Devrim Kunter Röportajı – 3. Kısım

devrim kunter roportaj

Türkiye’de çizgi roman için heyecan verici bir dönemdeyiz. Süper kahraman sineması büyük beğeni topladı. Süper kahraman televizyonu çığır açtı, ve tüm bunlar insanları çizgi romanların kaynağına, kürkçü dükkanlarına, çizgi roman dükkanlarına itti. Bir grup “aç” insan doğdu.

Onlar, daha geçen gün çok güzel bir film izlediler ve şimdi o izledikleri filmin kahramanıyla ilgili panellerce, sayfalarca külliyat olduğunu duydukları için çok heyecanlılar. Beğendikleri o kahraman gibi, o karakter gibi daha niceleri olduğunu duyduklarında gözleri fal taşı gibi açıldı.

Tüm bunlar yayınevlerinin de gözlerini açtı. NTV Yayınları, YKY gibi büyük yayınlar çizgi roman basıyor. İletişim’den “Puslu Kıtalar Atlası” çizgi romanı çıktı ve son zamanların en konuşulan işlerinden biri oldu. Türk çizerler yurtdışında, büyük işlerde, büyük çizgi romanlarda çalışmaya başladılar ve işte tüm bu hengamede Türk çizgi romanı şahlanmış oldu.

İnsanlar merak ediyor. İnsanlar daha fazlasını görmek, okumak, istiyor. Merak ediyor ve en önemlisi, bu yüzden gidip, arayıp buluyorlar. Devrim Kunter’in her fırsatta “küçük bir grup” olarak bahsettiği alt kültür, büyümek için can atıyor.

ÖNEMLİ NOT

RÖPORTAJIN İLK KISMI İÇİN TIKLAYIN

RÖPORTAJIN İKİNCİ KISMI İÇİN TIKLAYIN

Son zamanlarda çizgi roman anlamında güzel şeyler oluyor dedik. Bunlardan belki bir tanesi de “Çizgi Roman Yolculuğu.” En son mart ayında İlban Ertem ve Puslu Kıtalar Atlası konuktu. Ne düşünüyorsun?

Tabii o güzel bir şey oldu. En büyük sorunu, Öner’le konuştuğumuz zaman demişti ki, ‘Ya böyle bir şey yapmak istiyorum; ama iki kişi kabul etti, biri sensin, biri Yıldıray.’ Herkes nerede çıkacak vs. diye soruyor. Çizgiromanda gereksiz bir elitistlik var. Zaten şurada bir avuç adamız, kime elitistlik yapıyoruz. Neyse, bir gün çay bahçesinde buluştuk. Çekim yaptık. O gün İlke ve Hakan Tunga’yla da görüştük. Öyle başladı. Sonra yayımlandı. Yayımlanınca duyuruldu. Duyurmaya çalıştık. Bayağı, çizgi roman tanıtım filmlerinden falan daha çok izleyiciye ulaştı. Öyle olunca tabii, işler büyüdü. Daha fazla insanla tanıştı. Şimdi bana soruyor, kim kabul eder, kim yapar. İlerletiyoruz o işleri. Artık ev çekimi yapalım, çalışma ortamını görelim falan diyor. O da memnun; ama tabii o da normal işinden artakalan zamanda yapıyor bunu.

Şu an Türkiye’deki çizgi roman piyasasını nasıl görüyorsun?

Birkaç yıl öncesine  göre canlanmış görüyorum. Daha da canlanacak. Mesela Şehzade Yangını çıktı. 4-5 yıl evvel, öyle bir çizgi romanın çıkması daha zordu sanki. O anlamda bir canlanma var. Tabii içinde olduğum için yanlış yorumluyor da olabilirim. En büyük sıkıntı çizgi romanın aslında genç kesime hitap etmesi; ama bizde kitap çok pahalı. Liseli, üniversiteli o çizgi romana o parayı verebilmeli. Orta yaşlı adam da, kötü Türk çizgi romanı okumaktan o kadar bıkmış ki; o paraya onun değmeyeceğini düşünüyor. Bu bir kambur. Aşılması kısa sürede olacak bir şey değil; ama zamanla aşılacaktır diye düşünüyorum. Yurtdışında biliyorsun, çizgi roman televizyon ve sinema sektörünü ele geçirdi. Belki Türkiye’de de öyle bir canlanma olursa. Bizim piyasamızı da kuvvetlendirir.

Oradan şuna geleyim o zaman. Biz Seyfettin Efendi’yi ekranda görmeyi çok isteriz. Mümkün müdür?

