Bunaldım. "Ne yapıyorum?", "Kimim ben?" gibi sorular sormaya başladım. Bu dünya zaman zaman bana çok renksiz geliyor. Pastelle boyanmış çimler, iki tane güneşi olan masmavi bir gökyüzü, kızıl-turuncu günbatımları istiyorum, hem de her gün iki tane günbatımı. “İçinde yaşadığınız evren ile içinizde yaşattığınız evren arasında kurabildiğiniz bağ kadar mutlu olursunuz.” -Anton Çehov.
Ne demek istiyor Çehov? Hepimizin aslında varolmak istediği, içinde yaşamak istediği dünyaların farklı farklı olduğunu biliyor. Mesela benim bu dünyada kendimi hapsolmuş hissettiğimi biliyor Çehov. Ben klasik ortaçağ avrupası gibi ama tabi kilise ve otoriter rejimler haricinde, teknoloji düzeyi ve yaşam tarzı olarak o standartta bir hayat isterdim. Gün boyu çiftliğimde çalışayım, yorulayım ve akşam evime gidip şöminenin başında şarkılar söyleyeyim, savaş zamanıysa gidip toprağımı koruyayım, elimde kılıç ve kalkan ile... Karnımı doyurmaktan ve evimin verandasında oturup pipomu tüttürmekten başka hiç bir derdim olmasın. Her gün yorularak çalışırken akşam günbatımını sallanan bir sandalyeye çöküp izlemenin hayalini kurayım. Ekinlerin büyümesini iple çekeyim. Ankara'da her gün bir sonraki günü bekleyerek yaşarken heyecanla iple çektiğim bir şey yok ki. Belki Buzkurtları klanından bir ork olabilirdim. Eteklerinde yaşadığım Büyükbaba Dağı'na şöyle bir bakar, dünyanın ne kadar büyük olduğunu düşünüp huşu duyardım. Klanın yeni doğmuş bebeklerini izlerken veya bir kışın ardından açan ilk çiçekleri görünce yaşamı hisseder, o dünyadaki varlığımdan keyif alırdım.
Varlığımdan keyif alsam zaten muzdarip olduğumu düşündüğüm "Weltschmerz*"i, varoluş sancısını yenerdim. Yarından tezi yok bir kabın içinde pamuğa fasülye ekiyorum. Çocukluğumdan hatırlıyorum, her gün okuldan çıkınca eve dönüp fasülyemin büyümüş olmasını görmeyi sabırsızlıkla beklerdim. Ayrıca ev hanımı teyzelerin neden bitkilerle, çiçeklerle uğraşmayı bu kadar sevdiklerini de anladım ve kendimce aydınlandım bunları yazarken.
Şu kapkara Ankara'da nereye bakayım? Dünyanın hastalığı olan insanlar bir tek gökyüzüne beton dökememişler, zincir vurup bir tek gökyüzünü öldürememişler ve benim de bakabildiğim, bakarken görünmez parmaklıklardan kaçabildiğim tek şey gökyüzü içinde yaşadığım şehirde. Kaçmaktan bahsetmişken, Tolkien'in fantastik edebiyata "kaçış edebiyatı" demesi basit görünmesine rağmen bunun arkasında ne kadar da büyük bir birikim ve düşünce var aslında, değil mi?
Yoksa insan yapımı neon tanrının gösterdiği güzel ama sahte manzaralara mı bakayım? Ne ölçüde tatmin eder beni? Aslında epey tatmin edip oyalıyor beni şarkılar ve resimler ama problem de tam olarak burada yatıyor. Zaman zaman bunların beni gerçekte oyaladığının farkına varıp böyle bunalımlara giriyorum.
Her neyse, Çehov'un sözüne dönelim. Bu söz bana aynı zamanda beş en iyi dostumun neden yakınlarımda bulunmalarından en çok keyif aldığım insanlar olduğunu da hatırlatıyor (Bana okuduğum ilk fantastik romanı vererek fantastik diyarların kapısını açan eski dostum Kaf Dağı'nın ardına yolculuğa çıktığından beri aylar geçmiş olsa da her altı yerine beş diyişimde içim yanıyor.). Bu en iyi arkadaşlarımla her birimizin içinde yaşattığı evren diğerlerininkilere çok benzer çünkü, beraber şekillendiler birlikte okuduğumuz kitaplarla, dinlediğimiz müziklerle, oynadığımız oyunlarla… Hayattaki en önemli derdimin Age of Empires 2'de güzel taktikler bulmak olduğu dönemleri özlüyorum. Bu konuda demek istediğim, ruhunuz tek dolaşmasın hayallerinizdeki evrende, o diyarları beraber dolaşacak ruhlar bulunca çok daha güzel oluyor. Parmaklıkları daha çok aralayabiliyorsunuz bu sayede.
Uzun lafın kısası, şarkılarda dinlediği, masallarda okuduğu şeylerin gerçek olduğuna inanmak isteyen, oralarda duyduklarını görmeyi, onlara dokunmayı arzulayan bir çocuğum ben hala. İçimde büyüyen hikayeleri günün birinde şiirlere, romanlara, şarkılara döküp kendim gibi çocuk kalanları mutlu etme hayalimse tutulduğum hapishanede azami keyfi almaya çalışarak devam etme sebebim.
Anton Çehov beni hiç görmeden, tanımadan hatta varlığımdan bile haberdar olmadan içimi bilmiş. İnsanın ihtiyaç duyduğu empatiyi, anlaşılıyor olma hissini yüzyıllar önce bu dünyadan göçmüş yazarların verebilmesi edebiyatın büyülü yanlarından biridir. Kimse bu dünyada büyülü kahramanlar yok demesin, varlar işte. Hoşçakalın, hayalperest kalın. Benim gibi nadiren de olsa bunalımlara girmeyin; ayın parladığını görmesek de bilmesek de olur, kırık camdaki parıltı da yeter hayalleri kucaklamaya ve varlığımızı sevmeye.