Işığın Anısı | Ön Okuma

Işığın Anısı

ZAMAN ÇARKI
-14-

IŞIĞIN ANISI

ÖNSÖZ

İNAYET VE DÜŞMÜŞ BAYRAKLAR ADINA

 

Bayrd madeni parayı başparmağıyla işaret parmağı arasında sıktı. Metalin ıslak bir ses çıkararak ezildiğini hissetmek sinir bozucuydu.

Başparmağını çekti. Sert bakırın üzerinde başparmağının izi çıkmıştı ve titrek meşale ışığını yansıtıyordu. Bütün geceyi mahzende geçirmiş gibi, içi ürperdi.

Midesi guruldadı. Yine.

Kuzey rüzgarı hızlanarak meşalelerin kesik kesik dans etmesine sebep oldu. Bayrd sırtını savaş kampının merkezindeki iri bir kayaya vermiş, oturuyordu. Aç adamlar ateşlerin çevresinde mırıldanarak ellerini ısıtıyorlardı; erzakları uzun zaman önce bozulmuştu. Yakındaki diğer adamlar, kuruması için çamaşır serer gibi, tüm metal eşyalarını –kılıçlar, zırh tokaları, zincir zırhlar– yere dizmeye başlamışlardı. Belki de güneş doğduğunda metalin normal haline döneceğini umuyorlardı.

Bayrd, biraz önce madeni para olan şeyi parmakları arasında yuvarlayarak miskete çevirdi. Işık bizi korusun, diye düşündü. Işık… Misketi çimenlerin arasında bıraktı, sonra uzandı ve alet olarak kullandığı taşları eline aldı.

“Burada ne olduğunu bilmek istiyorum Karam,” diye terslendi Lord Jarid. Jarid ve danışmanları yakında, haritalarla kaplı bir masanın önünde dikiliyorlardı. “Nasıl bu kadar yaklaşabildiklerini bilmek istiyorum. O kahrolası Karanlıkdostu Aes Sedai’nin kellesini istiyorum!” Jarid yumruğunu masaya indirdi. Eskiden gözlerinde böyle çılgın bir hararet yoktu. Yaşadığı bunca baskı –bozulan erzak, gece ortaya çıkan tuhaf şeyler– onu değiştiriyordu.

Jarid’in arkasında, kumanda çadırı bir yığın halinde yatıyordu. Jarid’in sürgün sırasında uzayan saçları serbestçe uçuşuyor, titrek meşale ışıkları yüzüne yansıyordu. Emekleyerek çadırdan çıkarken ceketine kuru otlar yapışmıştı.

Şaşkın hizmetkarlar, kamptaki tüm metaller gibi yumuşamış olan demirden çadır kazıklarını dürtüklüyordu. Çadırı tutturmakta kullandıkları halkalar uzamış, ılık mum gibi kopmuştu.

Gecenin kokusu da yanlıştı. Senelerce girilmemiş odalar gibi bayat kokuyordu. Ormanda bir açıklık, çok eski toz gibi kokmamalıydı. Bayrd’ın midesi yine guruldadı. Işık, yiyecek bir şey bulmayı ne kadar isterdi. Dikkatini işine verdi ve taşlardan biriyle diğerini dövmeye devam etti.

Lord Jarid kaşlarını çatarak ona baktı. Bayrd, dün gece Jarid’in onu korumasında ısrar ettiği on adamdan biriydi. “Elayne’in kellesini alacağım Karam,” dedi Jarid, subaylarına dönerek. “Bu garip gece onun cadılarının işi.”

“Kellesini mi?” diye yükseldi Eri’nin kuşkulu sesi içeriden. “Peki biri onun kellesini tam olarak nasıl getirecek?”

Lord Jarid ve meşale ışığıyla aydınlanan masanın çevresindeki diğerleri döndüler. Eri gökyüzüne baktı; omzunda, kırmızı bir mızrağın önünde saldıran altın ayı simgesi vardı. Bu, Lord Jarid’in kişisel korumalarının simgesiydi, ama Eri’nin sesinde saygı tınısı pek yoktu. “Kadının kafasını kesmek için ne kullanacak Jarid? Dişlerini mi?”

Bu korkunç derecede saygısız cümle karşısında kamp suskunlaştı. Bayrd duraksayarak taş dövmeyi bıraktı. Evet, Lord Jarid’in ne kadar dengesiz olduğu hakkında söylentiler vardı. Ama bu?

Jarid öfkeden kıpkırmızı kesilerek kekeledi. “Benim karşımda bu ses tonuyla konuşmaya cüret mi ediyorsun? Hem de kendi korumalarımdan biri?”

Eri bulutlarla kaplı gökyüzünü incelemeye devam etti.

“İki aylık maaşını kesiyorum,” diye terslendi Jarid, ama sesi titriyordu. “Rütbeni alıyorum ve ben aksine karar verene kadar seni tuvalet temizleme görevine atıyorum. Bir daha bana karşılık verirsen dilini keserim.”

Bayrd soğuk rüzgarda ürperdi. Eri, asi orduda kalan askerlerin en iyisiydi. Diğer korumalar bakışlarını indirerek kıpırdandılar.

Eri lorda döndü ve gülümsedi. Tek kelime etmedi, ama bir şekilde, etmesi de gerekmiyordu. Dilini kesmek? Kamptaki bütün metal parçalar donyağı kadar yumuşamıştı. Jarid’in kendi çarpılmış, bükülmüş hançeri masanın üzerindeydi – kınından çekilirken uzayıp incelmişti. Jarid’in ceketinin önü açıktı ve rüzgarla savruluyordu; düğmeleri gümüştendi.

“Jarid…” dedi Karam. Sarand’a bağlı düşük bir evin genç lorduydu. İnce bir yüzü, geniş dudakları vardı. “Sen gerçekten de… bu iş gerçekten Aes Sedailerin işi mi? Kamptaki bunca metal?”

“Elbette,” diye bağırdı Jarid. “Başka ne olabilir ki? Kamp ateşinin etrafında anlatılan masallara inandığını söyleme bana. Son Savaş? Hah!” Masaya döndü. Masada, köşeleri taşlarla tutturulmuş bir Andor haritası vardı.

