Mohammed sabahın ilk ışıklarını bahçenin bir köşesinde, ağlayarak ve babası için dua ederek karşılamıştı. Babası muhtemelen gizleneceği yere varmış, hazırlıklarını tamamlamış ve bekliyordu. Gözyaşlarını silip, ayağa kalktı. Annesini kontrol etmek istemişti. Yaşlı gözlerle annesine nasıl güven verebilirdi ki? Babası gibi güçlü ve dik olmalıydı. Evin kapısını açacağı sırada henüz şehrin gürültüsüne boğulmamış gökyüzünde tanıdık bir ses yankılandı. Bu sesi nerede olsa tanırdı Mohammed. Druganov’un sesiydi bu. Babası atışını yapmış ve muhtemelen hedefini indirmişti. Hızlı hareket ediyor olmalıydı. Bulunduğu yeri derhal terk edip, takip edilmediğinden emin oluncaya kadar saklanacağı yere doğru yola çıkmıştı büyük ihtimal. Hep böyle olurdu çünkü.
Heyecanı tavan yapmış, bir yandan da sevinç kaplamıştı benliğini. Koşarak içeri daldı;
“ Vurdu… Babam vurdu anne”
Ayşe oğlunun sevinçten parlayan gözlerine bakıyor, bir yandan da anlamaya çalışıyordu ki, ne kastettiğini anladı.
“Şşşşşttt Duyacaklar” O da heyecanlanmıştı ve sesine yansımıştı bu heyecanı;
“Nereden biliyorsun oğlum?”
“Silah sesini duymadın mı anne?”
Bu şehirde sürekli silahlar patlardı zaten bu yüzden oğlunu pek ciddiye almadı Ayşe.
“Babam geri gelecek… Geri gelecek” koşarak evden çıkmıştı Mohammed. Sanki gidecek bir yeri varmış gibi aceleciydi. Yıkık duvarlardan geriye kalanların çevrelediği bahçede bir o yana bir bu yana koşmaya başladı. Babasının yolunu gözleyecekti artık ve akşama kalmaz evde olacaktı.
Birbiri içine girmiş kerpiç evlerin kapattığı görüş açısı birilerinin geldiğini gizlemeye çalışsa da kalkan toz bulutu bir veya birkaç aracın gelmekte olduğunu açık ediyordu. Merakla sokağın başına dikti gözlerini ve köşeyi dönen ilk humvee onu paniğe sevk etmişti. Eve girmek istedi ama sonra vaz geçti. Beklemeye koyuldu, hızla gelen araçlar peşi sıra evlerinin önünde durduğunda; Ayşe kapıya çıkmış meraklı gözlerle olan biteni anlamaya çalışıyordu. Sokakta görülen bir askeri araç hayra alamet olmamıştı bugüne kadar. Ve Ayşe, bu tekinsiz adamların niyetini az çok tahmin edebiliyordu. Kendileri için gelmişlerdi.
Hışımla inen askerler, elleri tetikte, anne - oğlu en ufak bir hareketlerinde mermi yağmuruna tutacaklarını belli eder şekilde hareket ediyordu. Bağırıyorlar, belki de küfrediyorlardı. Ayşe hemen oğlunu yakalayıp kendine çekti ve kollarıyla sarabildiği kadar çok sardı. Elinden gelse, oğluna zarar gelmemesi için onu içine saklayacaktı. Koşar adım gelen askerlerden biri sorgusuz sualsiz, dipçiği Ayşe’nin kafasına indirdi. Yere düşerken bilincini çoktan yitirmişti. Kafasından sızan kan, yüzünde bir nehrin kollarını andırıyordu.
