Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - darrel standing

Sayfa: 1 [2] 3 4
16
Kurgu İskelesi / Eşik
« : 19 Temmuz 2014, 23:00:19 »
  Albay’ın evinden kimsenin duymadığı mahşervari bir kadın çığlığı yükseliyordu. Apartmanın mermer duvarlarına ve dönemeçli merdivenlerine çarparak büyüyen bu korkunç çığlık, binanın koridorlarında ancak sessizliğin uğultusu kadar sesli olabiliyordu. Sese kulak veren birisi Sude’nin yüzünde patlayan tokatların acısını yaşayabilirdi ve bu ses kulaktan kulağa yankılanıp yeryüzüne yayılmış olsaydı tabiat utancından kendi varlığına son verebilirdi.


 Oysa Tekin Albay bile neredeyse kulaklarının derinliklerindeki tiz sesi duyuracak bu çığlıklar karşısında oldukça soğukkanlıydı. Avuçlarındaki acıyı hissettikçe Sude’nin morarmış yanaklarına daha sert vuruyordu ve adam öldürme mesleğinin profesyonelliğini kanıtlamak istercesine soğukkanlı davranıyordu. Karşısındaki kadının çığlıklarına karşı koruduğu bu soğukkanlılık ve ifadesiz yüz ona zevk veriyor, büfenin üstündeki aynaya tesadüf edip bütün mimiklerini kaybetmiş gibi görünen yüzünü gördükçe garip bir mutluluk duyuyordu.
 Pantolonundaki kemeri çıkarıp Sude’nin vücuduna indirebilmek için havaya kaldırdığında, vücudunda salgılanan andrenalini hissedebiliyordu. Sude bağırmaktan tükenmiş bir vaziyette, masanın ayaklarından birine yaslanmış ağlıyor ve Tekin’in yüzüne yalvaran gözlerle bakıyordu. Onun gözlerine baktığında yaşanmamış, hibe edilmiş bir hayat görüyordu. Tekin’in namlusunu alnında hissetmekten korktuğu için boşanmanın bahsini etmeye dahi cesaret edememişti ancak son günlerde alnını delip hibe edilmiş hayatına son verecek bir kurşunun düşüncesi bile onu sabırsızlandırıyordu.
 Tekin, kemeri taşıyan kolunu bir zafer anıtı gibi göğe kaldırdığında kapı çaldı. Duyulan zil sesi, İbrahim’in oğlu kurban edilmesin diye indirilen koyun gibi bir jestiydi kaderin. Tekin, zil sesini duyduğunda bir uykudan uyanmış gibi kendine geldi ve vücudundaki dayanılmaz yorgunluğu hissetti. Bu ani krizleri ordudan erken emekli edilmesine sebep olmuştu. Sude’nin morluklar ve gözyaşları içinde yerde kıvranan bedenini görünce tarifi imkânsız bir pişmanlık duydu ve birkaç saniyeliğine kendini asmayı düşünüp avizenin elindeki kayışta sallanan bedenini taşıyıp taşıyamayacağını hesaplamaya çalıştı. Elli metre ötedeki minibüs yolundan geçen arabaların gürültüsü hafifçe yankılanırken zil bir kez daha çaldı ve Tekin üstlerinden bir komut almış gibi ciddiyetle yürüyerek kapıyı açtı.


“Rahatsız ediyorum Tekin Bey, vaktiniz var mı?”
Tekin, başını hafifçe salllayarak onayladı. “Niye vuruyorsun oğlum kardeşine? Delirtecek misin sen beni?” diye bağıran bir ses apartmanın dönemeçli merdivenlerinden yükselip kulaklarında yankılanırken Turgut’un niye kapısını çaldığını tahmin etmesi zor olmadı.
“Mâlumunuz apartman eski olduğu için ses yalıtımı yok. Duvarlar da çok ince, bir daireden hapşırılsa ötekinden duyuluyor. Dünkü toplantıda ses yalıtımı yaptırmaya karar verdik ama siz meşguldunuz sanırım. Kanunen bütün kat mâliklerinin onaylaması gerekiyor. Mahsuru yoksa şuraya bir imza atabilir misiniz?”
 Tekin, Tuğrul’un uzattığı kalemi aldı ve kağıdı imzaladı. Tuğrul, yalıtım sorunundan bahsederken, üstündeki dairede yaşayan Nermin’in, sabahın beşinde çalan alarmından ne kadar rahatsız olduğunu hatırladı ve bundan kurtulacağını düşünerek mutlu oldu.
 “Bir de kızmazsanız, oğlumun yarın sınavı var da çalışması gerekiyormuş, sesten kötü etkileniyor, biraz sessiz olabilirseniz...”
Tekin “Tamam, tamam olurum!” diyerek kapıyı Tuğrul’un yüzüne çarptı. “Sude sessiz ol biraz komşular rahatsız oluyormuş!” cümlesi koridorda yankılanırken Tuğrul bir sorun yaşamamış olmanın rahatlığıyla merdivenlerden yukarı doğru çıkıyordu.


 Nermin, sokağa bakan mutfağının balkonunda alt kattan gelen sesleri işitirken, sesin rahatsız ediciliği dışında bir şeyin dikkatinde değildi. Sude’nin çığlıkları sokağın ve caddenin gürültüsü ve kahve yapmak için çalıştırdığı ketılın sesiyle karışıp, ellerinin arasında tuttuğu başına akciğerlerindeki tümör kadar rahatsızlık veren uğultulu bir ağrıya dönüşüyordu.
 Elleri balkonun soğuk demirlerine değdiğinde, demirin ve hafiften esen rüzgârın soğuğunu kemoterapinin hassaslaştırdığı bedeninde olanca varlığıyla hissetti. Yarın sabah hangi peruğu takacağı ve ofisinin yakınlarında çalışan eski sevgilisini nasıl görmezden geleceği arasında bir şeyler düşünürken, gözlerinden süzülen bir yaşın yanaklarını yakarak yüzünde dolaştığını hissetti.
 Kapının çalması ketıldaki suyun ısınmasıyla aynı saniyelere denk geldi. Kemoterapiye başladığından beri duvarındaki saatin tik-taklarından bile rahatsız olacak kadar hassas bir duyum eşiğine sahipti. İçerideki dağınıklığın görünmemesi için kapıyı kapıyı hafifçe araladı ve bedenini bu boşluğa yerleştirdi. Tuğrul’un elinde kağıtlarla beklediğini görünce morali bozuldu, ne için geldiğini tahmin etmek zor değildi.
“Nasılsınız Nermin hanım? İyileştiniz mi biraz?”
“İyiyim iyiyim. Geçen hafta kemoterapiye girdim o çok yordu ama iyileşeceğim sanırım.”
“İnşallah inşallah... Sizi aidat meselesi için rahatsız ediyorum, böyle bir zamanda gelmem uygun değil belki ama dört aidatınız birikmiş. Bunları ne zaman ödeyebilirsiniz?”
“Tedaviden ötürü pek ödeyemedim. Ama bir sonraki maaş günü ödemeye çalışacağım.”
“Ben o zaman buraya not alıyorum ayın biri diye. Geçmiş olsun tekrar.”
  Nermin, kapıyı Tuğrul’un ardından hızlıca kapattı. Bir şeylere öfkelendiği ve öfkesini dile getiremediği zamanlarda kapıları çarparak onların seslerini öfke çığlıkları gibi kullanırdı.  Göz yaşlarına engel olmaya çalışarak mutfağa yürüdü ve kendine bir kahve doldurdu. Doktoru kahve içmemesi gerektiğini söylemişti ama Nermin sigarasızlığını başka bir şeyle bastıramıyordu.
 Onu biraz güldüreceğini düşünerek bir sit-com dizisi açtı ve elindeki kahve fincanıyla televizyonun karşısındaki kanepeye kuruldu. Gülümseyebilmek için dizideki gülme efektlerini beklerken gözlerinin ağırlaştığını ve vücuduna ani bir halsizlik çöktüğünü hissetti. Telefonundaki alarmın kurulu olmasının verdiği rahatlıkla gözlerini kapatırken sehpanın üstündeki kumandaya ulaşamayacak kadar yorgun hissediyordu.
 Rüyasında sadece sesler ve renkler vardı. Kafasındaki bütün nesneler, hatıralar ve kavramlar soyutlatmıştı. Kemoterapi aletlerinin ve hastane koridorlarının yerini beyaz ve gri ışıklar, geri kalan hayatının yerini ise boğucu bir uğultu alıyordu düşlerinde. Bazen hakikatin bu soyutlukta olduğunu düşünürdü. Belki de insanoğlu tabiatın çıplaklığına tahammül edemediği için gördüğü renkleri ve uğultuları şekillere dönüşmüştü ve yaratılan bütün şekiller ölüme yaklaşırken eriyip birer kütle hâlini alacaktı.


 Kırmızı ve mavi ışıkların, televizyonun aydınlattığı duvarda yansıdığını fark ederek uyandı. Eklem ağrıları içinde yattığı kanepeden doğrulduğunda duvardaki saat 05.32’yi gösteriyordu. İşe yetişebilmek için uyanması gereken saatten bir buçuk saat önce uyandığı ve uyuması gereken bir buçuk saat boyunca uyuyamayacağı için canı sıkıldı. Ürkek adımlarla balkona yürüdü. Terliklerini giymeyi ancak ayakları mermerin soğuğunu hissettiğinde akıl edebildi. Sokaktan bir insan kalabalığının sesi yükseliyordu. Apartman kapısının girişine bir polis minibüsü park etmişti. Onun arkasında bir ambulans ve resmi birine ait olduğu anlaşılan siyah bir araba vardı. Bir televizyon muhabiri kameramana heyecanlı bir şeyler anlatıyor, polisler ve ambulans görevlileri oradan oraya koştururken üstünde Olay Yeri İnceleme üniforması olan birkaç polis savcıyla konuşuyordu.
 Tekin’in bir sedyeye yüklenmiş cansız bedeni ambulansa taşınırken alnında bir kurşun deliği vardı. Nermin bunu görünce birden ürperdi. Onu üzen ve ürperten Tekin’in ölümü değil, ölümün kendisiydi. Bir sonraki Mart’ın on beşinde otuz yaşına girecekti ancak o günü görebileceğinden emin olamamak onu korkutuyordu. Tekin’in dört kat aşağıdaki cansız bedeninden ölüm sırıtıyordu ona ve bir gün uğrayacağını hatırlatıyordu.
 Sude, birkaç dakika sonra kollarına giren iki polisle birlikte apartmanın kapısından çıktı. Elleri kelepçeliydi ve polis arabasına bindirilirken kahkaha atıyordu. Etraftaki herkes onun aklını yitirdiğini düşünüyor, Sude onların bakışlarından bu düşüncelerini fark ettikçe kahkahalarını yükseltiyordu. Hiç kimse saatlerdir namluyu kendi kafasıyla Tekin’in alnı arasında dolaştırdığından ve kendini öldürecekken son anda vazgeçip, kendini intikam üzerine var etmenin kararıyla Tekin’i öldürdüğünü bilmiyordu. Hiçbir zaman anlayamayacaklardı, çünkü Sude yıllardır yaşadığı acıları birkaç dakika içinde zevke dönüştürmüştü. Elleri kelepçelenip belki de hayatının geri kalanını geçireceği duvarların arasına hapsedilmeye götürülürken hiçbir mutsuzluk hissetmiyordu, çünkü o artık bu dünyadaki varlığını yitirmişti. Zevk almak yerine varlığını zevkin bizzat kendisi hâline getirmeyi başarmıştı.

 
 Nermin, bir buçuk saat sonra, dökülen saçlarına benzeyen kahverengi peruğunu taktı ve medeniyetin eski bir geleneğini devam ettirip yokmuş gibi davranarak metrobüse doğru yürümeye başladı. Polis bariyerleri hâlâ sokaktaydı, az ilerideki Fikirtepe’de inşaat gürültüleri başlamıştı. Sude’nin kahkahaları hâlâ beyninde yankılanıyordu. Beynindeki ve kulaklarındaki sesleri hâlâ ayırt edebildiği için kendini şanslı hissetti.
 Metrobüs Boğaz Köprüsü’nden geçerken, eskiden hayranlıkla baktığı boğaz manzarasına göz attı ve bu görüntü karşısında artık bir şey hissedemediği için üzüntü duydu. Denize karşı sevgisini ve hayranlığını yitirmişti. Dünyanın hiçbir yerinde eşine rastlanmayacak bir manzaranın, her santimi şiirlerle işlenmiş kadar güzel bir şehrin basit bir dekora dönüşmesi bilincini derinden yaralıyor ve bütün hissiyatını kaybedecekmiş gibi bir düşünceye kapılmasına neden oluyordu.
 Metrobüs, kaza yapmış bir otomobilin yanından hızla geçerken Nermin, elleri ve göğsü kanlar içinde kalmış bir adamın çığlığıyla irkildi. Kafasını hissizleşmenin hüznünden, koridorun diğer tarafındaki camlara çevirdiğinde neredeyse demir yığınına dönmüş bir arabayı gördü. Orta yaşlı bir adam arabanın şoför koltuğunda, yüzü kanlar içinde yatıyordu. Başı direksiyonun üstüne düşmüştü ve ne olduğunu anlamayan baygın gözlerle etrafa bakıyordu. Arabanın yanındaki genç adamın çığlığı neredeyse bütün sesleri bastırıp Nermin’in kulaklarında çınladı. Nermin, metrobüsün hızıyla sadece beş saniye görebildiği bu adamın acılı gözlerle kendisine baktığını düşündü bir an. Kendisi dışında herkesin duyumunu yitirdiğini ve köprünün ortasında can havliyle bağıran bu adamın onu duyumunu yitirmeden uyarmak için çığlıklar attığını düşündü. Sonra Sude’nin çığlıkları ve kahkahaları başladı yine. Karşısındaki koltukta oturan adamın kulaklığından gelen tekdüze müzik sesini işitip gerçekliğe dönmeseydi bu çığlıklar içinde kaybolacaktı.

