Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Dark SAGAA

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Ynt: Minnas
« : 15 Şubat 2014, 09:35:32 »
ilkokulu bitireli uzun zaman oldu. Zaten bişide öğretmemişlerdi. Ama sanırım dil bilgisi hakkında bir kitap alıp bunu giderebilirim.

2
Kurgu İskelesi / Ynt: Minnas
« : 15 Şubat 2014, 09:30:53 »
Kusura bakmayın ama dil bilginiz felaket. Fazladan kullanılmış ekler kullanılmamış ekler ayrı yazılması gerdkirken bitişik yazdığınız bağlaçlar sadece satır sayısını çoğaltan gereksiz cümleler bazı yerlerde de anlatım bozukluğu olan cümleler var.
Umarım kızmazsınız ama okumak tam bir işkence oldu bitiremedim.
 
  yoo neden kızayım... Dil bilgimin felaket olduğunu bende biliorum... ilkokul mezunu olduğum içindir belkide-ama bu düzeltilebilir tabii... Sana işkence çektirdiğim için kusura bakma  duhan :)

3
Kurgu İskelesi / Minnas
« : 15 Şubat 2014, 01:03:41 »
                                                   Minnas
       
        Işık, böylece çekip gidemezsin Marfain…  Marfain Braine, adamın bu sözleri üzerine atını dizginleyerek yüzünü eski dostuna döndü ve ona son sözlerini sarfetti.
       
       Artık güneye kaçmaktan başka şansımız kalmadı Gaal…  Geride kalmak intahar etmekten farksız. Bunu sende anlasan iyi edersin. Yüzünü döndü ve bu sefer geriye bakmaksızın atını sürerek oradan hızla uzaklaştı. Gaal Alderiane, o an eski dostunun ardından bakmaktan başka hiçbir şey yapamamıştı. Gerçi Marfaine cesaret isteyen çoğu konuda neredeyse her zaman korkakça tavırlar sergilerdi. Bunu oda biliyordu ama onu hiçbir zaman sırf bu yüzden yadırgamamıştı. Çünkü ona göre cesaretsiz insanlarında herkes gibi saygı görmeye hakkı vardı. En azından bir şekilde haklı olanlarının. Tıpkı şimdiye dek Marfain’de olduğu gibi… Ancak eski dostunun bugünkü cesaretsizliği onu gözünde neredeyse tamamen düşürmüştü. Her şeyi ap açık bir şekilde yüz üstü bırakmıştı ve bunun kesinlikle hoş görülebilecek bir yanı yoktu. Bakışlarını hayalkırıklığıyla uzaklaşan dostunun son görüntüsünenden alırken, bu seferde kendini derincesine Minnasın taş sokaklarında koşturan korku dolu yüzlere çevirdi. Her yerde kaos hakimdi ve onda uyandırdığı korkusu gerçekten çok yoğundu. Öyle ki kafasında varolan o korkunç bilinmezliğe bir yanıt vermeye bile cesaret edememişti o an. Çünkü bu savaşı nasıl atlatacakları kısmı-ona göre ayakta kalmayı başarsalar dahi yine de bir felekatten aşağı kalmayacaktı. Düşünceleri uzun süre donuk bakışlarla önündeki görüntüye kilitlenirken, birbirinin neredeyse aynı olan onlarca kaçışma gözünün önünde defalarca hüzünle solup gitti.
   
    Öte yandan Minnas ordusunun hemen hepsi şehri boşaltmış ve şehrin kuzey çıkışının yüzlerce metre ötesinde bulunan Phalmin ovasında binlerce askerden oluşan koca bir set kurmuşlardı. Cılız bir yeşilliğe sahip olan bu geniş ova onlardan yaklaşık bir buçuk fersah öteye, geniş Glanvieland ormanının sınırına dek uzuyordu. Ancak her zaman ki o boş ve cılız ova bugün kendini düşmandan oluşan bam başka bir havaya büründürmüştü. Korku ve endişenin hissini tüm Minnas ordusuna çoktan yayılmıştı bile…
   
    Tabi bunun sebebi fazlasıyla açıktı. Çünkü karşılarındaki düşman gerçektende muazzamdı ve insanı büyük ölçüde tedirgin ediyordu. Ayrıca içlerinde ki bu tedirginliklerinin diğer bir sebebi de; savaş alanındaki her askerin şehirde koruması gereken birer ailesi olmasıydı. O yüzden bu durum onlara ayrı bir sorumluluk duygusu yüklemiş ve onları deyim yerindeyse iki yandan da keskin bir kıskaca almıştı. Ama şüphe yok ki-bu sorumluluk onları bu duruma karşı daha güçlü durmalarını sağlayacaktı. Çünkü içlerinde ki cesaret hala duruyordu ve kırılmamıştı. Hem onlar yüzyıllar boyunca onlarca kez bu duruma başarıyla göğüs germişlerdi. Herkes biliyor ki; Minnas onların gururuydu. Minnas ele geçirilmeyen şehirdi. Tıpkı yıkılmayan bir kale gibi her seferinde dimdik ayakta durmayı başarmıştı ve bugün de bunun için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardı. Yıkılmayanı ayakta tutacaklardı.
 
