11
« : 24 Ocak 2012, 01:15:38 »
Fikirlerimi ve hayal gücümü bir öykü serisinde birleştirmeye ve aklımı ferahlatmaya karar verdim ve yazacağım öykülere bir arkaplan oluşturdum. Henüz tamamlanmadı, arzu ederseniz bir okuyun.
I
"Başlangıçta Zaman Küresi vardı. Bu küre o kadar devasa bir boyuttaydı ki hiçbir zihin onun büyüklüğünü tahayyül edemez. Kürenin içerisinde zamanın çorbası pişiyordu. Çorba giderek daha hızlı karışıyor, karıştıkça ısınıyor ve gittikçe katılaşarak kürenin yüzeylerine doğru büyüyordu. Daha çok büyüdü çorba ve Zaman Küresi artık çorbayı içinde tutamayacak bir hale geldi ve çorbanın sıcaklığına dayanamayıp korkunç bir şekilde infilak etti. Küre yok olurken mükemmel sıcaklıktaki çorba İlk Gün'ün kendisi oldu. Akla gelebilecek her yöne dağıldı ve korkunç bir hızla büyümeye devam etti. Evren böylece doğmuştu.
Korkunç bir hızla ve sıcaklıkla büyümeye devam eden İlk Işık, büyüyebileceği sınıra kadar büyümeye devam etti ve sınıra yaklaştığında giderek soğumaya ve sönmeye başladı. Ve tamamen soğuyup söndüğünde Gece-ata adını aldı. Gece-ata o kadar karanlık ve soğuk bir hale gelmişti ki kendisine bakmaktan içi sıkılıyor ve oflayıp pufluyordu. Bir nebze sıcak olan nefesi soğuk bedeninde sisler oluşturuyordu. Böylece Kadim Gece tüm bedenini nefesiyle kapladı ve daha sonra sis haline gelen nefesini şekillendirmeye başladı. Zaman Küresi'nin içinde daha bebekken çorbayı oluşturan kişi oydu ve çorbayı taklit ederek küre şeklinde cisimler oluşturmaya başladı. Ellerini gittikçe hızlı bir şekilde döndürüyordu ve hızla dönen sisler gittikçe ısınıyor ve ısındıkça etrafına ışıklar saçıyordu. Gece-ata eserlerini en parlak raddeye gelene kadar döndürdü ve tatmin olduğunda durup eserlerine hayranlıkla baktı. Bunlar Yıldızlardı.
Gece-ata en sonunda Yıldızlarına, ilk eserlerine kader yazdı. Yıldızların kaderi tıpkı Zaman Küresi'nin içindeki Zaman Çorbası gibi "zaman içinde" büyüyüp kendilerini daha çok yıldız oluşturmaya vesile olmak için feda etmekti.
Gece-ata'nın bedeninde o kadar çok Yıldız olmuştu ki şimdi, onları üretmede kullandığı nefesi tükenmişti. Güzel ve içini ısıtan yıldızlarına, ilk ve son eserlerine son bir kez baktı ve bir daha uyanmamak üzere bedenini, sonsuz döngü kaderine bıraktığı eserlerine feda etti.
Gece-ata'nın Yıldızlarını ve sonsuz döngüyü izleyebilecek olan tek şey Zaman'dı artık. Gece-ata'nın hareketlendirici eli, Gece-ata'nın kendi karanlığına gömüldüğünden, Zaman işi devraldı. Zaman bilinebilecek, hayal edilebilecek en hızlı olguydu ve hareketin kendisiydi. Böylece sayısız çokluktaki yıldızların döngüsünü kontrol etmeleri için Güçleri yarattı. Bu güçler en hafif maddeden en ağırına kadar her şeye hükmedebilecekler ve Yıldızların döngüsünü sağlayacaklardı.
Zaman kendisini iyiden iyiye hissettirdi ve ardından Yeni Güçler ortaya çıkmaya başladı. Bunların görevleri ise Yıldız Çocukları'yla ilgilenmekti.
Zaman, Güçlere ilk emrini verdi: "Benim tanıklığımda Işığı ve Karanlığı görecek olan ve şekli şemali Yıldızlara benzeyen Yıldız Yoldaşları inşa edin ki Yıldızlar Gece-ata'nın yalnızlığını yaşamasın. Bu Yıldız Yoldaşları, benim İlk Gün'üme ve Gece-ata'ya selam olsun diye Işığı ve Gece-ata'nın diğer eserlerini ve karanlık bedenini görsün."
Böyle oluştu gezegenler ve Zaman'ın emrettiği gibi Işığı ve Karanlığı görmeye başladılar. Böylece Yoldaşlar üzerinde "küçük gün" anlamına gelen Gündüz ve Ana Yıldız yerine tüm uzak yıldızları gözler önüne seren Gece-ata'ya saygı dönemi olan Gece başlamış oldu.
