Bu aralar yazdığım bir korku hikayesi. Evimin yakınlarında eski, yıkık dökük bir ev var, ona bakarak kurguladığım şeyler zamanla bir hikayeye dönüştü. Beğenilerinize ve eleştirilerinize sunuyorum
Giriş İçinden demir yolu geçmeseydi Kızıltoprak sessiz bir semt sayılabilirdi. Özellikle okulların kapalı olduğu zamanlarda sokaklarda çocukların gürültüsünden başka bir ses duyulmazdı. Fahrettin Kerim ve Bağdat caddeleri arasındaki bu semt, yetmişli yıllara kadar konakların, köşklerin ve bahçeli evlerin olduğu, dar sokaklarını karşılıklı ahşap köşklerin süslediği bir yerdi. Kent Sineması ve Öğretmen Evi olmasaydı belki de varlığı bile bilinmeyecekti.
Şehrin göç almasıyla birlikte burası metropolün bir parçası hâline geldi ve köşklerin yerini apartmanlar almaya başladı. 2001 yılına gelindiğinde burası iki okul, birkaç eski köşk, tarihi kıraathane ve Öğretmen Evi dışında eski günlerinden bir şeyin kalmadığı, İstanbul’un beton semtlerinden biri hâline gelmişti. Ama sükuneti hiç bozulmadı, hiçbir zaman bir evin olabileceğinden daha gürültülü olmadı.
Ancak bu sakin semt, ürkütücü bir sırra sahipti. Tren istasyonunun arka sokağında, beş numaradaki terk edilmiş evde gizliydi bu sır. Bu köşk, küçük, sessiz ve güzel bir evin karanlık ve soğuk mahzeni gibiydi.
Bu mahzenin korkunçluğundan haberdar olan birkaç kişi vardı ve bildiklerinin kendileriyle gömülmesi için ölecekleri günü bekliyorlardı. Bu evde olanları öğrendiklerinden beri, mezarlıktan geçerken şarkı söyler gibi bir hayat yaşıyorlar, korkularını gizleyip unutmaya çalışıyorlardı. Hayatları diğer insanlar gibi normal seyretse de zaman zaman mahzenden esen rüzgâra engel olamıyorlardı. Tıpkı 18 Haziran gecesi mahzenin kapılarının açılmasını engelleyemedikleri gibi…
Gülizar, o gece öldürülene kadar köşkün yanındaki apartmanın birinci katında yaşıyordu. Haftada yirmi milyon verdiği bakıcısı dışında kimsesi yoktu. Seksen üç yaşındaydı, hayatının son zamanlarında olsa bile ölümünün bir başkasının elinden olması bir felâketti. Hayatının sona ereceği günü büyük bir şevkle bekliyordu ama Ferruh’u elindeki bıçakla üstüne gelirken görünce dehşete kapıldı ve bu dehşet hissettiği son duygu oldu.
Gülizar’ın komşularından biri, Ferruh’un elinde maymuncukla apartman kapısını zorladığını görünce polisi aradı. Polislerin Gülizar’ı kurtarmak için yeterince zamanı olmasa da Ferruh’u yakalamak zor olmadı. Onu beş numaralı köşkün bahçe duvarına tırmanmaya çalışırken yakaladılar. Yakalandığında korku, heyecan, pişmanlık gibi duygulardan eser yoktu yüzünde. Yorucu bir iş gününden sonra evine dönmeye çalışan bir adamdan farksızdı.
Ferruh, Frigo satarak hayatını kazandığı Kent Sineması yıkıldıktan sonra parasız kaldı ve alkolün damarlarında onu delirtecek kadar dolaşmasına izin verdi. On bir yıl kaldığı Erenköy Akıl Hastanesi’nden taburcu olunca kalacak bir yeri olmadığı için tren istasyonunda çalışıyor ve kendisi için ayrılan depodan bozma bir odada kalıyordu. Ancak akli dengesinin yerinde olduğu söylenemezdi. Akıl hastanesinde geçirdiği yıllar onu agresifleştirmişti. Zaman zaman yolcularla sebepsiz yere tartışıyor, sinemanın yerine dikilen on katlı binanın kendisine ait olduğunu iddia ediyor ve bunu söyledikten sonra kendini yere atıp çığlıklar atıyordu.
