Wool Serisi 2 – VARDİYA | Ön Okuma

wool 2 hugh howey

Wool Serisi 2

 

 

VARDİYA

Hugh Howey

 

 

İngilizceden çeviren:

Rasim EMİROSMANOĞLU
M. İhsan TATARİ


 

 

 

 

 

 

Kendini tamamen ve gerçekten yalnız hissedenlere.


 

 

 

2007 yılında Nanobiyotek Otomasyon Merkezi (CAN), insan hücresinden daha küçük robotların günün birinde tıbbi teşhisler koymasına, tamirat yapabilmesine, hatta kendi kendilerine üreyebilmelerine imkân sağlayacak donanım ve yazılım platformlarının temellerini attı.

Yine aynı yıl CBS[1], propranololün ileri derecede travmalı hastalardaki etkileri üzerine bir televizyon programını yeniden yayına koydu. Tek bir ilacın herhangi bir travmatik olayın bütün izlerini silebildiği keşfedildi.

Engin insanlık tarihinin hemen hemen aynı zaman diliminde, insanoğlu mutlak çöküşünün yöntemini de öğrenmiş oldu. Ve bunu unutmak bir daha hiç mümkün olmadı.

 

 


Birinci Vardiya

Miras


Giriş
2110

Georgia, Fulton County tepelerinin altında

 

Troy hayata döndü ve kendisini bir mezarın içinde buldu. Mahpus bir dünyaya uyandı. Kalın bir buzlu cam tabakası yüzüne mütecavizdi.

Donuk karanlığın diğer tarafında bulanık şekiller harekete geçti. Kollarını kaldırıp cama vurmayı denedi, ancak kasları bu iş için ziyadesiyle güçsüzdü. Çığlık atmaya kalkıştı, ama tek becerebildiği öksürmek oldu. Ağzındaki tat tiksinçti. Kocaman kilitlerin açılış takırtılarını, tıslayan havayı ve uzun zamandır atıl menteşelerin gıcırtısını işitti.

Tepe lambaları parlak, ona temas eden eller sıcaktı. O öksürmeye devam ederken, doğrulup oturur pozisyona geçmesine yardım ettiler. Her öksürüşünde ağzından buharlar çıkıyor, soğuk havada bulutçuklar meydana getiriyordu. Biri ona su getirdi. İlaç alması gerektiği söylendi. Su serindi, ilaçsa acı. Troy birkaç yudum içebilmek için savaştı. Bardağı yardım almaksızın tutması olanaksızdı. Hatıralar, uzun karabasanlarından kalma sahneler zihnine akın ederken elleri titredi. Eski zamanlar ve dün hissiyatı birbirine karıştı. Ürperdi.

Üzerine kâğıt bir önlük geçirdiler. Sökülen bir bant canını yaktı. Koluna asıldılar, kasığından bir boru çıkarıldı. Beyazlar giymiş iki adam tabuttan çıkmasına yardım etti. Her tarafından buharlar yükseliyor, havada yoğunlaşıp dağılıyorlardı.

Doğrulup oturan ve odanın parıltısına karşı gözlerini kırpıştırarak uzun zamandır kapalı olan göz kapaklarına idman yaptıran Troy, uzun ve kavisli duvarlar boyunca uzanan tabut sıralarına baktı. Tavanı alçak buldu; üzerlerinde kilometrelerce uzanan toprağın baskısı onu boğdu. Ve de yılların. Çok zaman geçmişti. Önemsediği herkes ölmüş olmalıydı.

Her şey yok olmuştu.

İlaçlar boğazını yaktı. Yutkunmaya çalıştı. Hatıraları aniden uyanılan bir rüya misali soldu ve bildiği her şeyi yavaş yavaş unuttuğunu hissetti.

Arkaya doğru devrildi, ama beyaz tulumlu adamlar bunu öngörmüştü. Onu yakalayıp usulca yatırdılar; titreyen tenini saran kâğıt önlük hışırdadı.

İmgeler yeniden zihnine akın etti; hatıralar birer bomba misali üzerine yağdı. Ardından hepsi yok oldu.

İlaçların gücü en fazla bu kadarına yetiyordu. Geçmişi yok etmek zaman alacaktı.

Yüzünü avuçlarına gömen Troy hıçkırarak ağlamaya başladı; başının üzerinde konuşlanmış, hâlinden anlayan bir el vardı. Beyazlar içindeki iki adam ona zaman tanıdı. Süreci hızlandırmaya çalışmadılar. Bu uyanan her ruhun, tabutlarında uyuyan tüm bu insanların bir gün keşfedeceği bir nezaketti.

Ve önünde sonunda da… unutacağı.