Güçler, Yıldız Çocuklarını Ana Yıldızları'nın etrafında ve kendi etraflarında döndürüyordu ve çocuklarda, yani gezegenlerde Ana'ya bakan tarafta gündüz, diğer kısmında gece oluyordu. Böylece çocuklar Zaman'ın tanık olduğu ilk olayı izlemiş oluyorlardı. İlk Işığın doğuşuna ve gittikçe solarak Gece-ata'ya dönüşmesine; fakat Yıldız Çocukları tıpkı yıldızlar gibi "döngü"ye sahipti ve bu, Anne Yıldız ölene ve yerini başka bir yıldıza bırakana dek sürecekti yani gece ve gündüzün sahnelenmesi.
İşte çocukları olan Yıldızlardan biri de Yoki'ydi. Bir elin parmağından çok, irili ufaklı çocukları vardı. İlk üç evlat Yoki'nin sıcaklığını en etkili şekilde hissedenlerdi. Bu yüzden en parlakları da onlardı. Kızıl renklerle Yoki'nin sarı ışığının yanında mücevher gibi görünüyorlardı. O yüzden onların adına daha sonra "Kızıl Tayf Üçüzleri" anlamına gelen Turça İrvilig dendi. 4. çocuk, ilk üçüzlerin her birinden daha iri boyutlardaki Meneg'di. 5. ve en büyük çocuk olan Taldan'ın ardından 3 güzel kız kardeş olan Aluna, Uluna ve Oluna gelirdi. Aluna'nın 1, Uluna'nın 3, Oluna'nın ise 4 yoldaşı yani bilimsel tabirle uyduları vardı. Yoki'nin son çocuğu ise annesinden çok uzak kalmanın getirdiği buruklukla kendinden bezmiş bir görüntüye bürünen Kirge'ydi.
Yeni Güçler, daha çocuklar yenidoğanken onların döngülerine müdahale ettiler ve Zaman tahmin edilemeyecek kadar uzaklara gittiğinde, çocuklar gençliğe eriştiler ve son şekillerini aldılar. Turça İrvilig, yani Kızıl Tayf Üçüzleri, kardeşlerine nazaran en sert yapılı ve ruhları en ateşli olanlardı. Ateşli ruhları onları kardeşlerinin en öfkelileri konumuna getirmişti ve üçüzler inanılması güç bir yırtıcılıkla Yoki'nin etrafında döngüsel yolculuklarını sürdürüyorlardı. Uzun boylu ve heybetli Taldan, rengârenk bir görüntüye sahip olmuştu ve ruhunda en sert fırtınalar kopan çocuktu. Üç zarif kız kardeşin, Alana'nın, Oluna'nın ve Uluna'nın üstlerinde mavi, turkuvaz ve yeşil renkli elbiseler göze çarpmaktaydı. Bu halleriyle en güzel çocuklar onlardı ve Yoki'nin ışığı en güzel şekilde onların üzerinde parlardı. Bezgin Kirge ise, yaşamından bezmişçesine çabucak yaşlanan ve saçları aklaşan bir varlığa dönüşmüştü. Annesinin sıcak koynundan kopmuş olmanın getirdiği bunalımla kendi kendini sürgün eylemişti. Denir ki Kirge, ölü doğmuş ya da annesinden uzak kalmak onu intihara sürüklemiş.
Çocuklar gittikçe yaşlanırlarken, Yeni Güçler'den biri olan Yaşam, önce Alana'yı, sonra Oluna'yı ve sonra diğer kız çocuğu, Uluna'yı sarmış. Üçünü kolları arasına alıp onların ruhlarında yeni ve daha karmaşık olan bir döngü olan canlı hayatını başlatmış.
Öncekiler ve Yeniler fark etmeksizin, Güçlerin müdahale ettiği ve Zaman'ın yönettiği her durum ve olayda, Güçler'in kanun yapıcı olan vasıflarına rastlarız. Bunların arasından en karmaşığı olan Yaşam'ın kanunları en dramatik olanlardır. İnanılmaz derecede hayat vericidir ve yine inanılmaz derecede hayat alıcıdır. Çünkü bu Güç bile, nihayetinde Gece-ata'nın kaderini sahneletecektir: yaşamak ve son nefesi kendinden sonra yaşayacaklar için feda etmek."
Not: Yukarıda anlatılanlar, Oluna'nın üzerinde ortaya çıkmış olan ve kendilerini zamanla Yaşam'ın kanunlarıyla özdeşleştiren yani açıkça söylemek gerekirse, doğayla iç içe yaşayan canlılar olan ve kendilerine "Olunara" diyen Oluna gezegeninin ve belki de gökadanın ya da Yoki Sistemi'nin en zeki ve bilge halkının zekâları ve bilimaşklarıyla ulaştığı Evren'in oluşumuna dair bilgilerin şairane bir dile uyarlaması olan "Zaman'ın İlk Gün'ü, Yaşama Geliş ve Döngü" adındaki destanının kısa bir özetidir. Destanın yazarı, Yelge adında usta bir şairdir ve destan, Olunara'nın ortaya koyduğu edebî eserlerin en önemlilerinden biridir. Olunara, filolojide, tıpkı bilimde oldukları gibi ustalardır.