Bayrd taşlarına geri döndü. Pat, pat, pat. Arduvaz ve granit. Her ikisinden de uygun parçalar bulmak için çok aramak gerekmişti, ama Pappil Bayrd’a her tür taşı tanımayı öğretmişti. Bayrd’ın kendi babası, aile mesleğini sürdürmek yerine gidip şehirde kasap olduğunda yaşlı adam ihanete uğradığını hissetmişti.

Yumuşak, pürüzsüz arduvaz. Kaba, çıkıntılı granit. Evet, dünyada katı olan bazı şeyler vardı hâlâ. Birkaç şey. Bugünlerde güvenebileceğiniz çok şey bulamıyordunuz. Eskinin sarsılmaz lordları şimdi… eh, metal kadar yumuşak olmuştu. Gökyüzünde karanlık çalkalanıyordu ve yiğit adamlar –Bayrd’ın eskiden beri saygıyla baktığı adamlar– geceleri titriyor, inliyordu.

“Endişeliyim Jarid,” dedi Davies. Jarid’in bir sırdaş kadar güvendiği tek kişi olsaydı, o da yaşça kendinden büyük olan Lord Davies olurdu. “Günlerdir kimseyi görmedik. Ne çiftçi, ne kraliçenin askeri. Bir şeyler oluyor. Yanlış bir şeyler.”

“Kadın insanları temizledi,” diye hırladı Jarid. “Saldırmaya hazırlanıyor.”

“Bence o bizi görmezden geliyor Jarid,” dedi Karam, gökyüzüne bakarak. Orada hâlâ bulutlar çalkalanıyordu. Bayrd açık gökyüzü görmeyeli aylar olmuştu sanki. “Neden görmeye zahmet etsin ki? Adamlarımız açlıktan kırılıyor. Yiyeceklerimiz bozulmaya devam ediyor. İşaretler…”

“Bizi sıkıştırmaya çalışıyor,” dedi Jarid, gözleri çakmak çakmak. “Bu Aes Sedailerin işi.”

Kampa aniden bir durgunluk çöktü. Bayrd’ın taşları dışında, sessizlik. Kasaplık yapmaktan hiçbir zaman memnun olmamıştı, ama lordun korumaları arasında kendine bir yuva bulmuştu. İnek kesmek ya da adam kesmek, birbirine çarpıcı şekilde benziyordu. Birinden diğerine bu kadar rahat geçebilmiş olması onu rahatsız ediyordu.

Pat, pat, pat.

Eri döndü. Jarid, bağıra çağıra daha da sert bir ceza vermeye hazırlanıyormuş gibi, korumayı süzdü.

Eskiden bu kadar kötü değildi, değil mi? diye düşündü Bayrd. Tahta kendi karısının oturmasını istiyordu, ama hangi lord istemez ki bunu? İsmi gözardı etmek zordu. Bayrd’ın ailesi nesillerdir saygıyla Sarand ailesini takip ediyordu.

Eri uzun adımlarla kumanda çadırından uzaklaştı.

“Sen nereye gittiğini sanıyorsun?” diye bağırdı Jarid.

Eri omzuna uzandı ve Sarand evi korumalarının rozetini söktü. Rozeti kenara fırlattı ve meşale ışığından uzaklaşarak gecenin içine, kuzeyden esen rüzgarların içine yürüdü.

Kamptaki adamların çoğu uyumamıştı. Işığın ve sıcaklığın yakınında olma arzusuyla, ateşlerin çevresinde toplaşmışlardı. Birkaç çömlek tencerede ot, yaprak ya da deri parçaları kaynıyordu… yiyecek bir şey, herhangi bir şey.

Kalkıp Eri’nin uzaklaşmasını izlediler.

“Asker kaçağı,” diye tükürdü Jarid. “Yaşadığımız onca şeyden sonra yürüyüp gidiyor. Sırf işler güçleşti diye.”

“Adamlar açlıktan kırılıyor Jarid,” diye tekrarladı Davies.

“Farkındayım. Her kahrolası nefesinde sorunlardan bahsettiğin için çok teşekkür ederim.” Jarid titrek avucuyla alnını sildi, sonra elini hızla haritaya indirdi. “Şehirlerden birine saldırmamız lazım; o nerede olduğumuzu bilirken kadından kaçmamız imkansız. Beyazköprü. Orayı ele geçireceğiz ve erzakımızı tamamlayacağız. Bu gece çektikleri numaradan sonra Aes Sedaileri zayıflamış olmalı, aksi halde saldırırdı.”

Bayrd gözlerini kısarak karanlığa baktı. Diğer adamlar ayaktaydı, değnekler ya da sopalar taşıyorlardı. Bazıları silahsızdı. Şiltelerini dürüyor, giysi bohçalarını omuzlarına atıyorlardı. Sonra sessiz hayaletler gibi, kamptan ayrılmaya başladılar. Ne zincir tıngırtısı ne de zırh tokalarının tıkırtısı vardı. Tüm metaller gitmişti. Ruhu sökülüp alınmış gibi.

“Elayne tüm gücünü bizim üzerimize sürmeye cesaret edemez,” dedi Jarid, belki de kendi kendini ikna etmek için. “Caemlyn’de çatışma olmalı. Raporladığın onca paralı asker, Shiv. Belki isyanlar çıkmıştır. Elenia, Elayne’in aleyhine çalışıyor olmalı elbette. Beyazköprü. Evet, Beyazköprü mükemmel olur.