     Sanırım Minnas’ın Kralların gözündeki o bitmek bilmez cazibesini de kısaca bu şekilde özetlemek yalnış olmazdı her halde.
    Çünkü şimdiye kadar kimsenin yapamadığı bir şeyi başarmak ve bu düşüncenin gerçekleşmesi fikri… Eh, muhakkak ki bu her Kral için elde edilebilecek en büyük zafer olurdu.  Ya da kim bilir? Belki de Minnas sahip olduğu bu ünü zamanın sonuna dek korurdu. ‘’Ama yine de, her şey zamanın ellerinde son bulmaz mıydı?’’ Ya da doğaya hükmedebilen ve onu istediği gibi şekillendirebilen insanoğlu, arzu ettiği ve yüzyıllar boyunca binlerin öldüğü Minnas için bu sonu her zaman layık görmemişmiydi. İşte! Şimdi de durum aynıydı. Çünkü insanoğlu her daim büyük bir gururla taçlandırmıştı zaferlerini ve zaferle taçlandırılan her yürek ondan daha acımasız olan zamanla beraber birer efsaneye dönüştürürdü kendini. Daha sonra da zamanın ellerinde dilden dile dolaşır, şekillenir ve her hafızada birer mit olarak yer edinirdi. Kimi zaman abartılarak çarpıtılırdı bir kahramanın ismi ya da zamana damga vurmuş kötü bir karekterin yaptıkları. Ama yine de her şey bir efsane olarak kazınırdı zihinlere ve ilerki nesillere aktarılırde şekillenerek. Ayrıca kötü ya da iyi olmasıda fark etmezdi çoğu kez... ‘’Söylendiği gibi; zamana damga vuranların ismi unutulmamak üzere her daim zamanın derin sonsuzluğunda yüzerdi.’’ Bu ölümlülerin kanunuydu ve ne acıdır ki bu onlara neredeyse ölümsüzlük kadar ilgi çekici geliyordu.
    ‘’Ama bütün bu her şeye rağmen zamana hükmedememek ne de büyük bir hüsrandı onlar için…’’
    İşte! Yeni bir son ve yeni bir zafer için bir gün daha... İnsanların Minnas için anlatacağı yeni bir hikaye… Belki de yaşanmış hikayelerin en görkemlisi olacaktır. Bunu kim bilebilir ki? Eh, şüphe yok ki bugün bazıları için bir son olacaktır ve başkaları için de yeni bir başlangıç… Söylendiği gibi; her son beraberin de yeni bir başlangıcı getirmez miydi?
    Korku dolu yüzler ifadesizce dikilmişti önlerinde uzayan düzlüğe. Hafif esen rüzgar sıyırarak geçiyordu buz kesmiş yüzleri. Çoğu askerin yüzü merakla ordu kumandanlarına çevrilmişti. Çünkü ona gerçekten güveniyorlardı.
   Minnas ordusunun baş kumandanı olan; Gaspar Mirrangain ise ordusunun toplandığı yerin biraz uzağında ki küçük ‘’Phalmin’’ tepeliğinde duruyordu. Yüzü Minnas şehrine dönük olan kumandan, atının üzerinde oturmuş kuşatılmak üzere olan şehrin derinliklerine doğru bakıyordu. Yüzünde oldukça katı bir ifade vardı ve bakışları karşısına alacağı her hangi bir düşmanını kolaylıkla korkutacak kadar soğuk ve katıydı. Ama yine de şehre diktiği o bakışlarında kendini açığa çıkaran büyük bir derinlik vardı. Çünkü O, on iki yıldır sürdürdüğü ordu kumandanlığı boyunca ilk defa Minnas için bu kadar endişeliydi.
      Öyle ki, o an sanki bu şehri son kez görecekmiş gibi yabancı bir hissi barındırmaya başlamıştı içinde ve buda doğruyu söylemek gerekirse en az ölüm kadar korkutuyordu onu.
    Ama etrafında ki insanlar nedense onu hep korkusuz biri olarak görüyorlardı. Hatta yaşı pek de geçmemiş olmasına rağmen çoğu insan onu yaşayan en büyük kumandanlardan biri olarak öne sürüyordu. Eh, savaştaki ustalığı buna en büyük etkendi. Çünkü daha yirmili yaşlarında, Kral Luhhar tarafından bileği bükülmeyen bir savaşçı olarak atanmıştı ordu kumandanlığına ve o geçen bu süre zarfında Minnas’a gerçektende çok şey kazandırmıştı. Ancak onu korkusuz olarak görmeleri onlar için büyük bir yanılgıydı. Çünkü o; belki de hiç kimsenin içinde taşımadığı kadar büyük korkuları barındırıyordu içinde ve onun bu korkuları en az küçük bir çocuğun ki kadar derindi. Ama yine de onların bu güvenini boşa çıkartmamak için elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdı. Fakat sorun şu ki; bugün işleri her zamanki gibi yolunda gitmeyebilirdi.
    Gaspar Mirrangain, üzerindeki bakışları hala hissederken dikkatini şehirden alarak tekrar karşısındaki düşmanını incelemeye başladı. Bulunduğu tepelikten düşmanın hareketlerini kolaylıkla izleyebiliyordu. Görkemli ve kudretli bir düşmanları vardı. Öyle ki, savaş hayatı boyunca böyle bir orduyla daha önce hiç karşılaşmamıştı. Onların neredeyse dört katıydılar ve işin kötü yanı her geçen süre daha da kalabalıklaşıyorlardı. Şu an kilometrelerce uzağa uzanan cılız arazide öldürülmesi gereken yüzbinlerce düşman vardı.  Üzerlerine giydikleri siyah elbiseleri ile toplandıkları yerde sanki kara bir leke oluşturmuşlardı. Durum gerçekten vahimdi. Aralarında sayısal olarak çok büyük bir fark vardı. Ayrıca Morgol halkı hakkında da çok fazla bilgiye sahip değildi. İşte bu onlar için büyük bir dezavantaj olmuş ve fazlasıyla hazırlıksız yakalanmışlardı. Çünkü onlar dış dünyaya kendini tamamen kapatan gizemli bir halktı. Dış şehirlerden gelen hiç kimseyle ticaret yapmaz ve şehirlerine gelen yabancılarıda pek hoş karşılamazlardı. Fakat onlar son dört yılda hayret verici bir şekilde kabuğundan çıkmış ve iki şehre (Harbon-Eiban) savaş açmışlardı. Onlar hakkında bu konuda tonla hikaye duymuştu; Kuşattıkları çoğu yerde sayısızca katliamlar yaptıklarına dair.
    Ayrıca etrafa karanlık büyüler bildikleri yönünde birçok dedikodu dilden dile dolanıyordu. Kimi yılanlardan bahsediyordu. Kimi ise büyü yapabilen garip suretlerden, cadılardan bahsediyordu. Ayrıca bazıları bu suretlerin karanlık düşenden geldiğine inanıyorlardı. Bilindiği üzere; orası karanlığın hükum sürdüğü lanetli topraklardı. Bu yüzden kimse asla oraya ayak basmazdı. Tabi bunun en büyük sebebi; şüphesiz ki şimdiye kadar oradan hiç kimsenin geri dönememiş olmasıydı. Ama bu dedikodular ne kadar gerçekti? İşte bunu bilmiyordu. Onun için her şey; uydurulduğunu düşündüğü ve fazlasıyla abartılı olan söylentilerdi. En azından şimdilik etrafta dolanan hiçbir sürüngen göremiyordu. Zaten yılanlarla ilgili anlatılan o tonla hikaye ona her zaman birer saçmalık olarak gelmişti. Kendini tutamayarak içinden birkaç küfür savurdu. Bugün gerçektente şanstan fazlasına ihtiyaçları vardı. Ama yine de umudunu kaybetmemeye çalıştı. “Her zaman bir çıkış yolu vardır.” diye düşündü. Olmak zorundaydı.
    Kendini karamsar düşüncelerinden kurtarmaya çalışan Gaspar Mirrangain, ardından bakışlarını saniyeler önce beliren ve şuan savaşa tamamen hazırlıklı olan Kral Luhhar’ın yaklaşan görüntüsüne dikti. Doğrusu onun varlığı kendini biraz daha silkelemesine fazlasıyla yetmişti. Ama görünen o ki efendisi yalnız değildi. Yanında küçük veliahtı olan “Blazzar Luhhar’da” vardı. Merakla yaklaşmalarını izledi. Aralarında önemli bir şeyler konuşuyor gibiydiler. Yalnız Kral Luhhar’ın, oğluna sarf ettiği sözler genç çocuğu oldukça sarsmışa benziyordu. Sert bakışlarını boşluğa dikmişti.  Ardından genç çocuk bir an için babasının gerisinde kalarak arkadan yavaş yavaş gelmeye başladı. Yüzünde ki ifade ise ona fazlasıyla yabancıydı. Çünkü Blazzar Luhhar, her zaman güler yüzlülüğüyle zihninde yer edinen bir çocuktu. Şüphesiz ki bugün herkes gibi onun için de fazlasıyla zor bir gün olacaktı. Kim bilir? Belki de büyüdüğü o ihtişamlı saray hayatı ve sahip olduğu her şey bugün acı bir sonla noktalanacaktı.
    Doğrusu bu genç veliaht için gerçekten acı bir son olurdu. Öte yandan zırhlara bürünmüş olan babası da bugün savaş meydanında olacaktı ve eğer o ölürse genç oğlan Kralın tek varisi olduğu için taht onun ellerine teslim edilecekti. Yaşı çoktan altmışlarını geçen Kral Luhhar, geç bir evlilik yapmıştı ve bu evlilikten sadece bir çocuğu olmuştu. Tek veliahtı olan Blazzar Luhhar ise genç bir çocuktu; daha on yedilerindeydi. Ayrıca Kumandan Mirrangain, onu kralın isteğiyle özel olarak yetiştiriyordu. Zayıf bir çocuktu ve kılıcı fazla keskin değildi. Ancak yine de hızlı öğreniyordu ve oldukça azimliydi. Tabi eğitimi için ilerde imkanları olmayabilirdi.
    Kral Luhhar, taş gibi bir ifade ile hemen önünde durdurken, Kumandan Mirrangain, Kral’a nezaketle eğilerek selam verdi. Daha sonra ona düşman hakkında bilgi verecekti ki, Kralın gerisinden gelen genç oğlan babasının yanına yanaştı. Yüz ifadesi gerçekten sertti. O an ikisi arasındaki durum kumandana biraz hassasmış hissi vermişti. Bu yüzden bir süre konuşma gereği duymadı.   
    Kısa bir süre sessiz kalan Kral Luhhar, ardından yüzünü genç oğluna çevirerek; söylediklerini unutmamasını söyledi ve çocuğa saraya gitmesini emretti. Genç veliaht o an şaşkınlıkla babasına bakarken gitmek ya da kalmak arasında bir yerlere sıkışmış gibiydi. Gaspar Mirrangain onun bugün savaşmak istediğini hissedebiliyordu. Genç veliaht gerçekten cesurdu. Fakat savaşması için daha çok gençti. Ya da en azından bugün ikisinin de savaş esnasında ölme fikri ona pekte mantıklı gelmemişti. Bu yüzden babasının emirlerine uyması hiç şüphesiz ki onun için en iyi seçim olacaktı.