 Metrobüsten Mecidiyeköy durağında indi ve Halaskargazi’deki iş yerine kadar yürüyecek gücünün olmadığını düşünüp bir taksi tuttu. Yeterince para kazanıyor olmasına rağmen taksi onun için hâlâ bir lükstü. Arkadaşlarıyla barlara gidip son otobüs saatini kaçırmanın şımarıklığını yaşadığı üniversite yıllarını hatırlatırdı ona taksiler. Hayatının geri kalanını çalışarak geçireceğini bildiği için üniversite yıllarında bütün maddi sıkıntılarına rağmen çalışmamıştı. Duyumunu kaybetmeden, acı içinde bağıran bir kadının gürültüsünden rahatsız olmadan önceki son yıllarıydı. Taksiyle giderken öğrencilik yıllarını geride bırakmış olmanın hüznünü yaşadı ve ofisin önüne geldiğinde bu aracı eski bir dostuyla vedalaşır gibi terk etti.

 Folias de Espagnola, ofis klimasının yapay sıcaklığı eşliğinde, duvarlarda yankılanıyordu. Ceren Hanım, klasik müziğin iş verimini arttırdığıyla ilgili bir makale okuduğundan beri ofiste klasik müzik radyosu çalınırdı. Faks makinelerinin ve klavyelerin sesi tarafından bastırılmasaydı, müziğin güzelliğinden bahsedilebilirdi.
 İş arkadaşlarının yapmacık merhamet ve sevgi gösterileri içinde masasına oturdu. Onlara yapmacık bir gülümsemeyle karşılık verdi. Kanser olduğundan beri diğerlerinden erken çıkıyor ve daha az yorucu işler yapmasına müsaade ediliyordu. Ceren Hanım’ın iki düşman ülke arasında örülen bir duvarı anlatan yüzünde bile yapmacık bir gülümseme oluşuyordu Nermin’i gördüğünde. Onların bu davranışlarını gördüğünde ofis kapısının önünde duran yangın baltasını alıp hepsini öldürmeyi, ofisi darmadağın etmeyi ve avazı çıktığı kadar bağırdıktan sonra ateşe vermeyi kuruyordu. Bu düşünce beyninden geçtikçe kollarında ve bacaklarında bir karıncalanma hissediyor, bir anlığına kendini kaybedip düşündüklerini gerçekleştirmekten korkuyordu.
“Sizin yüzünüzden kanser oldum!” diye bir bağırtı takıldı boğazına “O boktan Nevizade fasıllarınıza gelmediğim için, sizinle konuşmak istemediğim, iş dışında bir şey için muhatap olmak istemediğim için benimle uğraştınız! Her gün uğraştınız benimle! Durup durup laf soktunuz, çekmecelerimi karıştırdınız, arkamdan konuştunuz, sizin şikâyetleriniz yüzünden patrondan azar yerken film izler gibi zevkle izlediniz! Benim bütün amacım iş dışında kalan hayatımı yaşayabilmek için para kazanmaktı ama bütün günüm sizin boktan davranışlarınızı düşünerek, moral bozarak, ağlayarak geçti! Yaşattığınız stres yüzünden kanser oldum şimdi de karşıma geçmiş yavşak yavşak merhamet gösteriyorsunuz! Pislikler! Merhametiniz sizin olsun! Eğer yaşamamdan umut kesilirse hepinizi öldüreceğim!”

 Aklından geçenlerin öfkesiyle nefesleri sıklaştı ve göz kapaklarıyla ensesi arasında dayanılmaz bir ağrı gezinmeye başladı. İş arkadaşlarının yüzlerine baktıkça bu öfkeyi tekrar hissedeceğini düşünerek, işlerini bir an önce bitirip gitmek için bilgisayarını açtı. Kendini işe verebildiği ve iş saatlerini uyku gibi çabukça geçirebildiği için şanslı hissediyordu. Ofis masasının başına oturduğunda, eve gittiğinde izleyeceği bir filmi ya da okuyacağı bir kitabı düşünerek kendini motive ederdi. Eğer kendini övme şımarıklığını gösterecek olsaydı bununla övünürdü.

 İş arkadaşlarıyla muhatap olmamasının sebebi, yaşamak için katlandığı zorunluluğu özel hayatına taşımak  istememesiydi. Oysa bugünlerde zorunluluğun kendisini ölüme yolcu ettiğini hissediyordu.
  Kahvenin keskin tadı genzinde canlanınca gözlerinin bulanıklaştığını ve vücuduna ağır bir halsizliğin çöktüğünü fark etti. Vücudunu ve zihnini canlı tutabilmek için bu sıralar kendisine yasakladığı kahveye ihtiyaç duyuyordu. Elini caddenin karşısındaki Starbucks’tan bir filtre kahve söylemek için telefonuna götürdüğünde doktorunun “Kahve tüketmek sana ciddi zarar verir” diyen kaygılı yüzü gözlerinin önüne geldi ve beynindeki iş yorgunluğunu biraz dağıtabilmek için başka şeylerle uğraşması gerektiğini düşündü.

 Facebook sayfasında gezinirken, NASA’nın kaydettiği gezegen sesleriyle ilgili bir habere rastladı. Gezegenlerin ve uydularının hareket ederken çıkardıkları seslerden bahsediliyordu, NASA uzun yıllar boyunca uğraşarak bu hareketlerin yarattığı titreşimleri kaydetmiş ve seslere dönüştürmüştü. Bu sesler insan kulağının duyamayacağı aralıklardadır ve eğer insanlar bu sesleri duyabilselerdi yaşamlarını sürdürmeleri bile bir mucize olacaktı.
 Etrafındaki kimsenin ona bakmadığından emin olduktan sonra çantasındaki kulaklığı çıkardı bilgisayara taktı. Birkaç dakikalığına müzik dinleyecek olsa bile patrona şikâyet edildiği için yaptığı her şeyde etrafı kolaçan ederdi. Voice Of Earth yazılı videoyu oynattı ve kendini üstünde yaşadığı gezegenin ürkütücü sesine verdi.
 Bir kâtil arı kolonisinin şiddetli bir fırtınanın ıslığında ilerlerken çıkardığı ses, Fahrettin Kerim Gökay Caddesi’nin hiç bitmeyen trafiğinin uğultusuyla birleşiyor gibiydi. Sonra buna düşmekte olan bir uçağın havada şeritler çizerek çıkardığı ses eklendi. Radyonun hiç bir kanalı çekmediği zaman çıkardığı cızırtılara benzeyen gürültü, sesi katlanılmaz kılıyordu. Nermin, canlandırılması bile felâket olan bu ses duyum eşikleri arasında olmadığı için sevinirken tiz bir kadın çığlığına benzeyen bir ses bu şiddetli uğultunun arasından yükseldi. Uğultunun derinliklerinden gelen bu çığlık, yeryüzündeki bütün korkuyu ve acıyı tek başına taşıyan bir canlıdan geliyor gibiydi.

  Dinlerken gözlerinin kapandığını fark etmedi. Monitörün ışığıyla aydınlanan gözkapağı karanlığında imgeler belirmeye başladı. Bir kadın, yıkık dökük bir şehirde tiz sesiyle çığlıklar atıyordu. Arabalar ve uçaklar birbirine çarparak ilerliyor, bulutları bile yerinden oynatacak şiddette bir rüzgar esiyor, böcek kolonileri etrafta dolaşıyor ve kadın çığlıklar atıyordu. Çığlıklarıyla ürperdiği bu kadının yüzünü canlandırdıkça, Sude’nin çığlıklarını duydu. Alt katından gelen ürpertici çığlıklar bilincinin içinde, yaşadığı gezegenin rutin işleyişinde gizlenen korkunç gürültüdeydi. Bu çığlıklar kahkahalara dönüştüğünde Tekin’in kurşun delikleri içindeki bedeni fırtınada sürükleniyor, vücudundaki deliklerden akan kan havada böcek kolonilerine dönüşüp Beelzebulb’un lanetini andıran bir vızıltıyla dolaşıyorlardı.

  Kendisini çağıran sesleri duyduğunda, bunların bilincinin dışından geldiğini anlaması zor oldu. Bilincinde şahit olduğu kıyametten gözlerini araladığında kafası Fuat’ın kollarına yığılmıştı ve Ceren telaşlı gözlerle ona bakıyordu.
 
Gözleri ve bilinci Şişli Etfal Hastanesi’nde açıldı. Dünyanın dönerken çıkardığı ses hâlâ kulaklarındaydı. Pencereden içeri giren hafif bir rüzgârı dinleyerek, orman patikasından Oz Büyücüsü’ne ulaşır gibi ulaştı bu sese. Az ilerideki caddeden gelen trafik uğultusunu işitti. Artık korna seslerini seçebiliyordu. Hastane koridorlarından gelen uğultudaki sesleri seçebildiğinde kattaki birinin öldüğünü öğrendi. Genç bir adam ölen annesi için feryatlar koparırken, kaldığı odanın önünden temizlik arabasının geçişi duyuluyordu. Odadaki saatin tik takları bütün bu uğultudan bağımsızdı. Kriz geçiren bir hastaya yetişmek için kapının önünden koşarak geçen doktorların telaşlı ayak sesleri, koridorun karşı tarafındaki birkaç lise öğrencisinin derslerinden kaçabilmek için rapor alma planlarıyla ilgili konuşmalarına karışıyordu.
 Genç bir hemşire odaya girip gülümseyerek “Bir şeyiniz yok” dediğinde Nermin dünyanın korkunç gürültüsüne dahil olduğunu anladı. Bu gürültü duyum eşiğinin dışındaydı. Gezegenin rutin işleyişi kadar, insanların yeryüzünde kurduğu yaşamın işleyişi de korkunçtu. Sude’nin çığlıkları, kahkahaları ve sabahın alacakaranlığında sokakta biriken cinayet kalabalığının sesi bu işleyişin rutin gürültüsünü oluşturan seslerdi. Silah sesleri, trafiğin uğultuları, inşaat gürültüleri, acı çığlıkları, polis sirenleri, insan kulağının duyup zihninin işitmek istemediği bütün sesler bu gürültünün parçasıydı.

 İnsan dünyanın ve diğer gezegenlerin seslerini işitseydi aklını ve belki de yaşama yetisini yitirirdi. Bu yüzden dünyanın sesi duyum eşiğinin dışındaydı. Yaşayabilmek için içinde bulunduğu hayatın korkunç seslerini de duyum eşiğinin dışında bırakmak zorunda kalmış, duyarsızlaşmıştı.

Sude, bir akıl hastanesi koridorunun rutininde kahkahalarına devam ediyordu...

17
Kurgu İskelesi / Ynt: Siyah Martı (4.Bölüm Eklendi)
« : 10 Mayıs 2014, 23:45:58 »
Etrafını saran kalabalığı ancak Kilise meydanındaki bir banka çöktüğünde fark edebildi. Dizlerinde kalabalıkların arasında geçirdiği saatlerin yorgunluğunu taşıyordu. Yalnız kaldığında düşünüp işittiklerinden kaçmak için şehrin gürültüsüne acizce ihtiyaç duyuyor ve Zehra işten dönene kadar bütün zamanını bu gürültüyü duyabileceği yerlerde geçiriyordu.

 Vücudunda ani bir soğukluk hissettiğinde kalabalıkların onu korumadığını anladı. Kaçacak bir yeri olmamanın çaresizliğiyle kendini öldürmek istedi bir an. Daha önce intiharı düşündüğünde aklına sevdikleri gelir ve vazgeçerdi. Şimdi ise onu hayatta tutan tek şey ölüm sonrasının belirsizliğiydi.

 Bir fırtına soğukluğu bedenine vururken, kollarını ovuşturarak kendini korumaya çalışıyordu. Genç bir kadın yanına oturmuş onu sakinleştirmeye çalışıyor, az ileride orta yaşlı bir adam uyuşturucunun zararları üzerine nutuklar atıyordu. İnsanların seslerini işitse de kelimelerini zorlukla seçebiliyordu.

 Duyduğu sesler bulanıklaşmaya başladıkça başında öncekinden daha kötü bir ağrı hissetti. Etraftakilerin konuşmaları önce bulanık ve anlamsız seslere sonra bilmediği kelimelere dönüşüyordu.

 Kelimeler kafasında yankılandıkça başı ondan kurtulmak isteyeceği kadar ağrıyordu. Kafasını koparmak istermiş gibi ellerinin arasında sıkıştırırken, hissettiği acının ellerinden geldiğini anlamayacak kadar kendinden geçmişti.

Kendine geldiğinde etrafında hiç kimse kalmamıştı. Birkaç dakika önce kendisiyle baş başa kalmamak için sığındığı kalabalığın doldurduğu yerlerde canlı namına hiçbir şey yoktu.
 Ayağa kalktı ve Rıhtım’a doğru korku içinde yürümeye başladı. Gökyüzü hızlıca kararıyor ve neredeyse bütün binaları yerinden sökecek güçte bir rüzgâr esiyordu. Kilisenin duvarlarından ve timsah heykellerinden yerlere damlayan siyah sıvıyı görünce daha hızlı yürümeye başladı. Nereye gittiğini ve ne yapacağını bilmiyordu, bildiği tek şey neden kaçtığıydı.

 Siyah Martı’nın ötüşlerini duydukça saklanacak bir yer arıyor, sonra saklanamayacağını bilmenin çaresizliğiyle kaçmaya devam ediyordu. Duman, bir sis bulutu gibi her yere yayılmış, şehir ve deniz bu siyah örtüyle neredeyse görünmez olmuştu.
 Duyduğu ani bir çığlıkla ürperdi. Dolores, kilisenin duvarlarının dibinde yerde yatıyor, göğüslerine konup boğazını deşen Siyah Martı’dan kurtulmak için çırpınıyordu. Martı’nın gagasındaki et ve kan parçalarını etrafa savrulurken var gücüyle kurtulmak için çabalıyordu. Gözlerinin olması gereken yerde içinden kan ve duman fışkıran iki boşluk vardı. Üstündeki eski elbise kana bulanmıştı.

