Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Amras Ringeril

Sayfa: 1 ... 5 6 [7] 8 9 ... 137
91
Sinema / Ynt: Filmekimi
« : 23 Eylül 2012, 23:14:09 »
İstanbul'daki tüm biletlerin tükenmiş olması çok sinir bozucu *-*

92
Gezginler Kamarası / Ynt: Ruhun Uzun Karanlık Çay Saati
« : 19 Eylül 2012, 04:20:52 »
Beşiktaş sokakları yağmurlu. Hava karanlık, saat gecenin üstü 1. Ruh hali 0’ın altı mutsuzluk. Kulaklıklar takılı, şarkılar düşmanca. Bir anda bir albüm bitiyor. Başka bir dosyaya geçiyor mp3.

İlginç, bu parçayı bilmiyorum. Biraz dinliyorum, tanıdık bir ses Fransa’dan bahsediyor. Yüzüme bir gülümseme yayılıyor. Ekrana bakıyorum, CAMPAIGN klasörü. Anlıyorum. Geçen gün, aktarım yapmak için Age of’u mp3’e atmıştım. Unutmuşum, onun stream klasörüne geçmiş. Sesleri çalıyor. Tüm yolculuk boyunca age of sesleri dinliyor, gülüyorum.

Bu oyunu seviyorum.

http://www.youtube.com/watch?v=JCMcMJW2I1E

93
Düşler Limanı / Ynt: Kurbağa Mümtaz
« : 15 Eylül 2012, 22:50:27 »
Adam bütün gün oturup, gıdısını büyütüyorsa, bir bildiği vardır. Saygılı olmak lazım.

94
Düşler Limanı / İki Banknot ve Üç Bozukluk
« : 14 Eylül 2012, 02:38:14 »
"Hikayeden de olsa, bir günlük öldürün beni,
fazla hırpalanmadan kapatalım bu defteri."

- Kayra

Seher vakti bir arnavut kaldırıma bile tüküremedin sen. Kimse sormayacaktı oysa, kimse görmeyecekti. Kuruyup gidecekti sabahın uğurlu soğuğu, güneşi arkasına almışken. Tan ağarırken zararlı balgamlar atmaya korktun sokaklara. Belki arkandan birisi gelecekti ve huzursuz iğnesini daldıracaktı balgamına. Zararını çekip çıkaracaktı içinden, tüm genlerini yedi ceddine kadar gözler önüne serecekti. Tanınmamış bir gece rüzgarı olamayacaktın. Bir çöplük piçi olarak gözardı edilmeyecektin. İnsanların görmek istemedikleri şeyden korkuyormuş gibi yaptıklarını biliyordun ve insanların senden korkmasını sağlamaya çalıştın ancak aldığın tek şey iğrenme ve nefretti.

Sabah olacaktı ve güneş doğacaktı. Ondan önce sen, tüküremediğin arnavut kaldırımlarından girecektin hastanenin bahçesine. Hiçbir bekçi dur demeyecekti çünkü acil kapısı seni bekliyordu. Yüzünde başkasından yediğini umduğun bir yumruğun arkasında bıraktıklarıyla, yaşlı bir aç sokak kedisi olacaktın. Kimse seni sevimli bulmayacaktı; ancak zararlı olmadığını bileceklerdi. Sen başkasından ödünç alınmış yumruklarını sıkacaktın, utanmadan oturacaktın o banka. Bundan tam yirmi bir sene evvel, utanmadan anneni acılar içinde bırakıp fayanslarına selam ettiğin o hastanenin bahçesindeki banka. Çektirdiğin o ıstıraptan da utanmadan on gün sonra babanın kucağında açık havadaki ilk durağın olan o banka. Bunu bilmiyordun. Hayal ediyordun. Yumruklarını geri vermemeye karar verip ahlaksız bir hırsıza dönüştüğünde, yüzündeki kanları elinin tersiyle sildiğinde, yalnızca bunu hayal ediyordun. Burada, tam burada, yirmi bir sene evvel oturmuş muydun acaba?