“Onu ele geçirirsek ulusu ikiye bölmüş oluruz. Orada asker toplarız ve batı Andor’daki adamları kendi bayrağımız altına girmeye zorlarız… Sonra… neydi oranın adı? İki Nehir. Oraya gideriz. Orada da eli silah tutan adamlar bulabiliriz.” Jarid burnunu çekti. “On yıllardır topraklarında lord görmediklerini duydum. Bana dört ay ver, sana oradan sağlam bir ordu çıkarırım. Öyle bir ordu ki, Elayne bir daha cadılarıyla bize saldırmaya cesaret edemez…”

Bayrd taşını meşale ışığına tuttu. İyi bir mızrakbaşı yapmanın püf noktası, dıştan başlayıp içe doğru çalışmaktı. Şekli tebeşirle arduvaza çizmiş ve sonra şekli bitirmek için merkeze doğru çalışmıştı. Oradan taşı dövmeyi bırakıp, küçük darbelerle küçük parçaları tıraşlamanız lazımdı.

Bir yanı daha önce bitirmişti; bu, ikinci yarı da bitmek üzereydi. Pappilinin ona fısıldadığını duyabiliyordu neredeyse. Biz taştan gelmişiz Bayrd. Baban ne derse desin, içten içe, biz taştan gelmişiz.

Askerler kamptan ayrılmaya devam ediyordu. Ne kadar azının konuştuğu tuhaftı. Jarid sonunda fark etti. Sırtını dikleştirdi ve meşalelerden birini kapıp havaya kaldırdı. “Ne yapıyorsunuz siz? Ava mı çıkıyorsunuz? Haftalardır av hayvanı görmedik. Tuzak mı kuracaksınız?”

Kimse yanıt vermedi.

“Belki bir şey görmüşlerdir,” diye mırıldandı Jarid. “Ya da belki gördüklerini sanıyorlardır. Ruh muh saçmalıklarını duymak istemiyorum bir daha; cadılar bizim sinirlerimizi bozmak için hayaletler yaratıyor. Olan… olan bu olmalı.”

Yakından bir hışırtı geldi. Karam yıkılmış çadırının içini karıştırıyordu. Elinde küçük bir bohçayla doğruldu.

“Karam?” dedi Jarid.

Karam, Lord Jarid’e baktı, sonra başını eğdi ve beline bir para kesesi bağlamaya başladı. Durdu, güldü ve keseyi boşalttı. İçindeki altın paralar erimiş, kavanozdaki domuz kulağı gibi tek bir kütleye dönüşmüştü. Karam yumruyu cebine attı. Kesenin içini karıştırdı ve bir yüzük çıkardı. Yüzüğün ortasındaki kan kırmızısı mücevher hâlâ sağlamdı. “Muhtemelen bugünlerde bir elma almaya bile yetmez,” diye mırıldandı.

“Neler olup bittiğini söylemeni emrediyorum,” diye hırladı Jarid. “Bu senin işin mi?” Elini uzaklaşan askerlere doğru salladı. “İsyan düzenliyorsun. Bu mu?”

“Bu benim işim değil,” dedi Karam, utançla. “Aslında senin de değil. Ben… üzgünüm.”

Karam yürüyüp gitti, meşalenin aydınlığından çıktı. Bayrd şaşkındı. Lord Karam ve Lord Jarid çocukluk arkadaşıydılar.

Sonra Lord Davies ayrıldı; Karam’ın peşinden koştu. Genç adamı vazgeçirmeye mi çalışacaktı? Hayır, Karam’ın yanında yürümeye başladı. Karanlıkta kayboldular.

“Bunun için tutuklatacağım seni!” diye bağırdı Jarid peşlerinden, tiz bir sesle. Çılgın bir sesle. “Kraliçe’nin eşi olacağım ben! Tek bir kişi bile sana ya da Evlerinizden birine barınak vermeyecek, en ufak yardım etmeyecek. Hem de on nesil boyunca!”

Bayrd elindeki taşa baktı. Tek bir adım kalmıştı, cilalama. İyi bir mızrak başının tehlikeli olması için pürüzsüz olması gerekiyordu. Bu amaç için bulduğu bir başka granit parçasını aldı ve dikkatle arduvazın kenarına sürtmeye başladı.

Bunu beklediğimden daha iyi hatırlıyorum gibi, diye düşündü, Lord Jarid atıp tutmaya devam ederken.

Bir mızrak başı yapmakta kudretli bir taraf vardı. Bu basit eylem kasveti kovalıyor gibiydi. Son günlerde Bayrd ve kampın geri kalanı üzerinde bir gölge vardı. Sanki… ne kadar çabalarsa çabalasın ışıkta duramıyormuş gibi. Her sabah, dün sevdiği biri ölmüş gibi hissederek uyanıyordu.

O çaresizlik sizi ezebilirdi. Ama bir şey –herhangi bir şey yaratma eylemi– o duyguyla mücadele ediyordu. Onunla mücadele etmenin bir yolu buydu. Kimsenin adını ağzına almadığı varlıkla. Lord Jarid ne derse desin, bütün bunların ardında olduğunu herkesin bildiği varlıkla.

Bayrd ayağa kalktı. Daha sonra mızrak başını yine cilalayacaktı, ama aslında şimdiden oldukça iyi görünüyordu. Tahtadan mızrak sapını kaldırdı –şer kampa vurduğunda metal ucu kurtulup düşmüştü– ve tıpkı pappilinin seneler önce öğrettiği gibi, mızrak başını değneğe bağladı.

Diğer korumalar ona bakıyordu. “Bunun gibi daha fazla mızrak başına ihtiyacımız olacak,” dedi Morear. “Yapmak istersen.”

Bayrd başını salladı. “Buradan giderken arduvazı bulduğum yamaca uğrayabiliriz.”

Jarid sonunda bağırmayı bırakmıştı. Meşale ışığı altında, gözlerini iri iri açmıştı. “Hayır. Sen benim kişisel korumamsın. Bana meydan okuyamazsın!”

Jarid, yüzünde bir katilin ifadesiyle Bayrd’a saldırdı, ama Morear ve Rosse lordu arkadan yakaladılar. Rosse kendi asi davranışı karşısında hayrete düşmüş gibiydi. Yine de lordu bırakmadı.