Destanda adları geçen Gece-ata ve Güçler, aslında her zeki canlının ulaştığı veya ulaşabileceği bilgilerdir. Gece-ata, (Olunara Dili'nde Hur-Nao) uzayın karanlık maddesidir. Kütleçekim, hız, manyetizma vb. fizik gerçekleri ise "Güçler" olarak tasvir edilmişlerdir. Zaman, başlangıcı oluşturan ve her şeyin tutsak olduğu en büyük güç olarak değer kazanmıştır. Gece-ata'nın nefesi, uzayın neredeyse tamamını kaplayan hidrojen gazından başkası değildir. Gece-ata'nın ellerinden de Güçler oluşmuştur. Anlaşıldığı üzere verilebilecek olan bir sürü örnek, aslında evrenin içinde var olan olaylardır ve edebiyat nehrine serpiştirilen çiçek yapraklarıdır.
II
Olunara, bilgelikleri sayesinde "doğanın güçlü bedenine bürünen" yani doğanın kendisi oluveren canlılar haline dönüşürler ve böylece yaşam olan her yerde yaşamla bir bütün halinde yaşayabilme ve dolayısıyla yaşam ölmedikçe sonsuz bir ölümsüzlükle, yaşlanmadan kalmayı başarırlar. Bilim, Olunara'da o kadar ilerler ki zaman içinde uzay seyahati yapabilecekleri bir vasfa erişirler ve böylece Yoki Sistemi'nde yaşam olan Aluna ve Uluna'ya seyahat ederler. Onların bu bilgelikleri birbirleriyle savaşmadıkları ve doğa ve bilimden başka bir şey düşünmedikleri için giderek daha hızla gelişmiştir.
Aluna'da kendilerine görünüş bakımından neredeyse benzeyen ve kendileri kadar zeki canlılarla tanışmışlar; fakat daha karmaşıklarmış. Tek bir dil değil, yüzlercesi konuşulurmuş ve diller gibi başka farklılıkları da söz konusuymuş. Kendi topluluklarına isimler takıyorlarmış ve sırf isim veya soy olarak nitelendirdikleri şey uğruna birbirlerini öldürüyorlarmış. Bu daha ne ki, ufacık ve Olunara'ya göre doğadan ve yaşamdan, bilgelikten değersiz şeyleri gözlerinde büyütüyorlarmış, onlara sahip olmak amacıyla yine birbirlerinin kanlarını dökmekten çekinmiyorlarmış. Üstlüne üstlük, doğanın diğer fertleri olan hayvanları ve ağaçları pahalı giysiler ve eşyalar yapmak için katletmekten çekinmiyorlarmış. İnsanların diğer canlıları sırf istekleri için yok ettiklerine tanık olduklarında çok şaşırmışlar. Tek bir kişinin ya da topluluğun değil, tüm canlıların hakkı olan Aluna topraklarında haklar iddia edip sürekli ve durmak bilmeden birbirleriyle savaşıyorlarmış.
Olunara'nın tanık olduğu bu korkunç tablonun yanında insanlar güzel şeylere de imza atabiliyorlarmış. Sanatın her dalında muhteşem eserler ortaya koyuyorlarmış ve Olunara en çok şekilsiz taşları şekillendirmelerine yani heykeltıraşlık hünerlerine hayran olmuşlar. Her ne kadar bilimle ilgilenmeye çalışsalar da savaşlar ve ölümler yüzünden çalışmalar aksıyormuş. Bu bilimi tüm İnsanlık değil sadece bir veya birkaç topluluk ellerinde bulundururmuş.
İnsanlığın tüm bu karanlık yönlerine rağmen ışık saçan yönleri de yok değilmiş. Olunara, İnsanların içindeki müthiş potansiyeli görmüş; lakin İnsanlığın kendi elleriyle yarattığı iğrençlikler İnsanlara daha cazip bile gelebiliyormuş.
Olunara tüm bu gözlemleri İnsanlara gözükmeden, sinsice yapmışlar ve her topluluğun oluşturduğu kültürü derinden incelemişler ve onlara müdahale etmeye karar vermişler. Bunu pek çok yoldan yapmışlar ama birçoğu onları en zayıf yönlerinden, inançlarından ve korkularından vurmuş. Onlara Tanrıları olduklarını söylemişler ve onları doğru olana yöneltmeye çalışmışlar. Maalesef birkaç Olunara ise İnsanlığın yaratmış olduğu kötülükten etkilenip karanlığa doğru kaymaya başlamışlar ve bilge Olunara'da bile bölünmeler yaşanmış. Bunun üzerine pek çok Olunara, gezegenlerine bir daha Aluna'ya gelmemek üzere ve başkalarını da göndermemek üzere dönmüşler. Bazıları kalmış tabi. Kimisi hala bir umut İnsanları doğru yola çevirmek amacıyla, kimisi de İnsanların yarattığı kötülüğe kapılıp ruhlarını ve özlerini kaybederek daha fazla Güç sahibi olmak amacıyla. Bu arada Olunara, kötülük denen şeyle Aluna'ya gelene dek asla tanışmamıştı. Onlar iyilik denen şeyin de ne olduğunu bilmiyorlardı. Onlar tıpkı doğanın basit görünen karakterine bürünmüşlerdir. Doğada "iyi canlı", "gaddar canlı" diye bir ayrım yoktur. Tüm canlılar "doğallıklarını" yaşarlar ve doğa asla ne iyinin ne de kötünün yanındadır. O sadece neslini devam edebilecek şekilde evrilmiş canlıları destekler, kimin "iyi", kimin "kötü" olduğuna bakmaksızın ki böyle bir ayrım, tekrar ediyorum, yoktur. İyilik ve kötülük kavramı tamamen insanoğlunun yaratıcı beyninden türemiştir. Ve bilinir ki insanlar yarattıkları ne varsa onlara kapılıp gitmeyi huy edinmişlerdir. İşte Olunara da bu insan yaratılarıyla tanışmadan önce doğanın karakterinin yansımalarıydı; fakat insan zihniyle karşılaşınca onun karşı konulması zor cazibesine kapılanlar bile oldu. Çünkü insan, her ne kadar doğanın bir parçası olsa da onu yok edebilecek güçtedir ve utanarak söylüyorum ki bunu yapmaktan çekinmiyoruz. İnsan doğayı yok edebilirse, neden doğayla bir bütün halindeki onlara göre dış dünyalı yabancılar olan Olunalıları çürütüp yoldan çıkarıp yok edemesinler?