 

 


1

2049

Washington

 

Uzun ödül vitrinleri bir zamanlar kitap rafları olarak kullanılmıştı. Hâlâ bunun ipuçlarını taşıyorlardı. Rafların üzerindeki teçhizatlar birkaç yüzyıl öncesine dayanırken, cam kapakların menteşeleri ve ufak kilitleri yalnızca birkaç yıllıktı. Vitrin çerçeveleri kiraz ağacındandı, ama dolabın kasası meşeden yapılmaydı. Birileri aradaki farkı birkaç boya katmanıyla düzeltmeye uğraştıysa da ağaçların dokuları arasındaki ayrıma çare bulunamamıştı. Renkleri kusursuz değildi. Bu tür detaylar eğitimli gözlerden kaçmazdı.

Meclis üyesi Donald Keene bütün bu ipuçlarını istem dışı da olsa kafasına not etti. Gördü ki uzun zaman evvel burada bir tasfiye gerçekleştirilmiş, bir şeylere yer açılmıştı. Senatör’ün bekleme salonu geçmişte bir ara, geride yalnızca az bir miktar kalıncaya dek elzem hukuk kitaplarından arındırılmıştı. Kalan ciltlerse cam vitrinlerin köhne köşelerinde sessizce kaderlerine terk edilmişti. Bir bakıma hapsedilmişlerdi; çatlayan sırtları yol yol olmuş, eski ciltleri güneşin altında yanan deriler gibi pul pul olmuştu.

Odada kendisi gibi çiçeği burnunda birkaç meslektaşı daha vardı. Heyecandan volta atıp titriyorlardı; hizmet süreleri daha yeni başlamıştı. Tıpkı Donald gibi onlar da genç ve umarsızca iyimserdiler. Sözüm ona Beyaz Saray’a yenilik getiriyorlardı; kendileri kadar naif olan seleflerinin gerçekleştiremediklerini onlar gerçekleştirecekti.

Georgia Eyaleti’nin meşhur senatörü Thurman’la görüşmek için sıralarını beklerlerken kendi aralarında gergince sohbet ediyorlardı. Donald, Papa’nın yüzüğünü öpmek için sıraya dizilmiş gürültücü rahiplere benzediklerini düşündü. Georgia Eyaleti’nin diğer meclis üyeleri onun bölgesindeki Hastalıkları Kontrol Etme ve Önleme Merkezi (HKM) hakkında çene çalarken derin bir nefes koyverdi, vitrinlere odaklandı ve cam bölmelerin arkasındaki hazinelerin içinde âdeta kendini kaybetti.

“–ayrıca internet sitelerinde Müdahale ve Hazırlık El Kitabı adında oldukça detaylı bir rehber var. Hani olur da… Hazır mısınız? Bir zombi istilası yaşanırsa diye! Buna inanabiliyor musunuz? Siktiğimin zombileri. Sanki HKM bile bir şeylerin yanlış gideceğini ve bir anda birbirimizi yemeye başlayacağımızı düşünüyor–”

Donald camdaki yansımasının kendisini ele vereceğinden çekinerek gülümsemesine zar zor hâkim oldu. Duvara doğru dönüp Senatör’ün geçmiş son dört devlet başkanıyla birlikte çektirdiği fotoğraflara baktı. Her karede aynı poz ve aynı el sıkışma vardı. Aynı kıpırtısız bayraklardan oluşan arka plan ve aynı şatafatlı mühürler. Devlet başkanlarının birer birer gelip gittikleri süre boyunca Senatör’de çok da bir değişiklik olmuş gibi görünmüyordu. İlk fotoğrafta da beyaz saçlıydı son fotoğrafta da; geçen onlarca yıl boyunca muntazaman aynı kalmıştı.

Fotoğrafları yan yana görmek nedense değerlerini düşürüyordu. Önceden ayarlanmış pozlar gibiydiler. Sahte duruyorlardı. Sanki dünyanın en kudretli adamları yol kenarında düzenlenen bir atraksiyonda, kartondan kesilmiş bir arka planın önünde durup Senatör’le fotoğraf çektirmek için yalvarmış gibiydi.

Donald güldü, Atlantalı meclis üyesi de ona iştirak etti.

“Biliyorum, biliyorum. Zombiler. Çok komik. Ama bir düşünsenize? Neden HKM’de durduk yere böyle bir rehber bulunsun ki? Tabii eğer–”

Donald meclis üyesine yanlış anladığını, aslında neye güldüğünü söylemek istedi. Şunların gülüşüne bak, demek istedi. Çılgın gibi sırıtanlar devlet başkanlarıydı. Senatörse orada olmayayım da nerede olursam olayım havalarındaydı. Sanki birbirlerine bayrağı devreden bütün devlet başkanları gerçek muktedirin kim olduğunu ve kendileri gelip geçerken geride kimin kalacağını çok iyi biliyor gibiydiler.

“–bu şey tavsiye etmek gibi. Herkes evinde el fenerleri ve mumlarla birlikte beyzbol sopası bulundursun gibi, değil mi? Ne olur ne olmaz. Anlarsınız ya, beyin pekmezi akıtmak için.”