Bayrd dürülmüş şiltesiyle beraber birkaç parça eşya daha toparladı. Ondan sonra diğerlerine başını salladı ve onlar da Bayrd’a katıldılar – Lord Jarid’in kişisel korumalarından sekiz adam. Öfkeyle kekeleyen lordu da kamptan kalanların arasından sürükleyerek götürdüler. İçin için yanan ateşlerin ve yıkılmış çadırların önünden geçtiler. Kampı terk eden adamlar şimdi daha da kalabalıklaşmıştı ve hepsi kuzeye gidiyordu. Rüzgarın geldiği yere.

Kampın kenarında, Bayrd güzel, sağlam bir ağaç seçti. Diğerlerine el etti ve adamlar onun getirdiği halatı alıp Jarid’i ağaca bağladılar. Morear bir mendille ağzını tıkayana kadar kekeledi adam.

Bayrd, Jarid’e yaklaştı. Bir su tulumunu Jarid’in kolunun üzerine sıkıştırdı. “Fazla çabalama, yoksa bunu düşürürsün Lordum. Ağzındaki tıkacı çıkarabilirsin –o kadar sıkı görünmüyor– ve ondan sonra kolunu kaldırıp su içebilirsin. Al, su tulumunun mantarını da çıkardım.”

Jarid fırtına gibi bir yüz ifadesiyle Bayrd’a baktı.

“Bunun seninle ilgisi yok Lordum,” dedi Bayrd. “Sen aileme her zaman iyi davrandın. Ama peşimizden gelip hayatımızı güçleştirmene izin veremeyiz. Yapmamız gereken bir iş var ve sen de herkesin bu işi yapmasını engelliyorsun. Belki biri bunu daha önceden söylemeliydi. Eh, bunu da yaptık işte. Bazen eti askıda fazla bırakırsın ve koca bir but bozulur gider.”

Diğer adamlara başını salladı ve adamlar koşarak gidip şiltelerini toparladılar. Bayrd, Rosse’ye yakındaki arduvaz kayasını gösterdi ve ona iyi bir mızrak başı için ne araması gerektiğini söyledi.

Bayrd çabalamaya başlamış olan Lord Jarid’e döndü. “Bu cadıların işi değil Lordum. Bu Elayne’in işi değil… ona Kraliçe demem gerek sanırım. Ne tuhaf, öyle güzel, genç bir şeyi kraliçe olarak düşünmek. Önünde eğilmektense bir handa dizimle hoplatmayı tercih ederdim, ama Andor’un Son Savaş’a giderken bir lidere ihtiyacı var ve o kişi senin karın değil. Üzgünüm.”

Jarid bağları içinde çöktü. Öfkesi akıp gitmiş gibiydi. Şimdi ağlıyordu. Bunu görmek çok garipti.

“Yolda karşılaştığımız insanlara –eğer biriyle karşılaşırsak– seni nerede bulabileceklerini söyleyeceğim,” diye söz verdi Bayrd. “Muhtemelen üzerinde mücevher de olduğunu söyleyeceğim. Seni bulmak için gelebilirler. Belki.” Duraksadı. “Bizi engellememeliydin. Senin dışında herkes neyin yaklaştığını biliyor gibi. Ejder yeniden doğdu, eski bağlar kırıldı, eski yeminler bozuldu… ve Andor’un Son Savaş’a bensiz yürümesine izin vermektense asılırım daha iyi.”

Bayrd oradan ayrıldı; yeni mızrağını omzuna dayayarak gecenin içine yürüdü. Zaten ailene ettiğimiz yeminden daha eski bir yemin etmiştik. Yenidendoğan Ejder’in bile bozamayacağın bir yemin. Bu, diyara ettikleri bir yemindi. Taşlar onun kanına işlemişti ve kanı da Andor’un taşlarına işlemişti.

Bayrd diğerlerini toparladı ve kuzeye doğru yola çıktılar. Arkalarında, gecenin içinde, hayaletler kampın içinde dolanmaya başlarken, lordları yapayalnız inliyordu.

Talmanes, Selfar’ın dizginlerini çekerek atın dans etmesine ve başını sallamasına sebep oldu. Demir kırı at hevesli görünüyordu. Belki de Selfar efendisinin kaygısını hissetmişti.

Gece havası dumanla yoğunlaşmıştı. Duman ve çığlıklar. Talmanes Birlik’i kurum kaplı mültecilerle dolu yolun kenarında yürütüyordu. Mülteciler, çamurlu bir ırmaktaki döküntüler gibi ilerliyorlardı.

Birlik’in adamları mültecileri endişeyle süzüyordu. “Sakin olun!” diye bağırdı Talmanes onlara. “Caemlyn’e kadar koşamayız. Sakin olun!” Adamları cesaret edebildiğince hızlı, koşar adım yürütüyordu. Zırhları tangırdıyordu. Elayne Birlik’in yarısını yanında Merrilor Meydanı’na götürmüştü ve Estean’le süvarilerin büyük kısmı da onunla birlikte gitmişti. Belki de hızla geri çekilmelerinin gerekebileceğini düşünüyorlardı.

Eh, Talmanes sokaklarda süvarileri kullanamayacaktı zaten. Orası da bu yol kadar tıkanmış olmalıydı. Selfar kişnedi ve başını salladı. Yaklaşmışlardı; şehir duvarları hemen ilerideydi –gecenin içinde– öfkeli bir ışık altında görünüyordu. Şehir bir ateş çukuruna düşmüş gibiydi.

İnayet ve düşmüş bayraklar adına, diye düşündü Talmanes ürpererek. Şehrin üzerinde devasa duman bulutları kabarıyordu. Bu fenaydı. Aiellerin Cairhien’i ele geçirdiği zamandan çok daha fena.

Talmanes sonunda Selfar’ın dizginlerini gevşetti. Kır at bir süre yol kenarında dörtnala koştu. Sonra Talmanes,yardım dilenenleri duymazdan gelerek gönülsüzce kalabalığı yarıp diğer yana geçti. Mat’le geçirdiği zamanların ardından, bu insanlara sunabileceği daha fazla şey olduğunu diliyordu. Matrim Cauthon’un insanı nasıl etkilediği apaçık tuhaftı. Talmanes artık sıradan insanlara çok farklı bir ışık altında bakıyordu. Belki de Mat’i bir lord olarak düşünüp düşünmemeye hâlâ karar verememiş olması yüzündendi.