Geri dönen Olunara, uzun yıllar boyunca asla ne İnsanlara görünmüşler ne de yarattıkları kötülükleri anımsamamak için onları görmek istemişler. Böylece Yoki Sistemi'nin iki halkı, ta ki İnsanlar aşırı yavaş olmasına rağmen gelişene ve uzaydaki başka canlılara ilgi duyana dek... Bu dönem hakkında ileride hikâyeler anlatılacaktır. O hikâyelere gelene kadar anlatılacak olanlarda Olunara, insanların kendilerinden üstün gördükleri ve tam olarak kavrayamadıkları ve panteonlarıyla ilişkilendirdikleri canlılar veya tanrılar olarak, farklı adlarla ve şekillerle karşımıza çıkacaklardır.
Örneğin Naltargarte denilen soğuk kuzey ikliminde yaşayan İnsan Halkı onlara Tanrılardan ziyade "Elf", "Goblin", "Cüce", "Peri", "Büyücü" gibi isimler takacak; en güneyin sıcak ikliminde yaşayan esmer İnsan Halkı onlara tamamen değil fakat genellikle hayvan suretlerine bürünmüş Tanrıları olarak yorumlayacaklardır. Bunun gibi birçok örneğe rastlayacağız.
İnsanların yarattıkları "kültür" konuştukları diller gibi çeşitlilik göstermektedirler. Daha önce örneğini verdiğim Naltargarte'nin halkının diline bir bakalım.
"Arte galor nen dor, jörnien jur elg Elaien,
Nalath galor nen dor, kvulgir nenie jur Ferggleien.
Dok limni, erie Nalte argarte Erilir vjorten,
Lonna! Dar elgr jur fgirr nen dor Rsvalg fnorten."
Bu dizeler Erilir'in Naltareril'inin girişindendir ve şöyle çevrilir:
"Baktı Dünya'ya, hayat vermiş olan Kraliçe Elaien,
Baktı Şimal'e, suya aklar düşüren Kral Ferggleien.
Dinle şimdi, Dünya'nın Kuzeyi'nin şarkısını yazmış olan Erilir'i
Söyle (şarkıyı)! Hissedene dek (ve) ölümü vermiş olan Prens Rsvalg'a dek.
(İlk dizede evreni ve hayatı yaratan Elaien'in (Nefes bahşetmiş olan) yeryüzüne canlıları yaratmak için inişinden; ikinci dizede, Naltarir'in yani Kuzey'in İnsanları'nın yurdu olacak kuzey topraklarının kış, su ve buz tanrısı Ferggleien tarafından seçilmesinden bahsedilir; üçüncü dizede ise şair, mahlasıyla belirerek eserin okuyuculara ta ki Rsvalg'ın ölüleri yer altındaki alev püskürten dağlardan ve kötülüklerden koruyarak Rsvalggart'a, ölüler diyarına taşıma gününe kadar, kısaca ölene dek okumaları yahut söylemelerini öğütler.
Yaşam ile başlayan dörtlük, fani İnsanoğlu'nun yaratılışının ardından o meşhur kaderlerine, ölüme kaymaktadır. İlk dize yaşam, son dize ölümdür. Aslında Naltareril'i bu dörtlük özetlemektedir. Destan, yaratılışla başlayıp daha sonra anlatılacak olan "ölüm"e doğru yol alacaktır. Yaşam ve ölüm teması Aluna'nın eşsiz canlıları olan İnsanlar'ın şarkılarında, bunun gibi destanlarında, şiirlerinde, kitaplarında vs. sıklıkla yer edinir. Ne de olsa ölüm onlar için kaçınılmazdır.)
Arte, (veya Earte, argarte) yeryüzü, engin toprak anlamına gelir.
-or eki -3. tekil şahıs di'li geçmiş zaman ekidir. Buna göre galor kelimesi "baktı" anlamına geliyor.
nen dor kalıbı özel bir ismi betimlemek için kullanılır. İngilizcedeki "of the" kalıbıyla az da olsa benzeştiğini söyleyebiliriz. Dizeye şiirsellik katmak amacıyla sona yazılmış böylece devrik cümle oluşturulmuştur.