Onun için çok daha fazla kişiye ulaşması gerekiyor. Ya bizde bir şeyin iyi olup olmadığına dair okuyup karar verecek editör, eleştirmen sayısı çok az. Bizim için geçerli olan tek karar mekanizması ne kadar sattığı. Bir şey satıyorsa iyidir, satmıyorsa kötüdür. E o noktada da, mizah dergileri, 20 bin, 30 bin satıyor. Bizim yaptığımız işler onların yanında çok az satıyor.

Çocukluğununun çizgi romanları nelerdi?

Ben ilk Red Kit okumaya başlamıştım. Sonra bizim zamanımızda ilk, Örümcek Adam’lar siyah beyaz basılmaya başladı. Conan çıktı. Onun takipçisi olduk. Sonra işte Ken Parker çıktı “Alaska” ismiyle. O gerçekten çizgi romancılık açısından farklı bir noktadaydı benim için. Frankofon, İtalyan, İngiliz-Amerikan diye giden bir çizgide okudum yani çizgi romanları. Bir tek mangaya ısınamadım. Onu da yeni yeni okumaya çalışıyorum. Neticede benim için ekol farkı diye bir şey yok. Sadece iyi çizgi roman ve kötü çizgi roman var.

Senin için çizgi romanların babası nedir? Bana 1 tane çizgi roman söyle desem, ne dersin?

Gerçekten iyi yazılmış, çizilmiş çizgi roman… Ken Parker… Berardi – Miazzo ikilisinden. Bilhassa onun “Yuvaya Dönüş” macerası çok iyidir. Ayrı bir yeri vardır bende. Bir de Alan Moore’u çok seviyorum. Onun “Öldüren Şaka”sını çok severim. O da yakında Türkçe basılacak galiba. O ilk okuduğum hikayesiydi ve gerçekten çok güzeldir. Bu iki çizgi romanı herhalde çok iyi çizgi romanlar olarak söyleyebilirim. İki taneyle sıyrılmaya çalışayım.

Devrim Kunter, Öldüren Şaka'yla haşır neşir olurken
Devrim Kunter, Öldüren Şaka’yla haşır neşir olurken

İki tane kabul edilmiştir. Türk yazar ve çizerlerden favorilerin…

Kimi söylesem alınırlar şimdi. Çok var. Yalnız yazar konusunda sıkıntımız var. Çizer konusunda sıkıntımız yok. Çok iyi çizerlerimiz var. Hiç ismini duymadığımız bir sürü çok iyi çizerimiz var. Hatta, buradan duyuralım tekrar. #KahramanlarKapışması’na bakın. O kadar yetenekli çizerler göreceksiniz ki.

Ben de ona gelecektim. Gerçekten Türkiye’de bu kadar çok yetenekli insan olduğunu bilmiyordum. En başından alalım. #KahramanlarKapışması nasıl çıktı?

Ben kitabı çıkardıktan sonra konuyla ilgili herkese yollamaya başladım. Bazılarıyla görüştük, bazılarıyla görüşemedik. Aradan zaman geçti, bazı insanların birbiriyle görüşmediklerini fark ettim.  Tanıyorlar birbirlerini, işlerini takip ediyorlar; ama yüz yüze gelmemişler. Hatta bazılarının ilk bir araya gelişi Seyfettin Efendi sergisinde oldu. Sonra biz Suat Gönülay, Yıldıray Çınar ve ben buluştuk. Sonra Kenan Yarar da katıldı. Arada buluşuyoruz şimdi. Orada konuşurken, ben tek bir kahraman üzerine gitmeye yoğunlaştım ya, Suat Gönülay da dedi ki; ‘Ben de keşke sadece Vakur Barut yapsaydım. Başka şeyler çizeceğime onun üzerine gitseydim’. Tam da o sırada #IceBucketChallenge vardı. Bunu bir kapışmaya çevireyim dedim, hem Suat Abi’yi de gaza getirmiş oluruz. Dedim Yıldıray’a sana meydan okuyayım, oturalım Vakur Barut çizelim. Sonra bir patlama oldu. Hiç beklemiyorduk. Eski karikatüristler, ‘15 yıldır hiç bir şey çizmiyordum , tekrar başladım’ diye geldi. Gençler, “Vakur Barut”u hiç bilmiyorken, internetten bakıp çizdiler. Çok güzel bir ilgi oldu.

#KahramanlarKapışması’nda en son Kötü Kedi Şerafettin’i bitirdik. Şimdi Seyfettin Efendi var. Sonra?

Bir iki fikir var; ama henüz kararlaştıramadık.