Cinayet işlenmeden dört gün önce kaybolmuştu. Kalacak bir yeri ve ya onu kabul edecek bir akrabası yoktu, üstelik akıl hastanesine de dönmemişti. Sinir krizlerinden sonra gideceğini söyleyip dururdu ama gideceği yeri kimseye söylemezdi. Onun için endişelenmeleri sadece birkaç saat sürdü. Kalacak bir yeri olmadığı için geri dönecek ya da bu sinir krizlerini kendini öldürerek sonlandıracaktı.
Aklını yıllar önce yitirmiş olmasına ve saldırgan davranışlarına rağmen Gülizar’ı öldüreceğini kimse tahmin etmezdi.
Komiser Bülent, sorgu odasında karşısında oturan kâtil hakkında bunları biliyordu. Gülizar’ın parasına ve ya mücevherlerine dokunmamış, yakalandığında ise kaçmaya çalışmayıp teslim olmuştu.
Bülent, her cinayetin haklılığı olmasa da bir sebebi olduğunu düşünecek kadar uzun zamandır cinayet masasındaydı. Geçimini ölümlerle sağlamasına rağmen, kimsesiz ve yaşlı bir kadını görünürde hiçbir sebep olmadan öldüren bu adam tüylerini ürpertiyor ve onda inanılmaz bir tiksinti uyandırıyordu.
“Niye burada olduğunu biliyorsun değil mi?”
Ferruh başıyla onayladı ve yüzüne sinsi bir gülümseme takındı. Bu gülümseme, yüzünde patlayan bir tokatla karşılık buldu. Bu tokatla neredeyse dengesini kaybedip sandalyeden düşecekti ama ürkütücü soğukkanlılığı yüzünden silinmedi. Bülent, birkaç disiplin uyarısı aldığı için Ferruh’u fazla hırpalamamaya çalışsa da bu adamdan laf alabilmek için birkaç yönetmelik dışı davranışın işe yarayacağını düşünüyordu.
“Seni enseleyen çocuklara ‘Ödülümü almam için öldürmem lâzımdı’ demişsin. Neyin ödülü bu?”
“Anlatmamın mümkünâtı yok komiserim.”
“Neyin mümkünâtı yok ulan? Kadın seni doyurmuş sokakta yatarken. İstasyondaki işi, kalacak yeri o konuşmuş. Sırf sen sokakta kalma diye senelerdir konuşmadığı akrabalarını araya sokmuş. Böyle mi teşekkür ediyorsun lan? Neyin karşılığında öldürdün kadını? Biri para mı teklif etti sana? Anlat yoksa anandan doğduğuna pişman ederim seni!”
“Kimse para teklif etmedi komiserim. Para için de öldürmedim. Mücevherleri, parası gözümün önünde duruyordu elimi bile sürmedim. Bu hayatta yaşadığımın ötesinde bir şeyler var. Kapıyı açmam için Gülizar Hanım’ı öldürmem gerekiyordu.”
Bülent, derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Tabancasını çıkardı ve masanın üzerine koydu. Öfkeli bakışlarını Ferruh'un soğukkanlı yüzüne dikti.
“ Senin kapına bacana s*çarım it oğlu it! Tedavi raporların, görüşme tutanakların bokun püsürün ne varsa baktım, iyileşmişsin. Kafan zehir gibi çalışıyor. Senin gibi zilyon tane adam geçti elimden, yüzüne bakınca ne mal olduğunu anlıyorum, bana deli ayağı yapma!”
Cevap vermedi. Gözlerini Bülent’in öfkeli yüzüne dikip ürkütücü soğukkanlılığını takınmakla yetirdi. Kendisine karşı yüksek sesle konuşulduğunda bile sinir krizleri geçiren bu adamın tavırları oldukça ürkütücüydü. Üstelik bu sessizliği korkudan kaynaklanmıyordu.
“Anlaşıldı konuşacağın yok senin! Şimdilik gidiyorum, dönünce seni öttüreceğim it herif!”
Masanın üstündeki tabancasını aldı ve sorgu odasını terk etti. Acemilik yıllarından beri metanetini bu kadar kaybetmemişti. Çözmesi gereken bir şey yoktu, elinde suçüstü yakalanmış ve yaptığını reddetmeyen bir kâtil vardı. Sadece cinayet nedenini öğrenmeye çalışıyordu ve kâtilin soğukkanlılığı karşısında kendininkini yitirmişti. Onun karşısında öfkelenip zayıf görünmemek için biraz ara vermesi gerektiğini düşünüyordu.