-en eki "bir şeyi yapmış olan" anlamına gelir. Genellikle isimlerde rastlanır. -ir ekiyse buna göre "şu an yapan, eden" anlamı katmaktadır sözcüklere.
jörnien birleşik bir kelimedir. Jör, ni, kelimeleri ve -en ekiyle oluşturulmuştur. Jör, zamanla "or" fiiline dönüşmüştür ve "elle bir şey vermek" anlamına gelir. Ni (bazen "nie") sözcüğü "hayat, canlılık, ruh" anlamlarına gelir. Böylelikle jörnien, "eliyle hayatı bahşetmiş olan" anlamına gelir.
jur (esk. jurir)sözcüğü "hükümdar, yönetici" anlamına gelir.
elg sözcüğü "hanım" anlamına gelir. Buna göre jur elg, "kraliçe" anlamı taşıyacaktır. (Kral'ın hanımından ziyade kadın hükümdar anlamına gelir.)
Nalath, "Kuzey" demektir. Ayrıca Kuzey Işıkları (Aurora Borealis) anlamına da gelir. Muhtemelen İnsanlar, Kuzey Işıkları'nı görüp ona doğru yönelmişler ve o bölgeye bu anlama gelen Nalath demişlerdir. Zamanla bu kelime "nalta" halini almıştır.
Kvulg: buz mavisi, içerisine çok hafif mavi karışmış beyaz bir renk. Buzun rengini tanımlamak için Naltalılar bu sözcüğü kullanırdı; fakat bizim "ak" dememiz daha doğru olacaktır.
Nenie: Birleşik sözcük. Ne (su) ve nie (hayat) yani "sudaki yaşam" kısaca "deniz".
Ferggleien: Birleşik özel isim. Ferg (getirmek), glei (kış, kar), -en (-mış olan)
Dok: (mastarı "dokig" yani "dinlemek"tir.) "Dinle!"
Limni: Birleşik sözcük. Lim ("bu") ni ise (zaman). "Şimdi" anlamına gelir. Lim eki genellikle zaman zarflarında kullanılır. Bugün (Limdag), bu saatte (limgolök), bu gece (Limjeil) gibi...
Erie ya da "eri": şarkı, melodi.
Argarte: Engin anlamına gelen ve toprak anlamına gelen iki sözcükten türemiştir.
Erilir: Eri sözcüğü ve -ir son ekiyle türemiştir. Ortadaki "l" harfi ise iki aynı seslinin arasına gelmesi gereken gramer kuralıyla ilgilidir. Sözcük, "şarkı söyleyen" anlamına gelir.
Vjort: "yazmak". "oymak, kazımak" anlamına da gelir.
Lonna: (Lonnirg'ten) şarkı söylemek. "Şarkı söyle!"
Dar: -e kadar.
Elgr: "hissetmek" ("sezmek" anlamında kullanılmaz.)
Nen dor jur fgirr: Ölülerin Efendisi, hükümdarı, Rsvalg'a verilen sıfat.
Rsvalg: Aslen Thrfigir'dir yani "ölülerin efendisi" fakat şair iki kere aynı anlama gelen sözcüğü kullanmaktan çekinmiş olsa gerek, Rsvalgir yani "kılavuz, rehber" sözcüğünü kullanmıştır. Rsvalg ise Rsvalgir'in kısaltılmış halidir.
Fnorten: "Prens, dük".
Olunalıların İnsanlarla İletişim Kurmaya Başlamalarına Dair
Şimal'de ak su kristallerinin yuvası olmuş geniş tundralar ve onları çevreleyen yüksek, ak sıradağlar bulunur ki bu toprakların sakinleri oraya "Naltargarte" derler. Soğuğun ve yazları serin ve kurak olan bu toprakların insanları, Naltargarteliler, ülkelerinin iklimlerinin yarattığı sert ve dayanıklı kimseler haline gelmişlerdir ve eşsiz geleneklerini binlerce yıldır sürdürmüşlerdir. Ülkelerinin dört bir yanında şaşalı tapınaklar, saraylar, hanlar yükseltmişlerdir, denizciliğe, edebiyata ve mimarlığa ayrıca önem vermişlerdir. Binlerce yıldır neredeyse kemiklerine işlemiş olan buzla ve soğukla yaşamayı öğrenmişlerdir ve bu özelliklerini denizde de kullanmayı kısa zamanda başarabilmişlerdir. Buzlu sularda kararlı ve hasar almayacak şekilde süzülebilen kadırgalar inşa edebilmişlerdir ve okyanusun öte taraflarındaki farklı insanlarla iletişim kurmuşlardır. Denizcilikleri sayesinde Aluna coğrafyası hakkında birçok bilgiye sahip olmuşlardır. Tabi bu okyanus yoluyla açılabildikleri topraklarla sınırlıdır.