Yine bu saatlerde doğdun tabi. Ne güneş vardı, ne ay. Tamamen arada kalmıştın. Bir tarafta gecenin bilge yıldızları, diğer yanda gündüzün uslanmaz bulutları. Birbirlerine karşı savaşıyorlardı sen var olduğunda. Bir mücadelenin ortasına doğdun, bu yüzden hiç kavga etmedin. Çünkü sıkılmıştın, çünkü büyüdükçe uzaklaşmaya kaçmaya çalıştığın şey savaşın kendisiydi. Tokatlar sana atılmadı. Terlikler sana fırlamadı.

Sen yalnızca leğende yıkandın, hiç acı çekmedin. Anlatacak bir şey yaşamadın. Artık konuşmamaya karar vermiş babanı o hastanenin bahçesinde bir daha göremeyeceğini bildiğinde, kızıl kızıl kavrulan ACİL yazısı sana yalnızca kanı hatırlatıyordu. Hadi hatırla! Sana kanı hatırlatan şey uzun zaman boyunca sadece kanın kendisi olmuştu. Ne bir kelime, ne bir ses ve ne de bir renk. Ancak o gün farklıydı. O gün, renklerden kırmızı, saatlerden mavi, aylardan doğum ve yıllardan ölümdü.

İnsanın kendisini etkilenmeye nasıl da kapattığını dehşetle fark ettiğin o gece gibi tıpkı. Dumanlar akciğerlerinden beynine dolarken, bir kişi neden vaktini sayılarla ifade eder anlamadın. Neden zaman yaşadıklarından ibaretken, dünyadaki tek sanal gerçekliğe, sayılara sığınıyorduk. Neden gözümüzle gördüğümüz renkler, kulağımızla duyduğumuz sözler ve göğsümüzle hissettiğimiz acılar varken, yalnızca hayal ettiğimiz altmış tane sayı! Altmış tane sayı, neden orada, bir kelâm bile anlamadın. Tuvalleri boyayan renkleri kırmızıya çalardın ve umarsızca saatleri mavi görürdün. Kaç gün sürdü birkaç dakika ve kaç ay sürdü birkaç gün. Zamanı hissedemedin, tüm o diğer günlük bir uyku sahiplerinin yaptığı gibi. Sen uyudukça uyudun, çünkü gördüğün rüyalar gerçekten daha hayaldi ve hayaller gerçekten daha güzeldi. Birisi kurmadığın için çalmıyor dediğinde peşinden koştun, her gün tekrar kurdun, tekrar çaldı. Öfkeyle uyandın çünkü çalan yalnızca hayaller değil, akıp giden bir hayattı.

Yalnızca yirmi sene ve bir kuyruğuydu çektiğin. Üç senesi zırlayıp sırıtmakla ve emecek meme aramakla geçti diyelim, sonraki üç sene kelimeleri ardarda nasıl getireceğini düşünüp, sağa sola hayran olmakla geçse, oldu mu altı yıl? Altı yıl yaşadın ve bitti leğen günleri. O tatlı serinlikten ayağını çıkarıp kavrulan betona bir bastın mı hissettin artık, tüm yollar böyleydi. Asfalt eriyordu, dam yanıyordu, bir tek leğenin içi serindi, o da arkada kalmıştı artık. Önündeki on sene neler olduğunu kavramaya çalıştın. Evinde bir alkolik, her sabah besihane gibi kokan odasında, şifoniyerin üstünde duran bozuk paraları aldığın için, başka bir kadınla kavga ediyordu. Evinde bir alkolik... Her sabah başka bir küfürle uyandırılıyordu.