 Yüzleri birer ölü gibi beyaz ve solgun üç çocuk vardı Dolores’in etrafında. Onun acılar içindeki çırpınışlarını büyük bir zevkle izliyorlardı. Yüzlerindeki gülümseme Dolores’in ızdırap çığlıklarından daha korkutucuydu.
 Dolores’in çırpınışları durduğunda Martı kanatları çırpıp kahkaha atarcasına ötmeye başladı. Çocuklar kafalarını yerde kanlar içinde yatan bedenden kaldırıp Bora’ya çevirdiler. Yüzleri yara içindeydi ve gözbebekleri yoktu. Üstlerinde otuzlu yılların kıyafetleri vardı ve yüzlerindeki ifade bir çocuğun sahip olamayacağı korkunçluğu taşıyordu.

 Martı, kilisenin çanının üzerinde daireler çizerek uçmaya başladı. Uçtukça rüzgâr sesine benzer bir gürültü etrafı kaplıyor ve dumanlar bütün gökkubbeyi kaplayacakmış gibi yükseliyordu. Çocuklar, cesedi çiğneyip Bora’ya doğru yürümeye başladılar.

 “Glavros mavro klopta onira sas / Sas skipnai mia alli zoi otan kimaste”
 Bora, çocukların ağzından bir cehennem kalabalığının çığlıkları gibi dökülen bu kelimeleri duydukça dizlerinin katılaştığını ve canını yakan bir şeyin damarlarında dolaştığını hissediyordu. Kaçmayı denese de bacaklarını hareket ettiremiyordu. Bir oyun oynar gibi ağır adımlarla üstüne gelen çocukları gördükçe kendini Dolores’in cansız bedeni kadar çaresiz hissetti.

 Evin önündeki yaşlı köpeğin öfkeyle kendisine bakıp hırladığını ve saldırmak için hazırlandığını fark ettiğinde, boğazındaki bütün damarları acıtacak kadar gür bir çığlık kopardı.

“Tamam tamam, sakin ol! Şimdi yetişeceğiz hastaneye.”
 Gözlerini bir ambulansta açtı. Ambulans görevlisi onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştıysa da, gördüklerinin bir kâbus olduğunu düşünüp rahatlayamayacağının farkındaydı.

 Zehra, Haydarpaşa Numune’nin koridorlarında koşarken büyük bir korku hissediyordu. Kafeden çıkarken önlüğü üzerinde unutacak kadar telaşlıydı. Acil Servis’in önünde korkuyla bekleyen insanları gördükçe kendini daha kötü hissediyordu. Hastanelerden çocukluğundan beri hoşlanmazdı. Sedyeyle oradan oraya taşınan insanları, babasının ölüm haberini alıp kendini yerlere atan kadını ve kapının önünde bekleyen insanların korkusunu gördükçe Bora’nın hayatından daha çok endişe ediyordu.

 Telefonu çaldı. Arayan Erdinç’ti. Kendini sakinleştirene ve ağlamaklı sesini kontrol edebileceğini düşünene kadar açmadı telefonu. Ağlamak için daha önce duymadığı bir arzu duyuyordu ama bunun Bora’nın ailesini daha çok endişelendireceğinden korkuyordu.
“Efendim Erdinç Abi.”
“Kızım Bora nasıl? Hastaneye kaldırılmış, annesini aramışlar kadın harap oldu.”
“Beni de aradılar, şimdi geldim hastaneye. Bilmiyorum hâlâ içeride. Sabah gördüm bir şeyi yoktu, sokağın ortasında bayılmış.”
“Biliyorum kızım biliyorum söylediler… Biz gitmeden önce de baygınlık geçirdi. Zehra, senden bir konuda söz istiyorum.”
“Tabi ki!”
“Bora bugüne kadar sana söylememiş olabilir ama on üç yaşındayken psikolojik tedavi gördü. Garip davranıyordu, rüyayla gerçeği karıştırıyordu, biraz tedavi gördükten sonra düzeldi. Yine böyle bayılmıştı o zaman. Büyük ihtimalle o sorunu nüksetti. Biz bir-iki güne döneceğiz, Bora’nın tekrar tedaviye başlaması gerekiyor. Ama ikna etmemiz zor olacak. Sen de ikna etmeye çalış, bizi dinlemez ama seni dinler.”
“Tamam, haklısınız ikna etmeye çalışacağım.”
“Tamam kızım. Hadi kapatıyorum şimdilik haber ver duruma göre.”

 Telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra doktorun “Bora Gürpınar’ın yakını var mı?” diye bağırdığını duydu ve büyük bir heyecanla yanına koştu.
“Endişelenecek bir şey yok” dedi Doktor elindeki kâğıtlara göz gezdirerek “Daha doğrusu fiziksel bir şey bulamadık. Daha önce aynı sebepten hastaneye kaldırılmış. Psikolojik bir şey tetikliyor. Bunu söylemek zorundayım; kendisi ancak uyuşturucu kullanan birinin göstereceği tepkiler veriyor ve böyle bir şey kullandığına dair bir ize rastlamadık. Bizim yapabileceğimiz pek bir şey yok, birkaç rutin testten sonra taburcu edeceğiz ama psikolojik destek görmesi şart.”

 Apartmanın dönemeçli merdivenlerinden çıkarak eve girdiklerinde kendini dünyanın bir ucundan diğerine yürümüş gibi yorgun hissediyordu. Zehra’nın telaşlı ve yorgun hâlini görünce kendinden utandı. Sevdiği kadının bedeninde ve ruhunda bir yük olduğunu düşündü. Korkup acizleştikçe onun omuzlarına yığılıyordu.

 Bir sigara yaktı. Uzun zaman sonra ilk defa sigaranın genzini yaktığını ve onu rahatsız ettiğini hissetti. Televizyonda bir komedi kanalı açtı. Woody Allen’ın bir filmi oynuyordu. Gözlerini kırparken bile bir korku hissediyor, çaresizliğini deneyimlemiş olsa da ışıkların ve seslerin yoğunluğuyla kendini rahatlatmaya çalışıyordu.

 Zehra, yanına oturdu ve başını göğsüne yasladı. Onun nefeslerini göğsünde hissetmek inanılmaz bir huzur veriyordu. Neredeyse yaşadığı her şeyin kötü bir rüya olduğu sanrısına kapılacaktı.

“Doktor psikoloğa gitmen gerektiğini söyledi.”
“Fayda etmez. Ne yapacak ki psikolog? Olay benim hayal gücümden ibaret olsa deli gömleği giymeye bile razıyım ama değil, biliyorsun.”
“Biliyorum… Baban aradı sen içerideyken. Bir şeylerden bahsetti, tedavi görmüşsün çocukken.”
“Evet,  doğru… Hâlâ neden tedavi gördüğümü bilmiyorum. Bir süre sonra iyileştim, ilaç falan verdiler normale döndüm ama anormal olan neydi hâlâ hatırlamıyorum. Keşke bir tedavi görüp şu son zamanları da unutabilseydim…”

 Bülent, neredeyse uyuyakalacakken telefonun sesiyle irkildi. Bütün gecesini dava dosyalarını okuyarak geçirmişti. Terfiler, plaketler ve övgüler hiçbir zaman umurunda olmamıştı. Kontrol edemediği, bitmek bilmeyen bir başarı hırsına sahipti. Cesetlerin peşinden koşarken onu teşvik eden ve aklını yitirmesini önleyen tek şey bu önüne geçemediği hırstı.

 “Söyle Ferda?”
“Amirim bir hanımefendi hatta, Fahrettin Edipoğlu’nun ölümüyle ilgili sizinle görüşmesi gerektiğini söylüyor, bağlayayım mı?”
“Ha evet evet, hemen bağla!”

 Birkaç yıl önce tenis turnuvasında kazandığı plaket, gurur duyabildiği tek ödüldü. Emekli olup bir spor mağazası açmanın hayaline dalmışken, telefonda orta yaşlı bir kadının sesini duyup bu hayalden uyandı ve hâlâ polis olduğunu hatırladı.
“Bülent Bey siz misiniz?”
“Evet buyurun?”
“Ben rahmetlinin eski bir arkadaşıyım. Ölümüyle ilgili bir şeyler biliyorum. Sizinle hususi olarak görüşmem lâzım.”
“İsminizi alabilir miyim hanımefendi? Tanık ifadelerine geçmek için…”
“İsmimi bilmenize lüzum yok!” diye sözünü kesti Bülent’in “Moda Parkı’nda, spor aletlerinin yanındaki bankta olacağım.”

 Arabasını tenis kortunun önünde park etti ve koşar adımlarla parka doğru yürümeye başladı. Buraya en son on yıl önce, Moda Sahili’ndeki bir cinayet davasını soruştururken gelmişti. Parkta oynayan çocukları gördükçe yüzünü çeviriyor, bir cesedin peşinden koşarken onların yüzüne bakmanın haksızlığı olduğunu düşünüyordu. Merhametli biri sayılmazdı, ailesi ve birkaç arkadaşı dışında kimseyi sevdiği de söylenemezdi ama çocukların masumiyeti onun için bütün duyguların üstündeydi.

 Kafasına sardığı eşarp ve neredeyse bütün yüzünü kaplayacak büyüklükte bir güneş gözlüğüyle kendini saklamaya çalışan orta yaşlı kadının yanına oturdu. Ancak kendini gizlemek isteyen birinin olabileceği kadar ilgi çekici görünüyordu. Kadının bir elinde bir süs köpeğinin tasması, diğerinde ise bir kutuyu vardı.
“Size nasıl hitap etmemi istersiniz?” diye sordu Bülent. Buraya geldiği için acemice davrandığını düşündü bir an.
“Emine, Ayşe, Fatma, nasıl isterseniz… Ya da Nesrin deyin, severim o ismi. Gülizar Hanım’ın davasına siz bakmıştınız değil mi?”
“Evet.”
“Kızıltoprak İstasyonu’nun oralarda kaç kişi öldü unuttum. Ölüp gidiyorlar, arkalarında hiçbir iz kalmıyor. Bazıları kaza, bazıları faili meçhul sayılıyor. Eğer Ferruh kaçarken yakalanmasaydı onu kimse bulamayacaktı.”
“Hanımefendi biraz daha açık konuşur musunuz?”

 Nesrin, elindeki karton kutuyu Bülent’e uzattı ve “Açın” dedi. Kutuda bakırdan bir tablet vardı. Bir martı, kanatlarını açıp göğe bakıyor ve iki yanından dumanlar yükseliyordu. Martının altında Yunan harfleriyle bir şeyler yazılıydı. Bülent, tableti inceledikten sonra Nesrin’e meraklı bir bakış attı.
“Bugüne kadar uğraştığınız cinayet vakaları gibi değil, Bülent Bey. Bu bir salgın! Zaman zaman yayılıyor ve insanları alıyor. Size ne olduğunu açıklamam, açıklasam bile üstesinden gelmeniz mümkün değil ama işin üstüne giderek bazı şeyleri önleyebilirsiniz.”
“Neyi önleyebilirim? Dalga mı geçiyorsunuz benimle? Eğer bildiğiniz bir şeyler varsa açık açık anlatın yoksa da oyalamayın beni!”
“Bundan daha açık anlatamam inanın. Çünkü anlatacaklarım sizin için bir şey ifade etmez, görmeniz lâzım. Sadece her şeyin o evle ilgili olduğunu söyleyebilirim. Ferruh’un kaçarken bahçesine girmeye çalıştığı ev var ya, o işte… Her şey onunla ilgili
 Tableti araştırın Bülent Bey. Sizinle konuşup konuşmamayı çok düşündüm ama hayatım boyunca şahit olduğum bir şeyler var ve onları düşünerek ölmek istemiyorum. Tableti ve evin geçmişini araştırdığınızda sizinle neden böyle konuştuğumu anlayacaksınız.”

 Nesrin bunu söyledikten sonra “İyi günler” dedi ve ayağa kalkıp hızla yürümeye başladı. Bülent, bu garip kadını büyük bir şaşkınlıkla izlerken davayı kapatmayı düşündü. Elinde bir cinayet olduğuna dair hiçbir delil yoktu, peşine düşmek belki de vakit kaybı olacaktı.
 Ama hırsına yenik düştü ve bırakmaktansa ruh sağlığından emin olamadığı, hatta adını bile bilmediği bir kadının getirdiği kanıtın peşine düşmeyi daha cazip buldu. Kâtilin kim olduğunu bulmasa bile Ferruh’un mutlu intiharının sebebini öğrenecek olmak onu heyecanlandırıyordu.


 Rasputin Kafe, öğlen olmasına rağmen oldukça kalabalıktı. Kafenin loş duvarları totemlerle ve büyücüleri anlatan tablolarla doluydu. Kapının hemen karşısında Rasputin’in korkutucu bir portresi vardı. Hemen hemen her masada birileri fal bakıyordu.
 Buraya Gülseren ile konuşmak için gelmişlerdi. Zehra, Gülseren’e fal baktırmak için gelirdi. Gülseren birkaç kez aklından geçenleri okumuş ve kimseye anlatmadığı sırlarını söylemişti. Devamlı ezoterizmden, ölülerle konuşma deneyimlerinden bahseden bu kadına umut bağladığı için kendini aciz hissetse de, mücadele etmek felâketi beklemekten daha cazip geliyordu.

“İşe yaramayacak” dedi Bora “Faydalı olacağını sanmıyorum.”
“Zararlı olacağını sanıyor musun?”
“Hayır! Neden?”
“İyi. Öyleyse faydalı olma ihtimâlini denememizde bir sakınca yok.”

 Garson onları Gülseren’in fal baktığı küçük odaya götürdü. Ucuz tütsülerin kokusu içeriye sinmişti. Gülseren, koltuğun üstünde bağdaş kurmuş, masanın üstünde yanan tütsülerin kokusunu içine çekmeye çalışıyordu. Tütsünün dumanını içine çektikçe dengesini kaybediyor ve yüzünde anlamsız bir gülümseme oluşuyordu.