Yolun diğer yanında, adamlarının yetişmesini bekleyerek, yanan şehri inceledi. Hepsini ata bindirebilirdi – süvari olarak eğitim almamış olsalar da, Birlik’teki tüm adamların uzun mesafeli yolculuklarda kullanabilecekleri atları vardı. Bu gece buna cesaret edemezdi. Trolloclar ve Myrdraaller sokaklarda kol gezerken, Talmanes’in adamlarının savaşmaya hazır olması gerekiyordu. Kargılı asker sıralarının ortasında, arbaletçiler silahlarını kurmuş, hazır tutarak yürüyorlardı. Görevleri ne kadar acil olursa olsun, askerlerini Trolloc saldırılarına açık bırakmayacaktı.

Ama o ejderleri kaybederlerse…

Işık bizi aydınlatsın, diye düşündü Talmanes. Üzerinde çalkalanan onca dumanla, şehir kaynıyor gibi görünüyordu. Ama tepenin üzerinde yükselen ve duvarların üzerinden görülebilen İç Şehir’in bazı yerleri henüz alevlerle kaplanmamıştı. Saray yanmıyordu. Oradaki askerler saldırıya dayanmayı başarabiliyor muydu acaba?

Kraliçe’den haber yoktu ve Talmanes’in görebildiği kadarıyla, şehre yardım gelmemişti. Kraliçe durumun farkında değil gibiydi ve bu kötüydü.

Çok, çok kötü.

İleride, Talmanes Birlik izcilerinden bazılarıyla birlikte duran Sandip’i gördü. Zayıf adam bir grup mülteciden sıyrılmaya çalışıyordu.

“Lütfen iyi efendimiz,” diye ağlıyordu genç bir kadın. “Çocuğum, kızım, kuzey otlağının yükseklerinde…”

“Dükkanıma ulaşabilmem lazım!” diye bağırdı tıknaz bir adam. “Züccaciyem…”

“Benim iyi halkım,” dedi Talmanes, atını zorlayıp aralarından geçirmeye çalışarak, “yardım etmemizi istiyorsanız geri çekilip, kahrolası şehre ulaşmamıza izin vermeniz gerekir bana sorarsanız.”

Mülteciler gönülsüzce geriledi ve Sandip, Talmanes’e bakarak başını sallayıp teşekkür etti. Güneş yanığı tenli, siyah saçlı Sandip, Birlik’in kumandanlarından biriydi ve başarılı bir şifacıydı. Canayakın bir adam olsa da, bugün yüzünde haşin bir ifade vardı.

“Sandip,” dedi Talmanes, işaret ederek, “orada.”

Biraz ötede, bir grup savaşçı adam toplaşmış, şehre bakıyordu.

“Paralı askerler,” dedi Sandip homurdanarak. “Onlardan çok gördük. Teki bile parmağını oynatmaya hazır görünmüyor.”

“Onu göreceğiz,” dedi Talmanes. İnsanlar öksürerek, ufak tefek eşyalarını göğüslerine bastırarak, ağlayan çocukları sürükleyerek şehir kapılarından dışarı akın ediyordu hâlâ. Yakında insan seli seyrelecekti. Caemlyn pazar günü bir handan beklenebileceği kadar doluydu; kaçabilecek kadar şanslı olanlar, içeride kalanlara kıyasla küçük bir azınlık olarak kalacaktı.

“Talmanes,” dedi Sandip sessizce, “o şehir yakında bir ölüm tuzağına dönüşecek. Yeterince çıkış yolu yok. Birlik’in içeride kısılı kalmasına izin verirsek…”

“Biliyorum. Ama…”

Kapıda mülteciler bir duygu dalgasına kapılıyordu. Neredeyse fiziksel bir şeydi, bir ürperti. Çığlıklar yoğunlaştı. Talmanes hızla döndü; kapıların arkasındaki gölgelerde iriyarı şekiller saklanıyordu.

“Işık!” dedi Sandip. “Nedir bu?”

“Trolloclar,” dedi Talmanes, Selfar’ı çevirerek. “Işık! Kapıyı ele geçirip mültecileri durdurmaya çalışacaklar.” Şehrin beş kapısı vardı. Trolloclar hepsini ele geçirirse…

Bu iş zaten katliama dönüşmüştü. Trolloclar korkmuş insanların kaçmasını engellemeyi başarırsa, durum çok daha kötü olurdu.

“Saflar acele etsin!” diye bağırdı Talmanes. “Bütün adamlar şehir kapılarına!” Selfar’ı dörtnala kaldırdı.

* * *

Bina başka yerde olsa han olarak bilinirdi, ama Isam içeride, döküntü odalara bakan ve tatsız yemekler hazırlayan donuk bakışlı kadınlardan başka kimseyi görmemişti. Buraya yaptığı ziyaretlerde hiç rahat etmiyordu. Oturduğu sert taburenin önündeki çam masa eskilikten o kadar yıpranmıştı ki, daha Isam doğmadan önce grileşmiş olmalıydı. Aiellerin mızraklarından daha fazla kıymık batmasın diye yüzeye pek dokunmamaya çalışıyordu.

Isam’ın çentik kupası koyu renk bir sıvıyla doluydu, ama onu içmiyordu. Duvarın dibinde, hanın tek penceresinin önünde oturmuş, binaların dışına asılmış birkaç paslı fenerin aydınlattığı loş sokağı seyrediyordu. Kirli camda yüzünü göstermemeye dikkat ediyordu. Dışarıya asla doğrudan bakmıyordu. Kasaba’da dikkat çekmemek her zaman en iyisiydi.

Bir ismi olduğu söylenebilse bile, mekanın sahip olduğu tek isim buydu. İki bin sene içinde virane binalar defalarca inşa edilmiş ve değiştirilmişti. Gözlerinizi kısarak bakarsanız büyükçe bir kasabaya benziyordu aslında. Binaların çoğunu, inşaattan anlamayan ya da pek az anlayan mahkumlar yapmıştı. Evlerin büyük kısmı, yanındaki evler olmasa yıkılıp gidermiş gibi görünüyordu.