    Ne yapacağı konusunda biraz tereddütte kalan genç veliaht, kısa bir an için sessizliğe büründü. Ama ne var ki onun bu sessizliği işin sonunda seçebileceği en doğru karara vararak noktalanmıştı. Çocuğun endişeli bakışları kısa bir an babasınınkileri yakaladı ve ardından ikisini de selamlayarak hızla yanlarından uzaklaştı. Kumandan Mirrangain kısa bir süre genç veliahttın arkasından uzaklaşmasını izlerken, içinden onu bir kez daha görmeyi ümit etti. Daha sonra da bakışlarını tekrar Kral’a döndü. Üzerinde garip bir sessizlik vardı ve yüzü tamamen ifadesizdi. Ardından Kral tek kelime etmeden, sessizce yanına yanaştı ve düşmanı incelemeye başladı. Bunun üzerine O da Kral’a uyarak sessizliğine bir sure daha devam etti. Şüphesiz ki bugün onlar için çok zor geçecekti. Ama ‘’Minnas’’ ele geçirilemeyen şehirdi.  Geçmişte birçok krallık Minnas’ı ele geçirmek için defalarca savaşmıştı ve şimdiye kadar bunu başarabilen kimse olmamıştı. Tabi işin doğrusu şu ki; Minnas şimdiye dek böyle bir orduyla daha önce hiç karşılaşmamıştı.
    Kumandan Mirrangain, Kral Luhhar’ında o an onunla aynı düşünceleri taşıdığından emindi. Sonra bakışları dikkatle derin düşüncelere dalan Kral’a yoğunlaştı. Başındaki altın tacı tamamen beyazlamış saçlarıyla uyum içinde duruyordu ve yüzüde hayatı boyunca tecrübe ettiği o uzun zamanın ona verdiği kırışıklığı barındırıyordu. O, otuz yılı aşkın süredir Minas şehrinin kralıydı ve bunu gerçekten çok iyi yapıyordu. Halkına her zaman adil davranan bir kraldı.
    Bir kaç dakika hızla geçerken Kral Luhhar, nihayet sessizliğini bozup onu şaşırtarak; bugün hiç şansları olmadığını söyledi. Bu onu gerçektende ansızın şaşkınlığa uğratmıştı. Çünkü ses tonunda neredeyse en ufak bir umut yok gibiydi.
    Gaspar Mirrangain, Kral’a;  “Her zaman bir umut vardır. ” Diye karşılık verdi. Eh, en azından çoğu bilge kişi bunu söylerdi.
    Karşısındaki düşmanı incelemeyi bırakıp yüzünü Gaspar Mirrangaine dönen kral, ondan bugün bir şey isteyeceğini söyleyerek dikkatini bu sefer tamamen ona yoğunlaştırdı. Bu onu nedense biraz şaşırtmıştı. Ancak o, Kral’ın sözlerinin ardından şaşkınlığını belli etmeyerek onu sözleriyle nezaketle onayladı.
     Tabi ki Lordum!
    “Bugün çok az şansımız olduğunu sen de benim gibi biliyorsun Kumandan…” Gaspar Mirrangain bakışlarını merakla Krala yoğunlaştırdı.
     “Eğer hiç umut kalmazsa ve yaşaman için en ufak bir şansın olursa senden savaşı bırakıp buralardan gitmeni istiyorum.” Dedi sakin bir tavırla. Ancak Kralın bu sözleri, üzerinde bir anda şok etkisi yaratmıştı.
    Işık, bu… Ondan savaş meydanını burakıp kaçmasını mı istiyordu? Bunu nasıl isteyebilirdi ki ondan? Gaspar Mirrangain bir gün savaş meydanında öleceğini biliyordu. Bunu her asker düşünürdü. Fakat hiçbir zaman ölme ihtimali olsa dahi kaçmayı düşünmemişti. O şerefli bir adamdı ve ölümü de şerefli bir şekilde olacaktı. Ardından şaşkınlıkla ondan neden böyle birşey istediğini sordu. Ses tonu inanmazlıkla yüklüydü ve bakışları da hayretle Kral’ına dikilmişti.
    “Senden böyle bir şey istediğim için üzgünüm Kumandan… Bunu kabul etmek senin için biraz zor. Bunu biliyorum ama bunu sana söylemek için çok düşündüm. Ayrıca bunu senden istediğim bir emir olarak görmeni istemiyorum… Bu senden istediğim küçük bir istek sadece...” Yorgun bakışları şimdi onunkine dikilmişti. Fakat o bakışlarda onu fazlasıyla rahatsız eden bir şeyler gizliydi. Sonra bu bakışları sanki bir anlığına uzaklara gitti. Ama o konuşmasına tekrar devam etti.
    “Birbirimizi tanıyalı neredeyse on altı yıl oldu biliyorsun… Seni tanıdığım da daha on yedi yaşlarındaydın. O zamanlar da çok hırslıydın ve ileride çok önemli şeyler başaracağına inanmıştım. Bunu gözlerinde görmüştüm. Fakat seni Minnas’ın baş kumandanı yaptığımda çoğu insan bu kararıma pekte memnun olmamıştı. Çünkü sen daha yirmi iki yaşlarında genç bir askerdin ve genç olmanın yanı sıra Minnas'lı bile değildin. Ama bu benim için bir şey değiştirmezdi. Çünkü ben halkım için en iyi olanı yapmakla yükümlüyüm. Beni anlıyor musun kumandan…?” Kumandan Mirrangain, Kralı onaylarcasına bir bakış attı. Ama ondan istediği şey karşısında hala şaşkınlığını gizleyemiyordu.
    “Senin doğru kişi olduğunu geçen beş yıl içerisinde anlamıştım. Fakat geçmişinde yaşadıklarını sanki bir sır olarak saklıyordun benden. Şimdiye kadar bana nereden geldiğini ve neler yaşadığını hiç anlatmadın. Aslında kötü ve kanlı bir geçmişin olduğunu anlamam pek de zor değildi. Bu yüzden bunu sana sorma gereği hiç duymadım çoğu zaman.  Sen şerefli bir adamsın, bunu biliyorum. Ancak senden bugün burada ölmeni isteyemem.  Bu gerçekten büyük bir haksızlık olur senin için… Çünkü on yedi yıldır zaten Minnas için çok fazla şey yaptın. Düşünüyorum da belki de artık kendi halkın için savaşmanın zamanı gelmiştir.”
    Gaspar Mirrangain, hayretle Kral’ın ona sarfettiği sözleri dinlerken aynı anda zihninde geçmiş yaşantısına dair birçok kanlı imge belirdi. Bunu hayatı boyunca hiç kimseyle paylaşmamıştı. Onunla bile… Çünkü onun halkı yıllar önce hain bir saldırıyla katledilmiş ve bu katliamdan sağ kurtulan bir tek o olmuştu. Saklandığından değil tabi! Fakat yine de bunu kimseyle paylaşmak istememişti. Işık, ne kadarda uzun zaman geçmişti… Ama buna rağmen anıları hala dün gibi capcanlı duruyordu ve hepsi de tıpkı kötü bir kabus gibi kafasında yer edinmişlerdi. Kim bilir? Belki de onun dışında gerçektende kaçıp kurtulan başkaları da olmuştur. Diye düşündü.
     Ama herkes o katliamdan kimsenin sağ kurtulmadığını söylüyordu. Zaten kendisi de bunu gizlice defalarca araştımıştı. Ancak tuttuğu paralı adamlar ona ait en ufak bir şey getirmemişti.  Kral, konuşmasına devam ederken bugün neredeyse hiç şanları olmadığını bir kez daha tekrarladı ve eğer kabul ederse şimdi de gitmekte özgür olduğunu söyledi. Kumandan Mirrangain, eski anılarını bir kenara iterken hayretli bakışlarını tekrar Kral’a döndü.
    Işık, bugün öylece çekip gidemezdi. Yok, hayır… Bunu yapamazdı. Bunu Kral’a anlatarak istediği şeyi yapamayacağını söyledi. Bugün savaşmalıydı. Minnas’ı yalnız bırakıp gidemezdi. Her şeyini onlara borçluydu. 
    Sözlerinin ardından Kral Luhhar, ona bir kez daha minnetle baktı ve anlam veremediği sözlerle ona dünyanın gitgide daha da karmaşık bir hal aldığından bahsetti. Yaşlı bakışları gerçekten de şefkat yüklüydü. Çünkü şimdiye kadar yaptıkları için ona minnet duyuyordu ve ölmesini istemiyordu. Ama her ne olursa olsun onun bu istediklerini yapamayacağını bilmesi gerekiyordu.
    “İnsanlar her zaman kendilerine yol gösterecek birilerini ister Kumandan!  Sen de bu insanlardan birisin… İnsanlara yol gösterebilirsin. Belki kendi halkın için ya da buna layık olan başkaları için... Bu yüzden öldüğün gün senin için adil bir gün olmalı ve ben inanıyorum ki o gün için hala çok erken. Beni anlıyormusun…?” Kumandan Mirangain, Kral’a ifadesizce baktı. Söylediklerinin bir kısmında gerçekten de gerçeklik payı vardı. Evet, bugün ölebilirdi. Ama yine de onun için hissettiği bu endişe fazlasıyla yersizdi.   
    Gaspar Mirrangain, Kralın söylediklerinden sonra kısa bir süre sessiz kaldı. İlk sözleri onu geçmişine sürüklemişti. Ama Kral Luhhar geçmiş anılarını ona anlatmadığı için bir kırgınlık taşımıyordu. Kendi topraklarını terk edeli neredeyse on yedi yıl olmuştu. Geçmişine dair taşıdığı çoğu şey ise hala kabuslarında gizliydi. Kan, ter içinde uyandığı gecelerin gerçekten de haddi hesabı yoktu. Hepsi de ailesine ve halkına yapılan katliamla ilgili kanlı kabuslardı. Bunu hiçbir zaman unutmamıştı ve unutamayacaktı. Çünkü bu artık onun bir parçasıydı.  Eh, bugün burada ölebilirdi. Ama kaçma düşüncesi gerçekten de onun için ölümden çok daha korkunçtu. Bakışları ifadesizce karşısındaki düşmana kaydı bir süre, harekete geçeceklerini belli ediyorlardı. Kendileri gibi karanlık olan bayrakları da uzak olmasına rağmen kendini hemen belli ediyordu. Öte yandan onları simgeleyen bayraktaki yılan fügürü ise onlar hakkında anlatılan o tona hikayeden sonra insanı tedirgin eden karanlık bir havaya bürünmüştü sanki. Artık acele etmeliydi. Zaman yaklaşıyordu ve bir an önce ordusunun başına geçmesi gerekiyordu.
    Yüzünü Krala dönen kumandan, en sonunda  sessizliğini bozarak Kral’a cevap Verdi; ''Eğer hiç umut kalmazsa ve eğer yaşamam için bir şansım olursa dediğinizi düşüneceğim. Ama ışığın lütfuyla zafer bizim olacak…!” Ardından cesaretle atını topuklayarak hızla ordusunun toplandığı yere at sürdü. Fakat o anda bile ölümün yakınlığını içinde hissedebiliyordu. Ama o ölümden korkmuyordu. O yüzden içinden sadece bugün çok zorlu geçecek diye düşündü.
                                 


      Dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Minnas, kanlı bir güne başlamak üzereydi. Şehri ölüm sessizliği kaplamıştı ve insanlar korku içinde bekliyorlardı. Fakat bu ilk değildi ve son da olmayacaktı. Çünkü  insanoğlu yaratılıştan bu yana her zaman bilinçsizce katletmişti kendi ırkını ve anlamsızca sahiplenmeye çalışmıştı dünyayı. Zaferle ve o hiç dinmek bilmeyen gururuyla… Ama keşke şimdiye dek yaptıklarının onlara ilerde neler getireceğini bir bilselerdi.
  Geçmiş kanlı bir lekeydi ve ilerisi de öyle olmalıydı. Çünkü Minnas kana bulanacaktı bugün, sadece Gölgesiz’e bir nefes için…



4
Kurgu İskelesi / Ynt: Kara DESTAN
« : 13 Şubat 2014, 21:21:20 »
Bende okurken ilk başlarda yüzüklerin efendisinden, dokuzları ve minas morgulun büyücü kralını anımsatırken sonrada diğer arkadaşların belirttiği gibi deccal, baal gibi isimler çok göze batıyor ve virgüller konusunda bana hem yerinde kullanılmamış hemde  eksik kullanılmış geldi. Tüm bunlara rağmen isimlerdeki düzeltmelerle beraber bir kurgu içerisinde olduğu zaman bana göre okunabilirliği var
 
   Dil bilgim biraz zayıf malesef... çok fazla imla hatası yapıyorum... :(

5
Kurgu İskelesi / Ynt: Kara DESTAN
« : 13 Şubat 2014, 21:13:20 »
İsim konusunda bir ekleme de ben yapayım Baalzeab Deggial ismi deccal ı fazlasıyla çağrıştırıyor. Hatta şimdi baktım da tam anlamıyla deccal i tarif etmişsiz. Bakınızlar ansiklopedikuyorum hissi yarattı.

  Deggial ve deccal aynı şey zaten... Bakınızların ansiklopedi hissi yaratması normal-çünkü bu kısım Aran Lahia adında ki karekterin bir kitapta okuduğu yazılı metinler ve bu konu hakkında daha başka bilgi kaynakları olduğunu da vurguluyor orda.

  
Tamamını okuyuduktan sonra söyleyebileceğim tek şey öykümmeyi abarttığınıZ. Dört büyük melekten, yecüc ve mecüc ten, deccal'den ağır biçimde kopyalama yapmış olduğunuz. Esinlenmenin ötesine geçmiş bu durum. Bir kaç kelimeyi sürekli tekrar etmeniz akıcılığı bozuyor. Wikipedi okuyorum hissini çok derin yaşadım.

    Dini inançlardaki figürler oldukça cazip gelior bana, bazı karekterleri yazarken gerçek kişilerden ve mitolojiden yararlandım... Hikayenin gerçeğe yakın olması daha çok ilgimi çekti... Ama bazı değişiklikler yapacağım kesin! Aynı kelimeleri sürekli tekrar etme huyumdan da kurtulmam gerekecek... Yeni başlayınca böyle oluyor galiba :D Bu arada şunu söylemek istiyorum yazdığım hikayenin bundan sonra ki bölümleri daha farklı... Ortaya iyi bir şeyler çıkacağından demiyorum. Ama kafamdan bin bir türlü şey geçior ve aklıma geleni yazmak istiyorum.
  

6
Kurgu İskelesi / Ynt: Kara DESTAN
« : 13 Şubat 2014, 18:20:35 »

   İsimlerin bazılarını değiştirmeyi düşünüyorum aslında...
   anladığım kadarıyla karanlığın hizmetkarları kendine ışık diyor. (Yanlış anladıysam uyarın) : bunun cevabı hayır...


7
Kurgu İskelesi / Ynt: Kara DESTAN
« : 13 Şubat 2014, 17:42:02 »
ilk paragrafta sanıyorum 6-7 kes iblis kelimesi geçiyor. bu kadar sık tekrar ahengi bozuyor bir göz atmanızı öneririm.
  Ewet...  :) Çok sık yapıyorum bu tarz tekrarları... Kendimi bu tarz hataları yapmamaya adepte edeceğim  :)

8
Kurgu İskelesi / Kara DESTAN
« : 13 Şubat 2014, 17:04:22 »
      Hikayeme kattığım bir takım kötü karakterler var... Oldumu-Olmadımı tam olarak çözemedim...
  Yazdıklarımdan kesilmiş bir bölüm bu. yorum lütfen!  
  
     Yediler:
     İblisin cehenneme kapatılmadan önce özenle seçtiği yedi ölümlü. Bunlar aynı dönemde yaşamış olan ve aslında oldukça sıradan yeteneklere sahip olan yedi iblis ruhu olarak bilinir. Ama her birinde karanlığı onlara çeken farklı bir şeyler vardı. Onların sıradan yetenekleri karanlığın onlara kattığı muazzam güçle beraber sıradanlıktan çıkararak onları birer iblis parçasına dönüştürdü. Aynı zamanda iblisin cehenneme kapatılmasından sonra onun propagandasını yapan ve insanları geçen kısa sürede ışığın yolundan saptırarak karanlık yandaşı yapmaya çalışan birer gölge yoldaşı olarak bilinirler. Hepside efendilerinden sonra yeryüzünden kovularak, karanlığa hapsedilmiştir. Ama onlar insanoğlunun yarattığı büyük suçlarla beraber ondan önce tekrar serbest bırakılacaktı.( Bkz. Gelecek bölümü: Yedi mühür ve yedi boru) ve bunlardan ilki içlerinden en güçlü olanı: Deggial’dır.  

    Baalzeab Deggial :   Aslında gerçek ismi; Mois Olfi olan, tek gözü çıkarılmış bir yalancı ve bir düzenbaz. Yaşadığı dönemde insanlar tarafından hiç sevilmeyen ve dışlanan bir kötülük abidesi. Onu ön plana çıkaran en önemli şey; Kötülükle birleşen liderlik ruhu ve sahip olduğu muazzam güçtü. Öyle ki iblisten sonra kendini Yedilerin Efendisi olarak öne sürmüş, bunu da kısmen başarmıştır. Bilindiği üzere; bu iblis ruhu kehanetlerde de açıkça belirtildiği gibi içlerinden serbest bırakılacak ilk kişi ve diğer altı iblis ruhunu uyandıracak kişi olarak bilinir. Ama söylentilere bakılırsa o özgürlüğünü kazanmadan önce bile sahip olduğu gücünü kullanabilecekti. Çünkü onun serbest kalmadan önce diğer iki iblis ruhuyla beraber gizli bir birlik kuracaklarına ve onları yönlendireceklerine inanılır. (Bkz : Yediler ve karanlık evinden çıkış) Ayrıca karmaşık bir sisteme dayalı olan bu birlik, üç kişi tarafından yeryüzüne yayılacak ve o serbest kalana dek çoğu yere hükmedecekti. Tamamen serbest kaldığında ise; kehanetlere göre ‘’O’’ yeryüzünde büyük bir kaos ortamı oluşturacak ve kendi etrafında toplayacağı güçle beraber insanların çoğu gölgenin tarafını geçerek geriye kalan kehanetleri de hızla gerçekleşecektir. Onun hangi kehanetle beraber uyanacağı konusunda ise hiçbir kesin bilgi yok. ‘’Ama benim yürüttüğüm tahminlere göre dokuzuncu kehanetle beraber uyanabilir.’’    

   Tritthon Bliss :    Gizli bilgilere vakıf olmaya can atan bir aşık, ozan ve aynı dönemde yaşamış bir yazardır. Açık bir şekilde efendisine yakınlığıyla bilinir. Onu diğerlerinden ayıran en önemli şey ise; gücü ikinci planda tutması ve kimsenin bilmediği birçok bilgiye vakıf olma içgüdüsüydü. İblisin cehenneme kapatılmadan önce ona cehennemin sırlarını vakıf ettiği söylenir. Ayıca çoğu ışık hizmetkarına göre O Karanlık Evi’nden çıkacak ilk kişidir. ‘’Aslında sahip olduğu özellikleri ve yaşantısı hakkında çoğu şey bilinmese de, onun müziğe karşı oldukça hassas biri olduğu herkes tarafından bilinir. Öyle ki müziğe olan bu hassasiyetinden dolayı, iblis onu insan kulağının duyabileceği en güzel notalarla ödüllendirmiştir. Yanından hiç ayırmadığı üflemeli nesne, ona efendisi tarafından verilmiş bir yol gösteren çalgısıdır. Ama bu çalgının özelliklerini değiştirerek, onu kötülükle birleştirmiş ve onu daha muazzam bir güç nesnesi haline getirmiştir.
    Öte yandan çoğu ışık hizmetkarına göre bu iblis ruhunun karanlığa kapatılmadan önce efendisinin ona armağan ettiği bu notaları insanlara gösterdiğine inanır. Ayrıca onun yaşadığı devirde var olan çoğu müzik aletinde iblisin gizli notalarının yer aldığı ve kötülüğü temsil eden bu notaların insanları kötü şeylere yönelttiği düşünülür.
    ‘’Ve onunla ilgili bilinen en önemli şeylerden biride; ‘’Kehanetlerin hepsi gerçekleştikten sonra çalacağı notalarla beraber efendisini uyandıracağı ve Karanlık Çağı bizzat kendisinin başlatacak olmasıdır.’’ (Karanlık Kehanetlerinden)

  Rhovin Agal Simagus:    Gerçek adı Aleister Yelworc. İblisin yedi ruhundan biri. Karanlık Efendisi’nin gösterdiği birçok işarete vakıf olmuş ve muazzam bir büyü yeteneğine sahip olan bir iblis ruhu. Karanlık Evi’nden serbest kaldıktan sonra Gölge Eli ve Baalzeab Deggial ile beraber güçlerinin bir kısmını üç kişiyle paylaşacağına ve gizli bir sistem kuracaklarına inanılır. Bu sistem onların yönlendirmesi ile beraber üç kişi tarafından yayılacak ve birçok insanı da içine alarak Ballzeab Deggial’ın doğuşuna dek karanlığa hizmet edecektir. Daha sonra da, yani Deggial’ın serbest bırakılması ile beraber onun izinden gideceklerdir.
    