 Gülseren, gözlerini açtı ve bakışlarını Bora’ya çevirdi. Eliyle oturmalarını işaret etti. Yüzünde yorgun bir ifade vardı. Bora, bu kadına karşı nedensiz bir korku duydu. Tavırları ve ruh hâli onu korkutuyordu. Masanın altından tarot destesini çıkardı ve kartları masaya dizmeye başladı.
“Fal baktırmayacağız Gülseren abla” dedi Zehra “Başka bir şey konuşmaya geldik.”
“Biliyorum tatlım. Görüyorum. Fal bakmayacağım zaten.”
  Gülseren, Bora’nın şaşkın bakışları içinde eline iki zar sıkıştırdı. Kendisine güvenmesini istermiş gibi tuttu elini.  Ama gözlerini Bora’dan kaçırıyor ve göz göze geldiğinde acımayla bakmaktan kendini alıkoyamıyordu.

“Zarları kartların üzerine doğru at.”

  Gülseren, zarların üzerinde durduğu iki kartı eline aldı ve diğerlerini ortadan kaldırdıktan sonra masanın üstüne koydu. Birinde yıkılan bir kule, ötekinde ise gökyüzünde trampet çalan bir melek resmedilmişti.
“Bu kart yıkım anlamına gelir” dedi Gülseren parmağını kulenin üstüne koyarak “Büyük bir felâket yaşıyorsun. Kıyamet senin için kopmuş. Kıyameti hayatınla yaşıyorsun. Öteki de ‘Son hüküm’dür. Hâlâ bir şeylerin değişebileceği anlamına gelir. Savaşarak yenilebilirsin, ama savaşmazsan yenilgin kesindir!”
“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu Bora “Kendimi bu şeyin içinde buldum ve ne yapmam gerektiğini bilmiyorum!”
“Sana yardım edemem. Benden bunu beklediğinizin farkındayım ama bu şeyin üstesinden gelecek güce de uğraşacak cesarete de sahip değilim. Çok yoğun bir enerjin var, eğer denersem sana da kendime de zarar veririm. Sana yardım edebilecek tek kişi var. Başkasıyla uğraşman vakit kaybı olur.”
“Kim o?” diye sordu Zehra. Bora’nın elini tutup onu iyi hissettirmeye çalışsa da içindeki telaşı önleyemiyordu. Gülseren, defterine bir şeyler karaladı ve yazdığı kâğıdı koparıp Bora’ya uzattı.
“Adresiyle telefonu var burada. Benim gönderdiğimi söyleyin, sizi kabul edecektir. Işık sizinle olsun.”

  Gülseren’in bahsettiği ev, Burgazada İskelesi’nin karşı sokaklarından birindeydi. Duvarları maviye boyalı ve kapısında bir gül çizili olan evi fark etmeleri zor olmadı. İki katlı, eski bir evdi burası. Kapıyı birkaç kez çaldılarsa da içeride pencereden onlara bakan İran kedisi dışında hiçbir canlı yoktu.

 Orta yaşın üzerinde, uzun boylu bir adam bisikletini evin önünde durdurdu ve hasır şapkasını çıkarıp onları selamladı. Yüzünde yorgun, neşeli bir ifade vardı.
“Hoş geldiniz çocuklar. Ben Feridun. Gülseren gönderdi sizi değil mi?”
“Evet” diye cevap verdi Bora “Ancak sizin yardım edebileceğinizi söyledi.”
“Anladım” dedi ve Bora’nın omzuna dostça dokundu “Merak etmeyin her şey çözülür. Hadi içeri girelim de konuşalım şu meseleyi.”

 Evin salonu üst kattaydı. Duvardaki birkaç yağlı boya tablo dışında sade bir evdi. Feridun, salondaki şovaleyi “Kusura bakmayın gençler çalışıyordum” diyerek balkona kaldırdı. Bora burada nedensiz bir güven hissediyordu.

  Bora başından geçen her şeyi anlattı. O geceden, gördüğü rüyalardan, Panayot’tan, Fahrettin’in ölümünden önce gördüğü kâbustan, Kamuran’ın anlattıklarından ve yaşadığı her şeyden bahsetti. Anlattıklarına kendini kaptırıyor, ses tonunda ani değişmeler yaşıyor ve vücudu bir drama oynar gibi kendinden geçiyordu.  Feridun, bazen şaşırsa da büyük bir soğukkanlılıkla dinledi onu. Borayı dinlerken diğer yandan notlar alıyor ve soğukkanlı görünmeye çalışıyordu.

 “Öncelikle ben doğaüstü diye bir şeye inanmam çocuklar” dedi Feridun “Nasıl gözlerimiz belli renkleri görebiliyorsa, kulaklarımız belli frekansları duyabiliyorsa tabiatın da bizim göremediğimiz bir yönü vardır. Ben bu işlere bir bilim disipliniyle yaklaşırım. Öyle falcılıkla soytarılıkla olacak bir şey olarak görmem.
 İnsanın altı duyusu vardır. Beşini doğumumuzdan itibaren kullanırız. Yaşamımızı onlardan istifade ederek sürdürürüz. Ancak altıncı duyuyu açmak zor iştir. Buda rahipleri olsun, tasavvuf ehli olsun, bunlar uzun inzivalardan ve sıkı bir disiplinden sonra altıncı duyularını açmayı başarırlar. Dediğim gibi, evrende beş duyumuzla algıladığımız bir yaşam vardır ve altıncı duyu bu yaşamı algılamamızı sağlar.
 Ancak bazen bir uğraş, bir çaba olmadan kendi kendine açılır. Senin yaşadıkların bundan kaynaklanıyor. Altıncı duyun senin istemin dışında açılmış ve etrafındaki kötü şeylere şahit olmuş. Altıncı duyun bir kere açıldıktan sonra geri dönüşü yoktur.”

“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu Bora. Ses tonunda bir çaresizlik seziliyordu. Zehra’nın gözlerine bakarken dudaklarını sıktığının farkında değildi.

“Onu eğitmen lâzım. Ama önce neyle karşılaştığını bilmen gerekiyor.
 Mesela bir köpekten bahsettin. Aslında köpek falan yok. Birisi sana vurduğunda canın yanar, bu beynin seni zarar göreceğine dair uyarmasıdır. Köpek de öyle, bilincin korkularını kullanarak seni uyarıyor. Bilincini eğitmende yardımcı olurum ama onu neye karşı kullanacağını öğrenmen lâzım.”

Savaşarak yenilebilirsin, ama savaşmazsan yenilgin kesindir. Gülseren’in bu sözleri Bora’nın beyninde defalarda yankılanıyordu.
Düşüncelere daldıkça bataklık çamurunun boğazına kadar yükseldiğini hissediyordu. Onu hayatta tutan şey ise çırpınarak batmanın usulca gömülmekten daha iyi bir son olacağının düşüncesiydi.
Çırpınmak dışındaki zamanını medeniyetin eski bir alışkanlığını devam ettirerek, bütün yaşamını ölümün reddi üzerine kurarak geçiriyordu.
Gözü duvardaki eski saate ilişti ve yelkovanın ilerlediğini görmek bile dehşete kapılmasına yetti. Aynalar ve saatler hiç son zamanlardaki kadar korkunç olmamışlardı.
********

Bülent, kapısında Prof. Dr. İsmail Cangören yazılı kapıyı tıklatarak içeri girdi. İçeri girince onu Erysikhton’un kendi kendini yemesini tasvir eden bir tablo karşıladı. İsmail, okuduğu kitaptan başını kaldırdı ve gözlüklerin ardından Bülent’i süzdü.

“Hoş geldiniz komiserim” dedi İsmail “Nasılsınız görüşmeyeli?”
 Bülent, masanın önündeki koltuğa oturdu ve “İyiyim çok şükür” dedi gayri ihtiyari bir ifadeyle. İsmail ile birkaç yıl önce bir öğrencinin ölümünü araştırırken tanışmıştı.
“Hatırlarsanız telefonda konuşmuştuk hocam…”
“Hatırladım hatırladım” diye Bülent’in sözünü kesti “Bir tabletten bahsettiniz. Yanınızda mı?”
 Bülent, tableti paketinden çıkardı ve İsmail’e uzattı. İsmail, birkaç dakika tableti inceledikten sonra “Bunda benlik bir şey yok” dedi.
“Günümüz Yunancasıyla yazılmış. Muhtemelen yüz yılı bile bulmayan bir el işi. Yunan adalarında bolca bulunur bunlardan. Büyük ihtimalle yerel bir halk inanışıyla ilgili. İlk defa karşılaşıyorum.”
“Ne yazıyor peki?”

 İsmail, gözlüğünü düzeltti ve tablette yazılanı yavaşça okumaya başladı.
“Glavros mavro klopta onira sas
Sas skipnai mia alli zoi otan kimaste

Tercüme edeyim; Siyah martı düşlerini çalar, bir dünyada uyuduğunda bir başkasında uyandırır…”

18
Kurgu İskelesi / Ynt: Ryuk'un Öyküleri
« : 13 Nisan 2014, 21:59:25 »
Merak uyandırıcı bir hikaye. Biraz üstüne düşünce gerekli ilhamın geleceğini düşünüyorum, çünkü böyle bir kurgunun yarım kalmaması gerekir :)

19
Kurgu İskelesi / Ynt: Siyah Martı (Ara Bölüm Eklendi)
« : 13 Nisan 2014, 20:30:51 »
Ara bölümün bir hata olduğunu düşündüm. Kurguda bazı değişiklikler yapınca silmek zorunda kaldım.

20
Kurgu İskelesi / Ynt: Eski Adam ve Kelebek
« : 02 Mart 2014, 14:20:13 »
Okurken etkilendiğimi söyleyebilirim. Gerek kurgu, gerek diyaloglar çok iyi olmuş. Özellikle ilk hikayede, Eski Adam'ın kelebekler hakkındaki diyalogları oldukça etkiledi. Devamını merak ediyor insan.
Tek eleştirim, imla ve noktalamada bazı eksiklikler var. Okurken dikkat dağınıklığına sebep oluyor. Devamını bekliyorum.

21
Kurgu İskelesi / Ynt: Yağmur İşçisi
« : 02 Mart 2014, 14:06:51 »
Çocukların televizyondan ve bilgisayardan uzak tutulmaları ve çizgi filmler yerine masallarla büyümeleri gerektiğine inanırım. Kurgunu okuyunca bir kez daha inandım buna :)
Zevk alarak okudum. Bu hikaye bir çocuğa okunduğu takdirde, yaratıcılığının ve hayal gücünün gelişmesine katkısı olacaktır.

22
Başka Kurgular / Osman Necmi Gürmen - Neydi Suçun Zeliha
« : 01 Mart 2014, 22:27:36 »


 
Kurgu haçlı seferleri döneminde Urfa'da geçiyor. Bir haçlı askeri, Doğu medeniyetinin kadim şehirlerinden biri olan Urfa'da diğer dinleri, mezhepleri tanıma şansı buluyor ve farklı dinlere mensup dört kişiyle bir araya gelerek bazı sorulara yanıtlar aramaya başlıyor. Bu insanların amacı aynı zamanda dinlerin ortak "iyi" yönlerini bulup insanlık için faydalı bir şeyler yapmak.
 Roman Urfa'da bulunan Ayn-Zeliha (Zeliha'nın gözyaşlarıyla oluştuğuna inanılan göl) üzerinden kadının dinlerdeki yerine ve çoktanrılı dinlerden semavi dinlere değişimine ışık tutuyor aynı zamanda. Kutsal metinlere dair bir çok bilgi ve alıntı içeriyor.

Tarihi romanları seviyorsanız ve dinler tarihiyle ilgiliyseniz keyifle okuyacağınıza eminim.

23
Kurgu İskelesi / Ynt: Siyah Martı (3. Bölüm Eklendi)
« : 01 Mart 2014, 22:13:56 »
Sabah hikayeye göz gezdirirken fark ettim bu durumu öyle olmuş biraz. Yeni bölümü yarın gece yayınlıyorum, teşekkürler okuduğunuz için :)

24
Kurgu İskelesi / Ynt: Siyah Martı (3. Bölüm Eklendi)
« : 23 Şubat 2014, 12:51:34 »
Teşekkür ederim yorumlarınız için :)

25
Kurgu İskelesi / Ynt: Siyah Martı (Yeni Bölüm Eklendi)
« : 22 Şubat 2014, 02:52:46 »
Tren istasyonunun perona açılan kapısı dışında bütün kapı ve pencereleri kapalıydı. Fırtına bulutları gürlüyor ve sert bir rüzgâr esiyordu. Küçük istasyonda yürüdükçe etrafta kendisi dışında kimsenin olmadığını fark etti. İçeride voltalar atıp duruyor ve gelecek treni bekliyordu. Vücudundaki soğukluğun kendisini öldüreceğinden korkuyordu, teni rüzgâr değdikçe bir ölünün teni gibi beyazlıyordu.

 Üstünde yürüdüğü yerin mezar taşlarından yapıldığını fark etti. Ayaklarının altındaki mezar taşları istasyonun giriş kapısından perona kadar uzanıyordu. Üstündeki yazılar okunmayacak kadar bulanıktı. “Nazif Erdoğan ” yazan mezar taşı dışında hiç biri okunacak hâlde değildi. Yürüdükçe mezar taşları çatırdıyor ve çatlaklarından dumanlar çıkıyordu.

 Soğuktan korunmak için duvarda asılı TCDD armalı ceketi sırtına geçirdi ona sıkıca sarıldı. Kapıyı kapatmaya cesaret edemiyordu. Mezar taşlarına basmamak için bankın üzerine çıktı. Bir tren sesi geldi ama raylar bomboştu. Siyah bir duman raylardan yükseliyor ve ses azaldıkça kayboluyordu.

 “Yardım et!” diye bir ses geldi dışarıdan “Yalvarırım yardım et!” Ses tonunda acı ve korku hissediliyordu. Tren yolunda ve istasyonun taş duvarları arasında yankılanan bu feryat fırtınanın gürültüsünü bile bastırıyordu.
 Mezar taşlarının üstünde ürkek adımlarla yürüyerek perona çıktı. Sesin geldiği yeri arayınca rayların altında bir mezar gibi kazılmış çukuru gördü. Ses bu çukurdan yükseliyordu. Rayların üstüne atladı ve çukura eğildi.