Benim çok merak ettiğim bir soru var. Çizer yeterince var, yazar yok dedin demin. Ama biz hep sanırız ki; çizebilen yok. Türkiye’de çizerlere yeterli değerin verildiğini düşünüyor musun? Hem yayıncılar tarafından, hem okuyucular tarafından?

Çizerlikten herhalde maddi kazanç sağlayabilenler, mizah dergilerine çizenler. Onun dışında pek mümkün değil. O yüzden Yıldıray, Mahmut gibi insanlar yurtdışına açıldılar. Onlar da inanılmaz bir şey başardı aslında. Şöyle bir şey de var. Normal çizim piyasasına iş yapan da çok insan var ve o işlerin ücretleri de yapılmayacak derecede kötü. Kitap kapağı, vinyet çizimleri gibi işlerde de ya seri üretim yapacaksın, ya da o işi yapmayacaksın gibi bir durum çıkıyor ortaya. Dolayısıyla bu açıdan çizerlere bir değer verilmiyor. Çizerler de maddi kazanç düşük olunca o kadar çok çizim yapıyorlar ki keyif için çizemiyorlar. Daha yeni, şimdi şimdi Şehzade Yangını çıkabildi mesela. Şehir Köpeği çıktı mesela geçen yıl. Bir önceki yıl, Seyfettin Efendi zamanında çıkan Avcı Nun var. O da gözden kaçan bir çizgi roman. Yani, insanlar arta kalan zamanlarında yapıyor bu işi. Belli bir ilgiye ulaşmadığı zaman da yayılıyorlar. Benim için de geçerli. Bazen canım sıkılıyor, çizesim gelmiyor. İşin maddi karşılığı olmayınca, ikinci etken, motivasyon oluyor. Beğenilme oluyor. O da gelmeyince bazen küsüyor insan.

Peki ya denklemin diğer tarafı? Kaliteli yazar boşluğunu nasıl doldurabiliriz?

Valla, herhalde yazarlık biraz da yaş isteyen bir şey. Çok genç yaşta, çok iyi yazılar vermiş yazarlar da var; ama onlar zaten özel örnek. Biraz daha fazla okuyup, daha fazla incelemiş olmak için herhalde 30’lu yaşları geçmiş olmak lazım. Bir de bizde şöyle bir şey var. Yazar-çizer birlikteliği zor bir durum. Çizer projeye güvenmeli ki; oturup çizsin. Yazarlık olarak da belirli şeyleri taklit etme, başarılıyı  taklit etme durumu var bizde. Başarılı olan da, olmuş; ama 30 yıl önce olmuş. Halbuki 30 yıl önce okuyan adamla şimdi okuyan adam arasında belki iki kuşak var. Dolayısıyla, bu formüllerle başarıya gitmek mümkün değil. Popüler ögeleri kullanmak da doğru değil. Mizah dergisinde, popüler olan şeyi kullanabilirsiniz; ama bizimki gibi küçük bir kitleye hitap eden şeylerde, mecburen o kitleye uygun bir şeyler yapmak lazım. Bu da aslında bilmediğimiz bir şey. O kısım herkes için muamma. Ne tutar ne tutmaza geliyoruz biraz. Asıl bahsetmek istediğim şeyse belirli donelerin bilinmemesi. Ne bileyim, standart kullanılan tiplerin, standart hikaye gelişimlerinin tamamen gözardı edilip, melodrama yönelik bir şey yapılması… Mesela korku olarak başlıyor. Araya bir espri patlıyor, mizah dergilerinde gördüğün gibi bir espri. Niye? Çünkü o komik. Veya bir çizim koyuyorlar. Orada blok blok yazılar var. Ne oluyor, o artık çizgi roman değil. O blok blok yazılar edebi bile değil üstelik.

Şunu sormak istiyorum. Seyfettin Efendi’ni her şeyini sen yaptın ya; matbaasına kadar. Memnun musun bu kadar üstlenmiş olmaktan? Yoksa, sürecin bazı kısımları için “keşke bunu ben yapmasaydım” diyor musun?