Naltargarteliler, buz gibi sert ve beyaz bir deriye, kimisi altın rengi, kimisi gece kadar siyah saçlarla dikkati çeken, sert ve gri bakışlara sahip ve genellikle uzun boylu insanlardır. Erkekleri sıradan bir bedene sahiplermiş gibi görünseler de yaşlı bir ağacın gövdesi kadar sağlam yapılıdır. Bu özelliklerini de elbette ülkelerinin iklimine ve bayraklarını süsleyen kar kristaline borçludurlar. Kadınları ise narin yaratıklarmış gibi görünseler de onlar da sağlam yapılıydılar ve bu yüzden aralarından çok sayıda denizci ve asker çıkardı. Sayıları neredeyse erkek kaptanları aşacak kadar çok sayıda kadın denizcinin varlığı bilinir. Naltargarteli kadınlar, erkeklerden çok daha hünerlilerdir. Bu eşsiz özelliklerini nefes bahşeden, yaşamı yaratan tanrıçaları olarak adlandırdıkları Elaien'den aldıklarına inanırlar. Hatta Elaien'in bu toprakları şekillendirdikten sonra bizzat gelip ilk insanları şekillendirdiği ve bunun da Nmirra, Erudaen ve Alvenyr adında üç kadın olduğuna dair efsaneleri mevcuttur. İşte bu yüzden, Naltargarte'nin kadınları erkeklerden kutsal bir saygınlık görür.
Naltargarte inancına göre, erkekler Elaien tarafından bizzat Nmirra'nın rahmine yerleştirilmiş. Doğacak olan dişi insanlar da Erudaen'in. Alvenyr'in göğüsleri de bir ılık süt pınarıymış ve doğacak olanları o emzirecekmiş. Alvenyr'in sütünden beslenen erkekler sperm üretmeye, kadınlar ise doğurganlık sahibi olmaya başlamışlar ve daha sonra bu üç kutsal kadının bedenleri Alvenyr'in bedeniyle tek parça haline gelmiş (annelik). Böylelikle artık doğacak olan kadınlar, hem erkek hem kız doğurabilecek ve onları kutsal sütle emzirebilecek bir hale gelmişler. İşte kadınların, Naltargarte'deki kutsanmışlığı bu yüzdendir.
Kadınların ruhani üstünlüğüne rağmen asla erkekler ezilmez, bastırılmaz. Çünkü erkeklerin bizzat su ve buz tanrısı Ferggleien'in yansımaları olduğuna inanılır.
Naltargarteliler, Aluna'ya kendi dillerinde Earte, Arte, Argarte gibi isimlerle seslenirler. İnançlarında ve efsanelerinde insanlar ve hayvanlar dışında, Earte üzerinde yürüyen insan gibi görünen başka canlılara da yer vermişlerdir. Kimisi bu canlıları gördüğüne ya da onlarla iletişim kurduğuna yemin edebilirken kimileri de onlara sadece efsanelerde adı geçen yaratıklar olarak aşinalarmış. Peki ya kimdi bu mahlûklar? Alfr ya da Elf denen çoğunlukla insan boyunda, sivri kulaklı, mis gibi ağaç ve nehir kokan insanlar, onlardan çok daha kısa boylu ve sağlam yapılı, uzun kara, kızıl, gri sakallı Cüceler, bir kelebek kadar küçük ve bir Elf kadar güzel Periler, ağaç kabuğundan oluşmuş gibi görünen derileriyle, yapraktan saçlarıyla "Grwenyr"ler ve daha pek çoğu.
Denir ki bunların en güzelleri ve korkulanları Elflermiş. Naltargarteliler, Elfleri hiçbir zaman kavrayamamışlar. Sürekli anlaşılmaz bir üslupla konuşurlarmış, sürekli gülüp kıkırdarlar hatta ciddi bir konuşmanın ortasında aniden şarkı söyleyip dans etmeye başlayabilirlermiş. (Efsanelerde İnsanlarla dost olan Elflerin sayısı önemsenmesi gerekecek kadar çoktur ve bu efsanelerde Elflerin İnsanlarla çok zor dost oldukları fakat dost olduklarında ise dostlarını asla unutmadıklarını ve onlara yardım ettikleri anlatılır.) Bir Elf'in düşmanı ise onun korkunç büyülerinden nasibini alırmış. Bir Elf'in gözünün önünde bir hayvanı zevk için öldürmek, bir ağacı baltalamak, onun gaddarlığıyla karşılaşmanın en kolay yoluymuş. Bu yüzden birçok Naltargarteli Elaien'in diğer (göksel) halkı olarak isimlendirdikleri bu yaratıkları sevip saydıklarından ve onlardan korktuklarından asla bir canlının hayatına kastetmezlermiş. Kestikleri ağaçların yerine duyarlılık göstererek yeni fidanlar dikerlermiş.
Görünüşe bakılırsa Elfler, Olunalılardır. İnsanların inançlarında bir şekilde yer edinmeyi başarmışlardır ve insanlara doğa konusunda daha duyarlı olmaları gerektiklerini çeşitli yollarla göstermişlerdir. Olunalılar İnsanlara çeşitli suretlerle görünmüşlerdir ve onlara ya büyüleyici derecede güzel ya da korkutucu gelmişlerdir. Olunaralılar aslen, Naltargarte efsanelerinde anlatıldığı gibi, Elflere benzerler. İnce ve sivri kulakları vardır fakat saçları çok daha gürdür ve ya dalgalı ya kıvırcıktır. Tenleri ise insanlarınki gibi görünseler de dikkatli bakınca sönük bir yeşil renk açığa çıkar. Gözleri hafif çekiktir ve insanlarınkinden daha parlaktır. Olunalılıarın gözlerinin ışığının yüzünden onların gözbebekleri yokmuş-bu parlaklık çeşitlilik gösterebilir-gibi görünür fakat gözbebekleri (insanlarınki kadar dikkat çekici ve farklı renklerde olmasalar da) pekâlâ vardır.