Ofisine gitti ve masanın üzerindeki telefon defterinden Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin numarasını çevirdi. Karısının ve çocuklarının fotoğrafının olduğu çerçeveyi kapattı, böyle kötü bir zamanda onlara bakmak istemiyordu. Telefon dört kez çaldıktan sonra bağlandı. Bülent, birkaç dakika sekreterle ve başhekimle konuştuktan sonra Ferruh’un doktorlarından Dr. Şemsettin Güven’e ulaştı. Ahizedeki ses oldukça yaşlıydı.
“Şemsettin Bey ben cinayet masasından baş komiser Bülent Dinçer. Müsait misiniz?”
“Tabi komiserim müsaidim buyurun.”
“Eski hastanız Ferruh Tunçbilek bir cinayet işledi haberiniz var mı?”
“Maalesef… Sabah haberlerinde izledim. Açıkçası tahmin etmezdim böyle bir şeyi.”
“Tahmin etmek işiniz değil mi doktor bey! Adamın ruh sağlığının yerinde olduğuna dair heyet raporu var! Heyetin başında da siz varsınız! Demin sorgusundaydım, hâli hareketi yerinde değil! Dün gece bir kadını öldürdü, hayatının geri kalanını hapiste geçirecek ve felâket soğukkanlı adam. Ben de psikoloji eğitimi aldım, bu adamı ruh sağlığı yerinde değil. Nasıl karar verdiniz iyileştiğine?”
“Komiser bey, takdir edersiniz ki uzun incelemeler neticesinde karar alıyoruz. Kendisi son iki senedir düzelme gösteriyordu. Agresif davranışları, sanrıları, krizleri olmuyordu eskisi gibi. Esasında taburcu edilmesinden altı ay önce tamamen iyileştiğine kanaat getirdim ancak meseleyi riske atmamak için altı ay daha gözetim altında tuttum. Sadece ben değil, sekiz hekim teste tabii tuttu kendisini ve iyileştiğine kanaat getirdi. Ne yazık ki bu cinayeti işleyeceğini tahmin edemedik.”
“Sanrıları neydi Şemsettin Bey? Halüsinasyon mu görüyordu?”
“Evet. Halüsinasyonlar, gaipten sesler… İlk geldiğinde hayal ile gerçeği ayırt edemez hâldeydi.”
“Ne tür sanrılardı bunlar? Neden bahsediyordu?”
“Her gece siyah bir martının penceresine konduğunu ve kendisine bir şeyler söylediğini görüyordu. Hasta bakıcılar onu pencereye konuşurken görmüşler. Sorduğumuzda ise bu gördüklerini bizim anlayamayacağımızı, bir kapının açılacağını söylüyordu. Bu kapı açıldığında hayatını yeniden yaşamaya başlayacağını ve bir insanın elde edebileceklerinden fazlasına sahip olacağını söylüyordu. Gerek ilaçlarla, gerek konuşma seanslarıyla bu halüsinasyonları görmemeye başladı. Daha sonra…”
Şemsettin telefonun diğer ucunda ağdalı bir dille konuşmaya devam ederken Ertan, Bülent’in ofisine telaşlı bir şekilde daldı. Yüzü kızarmıştı, derin nefesler alıyor ve Bülent’in yüzüne büyük bir telaşla bakıyordu. Bülent “Bir dakika doktor bey” dedi ve ahizeyi eliyle kapattı.
“Ne oldu Ertan?”
“Amirim sorguladığınız şüpheli…”
“Ferruh mu?”
“Evet amirim.”
“Eee ne olmuş ona?”
“Kendini öldürmüş. Jiletle bileğini ve şah damarını kesmiş.”
Bülent, telefonu Şemsettin’in yüzüne kapatarak sorgu odasına koştu. Açılan kapılardan ve yaşayacağı yeni hayattan bahseden bir adamın kendini öldürmüş olması ona normal gelmiyordu. Bütün karakol, sorgu odasının başında toplanmıştı. Meraklı kalabalığı yararak içeri girdi.
Girdiğinde, Ferruh’un bedeni masada kanlar içinde yatıyordu. Ölmeden önce yaptığı son şey masaya kendi kanıyla “Kapı açıldı” yazmak olmuştu.