  Leonarh Da’Mozar :       Gerçek adı ve yaşantısı hakkında çoğu şey bilinmiyor. Lakabı olan; Gölge Eli olarak anılır. Bu iblis ruhu; muazzam bir çizim yeteneğine sahip bir ruh toplayıcıdır. Yaptığı tablolar gerçeğinin aynısını yansıtır. Ayrıca resmini çizdiği kişilerin ruhlarını lekeleyerek onları gölgenin yoluna hapsettiği bir gerçektir. Onun diğerlerine nazaran soylu bir aileden geldiği ve dört kadınla evli olduğu düşüncesi yaygındır. Ama bütün iblis ruhlarında olduğu gibi o da sahip olduğu yaşantısını gizlilikle saklamayı başarmıştı. (Başka bir bilgiye göre mükemmel resim yetisine sahip olan kişilerin onun soyundan geldiğine inanılır.)
    Ancak Gölge Eli’ni diğerlerinden ayıran özelliği; sembolleri ve karanlık nesneleri kullanarak yarattığı muazzam güçtü. ‘’Öyle ki, yedi iblis ruhu içerisinde karanlık nesnesi oluşturabilen tek iblis ruhudur ve iblisi temsil eden birçok büyülü simge oluşturmuştur.’’ Aynı zamanda bu simgelerin bir kısmı diğer iki gölge ruhu ile beraber oluşturdukları gizli birliğe aktaracağı düşünülür. Bunların en önemlisi; Keçi, Tilki ve Çakal üçlemesi (Bilinen Karanlık Kehanetleri’nden) Bu üçü oluşturdukları sistemin en üstünde duran ve birçok öğretiye vakıf olmuş üç üstadı temsil eder.  
 
   Mammon Assoraah:  Gerçek adı; Elazar Dairmaid. Değişime uğrayabilen bir iblis ruhu… Onu ön plana çıkaran en önemli şey; şüphesiz ki güce olan zaafı ve sahip olduğu büyük aç gözlülüktü. Gücünü temsil eden ve yanında taşıdığı mühürlü asa ona iblis tarafından verilmiş bir karanlık nesnesidir. Ayrıca Mühürlü asayla dokunduğu ölümlüleri kendi iradesine kolaylıkla bağlayabilir. Tabi bu büyü sadece karanlığa yakın olan ölümlüler üzerinde etkilidir. Onun geçmişine dair çoğu kişinin ortak görüşü ise bir dilenci olduğuydu. Ama bununla ilgili kesin bir bilgi yok. Güç konusunda Baalzeab Deggial’a en yakın olan dört iblis ruhundan biri olmasına rağmen, Deggial’ın ondan çok daha farklı ve güçlü olan yönleri onu bu konuda fazlasıyla gölgede bırakmıştır. Ne var ki onun Deggial’ın üstünlüğünü kıskandığı her zaman açıktı. O yüzdendir ki bu iblis ruhu gücünü kabul ettirmek için hızla kendi ordusunu oluşturmuştur. Ama karanlığa hapsedildikten sonra bütün bu çabası boşa çıkmış ve mühürlediği müritleri ise; O karanlığa hapsedildikten sonra onun etkisinden kurtulmuştu.

 Mania Laverna Pocolom:  Gerçek adı; bilinmeyen dört iblis ruhundan biri. ‘’Ölü ruhlarla ilişki kurabilen ve onları yönlendirebilen dişi bir iblis ruhu’’ Geçmiş yaşantısına dair birçok söylenti var. Çoğu kişiye göre fakir bir aileden geldiği ve hayatını ‘’hırsızlık’’ yaparak kazandığı söylenir. Onu diğerlerinden ayrı kılan özelliği ise farklı ve etkili mistik güçlere sahip olmasıydı. Öyle ki efendisinin ona bahşettiği güçle farklı boyutlara kolaylıkla geçebiliyor ve bu boyutlarda bulunan ruhları kendi iradesine bağlayabiliyordu. Karanlığa kapatılmadan önce kendine kayda değer bir Maridth( Ölü ruh) ordusu kurmuştur. Ayrıca öğrenmek istediği bilgileri çalmak için bu ruhları insan bedenine sokabildiği gerçektir.

    Ningizzidax :  Gerçek adı; Naga Jullungul. ‘’Dişi bir iblis ruhu’’ Yılanlara hükmettiği için çoğu ışık hizmetkarı onun ismini; yılanların annesi olarak telaffuz eder. Efendisinin ona bahşettiği güçle kısa sürede kendini halkının efendisi ilan etmiş ve kendi önderliğinde erkekleri alt sınıf olarak nitelendirmiştir. Yanından hiç ayrılmayan devasa yılan (Morogol) ona efendisi tarafından verilen bir iblis yaratığıdır. Onun birçok çocuk doğurduğuna ama bunlardan yalnızca dişi olanlarını hayatta bıraktığı söylenir. Erkek olanları ise kendi yılanına armağan ettiği yaygın bir söylentidir. Onun erkeklere karşı katı biri olduğu her zaman açıktı. Ama yedilerin karanlığa hapsedilmesinden sonra bile kendi halkı onun kudretini kabul etmiş ve kadınların kendi topraklarını yönetmesine izin vermiştir.
    Bir diğer bilgiye göre; onun karanlığa kapatılmasından sonra halkı yaşadıkları kurak topraklardan ayrılarak uzak diyarlara göç etmiştir. Bunun sebebi de çöl hayatının onları zor şartlara sürüklemeleri (kuraklık, açlık, ölüm) ve daha elverişli toprak arayışına girmeleriydi. Fakat onların çölü terk etmelerinden sonra yaratıcının doğası orada çok farklı bir coğrafyayı oluşturacaktı. Ayrıca bu coğrafyayı fark edecek kadim bir topluluk (Guah’lar) orayı keşfedecek ve oraya yerleşecekti. Ancak efsaneye göre topraklarını terk eden bu halk ilerde kendini bir kez daha bütünüyle yılanlarla özdeşleştirecek ve yılanların hüküm sürdüğü eski topraklarına tekrar geri döneceklerdir.’’ (Karanlık kehanetlerinden)h

9
Kurgu İskelesi / Ynt: Fantastik Bir Roman Girişimi
« : 12 Şubat 2014, 00:31:05 »
Diliniz tam bir romancı dili ama "ki" ekiyle biten o kadar çok kelime varki akıcılığa çok büyük darbe vuruyor. İkinci bölümün yarısına bile gelemedim sürekli aynı cümleleri okuyormuşum hissine kapıldım bir birini takip eden bazı cümleler aynı kapıya çıkyor. Kısacası okurken sıkıldım içine giremedim hikayenin.
           Vakit bulunca bunu dùzeltmeye çalışacağım. Keşke okuyabilseydin sonuna kadar. Ayrıca imla ve yazım hataları konusundada baya yetenekliyim... Tükçem hep kötüydü zatenn. Yazıların gözden geçmesi gerekior. 