Donald cep telefonunu çıkarıp saate baktı. Sonra da bekleme salonunun kapısına bir bakış atıp daha ne kadar beklemesi gerektiğini merak etti. Telefonunu yerine koydu, vitrine sırtını döndü ve askeri bir üniformanın hassas bir origami eseriymişçesine tertip edildiği bir başka rafı inceledi. Üniformanın sol göğüs cebinde madalyalardan bir duvar oluşmuştu; kolları katlanmış ve yenlerine dikili altın şeritleri gözünüze sokacak bir açıyla sabitlenmişti. Üniformanın hemen önündeki özel yapım ahşap rafın üzerinde dekoratif madeni paralardan oluşan bir koleksiyon, yani denizaşırı ülkelerde hizmet veren adamlarla kadınların teşekkür nişanları bulunuyordu.

Bu iki aranjman şunu ayan beyan ortaya koyuyordu: geçmişten gelen üniforma ile mevcut konuşlandırılan birliklerin onuruna bastırılmış madeni paralar iki farklı savaşın sonsözleri niteliğindeydi. Biri Senatör’ün genç bir askerken katıldığı, diğeri ise daha yetişkin ve bilge bir adamken önlemek için savaştığı bir harpti.

“–evet, kulağa çılgınca geliyor, biliyorum, fakat kuduz mikrobunun köpeklere ne yaptığını bilir misiniz? Yani, gerçekten ne yaptığını, biyolojik olarak–”

Donald dekoratif madeni paraları yakından incelemek için eğildi. Her birinin üzerindeki sayılar ve sloganlar konuşlandırılan bir bölüğü temsil ediyordu. Yoksa manga mıydı? Hatırlayamadı. Kız kardeşi Charlotte olsa bilirdi. Çünkü o da oralarda bir yerlerde, sahadaydı.

“Baksana, bu iş seni azıcık bile mi germiyor yahu?”

Donald bu sualin kendisine yöneltildiğini fark etti ve dönüp çenebaz meclis üyesiyle göz göze geldi. Otuzlu yıllarının ortalarında olmalıydı, yani yaklaşık kendi yaşlarında. Donald ona baktığında kendini görebiliyordu: dökülmeye başlayan saçlar, hafiften çıkıntı yapan bir göbek, orta yaşa giriyor olmanın verdiği hafif rahatsızlık…

“Zombileri mi kast ediyorsun?” Donald güldü. “Hayır. Geriliyorum desem yalan olur.”

Meclis üyesi, Donald’ın yanına geldi ve sanki hâlâ içinde bir savaşçının sinesini barındırıyormuş gibi kabarık duran heybetli üniformaya baktı. “Hayır,” dedi adam. “Onunla görüşecek olmanı kastediyorum.”

Karşılama alanına açılan kapı aralandı ve eşiğin öteki tarafından telefon sesleri sızdı.

“Meclis üyesi Keene?”

Kapı eşiğinde ihtiyar bir resepsiyonist belirmişti; beyaz bluzu ile siyah eteği ince ve atletik vücudunu gözler önüne seriyordu.

“Senatör Thurman sizi görmek istiyor,” dedi kadın.

Donald geçerken Atlantalı meclis üyesinin omzuna usulca vurdu.

“Hey, bol şans,” diye kekeledi adam arkasından.

Donald gülümsedi. Dönüp ona Senatör’ü yeterince yakından tanıdığını, hatta çocukken adamın onu dizlerinde hoplattığını söylemenin cazibesiyle savaştı. Ne var ki kendi gerginliğini saklamakla uğraştığından buna yeltenmedi bile.

Değerli ahşaptan yapılma, geniş tablalı kapıdan geçti ve Senatör’ün kutsal topraklarına giriş yaptı. Bu, önceden ayarlanmış bir buluşma için antreyi geçip bir adamın kızını evinden almak gibi değildi. Farklıydı. Bu, kendini hâlâ bir çocuk gibi hissetmesine rağmen artık meslektaşı olan bir adamla buluşmanın baskısıydı.

“Bu taraftan,” dedi resepsiyonist. Donald’a bir çift geniş ve meşgul masa sırasının arasından yol gösterdi; on civarı telefon kesik kesik ötüyordu. Takım elbiseler ve yepyeni gömlekler giyen adamlarla kadınlar yoğunluktan kaynaklı olarak aynı anda iki telefonla birden ilgilenmek zorunda kalıyorlardı. Yüzlerindeki bıkkın ifadeyse bu sabah yoğunluğun alışageldikleri bir rutin olduğuna işaret ediyordu.

Donald masalardan birinin yanından geçerken elini uzatıp parmak uçlarıyla ahşaba dokundu. Maun. Buradaki asistanların masaları bile onunkinden daha güzeldi. Dekorları da öyle: pelüş dokulu halı, geniş ve antik kartonpiyerler, antika çinili tavan, gerçek kristal olma ihtimali yüksek avizeler.