Olunalıların münasabet kurduğu birçok insan halkı mevcuttur. Tüm bunların en önemlilerinden diğeri de Güneyli esmer halk Irenke idi. Irenke bilimin ve sanatın yuvasıydı, dolayısıyla Olunalıların ilgisini çekmiş olması kaçınılmazdı. Irenke, daha güneyinde gizemli ve engin bir kumul denizine, en kuzeyinde sıcak okyanusa, doğusunda ve batısında verimli toprakların yaratıcısı Büyük Irenniu ve Küçük Irenniu ırmaklarına ev sahipliği yapan güzide bir ülkeydi. Naltargartelilerin ün salmış denizcilikleri sayesinde ilk ilişki kurdukları halk, Irentar yani Irenkelilerdi. Irenkeliler de tıpkı Naltargarteliler gibi denizcilik vasfına sahip olmalarına karşın onlar en büyük hünerlerini astronomi ve mimari gibi bilim ve sanat dallarında ortaya koymuşlardır.
Olunalılar bu zeki ve becerikli halkla ilk münasebetlerini-tıpkı Naltargartelilere yaptıkları gibi-Irenke panteonu vasıtasıyla kurmuşlardır. Denir ki Irenke'ye yıldız aşkını Gök Tanrıları Nefha vermiş. Irenkeliler, Nefha'yı bir ejderha şeklinde tasvir ederler ki bu ejderha yani Nefha, evrenin kendisidir. Şimdi kısaca Irentaur'a yani Irenke Dili'ne değinelim:
"Anu nimel ìren nei durnelikh, melubikh ku mennu akhir. Naui hjurikh nad ìrenu, khur ìrenu uwy hjurikh nauir; khur nebtekh naui laran ìrenyd, shurnikh laran, djerit tukh minui."
"Yıldızların ışığı ruhuna düşüyor, güzellikleri çıldırtırcasına âşık ediyor. Sen yıldızlardan doğdun, ya da yıldızlar senden doğdu ya da sen yarattın tüm yıldızları, hepsiyle tek tek süsledin göğü."
Bu sözün geçtiği bölüm ve Irentaur’a dair ayrıntılı bilgiler, anlatılacak hikâyelerde karşımıza çıkacak.
Aluna’nın insanları daha önce değinildiği gibi bölük pörçük bir haldedir ve bu sayede farklı kültürlerin ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Nalath’ın ve Irenke’nin dışında daha yüzlerce ülke vardır bu gezegende. Bu iki ülkenin dışında en görkemlileri batıda belirmişti. Adına İmparatorluk denir. Batı’nın ülkesi Nalath’ın Irenke’den sonra iletişim kurduğu ikinci ülkedir fakat Nalathrin (Naltargarteliler) orada hoş karşılanmadılar. Daha sonra Kuzeyliler asla bu ülkeye ayak basmadı. Orası yasaklanmış topraklardı. İmparatorluk uzun süren savaşlar sonucunda kurulmuştu. Batı topraklarında birçok ön devlet oluşumu vardı ve içlerinden birisi muzaffer olmuş ve diğer prenslikleri tek bir devlet altında birleştirmişti. Batıda halen savaş vardır. İmparatorluk’tan kopma ülküsündeki birkaç eski prenslik bağımsızlık mücadelesi verdiler ve hala, asırlar sonra bile anlaşmazlıklar sürer.
Kuzeydoğu ve doğu topraklarında iki akraba devlet bulunur. Pek görkemli bir uygarlıkları olmasa da askeri açıdan çok üstünlerdir. Yeteneklerini savaş konusunda geliştirmişlerdir. Güneydoğuda kurulmuş olan Peloran Ülkesi tarafından asırlardır tehdit edilmektedirler. Peloran Nalath, Irenke ve İmparatorluk kadar görkemli bir uygarlıktır, bu sayede asırlar süren savaşlar sonucunda yok olmamış; fakat genişleme politikalarıyla tehdit ettiği Kuzeydoğuluları da asla yıldıramamışlardır.
Olunara, Nalath ve Irenke’de bulunup onların inançlarında yer edinmiş ve bu sayede onların gelişmesinde etkili rol oynamışlardır. Olunara’nın politikası sayılarının azlığı nedeniyle bilgeliklerini ve hünerlerini kullanarak bu iki muhteşem ülkenin Doğa görüşünü benimsemesi ve rakip tanımayacak şekilde güçlenerek diğer sapkın uygarlıkları yola getirmek ya da onları yok etmekti. Bu amaçlarında insanlığın kendisini araç olarak kullanacak ve başarıya ulaştıklarında başarının mimarlarını insanlar olarak belirteceklerdi. “İnsanlık kendi kendini kurtardı. Biz sadece bilge olanların bilgeliklerine tuz kattık, yol gösterdik. İnsanlık, insani bir duygu olan kötülüğü yine insani bir duygu olan bilgeliğin iyiliğiyle, gerçeğin yani doğanın bilinciyle alt etti. Bunları gerçekten olmuş gibi söylüyorum; çünkü bu karışık ve güzel canlılara inanıyorum.”dedi bir Olunalı olan Kore Ainin.