10
Kurgu İskelesi / Ynt: Fantastik Bir Roman Girişimi
« : 11 Şubat 2014, 01:27:18 »
       İlk düşüş ve ilk ihanet... Oysaki ona yaratıcının muazzam lütufla sonsuz hayatı bahşedilmişti. ‘’Gücü-bilgeliği-ihtişamı ve sahip olduğu diğer her şeyiyle…’’ Fakat o; sahip olduğu bu muazzam ışığın içinde bile kendine mahkûm olacağı bir karanlığı bulmuştu ve yaratıcıya karşı gelmişti.  Öyle ki; sahip olduğu bu ihtişamı ve bilgeliği o yolda harcamayı kendi iradesiyle seçti. İşte bu yüzden ışığın huzurundan men edildi ve cehennem çukurlarına sürgün edildi. Ancak onunki sadece bir başlangıçtı. Çünkü karanlığın düşüşünden sonra bile onun izinden gidecekler ve tıpkı onun gibi ışığa ihanet edecekler çıkacaktı ölümlülerin dünyasında. Çünkü ihanet; onların içlerinde sakladıkları bir çürüklüktü aslında. Doğuştan var olan ve içlerinden tam olarak atamadıkları kara bir leke gibi.
     İşte bu zaafları, ışağa ihanet edenin ölümlülerden ona verilmesini bekleyeceği sonsuz bir düşü verecekti! “Özgürlük...” Yaratıcının ona vereceği ve tamamen adilce kazanacağı muzaffer bir vaat.
                                                                                               Işık Kehanetleri’nden
                                      
                                                      Ağaç Kovuğunda
     Basiah Aran Lahia, her zaman olduğu gibi yine dinlenmeye ayırdığı kısa vaktini kovukta geçiriyordu. Bugün ağaç kovuğundaki sekizinci günüydü ve iki gün sonra tekrar Milhgard’a dönüp kısa bir ara verdiği zanaatının başına geçmesi gerekecekti. Zaman onun için sahiden de beklemediği kadar çabuk geçmişti ve görünen o ki önündeki iki günüde tıpkı diğerleri gibi yoğun bir şekilde geçirmesi gerekecekti.
    
    Dikkatini tamamen çalışma masasına dizdiği kitaplara veren Aran Lahia, okuduğu her satırı anlayabileceği ve zihnine yerleştirebileceği ince bir titizlikle okuyordu. Ancak kehanetler üzerine yaptığı bu uzun araştırma onu oldukça derin ve karmaşık düşüncelere itmişti. Eh, ulaştığı varsayımlar yine de kayda değerdi. Fakat hala kafasında cevaplanmayı bekleyen tonla soru vardı ve bu soruların en azından bir kısmının bir an önce cevap bulması gerekiyordu. Bunu düşünürken o an üzerindeki yorgunluğu bir kez daha hissetti. Saatlerdir kitaplardan başını bile kaldıramamıştı. ‘’Ama diğer yandan da bugün farklı bir şeyler bulacağını da hissedebiliyordu.’’ Nitekim bu duygu o an yine her zamanki gibi daha da baskın geldi. Bu yüzden yorgunluk hissini tıpkı daha öncekiler gibi önemsemeyerek bir kenara itti ve dikkatini toplayarak önünde ki kitaba yoğunlaştı.
    
    Filia Galbear Lahia, yazdığı bu muazzam kitapta kehanetler konusunda oldukça farklı yorumlarda bulunmuş ve yedilerin uyanışı ile ilgili oldukça gerçekçi varsayımlar öne sürmüştü. Öyle ki, Aran Lahia, kafasını kurcalayan o tonla sorunun bir kısmına Filia’nın yazdıklarında cevap bulacağını çok iyi biliyordu. Çünkü O’na göre Filia’nın yazdıkları insan ırkının geçmişi ve geleceği hakkında yazılanların şüphesiz ki en iyisiydi. Eh, belki de bu düşüncesi ikisi arasındaki tuhaf benzerliklerden kaynaklanıyordu. Çünkü Filia’nın insan hayatına duyduğu hayranlık kendini her zaman dışa vuruyordu. Bu yüzden onu çok iyi anlıyordu. Ama ne var ki Lahia’lar arsında bu pek de hoş karşılanmazdı. Çünkü insan ırkı içinde karanlık duyguları barındırıyordu ve bu yüzden herhangi bir ışık hizmetkârının onların hayatına hayranlık duyması onlar için pekte hoş karşılanacak bir durum değildi.
   Öte yandan ne gariptir ki onların sahip olduğu ölümsüzlükte insanlar için hep büyük bir hayal olarak yer edinmişti. ‘’Fakat bu onlar için büyük bir yanılgıydı aslında. Ya da en azından onun açısından bakılınca durum böyleydi.’’
    Bir ölümlü için ölümsüzlük gerçekten de ne zamana dek büyük bir mutluluk olarak kalabilirdi? Bu imkansız bir şeydi. Zamanın sonuna dek yaşamak bir yana, hayatın boyunca sevdiğin bütün her şeyin sürekli ellerinden kayıp gitmesi, onu ne zamana dek mutlu edebilirdi ki? Bu düşünce ‘’onun kanaatinde’’ gerçekten de onlar için büyük bir yanılgıydı. Çünkü yaşam iyi olanın onlara verdiği büyük bir lütuftu ve son olarak nitelendirdikleri ölüm de, onların her çağda aradığı o sonsuzluğun anahtarını içinde barındırıyordu.
    
      Ama gel gelelim ölümsüzlükten mahrum olan bu basit ırk sahip olduğu bu kısa yaşamını bir felakete dönüştürme konusunda sahiden de fazlasıyla yetenekliydi. Bu su götürmez bir gerçekti. Tabi diğer yandan da işin doğrusunu söylemek gerekirse; iki yoldan birini seçmek her zaman fazlasıyla zor olurdu. Bunu kimse inkâr edemezdi. ‘’Onların bu çelişkisine yabancı olan ve insan ırkını gözetleyen Lahia ırkı bile…’’ Fakat şöyle de açık bir gerçek vardı ki; insan ırkı Lahia’ların gözünde her zaman bir hayal kırıklığı olarak kalacaktı. Aslında bu onun için yanlış bir düşünceydi. Çünkü insan ırkının sahip olduğu karanlık duyguları hafife alınmayacak kadar derindi. Onun ırkı ise ölümlülerin aksine her zaman çıkamayacakları tek bir yolu izlerdi. Işığın yolundan gitmek onlar için oldukça kolaydı. Çünkü onlar birer ışık hizmetkârıydılar ve kötülükten tamamen muaf tutulmuşlardı ki, kötü bir şey yapmak onlar için ''bir ölümlünün koca bir ağacı yerinden devirmesi kadar zordu.'' Tabi bu kaba benzetme, yarattıkları o muazzam keskin baltaları ve eski büyüyü kullanmadıkları takdirde geçerliydi. Ne var ki ölümlülerin böyle bir güce sahip olmadığı oldukça açıktı. Diğer yandan onların çoğu büyü yeteneğini uzun zaman önce yitirmişti.
    
     Ancak şöyle de bir gerçek vardı; insanoğlu büyü kullanmadan bile fazlasıyla yıkıcı olabiliyordu. Kısa ve kabarık olan kanlı geçmişleri de bunu fazlasıyla doğruluyordu. ‘’En azından kendi ırkının gözünde ölümlülerin geçmişi fazlasıyla kısaydı.’’ Çünkü insan ırkı yüzü aşkın yılı yaşayabilmesine rağmen, hala kendini fazlasıyla genç gören Aran Lahia bile insanoğlunun onlarcasından daha fazla yaşam sürmüştü. Tabi önünde hala uzun yılları vardı. O Lahia’ların üçüncü neslini temsil ediyordu ve belki de insan ırkını gözetleyen son nesil olarak görevlerini tamamlayacaklardı.
    
    Kehanetlere gelince, insan ırkı Kehanetlerin doğuşundan bugüne dek oldukça büyük bir değişim yaşamıştı. Onlar yaratılış amaçları zamanla unutmuş ve onlara verilen kehanetleri de zaman içerisinde bir deli saçması olarak görerek onları bir nevi unutup-yok etmişti. Aslında bu onlar için sadece bir kayboluştu. ‘’Çünkü insan ırkı her ne kadar iyi olanın iradesine sahip olsa da, seçme özgürlüğüne sahipti ve ne yazıktır ki insanlar bu seçimlerini zamanla kendi iradelerine karşılık yaratıcınınkini yok saymaya başlayarak bu döngüyü oluşturmuşlardı.’’ İşte bu yanılgı zayıflamalarının- kayboluşlarının ve unuttuklarının en büyük sebebiydi. Tabi her şeyde olduğu gibi bununda bir bedeli olmalıydı. ‘’Nitekim bu bedel geçmişte unuttukları ve gelecekte kendi iradelerinden doğacak olan kehanetlerle yavaş, yavaş gerçekleşecekti.’’
    
    Öyle ki insan ırkının yaşam mücadelesinden bu yana kehanetlerin altı tanesi çoktan gerçekleşmişti bile ve Aran Lahia bu kehanetlerin iki tanesine bizzat şahit olmuştu. Evet, geriye şimdi sadece yedi kehanet kalmıştı ve önünde duran kitapta kehanetlerin dokuzuncu kehanetten sonra daha da muazzam bir hız kazanacağından bahsediyordu. Tabi Filia’ya göre durum böyleydi. Ancak Aran Lahia adamın belki de sadece burada yanılmış olabileceğini düşünüyordu. Çünkü bir haftadır yaptığı araştırmalar ona geriye kalan kehanetlerin yedinci kehanetten sonra büyük bir hızla gelişebileceği ihtimalini düşündürüyordu.  
    