Uğultulu ve ikide bir telefon sesleriyle çınlayan odanın sonundaki geniş tablalı kapı açıldı ve görüşmesini henüz tamamlamış olan meclis üyesi Mick Webb’i dışarı saldı. Mick elinde tuttuğu açık dosyaya öylesine yumulmuştu ki Donald’ı fark etmedi.

Donald durdu ve hem meslektaşının hem de eski kolej arkadaşının ona yaklaşmasını bekledi. “Eee,” dedi, “nasıl geçti?”

Mick başını kaldırdı ve dosyayı çabucak kapatıp koltuğunun altına sıkıştırdı. Başını olumlu anlamda salladı. “İyiydi, iyiydi. Gayet güzel geçti.” Gülümsedi. “Çok beklettiysem kusura bakma. İhtiyar bana bir türlü doyamadı da.”

Donald güldü. Bu söylediğinden şüphe duymuyordu. Mick görüşmeye öylesine rahat girmişti ki… Uzun boyu ile yakışıklılığıyla uyumlu bir karizmaya ve özgüvene sahipti. Donald sürekli ona takılıp durur, eğer isimler konusunda bu kadar berbat olmasaydı günün birinde başkan olabileceğini söylerdi. “Ziyanı yok,” dedi Donald. Başparmağını omzunun üzerinden arkasına doğrulttu. “Ben de o sırada yeni arkadaşlar ediniyordum.”

Mick sırıttı. “Ona hiç şüphem yok.”

“Eh, neyse. Çiftlikte yine görüşürüz.”

“Tamamdır.” Mick elindeki dosyayı Donald’ın koluna indirdi ve çıkışa yöneldi. Donald Senatör’ün resepsiyonistinin kızgın bakışlarını fark edince adımlarını hızlandırdı. Kadın eliyle loş ofisi işaret etti ve kapıyı ardından kapattı.

“Meclis üyesi Keene.”

Senatör Paul Thurman, masasının arkasında ayağa kalktı ve tokalaşmak üzere elini uzattı. Yüzünde Donald’ın hem çocukluk günlerinden hem de fotoğraflardan ve televizyondan aşina olduğu tebessümü vardı. Thurman henüz yetmişine basmamışsa da o basamağa merdiven dayayan yaşına rağmen oldukça biçimli ve sıkı bir vücuda sahipti. Oksford kumaşlı gömleği askeri eğitimli bedenini sarmış, kalın boynu özenle bağlanmış kravatının hemen altında bir tümsek oluşturmuştu. Beyaz saçları tıpkı bir askerinkiler gibi kısa ve tertipli tıraş edilmişti.

Donald loş odayı katedip Senatör’ün elini sıktı.

“Sizi görmek güzel efendim.”

“Lütfen otur,” dedi Thurman, elini bırakıp masasının hemen karşısındaki koltuklardan birini işaret ederek. Donald deriden yapılma, parlak kırmızı koltuğa yerleşti; kolçak boyunca devam eden altın sarısı, metal düğmeler çelik kirişlerin üzerindeki sağlam perçinleri andırıyordu.

“Helen nasıl?”

“Helen mi?” Donald kravatını düzeltti. “Çok iyi. Savannah’ya geri döndü. Kabul töreninde sizi görmek onu çok mutlu etti.”

“Eşin göz alıcı bir kadın.”

“Teşekkür ederim efendim.” Donald rahatlamak için çaba sarf etti, ama pek de başarılı olamadı. Ofisin üzerine bir alacakaranlık örtüsü seriliydi; tepe lambalarının gücü bile bunu değiştirmeye yetmiyordu. Dışarıdaki bulutlar da nahoş bir vaziyete bürünmüştü; alçak ve kasvetliydiler. Şayet yağmur yağarsa ofisine dönmek için alt geçidi kullanması gerekecekti. Oradan nefret ediyordu. Kırmızı halıyla kaplasalar ve belirli aralıklarla avizelerle donatsalar bile yerin altında olduğunu rahatlıkla fark edebiliyordu. Washington’ın geçitleri kendisini kanalizasyonlarda telaşla kaçışan bir sıçan gibi hissetmesine neden oluyor, her seferinde sanki tavan üzerine göçecekmiş gibi geliyordu.

“İşinden memnun musun?”

“Evet, iyi gidiyor. Yoğun ama iyi.”

Tam Senatör’e Anna’nın nasıl olduğunu sormaya başlamıştı ki cümlesini tamamlama fırsatı bulamadan önce arkasındaki kapı açıldı. Resepsiyonist içeri girip iki şişe su bıraktı. Donald kadına teşekkür etti, açmak üzere şişenin kapağını çevirdiği ve zaten önceden açıldığını gördü.

“Umarım benim bir ricamı yerine getiremeyecek kadar yoğun değilsindir,” dedi Senatör Thurman, tek kaşını kaldırarak. Donald suyundan bir yudum alırken bu kaş kaldırma hareketinin idmanla üzerinde ustalaşılabilecek bir yetenek olup olmadığını merak etti. Çünkü kendisinde esas duruşa geçme ve selam durma isteği yaratıyordu.