Panayot, acı çeken bir yüz ile ona bakıyor ve yardım için yalvarıyordu. Teni bir ölününki gibi solgundu. Bacakları, kolları ve gövdesi bir duvar gibi yosun tutmuştu. Bilekleri ve boynu kesiklerle doluydu. Yaraları kabuk bağlamış ve sertleşmişti.
“Beni bıraktılar!” dedi Panayot “Senelerdir buradayım. Hepsi gördü beni, senin gibi geldiler, baktılar, korkup kaçtılar! Bıraktılar beni burada. Cesedim çürüdü ben esir kaldım! Senelerdir buradayım, insanlar doğuyor, yaşlanıyor, ölüyor, üzerimden trenler geçiyor, insanlar geçiyor ben buradayım! Ben hepsini görüyorum, hepsini duyuyorum ama kimse beni duymuyor! Yardım et bana… Yalvarırım yardım et.”

  Panayot ağlamaya çalışarak ellerini gözlerine götürdü ancak gözyaşlarının akmadığını fark edince acı dolu bir çığlık kopardı. Boynunda ucundan kan damlayan sivri bir taş asılıydı. Ayaklarının altındaki toprak onu yutmaya başladı. Çığlık attıkça trenin ve fırtınanın gürültüsü şiddetleniyor, martının kahkahaları yankılanıyordu. Bora, ona elini uzattıysa da bir işe yaramadı. Toprak onu bir yılanın avını yuttuğu gibi yutmuştu.
 Bora, kaçmak için ayağa kalktığında bir trenin kendisine doğru büyük bir gürültü kopararak geldiğini gördü. Gözlerini açmadan önce gördüğü son şey, trenin önünde parçalanan ve parçaları sağa sola savrulan bir beden oldu.

  Uyandığında kendini Zehra’nın yanında buldu. Ayvalık’a gitmeden önceki son gecesini sevgilisiyle geçirmek istemişti. Uykulu bedeni ona büyük bir aşkla sarılmıştı. Zehra’nın kollarından kurtulup pencerenin kenarına geçti ve bir sigara yaktı. Odanın penceresi Rıhtım’a çıkan bir sokağa açılıyordu.  Güneş, denizin üstünden gökyüzünün tepesine doğru yükseliyordu. Eski apartmanların birbiri ardına sıralandığı sokak, insanların, binaların otobüslerin kalabalığında bitiyor, ondan sonra parıldayan bir mavilik başlıyordu.

 Sigara dumanını ciğerlerine çektiğinde uyurken ve uyanıkken gördüğü bütün kâbusları yok edecekmiş gibi hissediyordu. Güneşe bakınca İkarus’un hikayesi geldi aklına. İkarus’un en büyük isteği güneşe gitmekti. Bu hayalini gerçekleştirmek için marangoz olan babasına kanat yaptırmış ve bu kanatları kollarına balmumuyla yapıştırmıştı. Güneşe yaklaştıkça kanatlar eridi ve İkarus bu cesaretinin bedelini yere çakılarak ödedi. Bora, Panayot’un sesini kafasının içinde duydukça, gerçekliğinden bile emin olmadığı bu esaretten kurtulması için yardım etmek istiyor ama buna cesaret ederken sonunun İkarus gibi olmasından korkuyordu. Üstelik güneşe gittiğini zannetmek gibi bir heyecanı hiç hissetmeyecekti.

 Zehra’yı uyandırmamak için parmak uçlarında yürüyerek salona gitti ve bilgisayarı çalıştırdı. “Nazif Erdoğan” ismi hâlâ aklındaydı. Bu ismi araştırmayı düşündü, büyük ihtimalle bir sonuç bulamayacak ve Panayot’un esaretinin bir kuruntu olduğuna inanıp peşini bırakacaktı. Meseleyi düşündükçe Kamuran’ın konuşmaları beyninde canlanıyordu. O eve yaklaşacak cesareti yoktu, asla olmayacaktı ama cesaretsizliği merakına yenik düşebilirdi ve bu bir felâket olurdu.

 İsmi Google’a yazdığında karşısına birkaç Facebook ve Twitter profili çıktı. Birkaç sayfa ileri gittiğinde de ilgisini çekecek bir şey bulamayınca Milliyet’in arşiv sayfasını açtı ve ismi burada aradı. Sonuçları tarihe göre sıraladığında bir ölüm ilanıyla karşılaştı.

 “Merhum Servet Paşa’nın torunu, Mevlide Hanım’ın eşi, Çetin, Levent ve Müjgan Erdoğan’ın babaları, Kuşdili Eczanesi’nin sahibi Nazif Erdoğan, vahim bir kaza neticesinde hayatını kaybetmiştir. Cenazesi 24 Mart 1986 tarihinde öğle namazını takiben Kızıltoprak Zühtü Paşa Camii’nden kaldırılacaktır.”
 Ölüm ilanını gördükten sonra sayfayı kapatmayı düşündüyse de merakına yenik düştü. Panayot’un sesi hâlâ kafasında yankılanıyordu ve duyduğu tüm korkuya rağmen bu adama yardım edebileceğine dair bir inanç taşıyordu içinde.
“Kızıltoprak’ta Korkunç Kaza: 1 Ölü” başlıklı haberi açtı. Ölüm ilanından iki gün önce yayınlanmıştı. Tren istasyonunda toplanan bir kalabalığın fotoğrafı vardı haberde.
“Dün sabah saatlerinde Kızıltoprak Tren İstasyonu’nda tren beklemekte olan Nazif Erdoğan (48), dengesini kaybederek tren yoluna düştü ve Adapazarı Ekspresi’nin altında kalarak can verdi. Tren istasyonu çalışanları Erdoğan’ın uykulu göründüğünü ve dengesini kaybederek düştüğünü teyit etti.”
 Bunu okuyunca trenin önünde parçalanan adam gözünde canlandı. Vücudunu bir titreme aldı, okuduklarının gerçek olup olmadığını anlamak için gözlerini birkaç kez ovuşturdu. Tren istasyonunda duyduğu soğuğun vücudunu okşadığını hissetti. Gördüğü şeyin bir kâbus ya da kuruntu olmadığına, gerçek olmasa bile bilinçaltının mahsulü olmadığına emindi artık.

 Zehra’nın alarmı Salif Keita’nın “Folon” şarkısıyla çaldı. Bora, bu hâlini Zehra’nın görmesini istemiyordu. Bayıldığını ve birkaç gündür ışıksız uyuyamadığını öğrenmişti. Dün akşam bu yüzden büyük bir tartışma yaşadılar. Zehra bu hâlinin sebebini sordukça Bora kâbus ve uykusuzluk gibi kaçamak cevaplar veriyordu. Uzun süren bir tartışmadan sonra, yaşadıklarını anlatamayacağını, bir hastalık gibi ölene kadar taşıyacağını ve üstüne gitmemesi gerektiğini anlattı. “Tanımlayamayacağım bir şey” dedi “Daha önce yaşadığım, yaşadığın hiçbir şeye benzemiyor. Eğer üstüne gidersek zarar görürüm.”

 Salondan bir tezgâhla ayrılan mutfağa gitti ve kattle’ı çalıştırdı. Telaşlı görünmemeye çalışıyordu ama gözleri bir savaş görmüş kadar korkulu görünüyordu. “İzinliyim bugün ama alarmı kapatmayı unutmuşum!” diye söylenerek salona girdi Zehra “Bu saatten sonra da uyuyamam ki off!”
 Bora, ona gayri ihtiyari bir gülümsemeyle karşılık verdi. Zehra, buzdolabını karıştırırken bir yandan da uykulu bir sesle konuşuyordu.
“Seni gördüm dün gece rüyamda.”
“Hadi ya. Ne yapıyordum?”
“Böyle tuhaf tuhaf şeyler yapıyordun. Mesela elinde kahve kavanozu vardı, şimdiki gibi tutuyordun, su kaynıyordu sen hâlâ tutuyordun. Yüzünde bir korku vardı ama sen sırıtıyordun. Ben sana ne olduğunu sorunca da ‘Anlatamam, anlatabileceğim şeyler değil, lütfen sorma’ deyip duruyordun’. Ne garip rüya!” diye söylendi ve dolaptan çıkardığı salata tabağını Bora’ya uzattı “Kalkar kalkmaz kahve içme miden ağrıyor sonra!”

 Elindeki kahve kavanozunu rafa bıraktı ve kanepeye oturup salatayı yemeye başladı. Açlık duygusuna sahip olduğunu bile unutmuştu. Ruhunun ağrısı benliğini midesininkinden daha çok rahatsız ediyordu.
“Bu ne?” diye seslendi Zehra bilgisayarın ekranını göstererek.
“Ha öyle canım sıkıldı, bir şeylere bakayım dedim.”
“Canın sıkıldı? Ne güzel bir uğraş bulmuşsun. Seksenli yılların ölüm haberleri!”

 Telefon çaldı. Arayan Erdinç’ti. Bu saatlerde yola çıkacağını söylemişti. Bora ise Ayvalık meselesini neredeyse tamamen unutmuştu.
“Efendim baba. Evet, iyiyim iyiyim… Ha yok ben şimdi gelmeyeceğim. Ya Zehra da dört gün sonra Antalya’ya gidecekmiş, son günleri birlikte geçirelim dedi kabul ettim ben de. İlaçlarım? Evet baba alıyorum. Haklısın, unuttum aramayı. Siz yola çıkıyor musunuz? Tamam, ben de dört-beş gün sonra geçerim. Görüşürüz. İyi yolculuklar size.”

 Telefonu kapattığında Zehra’nın şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Bir yandan gezindiği ilanlara bakıyor, diğer yandan kendisini şaşkınlıkla süzüyordu.
“Bora niye yalan söyledin adama?”
“Gidesim yok… Birkaç gün burada kalayım şimdi evde kalırsam…”
“Bir yıl kal!” diye sözünü kesti Zehra “İstediğin kadar kal ama niye benim üzerimden yalan söylüyorsun babana? Birkaç ay sonra nişanlanacağız ve bu yalan bir şekilde karşımıza çıkacak!”

Cevap vermedi. Başını önüne eğdi ama bunun sebebi pişmanlık değildi. Sevgilisini telaşlandıran ihtimaller onun için önemsizdi. İçinde olan biteni anlatmaya karşı derin bir istek vardı, anlatınca rahatlayacağını ve Zehra’nın onu anlayacağını düşünse de boynuna kadar ulaşan bataklık çamurunu sevgilisinin paçalarına bulaştırmak istemiyordu.

 “Seni tanıyamıyorum” dedi Zehra “Dün akşam geldiğinden beri tanıyamıyorum. Bambaşka biri var sanki vücudunda. Tepkilerin, konuşmaların o kadar yabancı ki. Ayılıp bayılıyorsun, ben mesaj atana kadar sokaklarda boş boş dolaşıyorsun, kâbuslar görüyorsun, hep korkmuş görünüyorsun, sebebini anlatmıyorsun. Önemsemen gereken meseleleri önemsemiyorsun. Yalan söylüyorsun, açıklamasını bile yapmıyorsun. Sabahları ölüm ilanlarına falan bakıyorsun. Tuhafsın Bora… Anlayamıyorum seni.”

 Bir süre konuşmadılar. Bora, duvardaki Afrika totemlerini tekrar tekrar incelerken Zehra kafasını eline yaslamış, sayfadaki gazete haberlerine bakıyordu.

“Anlatacağım” dedi Bora “Ama senden söz vermeni istiyorum. İşin peşine düşmeyeceksin, konu burada kapanacak ve bana psikologa gitmemi falan söylemeyeceksin.”
“Tamam. Çözümü yoksa bile, sen bir şeylerden korkarken ben hiçbir şey yokmuş gibi yanında güle oynaya dolaşamam. Birimiz mutsuzsak diğerimiz de öyle olmalı. Anlat hadi.”

 Kelimeler ağzından dökülürken bir rahatlama hissediyor ve hissettiği bu duygudan nefret ediyordu. Her şeyi anlatmaya başladı, sarhoşluk gecesini, odasını dolduran dumanı ve martıyı, ihtiyar Panayot’u, Kamuran’ın anlattıklarını, gördüğü kâbusu… Ruhunu kemiren ve ona korku veren her şeyi, sanki kurtulacakmış gibi kusuyordu. Kendini Amerikan filmlerinde gördüğü günah çıkarma seanslarından birindeymiş gibi hissetti. Ağzından çıkan her şey anlatınca bitecekmiş ve bu itirafları sayesinde tanrı tarafından affedilecekmiş gibi bir rahatlık duyuyordu.

“İnanmadığını biliyorum” dedi Bora “Delirdiğimi falan düşünüyorsun. Ben de öyle düşünüyorum bazen. Ama hepsini gördüm, duydum, hissettim… Sıvının döküldüğü yerde rutubet izi var. Dün gece rüyamda trenin önünde parçalanan bir adam gördüm, ismini mezar taşında okudum, önünde açık işte… Berbat bir şeye bulaştım, hayatımın sonuna kadar taşıyacağım ama bir yandan ihtiyarın yüzü aklımdan çıkmıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum.”

  Kalan son ruh kirleri gözyaşlarıyla temizlenecekmiş gibi ağlamak istiyordu ama gözyaşlarını tuttu. Ne zaman ağlamaya kalksa dedesinin öfkeli yüzü aklına gelir ve gözyaşlarını yutardı. Zehra ise şok içindeydi. Bora’nın yanına oturdu ve yüzünü okşamaya başladı. Ne tepki vereceğini, duyduklarını nasıl karşılayacağını bilmiyordu. Gerçek olmadıklarını düşünmenin sebepleriyle, gerçekliğin kanıtları arasında kalmıştı.
 