Mohammed bu ani saldırıyı bile kavrayamamışken, annesinin yere devrilen bedeni iyice korkmasına neden olmuştu. Aynı dipçik bu kez onun kafasına gelmiş ancak, şansı annesine göre daha yaver gitmiş ve kulağının arkasını sıyırarak geçmişti. Dengesini yitirip annesinin yanına devrildi. Askerlerin hiddeti ve şiddeti dinecek gibi görünmüyordu. Annesini tekmeleyen bir tanesine mani olmak için, üzerine atılmak istedi ancak dipçik bu kez alnının ortasında patladı. Gözleri karardı sendeleyerek geriye doğru birkaç adım attı ve sırt üstü düştü. Baygın annesi, çuval gibi yerde sürüklenirken, toplayabildiği tüm güçle doğrulup, arkası dönük askerlerden birinin bacağından sarkan tabancayı almaya teşebbüs etti.
Silahı taşıyan kılıfı açmaya muvaffak olamadan, askerin tekmesini suratına yedi. Ağzına dolan kan, nefes borusuna kaçmış, neredeyse onu boğacaktı ama asker bunu yeterli görmedi. Almaya çalıştığı silahı çekip, gözünü kırpmadan tetiğe bastı. Dizleri üstünde iki büklüm duran çocuk, kafasının sağ tarafına isabet eden mermiyle birlikte yere düştü ve hareketsiz kaldı.
Karmaşık sesler ve ara ara zar zor araladığı gözlerindeki bulanıklık nerede olduğunu anlamasına engel oluyordu. Şuuru kapanıp, açılıyordu ve oksijen maskesiyle birlikte zar zor nefes alabiliyordu. Komşuları hastaneye taşımışlardı ama doktorların umudu yoktu. Hem yaralanma çok kritik hem de hastanenin imkânları yokluk sınırının bile altındaydı. Allah’a dua etmekten başka bir tedavi yöntemi göremediler.
****
Dört yıl geçmiş olmasına rağmen, bir an bile hafiflememişti acısı. Dün gibi hatta an gibi aklındaydı her şey. Annesine reva görülen zulüm ve onu kurtaramamış olmanın vicdan azabı kadar canını yakmıyordu, kafatasında kalan mermi.
Yokluk içindeki hastanede, ölüme var gücüyle direnen çocuk tüm dünyanın gündemine oturmuştu. Amerikan dış işleri bakanı her zamanki timsah gözyaşlarıyla “yanlışlık oldu” diyerek özür dilemekle yetinirken, Hollanda hükümeti, Mohammed’in tüm tedavi masraflarını karşılamayı kabul etmiş, sonrasında da, onu Hollanda’ya getirmiş ve tedavisine devam etmişti. Adım adım mucizeyi gerçekleştiren çocuk, Azrail’in elinden kurtulmayı başarmıştı. Sonraki aylar, yoğun psikolojik ve fizik tedavilerle geçmiş içine kapanma dışında, fiziksel olarak bir kusur kalmamıştı görünürde.
Mohammed artık Hollanda vatandaşı olmuştu. Babasının rüyası acı bir şekilde gerçekleşmiş olsa da, bu yabancı memlekette kendine hayat şansı tanımıyordu Mohammed. Sık sık gördüğü kâbusların sebebi yaşadığı travma mı yoksa beyninin bir parçası olarak ömrünün sonuna kadar kafasında taşıyacağı mermi mi bilmiyordu. Tek arzusu; doğduğu, anne ve babasına mezar olan topraklara gitmekti ve ilk fırsatta Irak’a geri döndü.
Evlerini görmeye gittiğinde anıları canlandı, beynindeki sızı tüm vücuduna yayılırken, harabeye dönmüş evini terk etmemeye karar vermişti. Tüm dünyanın tanıdığı mucize çocuğa yardım kuruluşlarından her türlü destek veriliyordu. Evinin tamiratı için herkes seferber oldu. Eskisinden çok daha modern bir ev olsa da o eski evini özlüyordu. Annesini özlüyordu… Babasını özlüyordu.
Hollanda konsolosluğunda işe başladı. Diğerleriyle karşılaştırıldığında çok iyi kazanıyordu. Kazandığını ihtiyacı olanlara pay etmekten geri durmuyordu Mohammed. İçindeki yangın her geçen gün harlanırken, paranın hiçbir değeri yoktu. İntikam fikrini, yavaş yavaş filizlendirdiği zihninde; planlar, planları takip ediyordu.