“Aman efendim, yoğun olsam ne olur?” dedi. “Benim için yürüttüğünüz onca propagandadan sonra lafı olmaz. Hiç şüphem yok, ilk işim dileğinizi yerine getirmek olacaktır.” Bir yandan da kucağındaki su şişesiyle oynuyordu.

“Mick Webb’le arkadaşlığınız bayağı eskiye dayanıyor, değil mi? İkiniz de Buldog’sunuz.”

Senatör’ün kolejlerinin maskotuna gönderme yaptığını anlaması Donald’ın birkaç saniyesini aldı. Georgia’dayken sporla çok fazla ilgilenmemişti. “Evet efendim. Haydi Köpekler.”

Doğru hatırladığını umut ediyordu.

Senatör gülümsedi. Öne eğildiğinde masasının üzerine yağan hafif ışık yüzünü aydınlattı. Donald ışıksız bir ortamda kolaylıkla gözden kaçabilecek kırışıkların neden olduğu gölgelere göz gezdirdi. Thurman’ın ince yüzü ve köşeli çenesi, doğrudan bakıldığında profil görüntüsüne nazaran çok daha genç gösteriyordu. Bulunduğu mevkiyi insanların arkalarından iş çevirerek değil, onlarla yüzleşerek elde etmiş bir adamdı Senatör.

“Georgia’da mimarlık mı okumuştun?”

Donald başıyla onayladı. Kendisinin Senatör’ü daha iyi tanıdığını, adamınsa Donald hakkında çok fazla şey bilmediğini unutmak kolaydı. En nihayetinde biri diğerinden katbekat daha fazla manşetlerde boy gösteriyordu.

“Doğrudur efendim. Ama sadece lisans eğitimimde. Yüksek lisansımı planlama üzerine yaptım. İnsanları içine koyacak kutular tasarlamak yerine onları yönetmekte daha başarılı olacağımı fark ettim.”

Bu cümleyi telaffuz ettiğini işitmek yüzünü buruşturmasına neden oldu. Yüksek lisansı sırasında sıkça kullandığı bir sırt sıvazlama sözüydü bu; alnıyla bira kutusu ezmek ve kızların etek altlarına bakmak gibi alışkanlıklarla birlikte çoktan geride bırakılmış olması gereken bir cümle. Bir kez daha neden onun ve diğer yeni yetme meclis üyelerinin buraya çağrıldığını merak etti. Davetiye eline ilk ulaştığında bunun sıradan bir görüşme olacağını sanmıştı. Mick kendi randevusuyla böbürlendiğinde de bunun bir çeşit formalite ya da gelenek olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ama şimdi bunun bir güç gösterisi, Thurman’ın daha küçük ve daha önemsiz mercilerin oylarına ihtiyaç duyabileceği olası bir zaman için Georgia meclis üyelerini önceden pohpohladığı bir görüşme olup olmadığını merak ediyordu.

“Söyle bana Donny, sır saklama konusunda iyi misindir?”

Donald’ın kanı buz kesti. Aniden boşalan sinirlerini gizlemek için kendini bir kahkaha atmaya zorladı.

“Seçimle geldik sonuçta, öyle değil mi?”

Senatör Thurman gülümsedi. “Ve muhtemelen böylelikle sırlar hakkında alabileceğin en iyi dersi almış oldun.” Su şişesini aldı ve ona doğru kaldırdı. “İnkâr.

Donald başıyla onayladı ve kendi suyundan bir fırt çekti. Bu sohbetin nereye gittiğinden emin değildi, ama daha şimdiden kendini rahatsız hissediyordu. Seçildiği takdirde kökünü kazıyacağına dair seçmenlerine söz verdiği, kapalı kapılar ardında yapılan o anlaşmalardan biriyle karşı karşıya olduğunu hissediyordu.

Senatör koltuğunda ardına yaslandı.

“İnkâr bu şehrin gizli sosudur,” dedi. “Diğer bütün bileşenleri bir arada tutan çeşnidir. Yeni seçilenlere hep şunu derim: Gerçekler er ya da geç ortaya çıkar, bu her zaman böyle olmuştur; ama hepsi de tüm o yalanların arasında kaynayıp gider.” Senatör bir elini kaldırıp havada döndürdü. “Her bir yalanı ve gerçeği aynı sirkeyle reddetmelisin. Bırak halkın kafasını karıştırma işini örtbaslar konusunda zırlayan web siteleri ve palavracılar senin yerine halletsin.”

“Eee… Tabii efendim.” Donald başka ne söyleyebileceğini bilemediğinden şişesinden bir ağız dolusu fırt daha aldı.

Senatör tek kaşını yeniden kaldırdı. Kısa bir süreliğine öylece bekledi, sonra da pat diye sordu: “Uzaylılara inanır mısın Donny?”

Donald az kalsın suyu burnundan püskürtecekti. Elini ağzına götürdü, öksürdü ve çenesini silmek zorunda kaldı. Senatör kımıldamadı bile.

