bağlı olarak insanların ona yaklaşımı ve  serinin hiç izlemediğim ilk filmiyle kurduğu güçlü bağlar, beni de filmin atmosferine çekiyordu.

      Bina büyüklüğünde canavarları konu edinen filmlerin de duygulandırabileceğini öğretmiş filmdir. Üstelik serinin önceki filmlerine vakıf olmadığım halde bunu başarmıştır.

Turist Ömer Uzay Yolunda

     Fazla bir şey demeye gerek yok. Spock Abi rolünde Erol Amaç. Spock'la dalgasını geçebilen Kirk'ün yerine Mister Turist olarak Sadri Alışık.

     "Ah be Doktor! Vicdan azabım gibi hep peşimdesin." vb. nice repliğiyle aklımda ve gönlümde yeri var.

Zulu

     Çile var. Mücadele var. Emirler ve görev için kendini adama var. Fedakarlık var. Düşmanın takdiri almak var. Kahramanlık var. Ama ne için?

     Yapımcılarının amacı da bu mu olmuştur bilinmez; tarihi savunma savaşını destansı biçimde konu edinirken bana "Bu savaş niye?" sorusunu sordurmuştur.

The War of the Worlds (1953 tarihli)

    H.G.Wells'in klasikleşmiş kitabının 1953 tarihli serbest uyarlaması. Serbest uyarlama dememim sebebi herşeyin kitaptaki gibi olmamasından kaynaklanıyor. Kitabın mesajı da filmin çekildiği dönemin politik atmosferinden nasibini almış. Kitabı sonra okuduğum için bunların farkına da çok sonra vardım. Ama bunlardan şimdi bile pek şikayetçi değilim. Yürüyen değil uçan makineler ve Marslı tasarımları hoşuma gitmiştir. Ne yapılırsa yapılsın durdurulamayan uzaylılar, istilanın alanı genişledikçe umudun azalması, ev sahnesi ve sona yaklaşan bölümler; film beni her yönden etkilemeyi başarmıştı.

Baby: Secret Of The Lost Legend

     Jurassic Park fırtınasının estiği ve dinozor ilgimin canlı olduğu yıllar. Ailesi açgözlü kötülerce dağıtılmış bebek dinozor elbette ilgimi çekecek. Anne dinozorun akibeti ne olacak? Sadece iki kişi, bir yığın insana karşı koyabilecek mi? O zamanki heyecanımla kendimi kaptırıp izlemiştim.

Nemesis (1992 tarihli)

     Kötü film. Sırf heba edilen potansiyeli için kızıp bağrıma basmışımdır.

     Robotlar ve robotlaşma mevzusu merakımı uyandırdırmıştı. Bolca çatışma ve kovalamaca içeriyordu. Geçirdiği badireler sonucu zaman içerisinde avladıklarına dönüşen kahraman ilgi çekiciydi. Bazı sahneleri estetik gelmişti. Filmin sadece bir anında ahlaki davranmanın belirsizliğinden bahsedilmesi dikkatimi çekmişti. Kendini rahatsız eden cyborge, alışveriş çantasından çıkardığı tabancayla haddini bildiren nine kalbimi çalmıştı. Yine de, orta karar bir film olmayı bile zar zor başarıyordu.

     Anlık ve küçük başarılarıyla yetinememişimdir. Başaramadıkları yüzünden film beni kızdırmıştır. Yaşattığı çarpık hisler sebebiyle listemdeki yerini almıştır.

Adventures in Babysitting (1987 tarihli)

     Her yayınlandığında izlemekten kendimi alıkoyamadım. Kısıtlı zaman içinde yaşanan büyük macera. Geceleyin evden çıkıp havaalanına gitmeye kalkmak başınıza ne kadar iş açabilir? Sandığınızdan çok daha büyük işler açabilir. Gangsterler! Metroları mesken tutmuş çeteler! Şarkı söylemeden sahneden indirmeyen orkestralar! Oto tamircisi Thor! Komedi ve macera!