“Doğa üstü şeylere inanırım Bora biliyorsun. Sevgili olmadan önce çok tartışmıştık bu konuları. Ama olayda kopukluk var gibi. Kamuran Abi’nin sağlıklı olduğuna emin misin? Uyuşturucu falan kullanıyor olabilir mi?”
“Sanmam. Olsa bile fark etmez ki. İkimiz de delirsek bile aynı hayali nasıl görelim…”

 Zehra, başını öne eğdi ve bir süre konuşmadı. Israrcılığından pişmanlık duysa da sevgilisinin acısını paylaştığı için kendini mağrur hissediyordu.

“Bizim kafeye gelen bir adam var” dedi Zehra “Antikacı normalde ama Kadıköy’ün tarihiyle ilgili bir kitap yazıyor. Geçen gün biraz konuştum, on yıldır bu kitapla uğraşıyor ve Kadıköy civarındaki tarihi yapıları iyi biliyor. Telefonunu vermişti. Elinde o köşk hakkında bir şeyler olabilir. Bir arayalım istersen.”
“Faydasız… Bir işe yaramaz. Hiçbir şeyi çözmez.”
“Olsun. En kötü ihtimalle yine depresif bir zombi olarak takılırsın. Zaten ölene kadar taşıyacağım diyorsun, öyleyse kaybedeceğin bir şey yok. Eve girip martıyı da rahatsız etmezsin böylece.”

 İlhan’ın dükkanı İngiliz Protestan Kilisesi’nin sokağında, iki katlı eski bir evin alt katındaydı. Dükkanın önünde eski fotoğraflar ve ucuz biblolar vardı. İçerisi oldukça genişti. Raflar eski pikaplarla, televizyonlarla, radyolarla ve elektronik aletlerle doluydu. Duvarlarda sinema, konser afişleri ve şarkıcıların posterleriyle kaplıydı.
 İlhan, Zehra’yı görünce purosunu söndürdü ve ayağa kalktı. Bilgisayarın hoparlörlerinde Deniz Kızı Eftalya’nın “Kadıköylüm” şarkısı çalıyordu. İlhan, şarkıyı mırıldanarak Zehra ve Bora’nın elini sıktı. İfadesinde her zaman olduğu gibi sebepsiz bir mutluluk vardı.

“Çalışmıyor musun bugün?” diye sordu Zehra’ya “Aman diyeyim ha Zafer abi pek hoşlanmaz işi ekenlerden.”
“Yok yok izinliyim. Aslında senden bir konuda yardım istemek için geldik buraya” dedi Bora’yı göstererek “Erkek arkadaşımın bir araştırması varmış eski evlerle ilgili. Belki elinde bir şeyler vardır.”
“Tabi tabi bakarız. Otursanıza şöyle.”

 Çalışma masasının önündeki koltuklara oturdular. İlhan, kül tablasındaki puroyu tekrar yaktı ve derin bir nefes çekti. Bilgisayarda bir şeyleri kurcaladıktan sonra “Anlatın gençler” dedi “Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Kızıltoprak’ta bir köşk var” dedi Bora “Eski bir köşk. Yıkılmaya yüz tutmuş. Ben de mahalleyle ilgili ufak bir araştırma yapıyorum ama o evle ilgili bir şey bulamadım. Zehra da sizin bir kitap yazdığınızı, bu konularda bilgili olduğunuzu söyledi.”
“Eh işte biliriz üç beş bir şeyler. Neresinde Kızıltoprak’ın?”
“İstasyonun arka sokağında.”
Biraz düşündükten sonra “O bölgeyi gezdim beş-altı sene önce” dedi “Bağdat Caddesi’nin üstü, o Öğretmenevi’nin oralar, Üst Feneryolu falan oraları sokak sokak dolaşıp eski binaları fotoğrafladım. Çoğunun da arşiv kayıtlarına ulaştım. Bilgisayarda fotoğrafları olacak, istersen bir göz at eğer arşiv kaydına ulaşabildiysem tutmuşumdur.”
 
 Bora’nın fotoğrafı bulması fazla zaman almadı. Fotoğraf gündüz çekilmiş olmasına rağmen korkunç görüntüsünü koruyordu. “Buldum” dedi ve laptopu İlhan’a uzattı. Zehra hiç konuşmuyor, meraklı gözlerle olan biteni dinliyordu. Bir an burada olduğu için pişmanlık duydu Bora. Lanetine alışması gerekirken onun peşine düşüyordu, üstelik Zehra’yı da bulaştırmıştı. Korku ve umut arasında bir duygu hissediyordu ruhunda.

“Arşivim aşağıda” dedi İlhan “Gel bakalım istersen. Zehra, sen de burada kal gelen falan olursa seslenirsin.”
 Giriş kapısının karşısındaki merdivenlerden bir mahzeni andıran bodruma indiler. İçerisi çekmecelerle, kitaplıklarda dizilmiş dosyalar ve defterlerle doluydu.

“Babamın tuhaf bir alışkanlığı vardı” dedi İlhan “Küçük bir büfesi vardı Fikirtepe’de. Orada gazete satar, sattığı gazetelerde Kadıköy ile ilgili bir haber olursa kesip saklardı. Bu huyu bana da geçti. Çocukluğumdan beri içinde Kadıköy geçen bütün gazete haberlerini sakladım. Böyle böyle başladım olaya. İnternette bir veritabanı kuracaktım da gazeteler bik bik etti. Yok telif hakkıymış falan filan bir sürü şey.”

 Çekmecelerden birini açtı ve üstünde “Köşkler / Kızıltoprak / M.A” yazan dosyayı uzattı. Bora, elindeki dosyayı açtığında köşkün bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafla karşılaştı. Fotoğrafın üstüne 12 Nisan 1934 tarihi atılmıştı. Genç bir kadın, elindeki papatyayla poz vermişti. Uzun boylu bir adam kolunu kadının omzuna dolamıştı ve Panayot bu çiftin yanında oturuyor ve gülümsüyordu. Bora, Panayot’u ilk defa fotoğrafta mutlu görüyordu.
“Tam aradığım şey” dedi Bora “Çok teşekkür ederim.”
“Estağfurullah. Yardımımız dokunduysa ne mutlu. Yalnız o bana lâzım olabilir, sokağın başında bir büfe var oradan fotokopi çektirip getirirsen elinde bir kopyası olur.”


    *******
  Madam Angelapulo’nun köşkü, 1927 yılında yapıldı. Dolores Angelapulo, Fransa’da doğup büyüdüğü için “Madam” olarak tanınıyordu. Kibar bir kadındı Dolores, piyano çalar, kadınlar ve çocuklar için uygun fiyata piyano dersleri verirdi. Eşi Stavro Angelapulo dönemin müzik çevreleri arasında tanınan bir ud sanatçısıydı. Geçimini meyhanelerde ve tavernalarda ud çalarak sağlıyordu. İşlettiği taverna Tatavla Yangını’nda kül olunca, Dolores’in annesi tarafından yaptırılan Kızıltoprak’taki köşke yerleştiler.
 
 Stavro, yardımseverliğiyle ve kibarlığıyla tanınan bir adamdı. Ancak zaman zaman olur olmaz şeylere sinirlenir, bağırıp çağırır ve kavga ederdi. Bazen de kimseyle konuşmaz, insanlardan kaçardı. Sarhoş olduğu zaman taverna işlettiği günlere duyduğu özlemi anlatırdı. Bir meyhane müzisyeni olarak eskisi kadar kazanamıyordu. Bazen sabah saatlerine kadar çalmak zorunda kalıyordu. Paraya düşkün bir insan değildi Stavro ama zengin hayatından sabahlara kadar çalıştığı bir yaşama düşmek ruhunda yaralar açmıştı. Karısına düşkündü, en büyük hayali ondan bir çocuk yapabilmekti. Genellikle kibar davranırdı ona ama son zamanlarda evlerinden kavga sesleri yükselmeye başlamıştı.

 1934 Mayısı’nın bir akşam günü Stavro’nun elinde büyük bir bavulla evini terk ettiği görüldü. Önceki akşam Madam ile kavga ettikleri duyulmuştu. Stavro, bir süre sonra yurtdışında ünlenmeye başladı. New York’taki Club Port Said’de bir süre çaldıktan sonra birkaç plak doldurdu ve bir orkestra kurup dünyayı dolaşmaya başladı. Paris’te, Kazablanka’da, Kahire’de, Sicilya’da, Atina’da gece kulüplerinde büyük konserler verdi. Bir daha Türkiye’ye dönmedi. İki yıl sonra Londra’da bir otel odasında ölü bulundu. Bileklerini kesmiş ve yere kanıyla bir şeyler yazmıştı ama ne yazdığı hiçbir zaman anlaşılamadı.

 Madam’dan ise o günden beri ses çıkmıyordu. Onun evi daha önce terk ettiğine dair dedikodular vardı. Bazen evin ışıkları yansa da etrafında kimse görünmüyordu. Stavro’nun orkestra arkadaşı kemancı Panayot, zaman zaman “Madam’ın evi yanıyor!”, “Madam’ı öldürüyorlar çiğ çiğ yiyorlar!” diyerek ortalığı birbirine katıyordu ama Madam’ın ne kendisine ne de ölüsüne rastlayan olmadı.
                            

********
 Bülent, arabasını sokağın girişinde durdurdu ve kapısını öfkeyle çarparak istasyona doğru ilerlemeye başladı. Tren rayları üstünde yaşlı bir adamın cesedi bulunmuştu. Cinayet mahali, on iki yıl sonra bir film seti gibi aynı yerde kurulmuştu. Siyah bir martıdan bahsettikten sonra bileklerini kesen ve kanıyla masaya bir şeyler yazan ruh hastası gözlerinin önünden gitmiyordu.

 Meraklı bir kalabalık polis barikatının başına toplanmıştı. Bülent, ağzına bir naneli sakız atıp çiğnemeye başladı. Sigarayı bıraktığından beri öfkesini böyle kontrol etmeye çalışıyordu. Polis barikatını aşarak birkaç aydır kullanılmayan istasyona girdi ve hızlı adımlarla perona ilerlerdi.    

  Altmış yaşlarında bir adam, rayların üstünde sırt üstü yatıyordu. Elindeki köpek tasmasını sımsıkı tutmuştu. Kafasından akan kanlar, tren yolunun raylarını ve taşlarını boyuyordu. Böyle duygularını acemilik döneminde bırakmış olmasına rağmen üzüldü bu adam için. Üstünde eşofmanları vardı. Kısa bir gezinti için dışarı çıkmış ve bir daha evine dönememişti.

 Olay yeri inceleme ekipleri cesedin etrafında delilleri topluyor, gazeteciler fotoğraf çekiyordu. Bülent bu kalabalığa baktı. Arabalar değişse de sirenleri, insanları değişse de korkulu ve meraklı kalabalıkları hiç değişmemişti.

 Ersin’i görünce yanına çağırdı. Bu genç polisi fazla heyecanlı bulsa da azmi ve araştırmacı ruhunun takdir edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ona kalırsa Ersin bir polis değil gazeteci olmalıydı, çünkü ölülerle uğraşmak için fazla temiz ve çıkar sağlayamayacağı işlerin peşinden koşmak için fazla kurnazdı.

“İsmi ne maktulün?”
“Fahrettin Edipoğlu…”
“Ne zaman bulmuşlar adamı?”
“Bu sabah amirim. Balkona çıkan bir kadın görmüş. Dün gece öldüğü tahmin ediliyor.”
“Nasıl ölmüş peki?”
“Otopsisi henüz yapılmadı ama kafasını raylara vurup ölmüş büyük ihtimalle. Dengesini mi kaybetmiş yoksa oraya itilmiş mi otopsiden sonra öğreneceğiz.”
“Köpeği yanında mıydı?”
“Yok komiserim değildi.”
“Sence köpek gezdirmek isteyen bir adamın tren yolunda ne işi olur? Civarda üç dört tane park var, adamı deli mi dürttü gecenin köründe raylarda köpek gezdirsin?”
“Sokakta kamera olmadığı için bilemiyoruz komiserim. Ama doğrusunu isterseniz bu durumun doğal olduğunu düşünmüyorum.”
“Herhalde değil oğlum! Adam doğal yollardan ölse bize ne zaten anasını satayım! Yarım saat dişini sıkıp evde kalp krizinden ölse şu an yayılıyor olurduk.”
 Sigarayı bıraktığını bir anlığına unutup gömleğinin cebine uzandı ve kutudan bir sakız daha çıkarıp ağzına attı.
“Otopsiden sonra beni mutlaka ara. Şu ileride inşaat varmış, git işçilerle mişçilerle konuş. Eğer otopside bir boğuşma, vücutta bir zorlama çıkarsa, öldüğüne değil de öldürüldüğüne dair bir şüphen olursa sokağa gizli kamera taktır. On iki senede bir gelmekten sıkıldım koyduğumun yerine!”
“Emredersiniz amirim.”

 Ersin’e birkaç emir daha yağdırdıktan sonra tekrar cesedin başına gitti. Barikatın önünden bir kadının çığlıkları yükseliyordu. Bu çığlıklar ona bir şey hissettirmiyordu. Acemilik yıllarında her duyduğunda kendini kötü hissettiği bu çığlıklar siren sesi kadar sıradanlaşmıştı. Ölümler, acılar, cesetler, insanların korkup kaçtığı her şey bir mesleğin parçası olarak sıradanlaşmıştı.

 Sıradanlaşmayan tek şey “On iki sene önce kendini kesip Siyah Martı’dan bahseden ruh hastası”ydı.

26
Bir çırpıda okudum, sürükleyici bir kurgu. Kalemine sağlık, devamını bekliyorum.

27
Kurgu İskelesi / 2.Bölüm
« : 15 Şubat 2014, 20:57:41 »
http://www.youtube.com/watch?v=VFGAEd_Ujqw Yazarken tekrar tekrar dinledim, tavsiye ederim.