“Uzaylılar mı?” Donald başını iki yana salladı ve ıslak avucunu bacağına sürerek kuruladı. “Hayır efendim. Yani en azından şu insan kaçıran cinslerine değil. Neden sordunuz?”

Bunun bir çeşit sorgulama olup olmadığını merak etti. Senatör neden ona sır saklayabilip saklayamayacağını sormuştu? Bu yalnızca güvenlik açısından sorulan bir giriş cümlesi miydi? Senatör sessizliğini korudu.

“Gerçek değiller,” dedi Donald nihayetinde. Bir kıpırtı, bir ipucu aradı gözleri. “Yoksa gerçekler mi?”

Yaşlı adamın yüzünde bir tebessüm belirdi. “Olay tam da bu işte,” dedi. “İster gerçek, ister yalan olsunlar dışarıdaki halkın onlar hakkında anlattıkları şeyler değişmeyecek. Sana gayet gerçek olduklarını söylesem şaşırır mıydın?”

“Ne yalan söyleyeyim, şaşırırdım.”

“Güzel.” Senatör masanın üstündeki bir dosyayı ona doğru ittirdi.

Donald dosyaya bir bakış attı, sonra da bir elini havaya kaldırdı. “Bir dakika, bir dakika. Gerçekler mi, değiller mi? Bana ne anlatmaya çalışıyorsunuz?”

Senatör Thurman güldü. “Tabii ki gerçek değiller.” Elini dosyanın üzerinden kaldırdı ve dirseklerini masaya yasladı. “Mars’a uçup geri gelmek için NASA’nın bizden ne kadar para talep ettiğini gördün mü? Başka bir yıldıza gitmeyeceğiz. Hiçbir zaman. Ve kimse de buraya gelmeyecek. Kahretsin, niye gelsinler ki?”

Donald ne düşüneceğini bilmiyordu, ama bu seferki durumu bir dakika önce hissettikleriyle tamamen alakasızdı. Senatör’ün neyi kastettiğini anlamıştı; gerçekler ile yalanlar siyah beyazdılar ve birbirlerine karıştıklarında her şeyi griye boyayıp anlaşılmaz kılıyorlardı. Başını eğip dosyaya baktı. Mick’in elinde tuttuğu dosyayı andırıyor, ona hükümetin miadını doldurmuş her şeye karşı meylini hatırlatıyordu.

“Bu inkâr, değil mi?” Gözleriyle Senatör’ü süzdü. “Şu anda yaptığınız şey bu. Kafamı karıştırmaya çalışıyorsunuz.”

“Hayır. Sana çok fazla bilimkurgu filmi izlememeni salık veriyorum. Hem neden tüm o zehir gibi tipler sürekli başka bir gezegeni kolonize etme hayalleri kuruyorlar dersin? Bunun nelere sebep olacağı hakkında bir fikrin var mı? Bu çok gülünç. Ayrıca maliyetini bile kurtarmaz.”

Donald omuz silkti. O bunu hiç de gülünç bulmuyordu. Şişenin kapağını kapattı. “Boş toprakların hayalini kurmak bizim doğamızda var,” dedi. “Yayılacak yeni topraklar keşfetmek. Buraya geliş sebebimiz de aynı değil mi?”

“Buraya mı? Amerika’ya mı?” Senatör kahkaha attı. “Biz buraya geldiğimizde boş topraklar bulmadık. Bir sürü insanı hasta ettik, öldürdük ve o boşluğu yarattık.” Thurman dosyayı işaret etti. “Ki bu da bizi konumuza getirir. Üzerinde çalışmanı istediğim bir şey var.”

Donald şişeyi heybetli masanın deri döşemesinin üzerine koydu ve dosyayı eline aldı.

“Komiteyle alakalı bir şey mi yoksa?”

Umutlarını düşük tutmaya çalıştı. Ancak mevkiindeki ilk yılında bir kanun tasarısının yazılmasına yardım etme fikri oldukça davetkârdı. Dosyayı açtı ve pencereye doğru eğdi. Dışarıda fırtına toplanıyordu.

“Hayır, komiteyle alakası yok. DEVİM-TES’le alakalı.”

Donald başıyla onayladı. Tabii ya. Sırlar ve gizli tertiplerle ilgili açılış konuşması bir anda anlam kazandı; tabii dışarıda toplanan Georgia meclis üyeleri de. Her şey Senatör’ün yeni enerji kanunu tasarısının merkezinde yer alan, DEVİM-TES kod adlı Depolama ve İmha Tesisleri’yle, yani günün birinde dünyanın en çok nükleer yakıtını harcayacak olan komplekslerden biriyle ilgiliydi. Ya da Thurman’ın kısaca değindiği bazı web sitelerine göre yeni 51. Bölge’yle. Veya yeni ve geliştirilmiş bir süper bombanın imal edileceği yer; ya da haddinden fazla silah satın almış özgürlükçülerin mühimmatlarını güvenle depolayacakları bir tesis. Artık canınız hangisine inanmak isterse. Dışarıdaki gürültü sayesinde dilediğiniz tüm gerçekleri saklayabilirdiniz.