Memnunum ya. Şöyle. Bunu başka bir yerde yaptırsaydım, bastırsaydım, reklamıyla, tanıtımıyla bu kadar uğraşmayacaktım. Şimdi onunla da uğraştığım için daha fazla duyuldu sanki. Kitabı basmış olmanız bir şey ifade etmiyor. Onu okutmanız gerekiyor. Şimdi mesela Türkçe dijital yayımlayayım diye düşünüyorum. Belki o ücretsiz olur. Yeditepe Canavarı’nın ikinci yılı olduğunda ücretsiz yayımlarız. Dijitali ücretsiz gitsin. Bunu bir yayınevine kabul ettiremezsiniz; ama belki benim satışım için daha iyi olur. Dolayısıyla kimsenin yanaşmayacağı şeyleri yapıyor olduk. Benim için daha iyi oldu. Bir de kafam rahat. Büyük firmada belki şunu yapmayalım, bu alınır, şunun gücüne gider denirdi. Şimdi öyle bir şey olmuyor. Karışan görüşen yok. Çok duyulmamanın cazibesi bunlar. Belki çok duyulsak, aman yapılır mı bunlar denecek. O yüzden, radar altında gidiyoruz, ben memnunum yani.

Kitabın senin elinden çıktıktan sonra raflara çıkması ne kadar sürüyor?

Oturup toplanıyoruz. İlke, Hakan, Emre bir de Yusuf. Yusuf balonlamalarımızı yapıyor. Bir okuyoruz. Ben Türkçe hatası çok yaparım, onları gözden geçiriyoruz. Bazen anlaşılmaz yerler varsa, onları da elden geçiriyoruz. Çizim aşamasında da gönderiyorum ben, eskiz aşamasında. İlke sağ olsun hiç okumuyor. Sonra gelince bunu değiştirelim diyor. Ben de artık çok geç, değiştiremem diyorum. Bir ay kadar, benim çizim rötuşlarım için gerek var. O arada balonlamaları falan hallediyoruz. Sonra matbaaya gidiyor. Matbaa da bir ay falan sallıyor. Çizim-yazı bittikten sonra iki, iki buçuk aya kadar çıkıyor. Bandrol vs. işleri zaten kolay işler. Onlar bir haftada hallediliyor.

Tekrar ahiret sorularına dönmek gibi olacak; ama neden tarihi kurgu? Neden günümüzde geçmiyor?

Aslında en önemli nedeni şu. Bunu, bugün yapsan bir sürü alınan adam çıkar ‘Vay efendim’ diye. Tarihte  yapınca, geçmiş bir şey oluyor ya, yine biraz radar altından gitmiş oluyoruz. Bilimkurgu da öyledir. Galip Tekin için hep deriz ya. 80’lerde aslında toplumsal eleştirilerle dolu hikayeler yapıyordu; ama bilimkurgu olduğu için kimse umursamıyordu. İkinci yanı, bir Osmanlı Dönemi sevdası var ve o aslında iyi işlenmemiş. Bir de güzel olan Cumhuriyet Dönemi sevdası var ve o da yeterince işlenmemiş. Aslında o tarihte hem bizde, hem tarihte inanılmaz renkli insanlar var. Öyle bir dönem ki, Rasputin var, Tesla var, Picasso var. Dünya Savaşı var. Çanakkale var. Var oğlu var. Bunları tarihi olarak ele alanlar var. Bir Çanakkale savaşı en az 5-6 kere çizilmiştir. Hala da çiziliyor. Kurtuluş Savaşı çizilmiştir. Bu tip ne var, Yıldırım Kemal var, Kurtuluş Savaşı kahramanı olup kurgu olan; ki o da gerçek bir hikayeden esinlenme. Abdülcanbaz var; ama onun da tarihi tam belli değil. Yani yeterince yok demek de doğru değil; çünkü var aslında, ama yakın zamanda böyle bir şey yapılmamıştı. O yüzden onu, o zamanı oturttum. Bir de bilimkurgu olmasına karar vermiştim. İlk başta fantastik olabilir diye düşünüyordum; ama bu tipin çizgi romanda çok örneği var. Bizim İtalyanları biliyoruz zaten. Başka ülkeler çok bilmez; ama Martin Mystere, Dylan Dog hep böyledir. Hellboy, aynı şekilde çok fantastik. Şimdi burada bir tane de ben fantastik yapsam, onlara çok benzeyecek. O yüzden bilimkurgu olsun dedim. Bilimkurgu-fantastik ayrımının en bıçak sırtı olduğu zamanlardı onlar.

Tabii; çünkü her şey daha yeni yeni çıktığı için her bilim aracı, aslında biraz fantastik oluyor.

Tabii. Yani, psikoloji bile bilim mi, değil mi belli değil. Mesela, psikoloji için “ruh bilimi” diyorlar. Şimdi kullanmıyoruz; ama o zamanlarda böyle bir durum var. Dolayısıyla bu böyle tam bilimkurgunun olabileceği ve bir kırılma olabileceği bir dönem gibi geldi. Bir bilim kadını sokup, öyle eşyalar da soktuğumuz için. Böyle 1920’lerden başlayan bir kırılma, doğru bir zaman kırılması gibi geldi.