***

Duyduğu sesler, bir kalabalığın sesi gibi bulanık ve tekdüzeydi. Annesi, babası ve kız kardeşinin seslerini ayırt edebiliyordu ama kelimelerini ve tonlarını seçemiyordu. Başı, iki kayanın arasında sıkışmış gibi ağrıyordu.
 Gözlerini açtığında televizyonun karşısındaki kanepede yatıyordu. Sesleri duyuyor, bileklerini ovuşturan ve yüzüne dokunan elleri hissediyordu ama etrafta kimse yoktu. Sağ tarafındaki balkon penceresinden baktığında bir güneş tutulması karanlığı gördü.

 Bu yaşadığının bir kâbus olduğunu düşünecek kadar iyimser olamadı. Beden ötesi bir deneyim yaşadığının farkındaydı. Belki de ölüm ötesini tecrübe etmeye başlamıştı. Yaşadıklarını ancak bu hayatı boyunca inanmadığı kavramlarla açıklayabiliyordu. 

 Lambanın etrafındaki birikintiden damlayan siyah sıvıyı gördüğünde bir çığlık kopardı. Boğazındaki acıyı hissetti ve kendi sesini duydu ama başka kimsenin duymadığından emindi. Sıvı, damladığı yerlerde siyah, gür bir duman çıkarıyordu ve yerde biriktikçe odayı duman kaplıyordu. Kafasını kollarının arasına alıp ağlamaya başladı, ağladıkça nefesinin boğazında tıkandığını hissediyor ve umutsuzluğun korkusunu yaşıyordu.

 Tırnaklarını kemirdikçe, gördüklerinin parmak derisinin dişlerindeki tadı kadar gerçek olduğunu anladı.
“Yalvarırım rahat bırak beni!” diye bir feryat kopardı “Söz bir daha o eve yaklaşmayacağım. Bir daha seni rahatsız etmeyeceğim. Benden alabileceğin hiçbir şey yok, rahat bırak beni!”
 Siyah Martı, yerdeki duman birikintisinin içinden havalanarak kanepenin üstüne kondu. Kafasını yukarı kaldırıp kanatlarını çırparak kahkaha atarcasına ötmeye başladı. Bir martı sesinden daha kalın ve boğuk bir sese sahipti.

 Kendini kanepeden attığında dumanın içinde buldu. Etrafta koyu siyah bir sisten başka bir şey yoktu. Dumanı soludukça genzi bir ateş yutmuş gibi yanıyordu. Martının kahkahaları kaybolduğu bu körlükte kulaklarında yankılanıyordu.
 
 Duman dağıldığında kendini bahçeli köşklerin peşi sıra sıralandığı bir yerde buldu. Akşam vaktiydi, sokak ahşap direklere asılan elektrikli lambalarla aydınlanıyordu. Otuzlu yılların kıyafetleri içinde iki adam bir şeyler konuşarak yürüyor, bir fayton atların ağır adımlarıyla ilerliyordu.

  Bora, ne olduğunu merak ettiği bu sokakta ilerlerken yaşlı bir adam sokağın başından “Madam’ın evi yanıyor” diye bağırarak koşmaya başladı. Oldukça telaşlı görünüyordu. Sokağın ortasında durduğunda yorgunluk nefesleri içinde dizlerini ovuşturdu. Onun sesini duyan birkaç kişi pencerelere çıktı. Sokakta yürüyen bir adam, ihtiyarın karşısında durdu ve onu izlemeye başladı.
“Ne bana bakıp lakırdıyorsunuz? Madam’ın evi yanıyor diyorum! Simsiyah duman çıkıyor evden!”
“Senin Madam’ın evi de her akşam yanıyor Panayot Efendi!” diye bağırdı bir kadın “Ne hikmetse itfaiye gelmeden sönüveriyor.”
 Faytoncu, arabasını durdurdu ve “Cinler yakıyor cinler!” diye bağırdı “Evvelden yakıyorlar babalık kızınca söndürüyorlar. Alimallah İhtiyar Panayot olmasa bütün mahalleyi yakacaklar!”

 Panayot, kendisini bir komedi izler gibi izleyen bu kalabalığı görünce şapkasını yere attı ve yumruğunu evlere sallayarak bağırmaya başladı. Öfkesi yüzünden okunuyordu.
“İnşallah eviniz yanar, ben de karşınıza geçip gülerim!”

 Bora, Panayot’u takip etti ve tarihi kahvehaneyi görünce Kızıltoprak’ta olduğunu anladı. Panayot, kahvenin önünde oturup nargile içen bir adama bağırıp çağırıyordu. Yan masada oturan birkaç adam onu alaylı gözlerle süzüyordu. Panayot’un yüzü öfkeden ve korkudan kıpkırmızı olmuştu ama evin yandığına kimseyi inandıramıyordu.
“More bir haftadır yanamadı gitti şu ev!” diye söylendi nargile içen adam “İtfaiyeciler üç kere geldi, onlar bile gelmiyorlar artık. Ya palavra sıkıyorsun ya da şuurunu kaybetmişsin!”
“Yahu Arnavut görmüyor musun? Kapkara duman çıkıyor evden!”
“İyi Panayot Efendi, telefon senin git ara.”

 Panayot, hızlı adımlarla kahvehaneye girerken Bora sokağın sonuna doğru yürümeye başladı. Siyah duman, devasa bir çınar ağacının arkasından yükseliyordu. Köşkün çatısı dumanla kaplıydı ve bir kadın çığlığı yükseliyordu. Dönüp kahvehaneye baktı, Arnavut nargilesini içiyor, diğerleri de Panayot’un dedikodusunu yapıyordu. Dumandan ve çığlıklardan bir ihtiyar ve bir zaman gezgini dışında kimsenin haberi yoktu.

 İnsanların kendisini görmediğini ve bulunduğu yerde etkisiz olduğunu fark etse de yardım edebileceğini düşünerek çığlığın geldiği yere koştu.
 Köşkün bahçesinde bir kadın, boynundan kanlar akarak yerde yatıyordu. Kadının etrafında üç çocuk vardı. Kanlar içinde çığlıklar atan kadına bakarken yüzlerinde hiçbir ifade yoktu. Bora, kalbinin hızla attığını hissetti, bahçeye girip yerde kanlar içinde yatan bu kadına yardım etmeye karar verdiğinde bunu nasıl yapacağını bilmiyordu.

 Bora bahçeye adım atacakken, siyah martı kadının yüzüne kondu ve gagasıyla boynunu deşmeye başladı. Çocuklar martıyı görünce gülümsediler, kadının acı çekmesinden aldıkları zevk yüzlerinden okunuyordu. Bora, gözlerini kapattı ve bütün bu gördüklerinin bir hayal olduğunu kendine söyleyip durdu. Gözlerini açtığında kadının çığlıkları kesilmişti, cansız bedeni yerde yatıyor ve martı onun yüzünü pençeleriyle deşiyordu.

 Kafasını kadından kaldırınca, bahçesinde bir kadının can verdiği köşkün “o ev” olduğunu fark etti. İkinci katın pencerelerinden dumanlar çıkıyor ve göğe yükseliyordu. Çocuklar evin açık kapısından içeri girdiklerinde martı havalanarak dumana karıştı.

 Bora bir hırıltı duydu ve sesin geldiği yere baktığında o gece kaçtığı köpeğin üstüne atladığını fark etti. Kaçmaya çalıştıysa da hareket edemedi. Panayot ise arkasında kendisiyle alay eden insanlara aldırmadan, iki kova su taşıyarak köşke doğru koşuyordu.

 Gözlerini bir hastane odasında açtı. Sesler hâlâ bulanıktı ama onları seçebiliyor ve anlayabiliyordu. Başındaki ağrı geçmemişti. Gördüklerinin birer sanrı mı yoksa gerçek mi olduğuna da karar veremedi ama onlardan kurtulduğu için seviniyordu. Nurgül bir yandan oğlunun elini tutuyor, diğer yandan doktorla konuşuyordu.
“Korkmanız gereken bir durum yok” dedi Doktor “Baygınlık geçirmiş sadece.”
“Dün gece içkiyi abarttı biraz, ondan mı acaba?”
“Yok yok, bir şok geçirmiş. Bir şeyden korkmuş, öfkelenmiş, üzüntü duymuş ve aniden duyunca vücudu kaldıramamış.”
“Ama böyle bir şey olmadı ki Taner Bey. Sabah kahvaltı ediyorduk, normal konuşuyorduk, şok geçireceği bir şey olmadı. Kalktığından beri bir tuhaftı.”
“Çok sık oluyor mu bu?”
“Hayır, ilk defa oluyor.”
“Neden kaynaklandığını bilemeyiz. Bir kâbus görmüş olabilir, bir şey hatırlamış olabilir. Telaşlanmanız gereken bir durum yok, bir saate taburcu edilir.”

 Bora, uyandığını belli etmek için annesinin elini sıktı. Vücudunda dayanılmaz bir ağırlık hissediyordu. Nurgül, elini Bora’nın elinin üstüne koydu ve gözlerine bakmaya başladı. Sevinçli olmasına rağmen telaşı geçmemişti. Taner “Geçmiş olsun” dedi ve başka bir hastayla ilgilenmek için odadan çıktı.
“İyi misin oğlum?”
“İyiyim. Ne zamandır buradayız?”
“İki üç saat oluyor. Durumun iyiymiş.”
“Evet, duydum konuştuklarınızı…”
“Sınav stresi seni çok yordu, ondan böyle oldun. Ne zamandır iyi görünmüyordun zaten. Neyse, Ayvalık’a gideceğiz bir hafta sonra dinlenirsin biraz.”
 Bora, annesinin söylediklerini duyunca gülümsedi. Bir hafta öncesine kadar hayatındaki en önemli meselenin sınavlar olduğunu düşünüyor ve gecelerini onları düşünerek harcıyordu. Bir sınavı kötü geçtiği zaman morali bozulur ve nasıl kurtaracağını düşünmeye başlardı. Şimdi ise bir sonraki sınav dönemine kadar hayatta kalacağından emin değildi.
 
 Eşyalarını toplamayı bitirdiğinde balkona çıkıp bir sigara yaktı. Hastanedeki küçük zaman yolculuğundan beri siyah dumanla ve martıyla karşılaşmıyordu. Zaman zaman martının kahkahası çınlıyordu kulaklarında ve bu sesi kafasının içinden gelmediğini anlayacak kadar net işitiyordu. Korkusu geçmemişti, geceleri yatarken ışıkları kapatamıyor ve odasındaki küçük televizyon açık olmadan uyuyamıyordu. Hissettiği korkuyu ailesine belli etmemeye çalışsa da her şeyden ürker hâle gelmişti. Aniden duyduğu bir ses onu ürpertiyor, gece yarısı duyduğu bir insan ve ya araba sesiyle yataktan sıçrıyordu.

 Ertesi akşam gideceklerdi. Olcay giyeceği kıyafetleri hazırlarken Erdinç kalacakları evin detaylarına tekrar tekrar bakıyordu. Nurgül ise Kamuran’ın davetli olduğu kahvaltı sofrasını hazırlıyordu. Evde bunlar olurken Bora, balkondan aşağı baktı ve bir an kendini bırakmayı düşündü. Yaşadığı korkuların ölünce biteceğinden emin olsaydı, arkasından yas tutacak insanları umursamadan öldürebilirdi kendini.

 Kamuran, kahvaltı sofrasına oturduğunda her zamanki gibi neşeli görünüyordu. Anlattığı her şeyde masadan bir kahkaha kopuyor, Bora eskiden katılarak güldüğü bu iş anılarına zoraki bir gülümsemeyle karşılık veriyordu.
“…sonra patron beni çağırmış odasına. Bu Fransa’dan gelen Mösyö dö Şansuva kılıklı Nusret yok mu, o işte. ‘Kamurancığım’ dedi ‘İyi bir aşçısın ama burası elit bir yer, seçkin müşterileri var. Böyle bir yerde senin yaptığın gibi paldır küldür konuşulmaz. Biraz adabına, kelimelerine dikkat et! Bir restoranda yemek kadar prestij de önemlidir. Eğer bu konuda bir şikâyet daha gelirse kendini kapının önünde bulursun.’ Ben de ‘Valla ben evimde de böyle konuşurum, sokakta da işyerinde de’ dedim ‘İsterseniz kovun.’ Herif hâlâ bik bik ötüyor şöyle kibar ol, böyle edepli ol diye. Ben de dedim ki ‘Nusret Bey, ben müşterilere yemek yapıyorum sonuçta koyunlarına girmiyorum.’ Herifin yüz kıpkırmızı oldu.”
“Sonra ne oldu?” diye sordu Erdinç. Kamuran’ı büyük bir keyifle dinliyordu.
“Ne olacak kovuldum şimdi iş arıyorum!”
 “E ne yapacaksın şimdi?”
“Bu tazminat bitene kadar iş bulurum ben. Kadıköy’de benim gibi aşçıyı zor bulurlar.”
 Kamuran, kahvaltısını yapıp iş anılarını anlatırken bir yandan Bora’yı süzüyordu. Onun ne kadar korktuğunu ve bu korkusunu içine gömdüğünü anlaması zor olmuyordu. Birkaç gün önce sert çıkıştığı için pişmanlık duydu bir an ama yıllar önce bitmesi gereken lanetin hortlamasından korkuyordu.
“Bora bir baksana” dedi Kamuran “Benim yeğene hocası ödev vermiş, yaz tatilinde üç tarihi roman okuyacak. Oğuzhan’ı da biliyorsun, keratanın Fotomaç dışında bir şey okuduğu yok. Kahvaltıdan sonra Kadıköy’e inip kitapçılara bakalım mı? Anlarsın sen.”
“Olur…” diye isteksizce karşılık verdi Bora. Kamuran’ın onu kitap önerisi için çağırmadığının farkındaydı ama artık hiçbir şeyi merak etmiyordu.

 Kahvaltı bitince Bağdat Caddesi’ndeki bir kafeteryaya gittiler. Bora bir limonata istedi, sıcak hava boğazını kurutmuştu. Klimanın soğuğunu hissettikçe kendini hasta gibi hissediyordu. Gözlerini ne zaman kapatsa köşk, martı, duman, ihtiyar Panayot ve yerde kanlar içinde yatan kadın geçiyordu karanlığından.
Kamuran “Bir şey oldu mu son zamanlarda?” diye sorunca, hastanede uyandığı, sanrı ya da yolculuk hangisi olduğuna karar veremediği deneyimini anlattı. Kamuran üzgün görünüyordu, buna rağmen şaşırmış ve ya telaşlı değildi.