Alunalı İnsanların bir diğer şeytani yanı da doğanın katilleri olmasıdır. Daimi bir şekilde açgözlüdürler. Toplanıp birleşirler, devlet kurarlar, refaha erişirler fakat asla daha geniş topraklara sahip olma arzusundan vazgeçmezler. Ülkeler yıkılır, yenisini kurarlar. Doğal bir felaket olur, ders almazlar, dikkatsizce arzularına kapılmaya devam ederler. Ülkeler yıkılır, gider başka bir ülkeye göç ederler orada isyan çıkarırlar. Çoğu zaman başarısız olurlar fakat nadiren başarılı olduklarında bu ülkenin daha da genişlemesi gerektiğini ileri sürerek ülkenin başına büyük bela açarlar. Bu gibi ülkelerin asıl sahipleri aydınlanır ve baştaki yabancı sapkınları def etmek için mücadele verirler. Hep ama hep bir yarış vardır. İnsanlık birbirleriyle amaçsızca yarışır. Kendilerine göre bir amaçları vardır, elbet; bu amaçlar onlar için “kutsanmış”, “uğurda can verilecek” vb. niteliktedir. “Aklım almıyor. Bir canlı türü nasıl birbirlerini acımasızca yer! Sözlerimdeki mecaza odaklanın. Kim mantıklı bir açıklama sunabilecek?” – Olunalı Olge.
Bu genişleme arzusu ve kendilerinden olmayanlara karşı duyulan nefret ve onları kontrol etme arzusunun faturası her zaman masum insanlara, hayvanlara, ormanlara, denizlere, nehirlere, kısacası doğaya patlar. Doğa böyle bir faturayı ödemek zorunda değildir. “İnsanlar doğa için daha da tehlikeli olduklarında diğer organizmalara ve hatta gezegenin kendisine neler yapabileceklerini bir düşünün. Uzay seyahati yapabilecekleri bir vasıfları olduğunu düşünün. Doğduğumuz gezegene gelip bizi oradan sürebilirler. Oluna’yı kendilerinin olarak nitelerler. Canlı yaşamı olan başka gezegenleri düşünün. Orada da zeki canlılar yaşadığını düşünün. Karşılarına çıkan her şeyi yok edecekler. İnsanların yarattığı kötülük şu evrenin düşmanıdır.” – Olunalı Yende.
“İnsanlığın yarattığı kötülüğün adını ben koyayım: devlet. Kendimizden örnek vereceğim. Biz hiçbir zaman bir uygarlık kurmadık. Bunun ne olduğunu Aluna gezegenine geldiğimizde bilmiyorduk bile. Geldik ve gördük. İnsanlarda yönetme ve yönetilme arzusu var. Bu uğurda bırakın kendilerini katledişlerini, diğer bütün canlıları incitiyorlar.” – Olunalı Filege-ya.
“Kusursuz görünseler de insanlık büyük bir kusurla doğmuştur. O da beyinlerindeki yönetme ve yönetilme arzusudur. Bu hastalığı bulup çıkarabilsek keşke…” – Olunalı Tilig.
İnsanlarla iletişim kurduktan sonra gezegende kalan az sayıdaki Olunalı, aralarında görüş ayrılıklarına başladılar. Çoğunlukta olanlar insanların doğa bilincini tamamen elde etmesi gerektiğini ve bu yolda insanları araç olarak kullanmayı düşünürken birkaç tanesi insanların yarattığı kötülüğe kapılıp giderek benliklerini kaybettiler. Onlardan bir daha haber alınamadı. Diğer bir grup ise çoğunluğu oluşturanlarla aynı fikirdeydi fakat onlar asla insanların bu işi asla başaramayacaklarını düşünürlerdi. Onlar üzerinde biyolojik değişiklikler yapılması gerektiğini düşünüyorlardı. Beyinlerindeki “hastalığın” bulunup yok edilebileceğine inanıyorlardı. Ya da İlge’nin dediği gibi “İnsanlarda bir ışık var. Bu besbelli; Kuzeydekilerin ve Güneydekilerin bilgelikleri hat safhada… Onlar başarabilirler. Lakin onlar bile doğaları gereği bu hastalığı taşırlar. Güvensizlik hissediyorum. Şimdiki büyük tehdit batıda ve güneydoğudadır. Ben bilge olmayanları bilinçlendirmekten elbette yanayım fakat her insan bilinçlenmiyor. Arzuları onlar için daha önemli. Ben bu tarz insanların yok edilmesinden yanayım. Doğaya tehlike oluşturacaklarsa onları avlamamız sorun olmayacaktır.”
İlge’nin düşüncesini benimseyenlere Karanlık Olunin (Kara-Olunin) dendi.