Howard the Duck

     İzleyenin aklına kazınmış açılış bölümüyle anılır. Geveze dev ördeğin gagasından "Tanrı uçmamızı isteseydi kanatlar verirdi." lafı daha bir anlam kazanmıştır. Çocuksuluktan uzak, gayet yetişkin içeriklidir. Belki sırf bu yüzden dikkatimi çekmiştir. Son bölümü beni fazlasıyla ürkütmüştür. Seneler sonra Howard'ın çizgiroman karakteri olduğunu öğrenince küçük bir şaşkınlık yaşamıştım. Gişede yapımcısının yüzünü güldürmemiş. Talihsizlik.

Labyrinth

     Muppet Show'un ardındaki isimlerden yaratıcılık dolu, hafif müzikal, eğlence dolu macera. Köpeği binek hayvanı yapan şovalye kukla aklımdan çıkmaz.

Mad Mission 2

     Bruce Lee filmleri dövüş; Jackie Chan filmleri artık geçtiği çağa göre biraz kovalamaca polisiye çeşnili dövüş içerirdi. Biri usta hırsız diğeri sakar polis olan iki kafadarın yer aldığı Çılgın Görev serisinde dövüş haricinde, kovalamacalar, tadında polisiye ve uçuk icatlarla da zenginleştirilmişti. Hong Kong usulü aksiyon içerisinde herbir şey vardı. İkinci filmin güzelliğiyse bu zenginliği uçuk icatlar ve kovalamaca kısmını bir adım daha ileri taşımasından geliyordu. İkilimizin işini bitirmeye çalışan Clint Estwood çakması kötü adamın peşlerine taktığı katil robotlar bir yana, zeki hırsızımızın tasarladığı icatlar bir yana, hepsi harikaydı.

15
Sinema / Ghost in the Shell
« : 15 Şubat 2017, 22:04:43 »

Türü: Bilimkurgu, Aksiyon
Yönetmen: Rupert Sanders
Senaryo: Masamune Shirow (Manga), Jamie Moss, Jonathan Herman
Başlıca Oyuncular: Scarlett Johansson (The Major), Pilou Asbæk (Batou), Michael Pitt (Kuze),Takeshi Kitano (Daisuke Aramaki)
Imdb Sayfası: Link
Filmin Twitter Sayfası: Link
Gösterim Tarihi: 31 Mart 2017

Konu: Sibernetik alanı dahil büyük teknolojik atılımlar gerçekleşmiştir. İnsanlar sibernetik geliştirmelere hatta baştan aşağı sibernetik bedenlere sahip olabilmektedirler. Suçlarda bu gelişmelere paralel olarak çeşitlenip değişim göstermiştir. Çağın teknolojisinden faydalanan suçlularla baş etmek için oluşturulan Bölüm 9, sibernetikleştirilmiş bedenlere sahip ekip üyelerinden oluşmaktadır. Birim 9'un son görevi Hanka Robotic'in sibernetik alanındaki araştırmalarına engel olmaya çalışan terörist faaliyetleri durdurmaktır. Bu görev sırasında, Bölüm 9'dan The Major'un (Manga ve animede Motoko Kusanagi) bazı kişisel sorunları baş göstermektedir. Sibernetik bedene kavuşarak elde ettiği ikinci şansının kötü yanı, geçmişi hakkında hafızasının hasar görmesi olmuştur. Operasyonlar sırasında Kuze adlı esrarengiz adamla karşılaşması, Bölüm 9 içerisinde yürüttüğü soruşturmanın kişiselleşmesine sebebiyet verecektir.

Fragmanlar:

İlk Fragman
Super Bowl Reklamı
İkinci Fragman
"Mamoru Oshii" Özel Klip
Binbaşı Scarlett
Seriyle Anılan Making of Cyborg Parçasının Steive Aoki Tarafından Remixlendiği Bir Dakikalık Videoklip

Adam Savage film için tasarlanan ekipmanları inceliyor:

Geyşa Androidler
The Major'un Giydiği Termooptic Giysi

Hareketli Posterler:

Major
Batou
Aramaki
Togusa
Ladriya
Saito
Ishikawa
Borma


Vizyona Girmeden Önce Tahmin ve Beklentilerim:

Manga sayfalarında doğan Ghost in the Shell, anime uyarlaması olarak sinema, televizyon ve video serilerine konuk oldu. Siberpunk türünün önemli örneklerinden biri olan seri, bu sefer Hollywood yapımı olarak kanlı canlı oyuncular eşliğinde sinema perdesine bir kez daha uğrayacak.