Isam gizlice sokağı izlerken yüzünden terler damlıyordu. Onun için gelecek olan hangisiydi acaba?

Uzakta, gece göğünü yaran bir dağın siluetini zar zor seçebiliyordu. Kasaba’nın içinde bir yerde, metale çarpan metalin sesi çelikten bir nabız gibi çınlıyordu. Sokakta şekiller süzülüyordu. Ağır pelerinli, başlıklarını takmış, kan kırmızı peçelerini gözlerine dek çekmiş adamlar.

Isam gözlerini onlara dikmemeye özen gösteriyordu. Gök gürledi. Dağın yamaçları yukarı, her daim mevcut kurşuni bulutlara doğru akan garip şimşeklerle doldu. Shayol Ghul’ün tepeden baktığı Thakan’dar vadisinden o kadar uzak olmayan bu Kasaba’yı pek az insan bilirdi. Onun varlığına dair söylentileri pek az insan bilirdi. Isam da o cahillerin arasında olmayı tercih ederdi.

Birkaç adam daha geçti. Kızıl peçeler. Onları asla indirmiyorlardı. Eh, çoğu indirmiyordu. Birinin peçesini indirdiğini görmüşseniz, onu öldürmeniz gerekirdi. Çünkü siz öldürmezseniz o sizi öldürürdü. Kızıl peçeli adamların çoğunun, birbirlerine dik dik bakmak ve belki yollarına çıkan sıska, vahşi sokak köpeklerini tekmelemek dışında bir işi yok gibiydi. Barınaklarından çıkmış birkaç kadın, başlarını eğerek sokakların kenarında koşturuyordu. Görünürde çocuk yoktu; muhtemelen kasabada pek fazla çocuk yoktu zaten. Kasaba, çocuklara uygun bir yer değildi. Isam biliyordu. Bebekliğinden beri buradaydı.

Sokaktan geçen adamların biri başını kaldırıp Isam’ın penceresine baktı ve durdu. Isam donakaldı. Samma N’Sei, Kör Edenler, her zaman alıngan ve aşırı kibirli olurdu. Hayır, alıngan demek hafif kaçardı. Yetisizlerden birine bıçak çekmek için kendi kaprislerinden daha fazlasını aramazlardı. Genelde bunu bedelini hizmetkarlardan biri öderdi. Genelde.

Kızıl peçeli adam ona bakmaya devam etti. Isam kendini sakinleşmeye zorladı ve adamın dik bakışlarına karşılık vermedi. Buraya acil bir çağrıyla gelmişti ve insan yaşamak istiyorsa bu tür şeyleri gözardı etmezdi. Ama yine de… adam binaya doğru tek adım atarsa, Isam Tel’aran’rhiod’a kaçacaktı. Seçilmişlerden birinin bile onu orada takip etmeyeceğinden emindi.

Samma N’Sei aniden pencereden döndü. Bir an sonra, hızlı adımlarla binadan uzaklaşıyordu. Isam kaslarının biraz gevşediğini hissetti, ama gerginlik asla tam olarak geçmezdi, burada değil. Burada büyümüş olsa da, burası onun yuvası değildi. Burası bir ölüm mekanıydı.

Isam hareket sezdi. Sokağın ucuna baktı. Siyah ceket ve pelerinli bir başka uzun boylu adam, yüzünü açık bırakmış, ona doğru yürüyordu. İnanılmaz bir biçimde, adamın önünde Samma N’Seiler başka sokaklara ve aralıklara kaçışıyor, sokak boşalıyordu.

Demek bu Moridin’di. Seçilmiş Kasaba’yı ilk defa ziyaret ederken Isam orada değildi, ama kulağına gelmişti. Samma N’Seiler Moridin’i Yetisizlerden biri sanmıştı, ama Moridin onlara göstermişti. Onları kısıtlayan şeyler onu kısıtlamıyordu.

Ölü Samma N’Seilerin sayısı her söylentide değişiyordu, ama asla bir düzinenin altına düşmüyordu. Isam, gözlerinin gördüğüne bakarak, buna inanabilirdi.

Moridin hana ulaştığında sokakta köpeklerden başka kimse kalmamıştı. Moridin hanı geçip gitti. Isam cesaret edebildiğince dikkatle izledi. Moridin onunla ya da hanla ilgilenmiyor gibiydi. Isam’a orada beklemesi emredilmişti. Belki de Seçilmiş’in bir başka işi vardı ve Isam öncelikli değildi.

Moridin geçtikten sonra, Isam sonunda koyu renk içkisinden bir yudum aldı. Yereller ona kısaca ‘ateş’ diyordu. Adını hak ediyordu. Sözde, Kıraç içkilerinden birine benziyordu. Kasaba’daki başka her şey gibi bu da orjinalinin yoz bir çeşidiydi.

Moridin onu ne kadar bekletecekti acaba? Isam burada olmaktan hoşlanmıyordu. Ona çocukluğunu çok fazla hatırlatıyordu. Bir hizmetkar geçti –kadının elbisesi o kadar eskimiş, öyle lime lime olmuştu ki, paçavradan farkı kalmamıştı– ve masaya bir tabak bıraktı. Birbirleriyle konuşmadılar.

Isam yemeğine baktı. İnce ince dilimlenmiş ve kaynatılmış sebze – daha çok biber ve soğan. Birini aldı ve tadına baktı, sonra içini çekti ve yemeğini kenara itti. Sebzeler çeşni katılmamış darı lapası kadar tatsızdı. İçinde et yoktu. Aslında bu iyi bir şeydi; nasıl öldürüldüğünü ve kesildiğini görmediği sürece et yemekten hoşlanmıyordu. Bu da çocukluğundan gelen bir şeydi. Nasıl kesildiğini görmemişseniz emin olamazdınız. Kesin olarak değil. Burada, et bulmuşsanız, güneyde yakalanmış bir şey, belki burada yetiştirilmiş bir hayvan, bir inek ya da keçi olması ihtimalivardı.