Başlarda öyle değildi tabii, odanda, uyanmasını ve senin için ekmeğe bir dilim yağ sürmesini bekliyordun. Kimi zaman yapıyordu, kimi zaman gülümsüyordu bile; hatta kimi zaman yağın üstüne biraz peynir atıp, bir bardak çayı da önüne koyuyordu. Afiyetle bitirip koşuyordun dışarıya, mutluluk kuru kuru gitmez, üstüne bir yudum acı ister, gidip dizini yarmanı, kabuk bağlamış bereni yalamanı bekler. Koşturan bisikletleri, yarışan hırsları, masum kıskançlıkları bekler. Bunlar bile on yıl boyunca, her sene azalarak ilerledi. Her sene, kalabalık bir partinin geç saatlerinde, salonun tam orta yerinde, masanın tam ortasında, bakışların tam ortasına yer etmiş dolu bir şişe bira gibi, hızla azaldı mutluluk. Azaldıkça her geçen sene, o şifoniyerin üzerindeki iki banknot ve üç bozukluk daha çok ilgini çekti.

Sonunda dayanamadın; on sene geçmişti, son üç senedir düzenli olarak alıyordun parayı. Düzenli olarak onun yüzünü görmeden, simitine katık edecek ayran arıyordun. Üç sene olmuştu adam ilk kez “Hadi paramı ver,” sesiyle uyanalı ve tatlı bir “Sana da günaydın!” Yerine “Hırsız orospu!” çığlığıyla yeni günü selamlayalı. On sene geçtiğinde, tam on altı yıl yaşadığında, anlamaya başladın. Sana ergen diyeceklerdi, güleceklerdi ve geçiştireceklerdi. Bunun yerine yaşamak istedin.

Belki de ondan sonra bulaşmaya başladı sana, ondan sonra fark etti orada olduğunu. Çünkü içten içe bu acıyı hak etmek istedin. Aslında, hak etmek ne kadar yalan bir tanım başından beri biliyordun da, şişedeki sıvı azaldıkça fark ettin. Hak etmek yoktu, sadece sebepler ve sonuçlar vardı. Sen o sonuçları istedin, yüzünde kendi kendine attığın bir yumrukla, nefret beslediğini uğurlamak için bu bankta ağlamamaya çalışmak istedin. Çekip giderken, hiç beklemedikleri küfürleri işiten akraba kadınların üstüme iyilik sağlık bakışlarını yemeyi arzuladın içten içe. Hayır... Yemeyi değil, içmeyi istedin. Kana kana içmeyi, günlerce çölde tek damla suyla idare etmiş Bedevi’nin arzusuyla içmeyi; aşağılanmayı, dışlanmayı; ama gerçekten, gittiğin her yerden burun tıkamalarla, yüz buruşturmalarla, o geleneksel bakışlarla kovularak dışlanmayı istedin. Öyle kendini dış dünyanın sınırları sandığın kafatasının arkasına hapsederek değil.

Şimdi ona benzemek korkusu içinde delicesine alevlerini saçarken, o bankta oturup, arkasına aldığı aydınlıkla kızıl kızıl parlayan “ACİL” yazısına bakıyordun. Gözlerini aşağı indirdiğinde, kapının önünde bekleşip kaçamakça sana doğrultulmuş akraba bakışlarıyla kesişiyordun.

“Yazık çocuğa.”, “Bu yaşında hem öksüz hem yetim kaldı.” “İşi gücü de yok.”

Tüm bu sözler, titreşimler halinde kulağına gelmese de bakışlarla dalga dalga içine işledi. Bir kâbus gibiydi hepsi, ancak güneş doğmuştu, uyanma vakti yakındı. En şiddetli rüya da olsa, sonsuz uykuya girmediysen bitecekti elbet. Bunu biliyordun, bunu umuyordun ve bu ümit, ödünç yumruklarını geri vermeni, terlemiş avuçlarınla gözünde birikmiş birkaç damlayı silmeni sağladı.

Tan ağarmıştı ve dişlerinin arasından ince bir tükürük fırlayıp, hastane asfaltını utanmazca kirletmişti.