“Seyfi Abi babam gibiydi biliyorsun” dedi Kamuran “Beni kendi evlatlarından ayırmadı. Babam ben ufakken öldü, Seyfi Abi annemle bana kol kanat gerdi. Hasanpaşa’da bakkal dükkânı vardı, beş parasız kaldığımızda oradan beslenirdik. Böyle esaslı bir adamdı deden.

 On yaşında ya vardım ya yoktum, o evin oralarda top oynuyorduk. Bizdeki de akıllılık ya her yer çayır, sazlık dolu o yıllarda, daracık sokakta top oynuyoruz. Neyse, baban topa bir güzel vurdu, top da evin bahçesine kaçtı. Deden kahvede oturuyordu. Ben girip alayım dedim, birden bire yerinden kalktı ‘Sakın girmeyin o köşke!’ diye bağırdı. Biz de kalakaldık, ilk defa böyle bağırdığını, bu kadar korktuğunu gördük. Birkaç kuruş saydı elime ‘Top kaç paraysa gidin yenisini alın’ dedi. Sonra da o eve asla girmememizi, nedenini de sormamamızı istedi. Biz de ne girdik ne de sorduk. Bana çok mantıklı da gelmiyordu işin doğrusu ama Seyfi Abi’yi de kırmak, kızdırmak istemedim.

 Yetmiş üç senesinde herifin biri o evi üstüne geçirdi. Şükrü’ydü adı hiç unutmam. O zamanlar mesken hukukunda bir bokluk vardı, bir evin sahibi yoksa vergilerini ödeyip üstüne konabiliyordun. Biraz tadilat madilat yaptı evde, sonra öğretmenler için bir pansiyona çevirdi. Öğretmenevi lojmanında yer olmuyordu, olsa bile öğretmenlerin tayini çabuk değişiyordu bazen, kira paraları ellerinde patlıyordu. Orası fiyat olarak da uygundu, cazip geldi hâliyle. Rağbet gördü ama çok uzun sürmedi.

 Bir öğretmen, kaldığı ilk gecede kendini evin çatısından attı. Biri bileklerini kesti. Biri gece yarısı delirip kafasını duvarlara vurdu. Hepsi üç-dört gecede oldu bunların ha! Evden her gece feryatlar geliyordu. Böyle böyle evin müşterileri azaldı, zamanla kimse kalmadı. Şükrü de kafayı yiyip kendini trenin önüne attı diyorlar, doğru mu bilmiyorum.

 Bir gün işten eve dönerken o evin önünden geçtim. Bir çığlık duydum, ulan bir yandan eve girmeye korkuyorum e yardım da etmem lâzım... Ne yapayım ne edeyim derken bahçenin kapısını kırdım daldım içeri. Sonra senin baygınken gördüğünü gördüm. Kadının biri yerde yatıyor, martı da konmuş yüzüne kadıncağızın boğazını parça parça ediyordu. Üç tane de velet vardı etrafında, bakıp bakıp sırıtıyorlardı.

 Vallahi ondan sonra ne oldu, ne yaptım ne ettim hatırlamıyorum ama kendimi Kuşdili Çayırı’nda yatarken buldum. Gece bekçisi uyandırdı, öyle döndüm eve.

 Burada kalmaya g*tüm yemedi. Bir gemi için kamarot arandığını duymuştum, gittim başvurdum. Kabul edildim. Buralardan uzaklaşınca kurtulacağımı zannettim ama olmadı.

 Cebelitarık’ın Atlantik’e döküldüğü bir yer vardır, gemiler orada sallana sallana gider. Akıntısı çok pistir. Orada ilerliyoruz, ben işleri bitirip kamarama çekilmişim ama uyuyamıyorum. Gördüklerim kafamdan çıkmıyor. Tavandan da şıp şıp bir şey damlıyor. Önemsemedim, güverteden yağ akmıştır bir şey olmuştur dedim. 
 Bir baktım kamara duman olmuş. Yangın söndürme tüpünü aldım, sağa sola sıkmaya başladım fayda etmedi. Dışarı da çıkamıyorum, kapı açılmıyor. O siyah martı, kamaramın içinde bir oraya bir buraya uçmaya başladı. Ulan dışarıdan gelse görürdüm. Ötüşü de korkunçtu. Ben elimdeki yangın tüpüyle vurmaya çalıştım, mahlûk resmen kahkaha attı.

 Sabah güvertede uyandım. Bütün mürettebat başımda. Sabaha karşı çığlıklar ata ata güvertede koşmuşum, sonra kendimi denize atmaya çalışmışım. Denize düşsem kurtarma ihtimâlleri de yok ha, o dalgalarda boğulur giderim. Kamaramda yangın çıktı, her yer dumandı dedim, gidip baktılar, tertemiz. Üstelik dumanı gören, yanık kokusu duyan da olmamış.

 Artık kâbus mudur ne halttır bilmiyorum boyuna görmeye başladım. Mahmud diye Cezayirli bir aşçıbaşı vardı. Aramız çok iyiydi. Zaten kendimi denize attım atacağım adam deli olduğumu zannetse ne olur etmese ne olur diye ne var ne yok anlattım. Dinledi, anlamaya çalıştı sonra ‘Oğlum balatayı sıyırmışsın sen’i kibar kibar, lafı dolandıra dolandıra anlattı. ‘Gel aynı kamarada yatalım’ dedi ‘Belki yalnız uyumazsan kâbus görmezsin’. Kabul ettim. Gemide adımız da çıktı bir güzel, ama doğrusunu istersen umurumda değildi. Mahmud da beni yüzüstü bırakmadı. Kâbus gördüğüm gecelerde ben korkmayayım diye uyanık kaldı.

 Brezilya’ya vardığımızda zar zor uluslar arası arama yapan bir yer bulup Seyfi Abi’yi aradım. Ne var ne yok anlattım. Eve girdiğimi duyunca sağlam bir azar çekti, sonra ‘Sakın üstüne gitme bunların’ dedi ‘Bir kalede olduğunu tasavvur et. Düşman kalenin burçlarını zorluyor, içeri girmeye uğraşıyor, sen zafiyet gösterip kapıları açtığın anda girecek. Bulunduğun vaziyet bu.’ Böyle yaptım ben de. Kâbusları hâlâ görüyorum, ebesini kovaladığımın kuşu hâlâ ötüyor. Dolunaylı gecelerde artıyor bu. Yirmi senede bir daha çok artıyor. Artık alıştım, takmıyorum, önemsemiyorum diyemem ama bir şekilde hayatıma devam ediyorum.

 Anlatacaklarım bu kadar. Bunları anlattım, çünkü sen fazla meraklı bir çocuksun, her durumda kafanın dikine gidiyorsun. Eğer o eve girecek olursan, bahçesine bakmakla ya da girmekle kurtulduğun gibi kurtulamazsın. O eve giren sağ çıkmadı.
 Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama bir şekilde rahatsız ettin. Seni ele geçirmeye çalışacak, zorlayacak, elinde sonunda ya başaracak ya da kafanın içinde bir parazit olarak kalacak. O yüzden bu meseleyi burada kapat, normalde ne yapıyorsan, neyle uğraşıyorsan devam et ve kimseye de anlatma. Anlaştık mı paşam?”

“Anlaştık…”
“Bir de ortada böyle ruh gibi dolaşma. Biri niye bu hâlde olduğunu merak eder, boş bulunup anlatırsın sonra yayılır. Bir kere bulaştın madem başkasını bulaştırma.”

 Kamuran, bir telefon konuşmasından sonra kalktığında Bora hayatı boyunca bir lâneti taşıyacak olmanın derin üzüntüsü ve korkusu içindeydi. Sanki etrafındaki bütün renkler soluklaşıyor ve sesler baritonlaşıyordu.

 Caddede amaçsızca yürümeye başladı. Nereye gittiğine dair bir fikri yoktu. Arabalar ve insanlar yanından geçerken kalabalığın bir dekor gibi göründüğünü düşündü. Bir lanetin tohumu kafasının içinde yerleşince dış dünya önemsizleşiyordu. Bir gün bu korku dışında her şeyin önemsizleşeceğinden korktu. Ailesi, sevgilisi, dostları, bu lanetle savaşırken geri kalan ve bugüne kadar önem taşıyan her şeyin önemsizleşmesi onu korkutuyordu.

28
Şişedeki Mısralar / La Llorona
« : 13 Şubat 2014, 14:37:12 »
 Nehir dökülürken okyanusa –karanlık ve sessiz-
Gözyaşların bir gece akıntısına karışıyor
Dağların ve ormanların üzerinde yükselen gece
Nehirde süzülen iki bedeni süslüyor
Bir cenaze alayı gibi gidiyor peşlerinden yansıyan gece
                                         Uğurlamak için onları –sonsuza kadar kaybolacakları-
Bütün nehirlerin döküldüğü yere

Hatırla ilk nefeslerini, bir şarkı dinler gibi dinlerdin
Gözlerine baktığın köleliğinde, özgürlüğü düşler gibi düşlerdin
Alıp götürdüğünde onları senden kirli yüzlü yabancı
Ağlarken ölmekten korkmayı keşfettin
…ve her baktığında Cortez’in merhametsiz gözlerine
                    Ruhunu sarıverdi
  –sevginden bile daha kuvvetli- onun sevgisine duyduğun nefretin

Nehir okyanusa dökülüyor karanlık ve sessiz
Kıyısında bir kadın rüzgar gibi ağlıyor
Ancak bir ölünün olabileceği kadar pişman
…ve pişmanlığından çok sevgisi azap veriyor

Hatırla o geceyi, bir yangın büyüyordu
Bir Anka kuşu büyüyormuş gibi kalbinde
Bir okyanus kusacakmış gibi ağlamak istedin
Dokunmana izin vermedikleri çocuklarını
Ölüm taşıyan gemilerin geldiği
                            O ülkeye götürmek istediklerinde
…ve gemiler geldiğinde bütün görkemi sönen tanrılar
Kulağına fısıldadılar o gece
Sefil olmuşluğun acısı vardı, beyninde duyduğun seslerinde
Kurbanların kesildiği ve ateşlerin yandığı o günleri özlercesine

Çocukların gittiğinde o ülkeye –dediler- nehirler kan akacak
Halkından çalınmış çocuklar hepinizin felâketi olacak
Geri döndüklerinde çocukların  
      –bize şeytan’ın ne olduğunu öğreten- İspanya’dan
Demir giyen adamların atları, Azteklerin üzerinde dolaşacak

Gözlerinde birer damla yaş vardı, sevginden kalan tek şey
Onları nehre bıraktığında, kıyameti getiremeyecek kadar masumlardı
Tanrılar sessizliğe büründü sen rüzgârın sesini dinlerken
-çocuklarını senden sonsuza dek götüren-
Doğdukları gün, gizlice yüzlerini okşadığın ellerin
Birer iz oldu boyunlarının etrafında
Yüzlerinde –hâlâ yaşıyorlarmış gibi- bir korku ve şaşkınlık
Çünkü masumlar ölüyken bile, öfkeli olamayacak kadar
…ve uğruna çocuklarını öldürdüğün tanrılar
Yokluklarıyla sana bir ızdırap bıraktılar

Nehir okyanusa dökülüyor –karanlık ve sessiz-
Bir yok oluşa şahit olmuş gökyüzü ve dağlar
Denize karışırken –kimsenin olamadığı kadar- iki masum beden
Bir kadın artık konuşulmayan bir dilde ağlar

****

La Llorona bir Latin Amerika masalıdır. La Malinchi adlı bir Aztek kızı, Herman Cortez adlı bir köle tüccarına satılmış ve ondan iki çocuğu olmuştur. Cortez, çocukları İspanya'ya götürmek ister, tanrılar da La Malinchi ile konuşup eğer çocuklar giderlerse döndüklerinde halkının felaketi olacaklarını söylerler. La Malinchi de çocukları nehre götürüp boğar, daha sonra ağlayarak nehir kıyısında çocuklarını aramaya başlar böylece La Llorona (ağlayan kadın) olur. Meksika'da gece yarıları çocukların dışarı çıkmasına, nehirlere yaklaşmasına izin vermezler çünkü La Llorona'nın onları kendi çocukları zannedip alıkoyacağına inanırlar.

29
Başka Kurgular / Kum Kitabı - Jorge Luis Borges
« : 12 Şubat 2014, 23:16:05 »
 

Jorge Luis Borges'in öykü kitaplarından biri.
Borges, Latin Amerika edebiyatının ileri gelen isimlerinden biridir. Entelektüel bir ailede yetişmiştir ve sahip olduğu birikimi eserlerinden anlamak zor değildir. Hikayelerinde fantastik öğeleri ve mitolojiyi de kullanır zaman zaman
Kitaptaki öykülerde Borges'in gençliğiyle karşılaşmasından, yeryüzündeki tüm bilgileri toplamak için çalışan bir örgüte kadar bir çok ilginç konu işleniyor.
Bu kitap Borges'in hayatında önemli bir yer taşır aynı zamanda, kitabı yazarken neredeyse kör olduğu için başkasına dikte ettirmiştir.

30
Genel Kültür / Ynt: İngilizceyi Geliştirme Yolları
« : 12 Şubat 2014, 22:59:45 »
Dil, pratik yapılarak öğrenilir. Pratiğe dökmediğin sürece öğrenmenin ihtimâli yok.
Mesela her gün BBC'den bir haber okumak faydalı olabilir. Haber metinleri yalın olduğu için kolay okunur. William Blake, Poe gibi şairleri okumak da dilin daha iyi oturmasını sağlayacaktır. Elimizin altında internet varken zor değil.

Bir de, İngilizce düşünmeye çalış. İngilizce bir şey okurken Türkçe düşünmek işi zorlaştırır.

Sayfa: 1 [2] 3 4