Matrix'e ilham kaynaklığı etmiş bilimkurgu örneğini yeniden yorumlamak pek kolay olmasa gerek. Yayınlanan fragmanlar, yapımcıların biraz daha güvenli sularda yüzdükleri hissini oluşturdu. Fragmanlara yansıyan bazı sahneler anime filmlerindekileri sahneleri hatırlatıyor. Son fragmanda anlaşıldığı kadarıyla olayların merkezinde The Major (Scarlett Johansson) yer alacak. Konunun temeli de, kendini arayan kahraman çerçevesinde şekilleneceğece benziyor.

Manga ve televizyon serilerinde Birim 9'dakilerin takım olarak çalışması ön plandaydı. Ayrıca komplolar ve politik gerilimler yoğun biçimde yaşanıyordu. Lakin bunlara yer vermek için de zaman vardı. Anime filmlerindeyse bu öğelerin yoğunluğu azaltılıp, tek karakteri merkeze alarak hikaye anlatımına gidilmişti. 2017 tarihli filmin yapımcıları da benzer formulü uygulayacağa benziyor. Sinemasal açıdan isabetli bir karar. Yönetmen Rupert Sanders'in Pamuk Prenses ve Avcı filmine dayanarak; ekibin diğer üyeleri ve ekip çalışması kısmının Scarlett Johansson'ın karakterinin önüne geçmeyecek biçimde filme yedirilebileceğini düşünüyorum. İzleyenler hatırlayacaktır, Pamuk Prenses ve Avcı'da Pamuk Prenses olayların merkezinde olsa da, Avcı ve cüceler de gerektiğince hikayedeki ağırlıklarını ortaya koyuyorlardı. Aksiyondan aksiyona koşan bir Major (Motoko Kusanagi) izlerken, eli armut toplayan olmasalar da olur kıvamında Birim 9 üyeleriyle karşılaşacağımızı sanmıyorum. Batou'nun Motoko'ya (The Major) yakınlığı romantik bir ilgiye mi yoksa profesyonelliğe dayanan bağlılığa göre mi yaşanacak acaba? Ben 1995 tarihli filmde Batou'nun Motoko'ya platonik biçimde aşık olduğunu düşünmüşümdür. Televizyon serisinde ekip arkadaşı bağlılığı olarak algılamıştım. Filmde platonik aşka yelken açılabilir. Belki The Major'umuz, iki erkek arasında (Batou ve Kuze) kendi gerçeğini arayan biri olarak konumlanır. Bu tahminimin dayanağı yine Pamuk Prenses ve Avcı filmi. Ah, dönüp dolaşıp aynı yere getiriyorum işte. İtiraf ediyorum: Yönetmen Rupert Sanders'in sinemasal manada eli yüzü düzgün bir uyarlama yapacağını düşünüyorum.

Televizyon serisinin ya da manganın uyarlaması olmayacak. Neden olamayacağına ufakta olsa değindim zaten. Halet-i ruhiyesi anime filmlerine yakın olacak. Tv serisi ve mangada, sibernetikleşmenin sıradanlaştığı bir gelecek portresi içinde olaylar yaşanıyordu. Başlıca karakterlerde, bazı istisnai durumlar haricinde hayatlarını kanıksamış biçimde hareket ediyorlardı. Filmdeyse, durumunu ve içinde bulunduğu hayatı sorgulama konusunda sorular daha doğrudan sorulacaktır. Ghost in the Shell dünyasının yeni bir yorumu yani. Tadında bir aksiyon-bilimkurgu olarak yer edecektir. Elbette televizyon serisi ve mangadaki gibi bir Birim 9'la karşılaşırsam, bundan hiçte şikayet etmem.

Son olarak; olacağına düşük ihtimal verdiğim ama yapılmasının imkan dahilinde olduu için güzel olacağını düşündüğüm minik bir ayrıntı var. Umarım yapımcılar da benim gibi düşünüp bu fırsatı kullanırlar.
Spoiler: Göster
Hatırlayan vardır, Scarlett Johansson'ın Asyalı bir karakteri canlandırması eleştiri konusu olmuştu. GitS dünyasındaki insanların yapay bedenlerini değiştirebildiklerini hesaba katarsak, yapımcıların eline minik bir sürpriz yapma fırsatı doğuyor.

Sayfa: [1] 2 3