Özgürcan Uzunyaşa
Haziran-Temmuz 2012


95
Şişedeki Mısralar / Ynt: Taş Atan Çocuklar
« : 04 Eylül 2012, 14:46:27 »
Özellikle biçim açısından çok zayıf içerik olarak da klişe faşizan tepkilerden öteye gidememiş. Tebrikler.

96
Yeni seçkiye en erken öykü gönderen benimdir bence. Üstümden yük kalktı resmen. Bakınız: yük vagonu.

You just lost the game :/

97
Duyurular / Ynt: Beyoğlu Sahaf Festivali
« : 21 Ağustos 2012, 18:21:03 »
Şimdilik 1 aydan fazla zaman var arkadaşlar. Pazar günü olmasının sebebiyse o güne çoğu kişinin bir şekilde ayarlayabilme imkanı olduğundan seçtik arkadaşlar. Fakat tarihi ne kadar erken seçersek, planlarınızı uydurmanız çok daha kolay olacaktır.

Siz şimdiden pazar gününüzü diğer etkinliklere kapalı sayın, zira burada "çıkarma" derken çok ciddiyim. 30 kişi bir yere gidip "Kardeş buna 5 TL diyorsun da, 3 TL olmaz mı?" deyip pis pis bakarsak, her türlü alırız!

Pazar günü olmasının sebebi magicalbronze'un bir tek o gün boş olması.

98
Güncel / Ynt: Fiddler'den mesaj var!!!
« : 19 Ağustos 2012, 03:16:51 »
Orçun abi öpüyorum.

99
Düşler Limanı / Ynt: Ve Tanrı Kadını Yarattı
« : 17 Ağustos 2012, 19:20:44 »
Keşke bütün kavgalar yazar puanından çıkmasaydı. Bir yazarın yazdığı yazının altındaki kişisel tartışmalar dönmeseydi de yazara kendisini değersiz hissetmek için pas atılmasaydı. Keşke biraz empati yapılsaydı. Konu hakkında konuşulsaydı.

Birileri iyi niyetle bir yorum yapar, birileri de katlanamayıp içten içe sinirli bir yazı yazar.

Tartışmaları görmemiş gibi yapmayı tercih ediyorum. Yazıya gelecek olursak, Raisor'a katılıyorum aslında. Bunun yanında bir öykünün iddialı olması için yazarın iddialı olması ya da yorumların iddialı olması gerekmiyor ki. Üslupla ilgili her şey, şu üslup iddialı yazı üslubudur, kendimi yeterince geliştirdiğimi düşünmeden asla kullanmayacağım bir üsluptur. Çünkü sonuçları gerçekten de kendi aramızda dalga geçtiğimiz şiirler gibi yazınlar ortaya çıkaracak şekilde oluyor. Burada yine toparlanmış biraz ama, sonuçta yine de güzel fikrin vasat bir sonucu çıkmış ortaya. Ancak kabul etmek lazım ki çok başarılı olmaya giden yollar var içinde. Ufak tefek cümleler, cümle kuruşları, yeteneği gösteriyor bariz.

Raisor'a abartıldığı konusunda okuyucu olarak katılıyor, abartılmış tepkisini yönetici ağzıyla uyarıyorum. Çünkü bu eleştiri ya da düşünce belirtme değil artık, kavga ağzına dönüyor. Dikkatli olalım.

100
Sinema / Ynt: The Dark Knight Rises
« : 15 Ağustos 2012, 22:26:36 »
Beğendiğiniz her şeyden para kazanıldığını öğrendiğinizde nasıl da dumura uğrayacaksınız. Bir gün para kazanma ihtimaliniz olan bir şey ürettiğinizde, buraya yazdıklarınızı okursunuz umarım tekrar.