    Evet, yedinci kehanet gerçekten de insan ırkı için yeni bir devri başlatabilirdi. ‘’Kaosun ve karmaşanın hüküm süreceği karanlık bir devir.’’ Ayrıca görünen o ki, bunun için de oldukça kısa bir zaman kalmıştı. Çünkü dün uzaktan izlediği dev ordu iki güne kalmaz Minnas şehrine varmış olacaktı. Savaş yakındı ve arzuladıkları tek şey Minnas’ın düşmesiyle elde edecekleri büyük zaferdi.
     Her seferinde ayakta kalmayı başaran bu kadim şehir, insan ırkı için gerçekten de büyük bir gaye görünümüne bürünmüştü. Bu şehri ele geçiren kişi kimsenin başaramadığını başaracak ve deyim yerindeyse yaşadığı zamana damga vuracaktı. İşte bu yüzden Minnas (Yıkılmayan şehir) her Kral’ın sahip olmak isteyeceği büyük bir hayal olarak yer edinmişti düşlerde.
    Ama Minnas’ın bu sefer hiç şansı yoktu. Aran Lahia yedinci kehanetin yarın gerçekleşeceğinden neredeyse emindi. ‘’Tabi büyük bir mucize olmazsa…!’’
    
    Fakat işin en kötü yanı ve onu düşündüren sadece Minnas’ın devrilmesi değildi. Çünkü son kehanetlerle beraber yedi iblis ruhu da tek tek serbest kalacaktı. Lahia’lar için bu; insan ırkının yaşayacağı kaos devriydi. ‘’Kehanetlerin tamamen gerçekleşmesi ile birlikte iblis uyanacak ve Karanlık Çağ başlayacaktı.’’ Doğrusu görünen tablo gerçektende vahimdi. Tabi onun yedinci kehanetten sonrasıyla ilgili bu düşüncesi de, tıpkı Filia Galbear Lahia gibi bir varsayımdan öteye gitmiyordu. İşin aslı şu ki; kehanet koruyucuların bile insan ırkının geleceği ile ilgili bilmediği birçok kısım vardı. Kehanetlerin ne zaman ve nasıl gelişeceği hakkında sadece varsayımlarda bulunuyorlardı.
    
   Öte yandan ölümlülerin geçmişi de yine gelecekleri gibi birçok bilinmezlikle kaplıydı. Ancak bunlarla ilgili en büyük eksik, şüphesiz ki ‘’Yedilerle’’ ilgili olan kısımdı. Onların yeryüzünde yaptıklarıyla ilgili çoğu şey biliniyordu ve geçmişlerine dair birçok bilgi vardı. Ama bütün bu her şeye rağmen hala onlarla ilgili gölgede kalmış tonla sır vardı ve bütün bunlar hala bilinmezliğini koruyordu.
   Aran Lahia, düşüncelerini bir kenara iterken bakışlarını ifadesizce bütün hafta boyunca incelediği kara kaplı kitabın üzerinde tekrar gezdirdi. ‘’Onu, yedilerin uyanışının yakın olduğu düşüncesine iten şey bu kitaptı.’’ Belki Filia Galbear Lahia’nın yazdıklarından bile daha eski olan bu gizemli kitap, onu yedinci kehanetten sonrası için oldukça farklı ve kafa karıştırıcı bilgilerle yüz yüze bırakmıştı.’’ O an çok eskide kalmış bir sözü anımsadı. ‘’Günü geldiğinde kadim sırların hiç birinin kendini saklayamayacağı söylenirdi.’’ Belki de bu söz tamamıyla gerçekti. Çünkü haftalar önce önüne çıkan bu şeyin bir tesadüf olduğundan o an kesinlikle şüpheliydi. Örneğin kafasına takılan en kilit noktalardan birine odaklandı. Kitapta eski bir hikâyeden bahsedilmişti ve bu hikâyede yer alan kişilerin geriye kalan kehanetler içerisinde de yer alacağı açık bir şekilde vurgulanmıştı. Tabi bunun doğruluğu tartışılırdı. Çünkü “İki Ölü Bir Kral’ın Hikayesi” ortaya çıkacağı söylenen ve aynı zamanda fazlasıyla gizemli olan bir hikayeydi. Ama ona önemli gelen bazı kısımları ezberlemişti. Örneğin bir kısmı şöyleydi:
  
     Kral:
     Yıkılmayandan önce başlar onun hikâyesi.
     O ki aşkı ve ihtişamı temsil eder.
     Ama aşkı karşılıksız olacaktır ve tabi bu eksikliğin yanın da ihtişamı da değersiz…
     Fakat kadının boğazını deşen hançerle başlayacak kralın yazgısı,
     Ve o; düşlerde gezerken geçecek ölümün en karanlık yüzüne…
    
     Ölü:
     Onun için fazla bir seçenek yok.
     Ölüm ya da hayat!
     Ama O da yazgısını kabul edecek
     Ve O’na hükmedilenle hayatı en baştan yazılacak.
    
     Ölecek olan:
     Evet! geçmişine layık bir şekilde ölecek.
     Ama hak ettiği gerçekten bu muydu?
     Yoksa her şey yaratıcının ona layık gördüğü sıradan bir son muydu sadece...
      Hem de bütünüyle adaletsiz bir düşmanın mızrağında!
      Yok, hayır! Bunda adalet olduğu yoktu.
      Bu sadece onu öldüren katilin zaferiydi.
      Lanet olsun onların düzenlerine…
      Ama bu düzen kalkacak!
      Onu ve geçmişini öldürende bu değil miydi?
      İşte, sadece bu yüzden bir seçim yapmak zorunda kalacak ölecek olan.
      Ve o anlaşmayı kabul ettiğinde başlayacak, sona dek sürecek bu kadim efsane...                                      
        
      Tabi zihnine kazıdığı bu hikâyenin ne zaman ve kim tarafından yazıldığı meçhuldü. Ama geçmişe dair gerçekten de böyle bir efsane vardı. Kimine göre bu karanlık kehanetlerinden biriydi. Ancak bu hikâyenin önemsendiği pek de söylenemezdi. Hikâyede bahsi geçen üç kişinin kehanetlerden birini (Ki bu kehanetin Minnasın düşmesinden sonra ortaya çıkacağı fazlasıyla açıktı) gerçekleştirecekleri söyleniyordu ve bu efsane eski çağlara kadar uzanıyordu. Bunlardan biri bir Kral’dı. Diğer ikisi ise hayatları son bulmuş iki efsanevi kahramandı. İşin aslına bakılırsa gerçekte üçünün de geçmişlerine dair bilinen hiçbir bilgi yoktu. Onlar sadece karanlığa hizmet edeceği söylenen ve yaşadıkları çağda efsaneleşeceği düşünülen birer hayal kahramanıydılar. Belki de hikaye tamamen doğrudur. Bunu kim bilebilir ki?
      
      Öte yandan, eğer kitapta bahsedilen kişilerin gerçekten de geriye kalan kehanetlerle bağlantısı varsa… ‘’Tabi Aran Lahia bu hikayenin doğruluğuna tamamen inanıyordu.’’ Yedinci kehanetin gerçekleşmesinden sonra geriye kalan kehanetler gerçekten de muazzam bir hızla gerçekleşebilirdi. Eh, şu an için bunu bekleyip görmekten başka bir seçenekleri yoktu. Fakat kitabın içinde barındırdığı şeyleri göz ardı etmeninde kesinlikle aptalca olacağı açıktı.
    
        Aslında onu bu hikayenin varlığına inandıran en büyük etken; yazarın karanlığa hapsedilen Yedilerle ilgili yazdığı gizemli parçalardı. Çünkü bu parçaların sıradan bir kişi tarafından bilinmesi kesinlikle imkansızdı. Bu yüzden bahsettiği şeylerin büyük bir ölçüde gerçekleşebileceği ihtimali vardı. Sırlarla kaplı olan bu yazarın yazdığı bazı kısımlar onu gerçekten de hayrete düşürmüştü. Örneğin kafasına kazıdığı ve onun en çok ilgisini çeken bir diğer kısım aynen şöyleydi:

    İçleri, içine hapsedildikleri dünya kadar karanlık…
      Geçmişleri, sonsuzluğun içinde sanki yaşanmamış ihtişamlı bir düş!
         Ama yaratıcının hükmüne kim karşı çıkabilir ki?
        Ulai Saddah… Deliliğin ve karmaşanın hüküm sürdüğü sonsuz bir ölüm düşü...
       Öyle ki buradadır, ismi karanlık olanla telaffuz edilenlerin bulunduğu; Karanlık Evi.
    Ama sonsuzluğu yırtarak verilecek çağları geride bırakan ilk lütuf!
          Belki hak edilenden biraz geç kalınmış...
       Yine de aç bir köpeğe verilen kemikten daha değerli olduğunu kim inkâr edebilir ki?
               Evet, ilk lütuf bundan daha değerliydi.
         İşte o zaman Ulai Saddah’ta da kol gezecek onların hükmü!
    Ve o zaman düşlerde gezmenin tekin olduğunu kim söyleyebilir ki?
      
    Aran Lahia, bunları yazan kişiyi gerçekten de çok merak ediyordu. Bir ışık hizmetkarı olmadığı kesindi. Fakat dile getirdiği şeylerde muazzam bir gerçeklik payı vardı. Bahsettiği yer, yani Ulai Saddah. (Ölüm Yurdu) Yedilerin hapsedildiği yerdi. Ama onların Ulai Saddah’ta yürümesi yasaktı. Çünkü onlar gerçekte birer ölü değildi. Bu yüzden Karanlık Evi’ne hapsedilmişlerdi. Ayrıca yazarın bahsettiği diğer gerçek ise; bu yedi iblis ruhunun teker teker Karanlık evinden çıkacak olmalarıydı. Bu kazanacakları ilk özgürlüktü ve çoğu ışık hizmetkarına göre bu; iblisin yaratıcıyla yaptığı anlaşmalardan biriydi.
          