Seyfettin Efendi’de, kısa öykülerde yazar çizer farklılıkları var, uzun hikayelerde de ikinci kitabı Cihan Türe’yle yazdın; ama genel olarak aslında her şeyi tek yapıyorsun. Böyle çalışmayı önerir misin?

Ben yaptığımdan memnunum aslında. Yapmak isteyenlere de tavsiye ederim. Benim açımdan başka türlü olmuyor. Yorucu mu? Yorucu; ama ne olacak? Öbür türlü olsa daha moral bozucu olacaktı. Ben Seyfettin Efendi’yi bastıracak yer bulamadım. Mizah dergilerinde çıkaralım dedik, olmadı. Bir Resimli Roman Kahramanları edebiyat dergisinde çıktı iki sayı. O bizim kısa maceralarda da var. Dolayısıyla ben bunları bastıracak yer bulamadıysam başka insanlar da bulamaz diye bir fikrim var. Dolayısıyla kısa hikayeler öyle bir şeye dönüşecek. İlk bir-iki sayı sadece Seyfettin Efendi öyküleri; ama sonra arada başka öyküler de olacak.

Yeni yazarlar-çizerler için altın madeni aslında. Peki ya uzun hikayeler, Olağanüstü Hikayeler için böyle bir şey mümkün mü? Yani 12. ya da 13. sayıyı başka bir yazar ve başka bir çizer yapacak olabilir mi?

Bir noktadan sonra onu yeni birileri devralmalı. Zaten bizim çizgi romanımızı öldüren şey o. Tek adamın yazıp çizmesi.

Çizgiroman piyasasında olmanın en iyi yanı…

Az kişi var.

Bu kadar mı? O kadar kötü konuştuk. Bu işle ilgilenenlere biraz da umut vermemiz lazım.

Ama bu büyük avantaj. Dişe dokunur bir şey yaptığınız anda bir sürü kişinin ilgisini çekiyor. Konuşmacı olarak çağırıyorlar, jüri olarak çağırıyorlar. Başka bir sektörde olsanız, mesela roman yazsanız, ikinci kitabınızda çağırmazlar. Bir de alt kültür olduğu için, az kişi de olsa çok kaliteli ve aynı telden çaldığınız insanlarla tanışıyorsunuz. Hayatıma da renk geliyor.

Buradan sonrası öneriler-tavsiyeler oluyor artık. Şimdi, süperkahraman sineması ve televizyon dizilerinin popülerliği arttıkça, insanlar tekrar çizgi roman dükkanlarına girip çizgi roman almak istedi. Ve bu insanlar merak ediyorlar. Devasa bir külliyat var, envai çeşit çizgi roman, yığınla cilt var. Hangisinden başlayacağız? Ya da hangilerini tavsiye edersiniz. Ben Seyfettin Efendi’yle tavsiyelere başlayayım; ama Devrim Kunter’in tavsiyeleri neler?

Biz Kaptan Amerika’yı biraz biliyoruz. Demir Adam’ı biraz biliyoruz, o yüzden “Civil Wars” çizgi romanı var. “İç Savaş”. Onu tavsiye edebilirim. Gerçekten cesur bir çizgi romandır. Çok iyidir hikayesi.

Çizgi roman yapmaya heves edenlere önerileriniz nedir? Bir de hiç onları yönlendirebileceğiniz bir kaynak var mıdır? Bir kitap, bir site…

O tip bir site bilmiyorum. Vardır mutlaka ama… İşin doğrusu, çizgi roman farklı kültürlerden etkilenebilen bir şey. Çizgi romandan etkilenip onu taklit edeceğinize, bir kitaptan ya da filmden etkilenip çizgi roman yapmanız daha iyidir. Çünkü  çizgi roman türü gereği B sınıfı bir iştir. Dolayısıyla, B sınıfı bir film izleyip B sınıfı bir film yapamazsınız. A sınıfı bir şeyle beslenirseniz, onun B sınıfını yaparsınız. B sınıfını baz alarak, hedefleyerek yaptığınız iş C sınıfı olur. Geçirdiğiniz zamanı doğru geçirmeniz çok önemli. Bir söz vardır ya, bir işte usta olmak için 10 bin saat gerekir diye. Çok doğru bir söz, tamam 10 bin saat gerekir; ama İstanbul trafiğinde her gün en az 1 saat geçiriyoruz. Ama  o kadar saatin sonunda hiçbirimiz ralli şoförlerine dönüşmüyoruz; çünkü o zamanın bir amacı olmalı. O zamanı nasıl geçirdiğiniz önemli.