101
Sinema / Ynt: The Dark Knight Rises
« : 15 Ağustos 2012, 21:24:18 »
Burada bu başyapıt seri hakkında bir tane bile iyi yorum olmamasına gönlüm el vermedi. Yazayım bari, başyapıt abicim. Serilerin son filmlerinin tek başlarına değerlendirilmeleri büyük haksızlıktır. Sen ikinci filmde The Dark Knight gibi sinema tarihinin açık ara en iyi blockbuster'ını çek. Çok büyük bütçelerle şimdiye kadar yapılmamış yeni bir tarz yaratma çabasına gir ve altından başarıyla kalk. Tüm bunları da yaşıtların daha kendini gösterme çabasındayken yap, sonra gelsinler "çizgi romana benzemiyor!" diye şikayet etsinler.

Ah Nolan, sana çok üzülüyorum.

İki kez Imax'te izledim bu filmi, yine şahane bir atmosfer, yine alıp götüren ve başından sonuna kadar bir kez bile saate baktırmayan bir film çıkmış ortaya. Bane gibi son zamanlarda gişe filmlerinde gördüğüm en iyi yazılmış ve üretilmiş karakterlerden birini barındırıyor. Bir diğeri de zaten bir film önceki Joker'di. Şimdi bu filmi onunla karşılaştırmak tabi ki haksızlık, orada Joker gibi, villain tarihinin ikonu var. Muhtemelen Heath Ledger ölmeseydi, bu filmde tekmili birden yer alacaktı. Joker, Bane, Kedi Kadın, Riddler, Robin belki Croc. hatta belki Harley Quinn. Bu haliyle bile, özellikle ikinci yarısındaki insanın tüylerini diken diken eden kısımlarla bir başyapıt bu film.

Batman ve Bane'in ilk karşılaştıkları, sadece su seslerinin ve diyalogların olduğu o muhteşem kapışma sahnesinde yerinizde titremediğinizi samimiyetle söyleyebilir misiniz? Bane o efsane sesiyle "you think the darkness as your ally!" dediğinde çenenizin seğirmediğini? Lütfen, samimiyet biraz!

Şu filme laf edenler, lütfen şimdiye kadar yapılmış iyi kabul edilen tüm gişe filmlerini bi gözden geçirsinler, tüm sinematografik ve senaryo bazındaki klişeleri kullanmadan. Kendine özgü tarzıyla bu kadar etkileyici başka kaç tane film bulabilecekler merak ediyorum.

102
Düşler Limanı / Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« : 07 Ağustos 2012, 03:49:23 »
Ben de bazen herkes duysun diye bir şeyler söylemek istiyorum, sonra sırf o yüzden söylemek istediğimin pişmanlığıyla susuyorum. Yalnız olmamak güzeldir, aşk değil.

103
Düşler Limanı / Ynt: Maviyi Seven Kız
« : 14 Temmuz 2012, 18:01:52 »
Hep kızın aslında maviyi sevmediğini düşünmüştüm. Yani ne bileyim, mavi olumsuz bir sıfattır zaten. Sanki mavilik onun peşini bırakmayan bir kaderdi ve Tarık'ın bunu ona yakıştırması, olumsuzluktan memnun olduğunu gösteriyordu ki bu da Nil'i çok mutlu ediyordu. Bir ilişkinin olması gerektiği şekilde, olumsuz yanını severek yaşıyorlardı. Neyse ki kız hiçbir zaman maviyi sevdiğini gerçekten söylemedi öyküde, ben de tahminimin doğru olduğu varsayımıyla hareket edebilirim!