“Evet,” dedi Donald, kederli bir ifadeyle. “Bir süredir bölgemden oldukça eğlendirici telefonlar alıyorum.” Kertenkele insanlarla ilgili olandan bahsetmeye cesaret edemedi. “Efendim, bilmenizi isterim ki şahsen ben bu tesisin yüzde yüz arkasındayım.” Başını kaldırıp Senatör’e baktı. “Hakkında herkesin önünde oy kullanmak zorunda kalmamış olmaktan çok memnunum elbette, ama birilerinin bu iş için kendi arka bahçesini teklif etmesinin vakti gelmişti, değil mi?”

“Aynen öyle. Kamu yararına.” Senatör Thurman suyundan uzun bir yudum aldı, arkasına yaslandı ve boğazını temizledi. “Zehir gibi bir delikanlısın Donny. Bunun eyaletimize ne gibi bir katkıda bulunacağını, nasıl bir hayat kurtarıcı olacağını herkes anlayamayabiliyor.” Gülümsedi. “Kusura bakma, Donny ismini hâlâ kullanıyorsun değil mi? Yoksa artık sadece Donald’ı mı tercih ediyorsun?”

“Hangisini tercih ederseniz,” diye yalan söyledi Donald. Artık Donny olarak çağrılmaktan hoşlanmıyordu, fakat ömrünüzün yarısına vardıktan sonra isminizi değiştirmek pratik olarak imkânsızdı. Yeniden dosyaya döndü ve ön yazının bulunduğu sayfayı çevirdi. Arkasında ona yanlış yere eklenmiş gibi gelen bir çizim vardı. Oldukça… tanıdıktı. Tanıdıktı ancak oraya ait değildi; başka bir yaşama aitti.

“İktisadi raporları gördün mü?” diye sordu Thurman. “Bu tasarı bir gecede ne kadar işçi açığı yarattı biliyor musun?” Parmağını şıklattı. “Kırk bin kişi, hem de bir çırpıda. Üstelik sadece Georgia’dan. Çok büyük bölümü senin bölgenden gerçekleşecek bir dünya nakliyat, bir dünya liman işçisi. Tabii, şimdi iş işten geçti ya, bizim ayakta uyuyan meslektaşlarımız teklif sunabilmek için bize de şans verilseydi diye homurdanıp duruyorlar–”

Kağıdı dosyadan çıkaran Donald, “Bunu ben çizmiştim,” dedi, Senatör’ün lafını bölerek. Sanki çizimin dosyaya karıştığını görmek adamı şaşırtacakmışçasına kağıdı Thurman’a gösterdi. Bunun Senatör’ün kızının başının altından çıkıp çıkmadığını, Anna’nın kurguladığı bir şaka ya da bir çeşit hoş geldin olup olmadığını merak etti.

Thurman başıyla onayladı. “Evet. Ama biraz daha detaylandırılması gerekiyor, sen ne dersin?”

Donald mimari çizimi inceledi ve bunun ne tarz bir sınav olduğunu düşündü. Çizimi hatırlıyordu. Son sınıfta aldığı biyo-mimari dersine son dakikada yetiştirdiği bir projeydi. Hiçbir alışılmadık ya da olağanüstü yanı yoktu; yalnızca beton ve camla donatılmış, yüz küsur kat uzunluğundaki silindirik bir yapıydı. Bahçe olarak kullanılacak balkonları vardı. Silindirin bir yanının kesiti alınmış, böylece evlere, işyerlerine ve dükkânlara ayrılan kısımlar gözler önüne serilmişti. Yapıda sınıf arkadaşlarının bol keseden malzeme kullandıklarını hatırladığı kısımlarda cimri, risk alabildiği noktalarda ise faydacı bir yöntem izlemişti. Yassı çatısından yeşil ot öbekleri çıkıntı yapıyordu; karbon nötralitesine göz kırpan, korkunç bir klişeydi bu.

Sonuç olarak kasvetli ve sıkıcıydı. Donald bu kadar yavan bir tasarımın Dubai çöllerinden birindeki yeni nesil, kendi kendine yeten gökdelenlerinin yanında yükseldiğini tahayyül dahi edemiyordu. Senatör’ün bu tasarımla ne işi olduğunu kesinlikle anlayamıyordu.

“Daha fazla detay,” diye mırıldanarak Senatör’ün sözlerini tekrarladı. Bir ipucu ya da bağlam bulma umuduyla dosyanın sayfalarını kurcalamaya başladı. “Bir dakika.” Donald potansiyel bir müşteri tarafından yazılmış gibi görünen ihtiyaç listesini inceledi. “Bu bir tasarım önerisine benziyor.” Hiç öğrenemeden unuttuğu sözcükler gözüne takıldı: iç trafik akışı, yerleşim planı, HVAC (ısıtma, havalandırma, iklimlendirme), hidrofonik–

“Güneş ışığını gözden çıkarman gerekecek.” Senatör Thurman masanın üzerine eğilince koltuğu cıyakladı.