Başka bir şey de olabilirdi. Burada kumarı kaybeden, kaybını ödeyemeyen ve sonra ortadan kaybolan insanlar olabiliyordu. Bazen de, üretiminde sorun çıkmış Samma N’Seiler eğitim aşamasında elenebiliyordu. Bedenler kayboluyordu. Cesetler, gömülene kadar bile duramayabiliyordu.

Kavrulası yer, diye düşündü Isam, midesi kalkarak. O da kavrulsun, o…

Biri hana girdi. Ne yazık ki oturduğu yerden kapının iki yanını birden izleyemiyordu. İçeri giren, kırmızı kenarlı siyah bir elbise giymiş güzel bir kadındı. Isam onun ince vücudunu ve narin yüzünü tanımıyordu. Tüm Seçilmişleri tanıdığından gittikçe daha emin oluyordu;düşlerinde onları sık sık görüyordu. Onlar bunu bilmiyordu elbette. Onlar kendilerini buraların efendisi sayıyordu ve bazıları da gerçekten çok yetenekliydi.

Isam da aynı ölçüde yetenekliydi ve aynı zamanda görülmemek konusunda çok başarılıydı.

Bu gelen her kimse, kılık değiştirmişti demek ki. Neden burada kendini saklamaya zahmet ediyordu ki? Her durumda, onu buraya çağıran kişi bu olmalıydı. Hiçbir kadın Kasaba’da bu azametli ifadeyle, sıçramalarını emretse taşların bile itaat edeceğini beklermiş gibi, böyle bir özgüvenle dolaşmazdı. Isam sessizce tek dizinin üzerine çöktü.

Bu hareket karnındaki yaranın sancımasına sebep oldu. Kurtla savaşında aldığı yaralar hâlâ iyileşmemişti. İçinde bir kıpırtı hissetti; Luc Aybara’dan nefret ediyordu. Sıradışı. Asıl uyumlu olan Luc, haşin olan ise Isam’dı normalde. Eh, en azından kendisi öyle düşünüyordu.

Her durumda, bu kurt söz konusu olduğunda aynı fikirdeydiler. Isam bir yandan sevinçliydi; bir avcı olarak, Aybara gibi zor bir avla nadiren karşılaşıyordu. Ama nefreti daha derindi. Aybara’yı mutlaka öldürecekti.

Isam acıdan yüzünü buruşturmamaya çalışarak başını eğdi. Kadın onu yerde diz çöker halde bıraktı ve masaya oturdu. Parmağını birkaç kez teneke kupanın kenarında tıkırdatarak içindeki içkiye baktı, ama konuşmadı.

Isam yerinden kıpırdamadı. Kendine Karanlıkdostu diyen pek çok aptal, bir başkası gücünü onlar üzerinde kullandığı zaman kıvranırdı. İsteksizce de olsa, itiraf etmesi gerekirdi, Luc da onlardan biriydi.

Isam avcıydı. Onun ilgilendiği tek şey buydu. Ne olduğunuzu biliyorsanız, haddinizi bildirmelerine kızmanız için sebebiniz de olmazdı.

Kavrulası, karnı gerçekten sancıyordu.

“Onun ölmesini istiyorum,” dedi kadın. Sesi yumuşak, ama vurguluydu.

Isam yanıt vermedi.

“Onun hayvan gibi boğazlanmasını, bağırsaklarının yere dökülmesini, kanının süt kasesi içinde kuzgunlara içirilmesini, kemiklerinin ağarmaya, sonra grileşmeye bırakılmasını ve sonra güneşin sıcağında çatlamasını istiyorum. Onu ölü istiyorum avcı.”

“Al’Thor.”

“Evet. Geçmişte başarısız oldun.” Kadının sesi buz gibiydi. Isam’ın içi ürperdi. Bu kadın sertti. Moridin kadar sert.

Hizmet ettiği seneler içinde Seçilmişlerin çoğunu küçümsemeyi öğrenmişti. Sahip oldukları onca güce ve sözde bilgeliğe rağmen çocuk gibi didişiyorlardı. Bu kadın ise onu duraksatıyordu. Isam gerçekten de bu kadını daha önce görüp görmediğini merak etti. Bu, farklı görünüyordu.

“Ee?” diye sordu kadın. “Başarısızlıkların için bir açıklaman var mı?”

“Ne zaman diğerlerinden biri bana bu avı emretse,” dedi Isam, “bir başkası geldi, beni işimden aldı ve bir başka göreve yolladı.”

Aslında kurdu avlama işine devam etmeyi tercih ederdi. Ama doğrudan Seçilmişlerden gelen emirlere itaatsizlik edemezdi. Aybara olmasa, onun için bir avın diğerinden farkı yoktu. Gerekirse bu Ejder denen adamı öldürecekti.

“Bu sefer olmayacak,” dedi Seçilmiş, kupaya bakmaya devam ederek. Isam’a bakmamıştı ve ona ayağa kalkma izni de vermemişti, bu yüzden Isam diz çökmeye devam etti. “Diğer herkes senin üzerinde hak iddia etmekten vazgeçti. Yüce Efendi aksini söylemediği sürece –seni bizzat çağırmadığı sürece– bu görevle ilgileneceksin. Al’Thor’u öldür.”

Pencerenin dışında bir hareketlilik Isam’ın o yana bakmasına sebep oldu. Bir grup siyah başlıklı şekil pencerenin önünden geçerken Seçilmiş o tarafa dönmedi. Şekillerin pelerinleri rüzgarda dalgalanmıyordu.

Şekillere binek arabalar eşlik ediyordu; Kasaba’da sıradışı bir görüntü. Arabalar ağır ağır hareket ediyordu, ama yine de engebeli sokakta sarsılıp sallanıyorlardı. İçeride on üç kadın ve aynı sayıda Myrdraal olduğunu bilmek için Isam’ın arabaların perdeli pencerelerinin içini görmesi gerekmiyordu. Samma N’Seilerin hiçbiri sokağa dönmemişti. Bu tür kervanlardan kaçınıyorlardı. Açık sebeplerden dolayı, bu tür şeyler hakkında… güçlü duyguları vardı.