Sonunda değil de şu kısımda duygulandım ben;

Spoiler: Göster
Alıntı
Çünkü bırakırsam küçükken yatağımın altında, dolabımın içinde, elektrikler her kesildiğinde, kilerde ve su borularının içinde yaşayan tüm o canavarlar bir anda geri dönecek. Facebook’ta arkadaş olarak ekleyecekler beni. Bankaya gittiğim zaman benden bir önceki numarayı alıp veznedarla uzun uzun sohbet edecekler, mesai bitmeden işimi halledemeyeceğim. Trafikte önüme kıracaklar, sinirlerim bozulacak. Çocuklarımız aynı kreşe gidecek ve o sekiz gözlü canavar çocuk her gün çocuğumun üstüne yürüyecek. Altımdaki daireye taşınıp sabahlara kadar gürültü yapacaklar. Sokakta yolumu şaşırıp da gideceğim yeri sorsam bana bile bile yanlış yer tarif edecekler. Oturduğum kafede tiramisu yemek isteyeceğim ve son tiramisu’yu onlar almış olacak. “Şarjım bitti, bir telefon görüşmesi yapabilir miyim?” deyip yurtdışını arayacaklar. Beni arayacaklar, küçük çocuklar gibi telefon şakası yapacaklar. Arkadaşlarıyla içmeye gidip beni çağırmayacaklar. Taksici olacaklar, taksilerine bineceğim, uzun yoldan götürecekler beni. Kahvemi şekerli içtiğimi bile bile zehir gibi kahveler yapacaklar. Doğumgünümde hediye olarak çerçeve alacaklar bana. Hepsi, küçükken korktuğum her şey benim gibi büyüyecek ve yine saklanacak. Dolaba girmeyecekler bu sefer, trafikte arkamdaki arabada olacaklar. İş yerinde her sabah selam verdiğim, tanımadığım; ama aldığı maaşı bildiğim o sinir bozucu kel göbekli adamların arkasına gizlenecekler. Eğer elini bırakırsam hepsi memur olup Emekli Sandığı’ndan emekli olacaklar. Eğer elini bırakırsam tüm o canavarlar bir anda şekil değiştirecek, tanıdığım tanımadığım herkese dönüşecek. Ve ben yine korkacağım...


Kendimi çok yakın görüyorum yazımına, bu da oldukça zevk almamı sağlıyor okurken. Ellerine sağlık.

Spoiler: Göster
Ayrıntılı eleştiriyi özel olarak yaparım.

104
Sokakta bir kız/erkek görürsün. Güzel gelir, dönüp bakarsın. Beğenmezsen burun kıvırır yoluna gidersin. Kimse seni bunun için suçlamaz. Tabi göz ucuyla bakacaksın fark ettirmeden, çayından bir yudum alırken falan.

Beğenirsen farklı, dönüp bir daha bakarsın. Cesaretin varsa gider konuşursun. Reddedilirsin ya da bir şeyler içersiniz. Çok şanslısındır, hayatının insanını bulmuşsundur. Ya da konuşmazsın. Hayatının insanını kaçırırsın. Ama ileride bir gün, başka biriyle konuşacağını bilirsin. Yeterince iyiysen, o da seninle konuşacaktır zaten. Ona hitap ediyorsan, ona çekici gelecek özelliklerin varsa. Yoksa ve ısrar edersen sapık olursun. Üzülürsün bir de kötü değildim ben ya neden sevilmedim ki? dersin.

Çözüm mü ne? Üzülmekten zevk almak. Çünkü üzüleceksin, illa ki, bütün gün oturup sinek avlamaktan başka bir işi olmayan o koca gıdılı kurbağanın, hiç sinek avlayamadan uyumaya çalışması kadar büyük üzüleceksin hem de. Buna alışman gerek, ondan da başka bir şeyler çıkarmak; ancak malesef, çok üzgünüm ki bu şikayet etmek demek değil :/

105
Güncel / Ynt: Postcrossing - The postcard crossing project
« : 13 Temmuz 2012, 01:40:22 »
Çok güzel bir şeye benziyor, Amelie izleyip çay kaşığı yalayarak kahkül bırakmakla olmuyor o işler. Adım atmak lazım. Bilgilendirme için de ayrı teşekkürler, epeyi faydalı olmuş.

Sayfa: 1 ... 5 6 [7] 8 9 ... 137