“Anlamadım?” Donald dosyayı adama doğrulttu. “Benden tam olarak istediğiniz nedir?”

“Eşimin kullanmaktan hoşlandığı şu ışıkları tavsiye ederim.” Avucunu çukurlaştırıp bir parmağıyla ortasını işaret etti. “Kışın şu ufak tohumlardan alıp yetiştiriyor ve kullandığı o lanet olası ampuller her seferinde bir servet tutuyor.”

“Yetiştirme ışıklarını diyorsunuz.”

Thurman yeniden parmağını şıklattı. “Ve maliyetini kafana takma. Ne gerekiyorsa harca. Ayrıca sana mekanik uzmanlardan destek de sağlarım. Bir mühendis. Koskoca bir ekip.”

Donald dosyanın kalan sayfalarını çevirmeye devam etti. “Bu ne için peki? Ve neden ben?”

“Biz buna hani olur ya binası diyoruz. Muhtemelen hiçbir zaman kullanılmayacak, ama bu şeyi yakınlarına kondurmadan yakıt çubuklarını depolamamıza izin vermeyecekler. Evim denetimden geçmeden önce alçalttırmak zorunda kaldığım şu bodrum penceresi gibi. Ne için diyordun… adına ne diyordunuz onun…?”

“Acil çıkış kapısı,” dedi Donald; sözcükler ağzından kendi kendine dökülmüştü.

“Aynen. Acil çıkış kapısı.” Dosyayı işaret etti. “İşte bu yapı da o pencere gibi. Onu inşa etmeliyiz ki geri kalanlar denetimi atlatabilsin. Bir saldırı ya da sızıntı durumunda tesis çalışanlarının ulaşabilecekleri yerde olacak. Bir sığınak. Ve kusursuz olmalı yoksa bu proje göz açıp kapayıncaya kadar iptal edilir. Tasarımızın geçip onaylanması bu işten alnımızın akıyla sıyrıldığımızı göstermiyor Donny. Şu batı projesi vardı mesela; onlarca yıl önce onaylanmıştı, finansmanı tamamdı ama sonucunda ne oldu? Suya düştü.”

Donald bahsi geçen projeyi biliyordu. Dağın altına gömülü bir depolama tesisi. Beyaz Saray’daki dedikodulara göre Georgia projesinin de onunkine eşdeğer bir başarı şansı vardı. Bunu düşününce dosyanın ağırlığının bir anda üç katına çıktığını hissetti. Gelecekteki muhtemel bir başarısızlığın parçası olması isteniyordu. Yeni kazandığı ofisini bu projenin kazığına bağlamış olacaktı.

“Mick Webb’i bununla alakalı bir iş üzerinde çalışması için ayarladım. Lojistik ve planlama. Birkaç noktada ortak çalışmanız gerekecek. Anna da yardım etmek için Massachussetts Teknoloji Enstitüsü’ndeki görevinden izin alıyor.”

Anna mı?” Donald su şişesine uzandı, elleri titriyordu.

“Tabii. Bu projede sizin baş mühendisiniz olacak. Alansal olarak neye ihtiyaç duyacağına dair detaylar dosyada yazılı.”

Donald ağzına bir yudum su aldı, sonra da onu yutmaya çalıştı.

“Yardımına başvurabileceğim bir sürü başka insan var elbette; ama bu projede başarısız olamam, anlatabiliyor muyum? Aileden diye adlandırdığımız kişilerce halledilmeli. İşte bu yüzden tanıdığım ve güvenebileceğim kişiler ilgilensin istiyorum.” Senatör Thurman parmaklarını birbirine kenetledi. “Bu proje tüm zamanını yiyecek olsa bile varsın yesin. Zaten bu yüzden seçim propagandalarında en çok sana ağırlık verdim.”

“Elbette.” Donald şaşkınlığını saklamak için başını yukarı aşağı salladı. Senatör’ün seçim sırasındaki desteğinin eski aile bağlarından kaynaklandığından endişelenmişti. Ama bu ondan da beterdi. Donald, Senatör’ü kullanmamıştı; durum bunun tam tersiydi. Kucağındaki çizimi inceleyen çiçeği burnundaki meclis üyesi detaylarına yeterince vakıf olamadığı işinin parmaklarının arasından kayıp gittiğini ve yerinin aynı derecede göz korkutucu, ancak farklı bir işle değiştiğini hissetti.

“Bir dakika,” dedi. “Hâlâ anlamadım.” Eski çizimine göz gezdirdi. “Yetiştirme ışıkları niye?”

“Çünkü benim için tasarlayacağın bu yapı yeraltına inşa edilecek.”

 

[1] ABD’li bir radyo ve televizyon kuruluşu – çn.