Arabalar geçip gitti. Demek öyle. Bir tane daha yakalanmıştı. Isam, leke temizlendikten sonra bu uygulamanın sona ereceğini sanırdı.

Bakışlarını yere indirmeden önce, daha da uygunsuz bir şey takıldı gözüne. Sokağın karşısındaki aralıktan onları izleyen küçük, kirli bir yüz. İri iri açılmış gözler, ama sinsi bir duruş. Moridin’in geçişi ve on üçlülerin geçişi Samma N’Seileri sokaktan uzaklaştırmıştı. Sokak çocukları onların olmadığı yere güvendeydiler. Belki.

Isam çocuğa uzaklaşmasını bağırmak istedi. Afet’ten geçme riski pahasına kaçmasını. Bir Solucan’ın midesinde ölmek, bu Kasaba’da yaşamaktan ve onun size yaptıklarını çekmekten daha iyiydi. Kaç! Git! Öl!

O an çabucak geçti ve sokak çocuğu gölgelerin içine çekildi. Isam o çocuk gibi yaşadığı zamanları hatırlayabiliyordu. O zamanlar çok şey öğrenmişti. Hemen hemen güvenebileceğin yemek bulmak, içinde ne olduğunu öğrendikten sonra kusmamak. Hançer kullanarak dövüşmek. Görülmekten ve fark edilmekten kaçınmak.

Ve, elbette, adam öldürmek. Kasaba’da yeterince uzun süre hayatta kalan herkes bu dersi öğrenirdi.

Seçilmiş hâlâ Isam’ın kupasına bakıyordu. Isam onun kendi yansımasına baktığını fark etti. Orada ne görüyordu?

“Yardıma ihtiyacım olacak,” dedi Isam sonunda. “Yenidendoğan Ejder’in korumaları var ve düşlere nadiren giriyor.”

“Yardım ayarlandı,” dedi kadın usulca. “Ama onu bulacaksın avcı. Önceden oynadığı oyunları oynamayacaksın, onu kendine çekmeye çalışmayacaksın. Lews Therin böyle bir tuzağı sezer. Dahası, artık hedefinden de şaşmaz. Zaman dar.”

İki Nehir’deki, sonu felaket olan operasyondan bahsediyordu. O sırada kontrol Luc’daydı. Isam gerçek kasabalardan, gerçek insanlardan ne anlardı ki? Bu tür şeylere karşı bir özlem hissediyordu neredeyse, ama bunun aslında Luc’un özlemi olduğunu tahmin ediyordu. Isam yalnızca bir avcıydı. Yüreğe saplanması için okunu nereye yöneltmesi gerektiği dışında, insanlar onu ilgilendirmiyordu.

Ama o İki Nehir operasyonu… çürümeye bırakılmış leş gibi kokuyordu. Hâlâ bilmiyordu. Amaç gerçekten de al’Thor’u oraya çekmek miydi, yoksa Isam’ı önemli olaylardan uzak tutmak mı? Yeteneklerinin Seçilmişleri büyülediğini biliyordu; onların yapamadığı bir şeyi yapabiliyordu. Ah, düşe girmesini taklit edebiliyorlardı, ama bunun için yönlendirmeye, kapıyollara, zamana ihtiyaçları oluyordu.

Isam onların oyunlarında piyon olmaktan bıkmıştı. O avlanmak istiyordu; her hafta avı değiştirmeyi bırakmalarını diliyordu.

İnsan Seçilmişlerden birine bunu söylemezdi. Isam itirazlarını kendine sakladı.

Han kapısı gölgelerle karardı ve hizmetkar kadın arka tarafa çekilerek ortada yok oldu. Odada Isam ve Seçilmiş’ten başka kimse kalmamıştı.

“Ayağa kalkabilirsin,” dedi kadın.

Isam telaşla ayağa kalkarken odaya iki adam girdi. Uzun boylu, kaslı ve kızıl peçeli adamlar. Aieller gibi kahverengi giysiler içindeydiler, ama mızrak ya da yay taşımıyorlardı. Bu yaratıklar çok daha ölümcül silahlarla öldürüyorlardı.

Duygularını yüzüne yansıtmasa da, Isam’ın içinde bir duygu kabardı. Acı, açlık ve ölümle geçen bir çocukluk. Buna benzer adamların bakışlarından kaçınarak geçen bir ömür. Adamlar, doğal avcıların zarafetiyle masaya yürürken, titrememek için elinden geleni yaptı.

Adamlar peçelerini indirdiler ve dişlerini çıkardılar. Kavrulayım. Dişleri eğelenmişti. Bunlar Dönüşmüşlerdi. Gözlerinde görebiliyordunuz – tam olarak doğru olmayan, tam olarak insan olmayan gözler.

Isam o anda neredeyse düşe kaçacaktı. Bu adamların ikisini birden öldüremezdi. Birini öldürmeden önce küle dönüşmüş olurdu. Samma N’Seilerin nasıl öldürdüğünü görmüştü; genellikle, sırf güçlerini kullanmanın yeni yollarını keşfetmek için öldürüyorlardı.

Ama saldırmadılar. Bu kadının Seçilmiş olduğunu biliyorlar mıydı? O zaman neden peçelerini indirmişlerdi? Samma N’Seiler, öldürükleri zamanlar dışında asla peçelerini indirmezlerdi – ve yalnızca hevesle bekledikleri bir av için indirirlerdi.

“Bunlar sana eşlik edecekler,” dedi Seçilmiş. “Al’Thor’un korumaları konusunda yardım etmek için birkaç da Yetisiz olacak.” Ona döndü ve ilk defa Isam’la göz göze geldi. Kadın… tiksinmiş görünüyordu. Onun yardımına ihtiyaç duymaktan iğrenir gibi.

Sana eşlik edecekler,” demişti. “Sana hizmet edecekler,” dememişti.

Kahrolası it eniği. Bu iğrenç bir iş olacaktı.


Çeviri, NİRAN ELÇİ

Yayına Hazırlayan, OZANCAN DEMİRIŞIK