     İşte o zaman Ulai Saddah’ta da kol gezecek onların hükmü!
         Ve o zaman düşlerde gezmenin tekin olduğunu kim söyleyebilir ki?
      
    Doğru olan başka bir kısım da; bu iblis ruhlarının düşlerde gezebilecek olmalarıydı. Ya da belki de sadece bir kısmı bunu yapabilecekti. İnsanların gezdiği düşler gerçekte bir düş boyutuydu ve başka bir boyuttan oraya geçmek zor olsa da mümkündü. Öyle ki yedilerden bazıları bu boyutları kolaylıkla aşabilir ve başka boyutta bulunan herhangi bir şeyi kendi bulunduğu boyuta rahatlıkla çekebilirdi. Bu yüzden yazarın yazdıkları düşündüğü gibi göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir önem taşıyordu. Yazar gerçekte kimdi? Aran Lahia belki de Yediler’den birinin yazmış olabileceğini düşündü. Ya da belki de varlığı bilinmeyen ve sandığından çok daha fazla bilgiye sahip olan Gölge yoldaşlarından biri…? Işık biliyor ya, bu soru işareti onu meraktan çatlatacak kadar gizemliydi.
    Aran Lahia, kafasında ki bu düşünceleri tekrar bir kenara iterken, dikkatini Filia Galbear Lahia’nın yazdığı kitaba yoğunlaştırdı. Bu sefer açtığı sayfa Yediler’le ilgili olan bölümdü. Filia Galbear Lahia’ya göre Yediler’den biri olan Baalzeab Deggial son yedi kehanetin birinde uyanacaktı. Eh, bu kesin bir gerçekti. Ama soru şuydu: O hangi kehanette uyanacaktı? Filia’nın işaret ettiği kehanet dokuzuncu kehanetti. Ona göre Baalzeab Deggial dokuzuncu kehanetle beraber uyanacak ve geriye kalan dört kehaneti de büyük bir hızla gerçekleştirecekti. Dikkatini onun Yedilerle ilgili yazdığı kısma yoğunlaştırırken, daha önce defalarca okuduğu bu kısmı bir kez daha özenle gözden geçirmeye başladı.
        
                                          İblisin Yedi Ruhu
    Yediler :  İblisin cehenneme kapatılmadan önce özenle seçtiği yedi ölümlü. Bunlar aynı dönemde yaşamış olan ve aslında oldukça sıradan yeteneklere sahip olan yedi iblis ruhu olarak bilinir. Ama her birinde iblisi onlara çeken farklı bir şeyler vardı. Onların sıradan yetenekleri iblisin onlara kattığı muazzam güçle beraber sıradanlıktan çıkararak onları birer iblis parçasına dönüştürdü. Aynı zamanda iblisin cehenneme kapatıldıktan sonra onun propagandasını yapan ve insanları geçen kısa sürede ışığın yolundan saptırarak karanlık yandaşı yapmaya çalışan birer gölge yoldaşı olarak bilinirler. Her biri iblisten sonra yeryüzünden kovularak, karanlığa hapsedilmiştir. Ama onlar insanoğlunun yarattığı büyük suçlarla beraber iblisten önce tekrar serbest bırakılacaktı ( Bkz. Gelecek bölümü: Yedi mühür ve yedi boru) ve bunlardan ilki, içlerinden en güçlü olanı: Deggial’dır.  

    Baalzeab Deggial :   Aslında gerçek ismi; Mois Olfi olan, tek gözü çıkarılmış bir yalancı ve bir düzenbaz. Yaşadığı dönemde insanlar tarafından hiç sevilmeyen ve dışlanan bir kötülük abidesi. Onu ön plana çıkaran en önemli şey; Kötülükle birleşen liderlik ruhu ve sahip olduğu muazzam güçtü. Öyle ki iblisten sonra kendini Yedilerin Efendisi olarak öne sürmüş, bunu da kısmen başarmıştır. Bilindiği üzere; bu iblis ruhu kehanetlerde de açıkça belirtildiği gibi içlerinden serbest bırakılacak ilk kişi ve diğer altı iblis ruhunu uyandıracak kişi olarak bilinir. Ama söylentilere bakılırsa o özgürlüğünü kazanmadan önce bile sahip olduğu gücünü kullanabilecekti. Çünkü onun serbest kalmadan önce diğer iki iblis ruhuyla beraber gizli bir birlik kuracaklarına ve onları yönlendireceklerine inanılır. (Bkz : Yediler ve karanlık evinden çıkış) Ayrıca karmaşık bir sisteme dayalı olan bu birlik, üç kişi tarafından yeryüzüne yayılacak ve o serbest kalana dek çoğu yere hükmedecekti. Tamamen serbest kaldığında ise; kehanetlere göre ‘’O’’ yeryüzünde büyük bir kaos ortamı oluşturacak ve kendi etrafında toplayacağı güçle beraber insanların çoğu gölgenin tarafını geçerek geriye kalan kehanetleri de hızla gerçekleşecektir. Onun hangi kehanetle beraber uyanacağı konusunda ise hiçbir kesin bilgi yok. ‘’Ama benim yürüttüğüm tahminlere göre dokuzuncu kehanetle beraber uyanabilir.’’    

   Tritthon Bliss :    Gizli bilgilere vakıf olmaya can atan bir aşık, ozan ve aynı dönemde yaşamış bir yazardır. Açık bir şekilde efendisine yakınlığıyla bilinir. Onu diğerlerinden ayıran en önemli şey ise; gücü ikinci planda tutması ve kimsenin bilmediği birçok bilgiye vakıf olma içgüdüsüydü. İblisin cehenneme kapatılmadan önce ona cehennemin sırlarını vakıf ettiği söylenir. Ayıca çoğu ışık hizmetkarına göre O Karanlık Evi’nden çıkacak ilk kişidir. ‘’Aslında sahip olduğu özellikleri ve yaşantısı hakkında çoğu şey bilinmese de, onun müziğe karşı oldukça hassas biri olduğu herkes tarafından bilinir. Öyle ki müziğe olan bu hassasiyetinden dolayı, iblis onu insan kulağının duyabileceği en güzel notalarla ödüllendirmiştir. Yanından hiç ayırmadığı üflemeli nesne, ona efendisi tarafından verilmiş bir yol gösteren çalgısıdır. Ama bu çalgının özelliklerini değiştirerek, onu kötülükle birleştirmiş ve onu daha muazzam bir güç nesnesi haline getirmiştir.
    Öte yandan çoğu ışık hizmetkarına göre bu iblis ruhunun karanlığa kapatılmadan önce efendisinin ona armağan ettiği bu notaları insanlara gösterdiğine inanır. Ayrıca onun yaşadığı devirde var olan çoğu müzik aletinde iblisin gizli notalarının yer aldığı ve kötülüğü temsil eden bu notaların insanları kötü şeylere yönelttiği düşünülür.
    ‘’Ve onunla ilgili bilinen en önemli şeylerden biride; ‘’Kehanetlerin hepsi gerçekleştikten sonra çalacağı notalarla beraber efendisini uyandıracağı ve Karanlık Çağı bizzat kendisinin başlatacak olmasıdır.’’ (Karanlık Kehanetlerinden)

  Rhovin Agal Simagus:    Gerçek adı Aleister Yelworc. İblisin yedi ruhundan biri. Karanlık Efendisi’nin gösterdiği birçok işarete vakıf olmuş ve muazzam bir büyü yeteneğine sahip olan bir iblis ruhu. Karanlık Evi’nden serbest kaldıktan sonra Gölge Eli ve Baalzeab Deggial ile beraber güçlerinin bir kısmını üç kişiyle paylaşacağına ve gizli bir sistem kuracaklarına inanılır. Bu sistem onların yönlendirmesi ile beraber üç kişi tarafından yayılacak ve birçok insanı da içine alarak Ballzeab Deggial’ın doğuşuna dek karanlığa hizmet edecektir. Daha sonra da, yani Deggial’ın serbest bırakılması ile beraber onun izinden gideceklerdir.
    
  Leonarh Da’Mozar :       Gerçek adı ve yaşantısı hakkında çoğu şey bilinmiyor. Lakabı olan; Gölge Eli olarak anılır. Bu iblis ruhu; muazzam bir çizim yeteneğine sahip bir ruh toplayıcıdır. Yaptığı tablolar gerçeğinin aynısını yansıtır. Ayrıca resmini çizdiği kişilerin ruhlarını lekeleyerek onları gölgenin yoluna hapsettiği bir gerçektir. Onun diğerlerine nazaran soylu bir aileden geldiği ve dört kadınla evli olduğu düşüncesi yaygındır. Ama bütün iblis ruhlarında olduğu gibi o da sahip olduğu yaşantısını gizlilikle saklamayı başarmıştı. (Başka bir bilgiye göre mükemmel resim yetisine sahip olan kişilerin onun soyundan geldiğine inanılır.)
    Ancak Gölge Eli’ni diğerlerinden ayıran özelliği; sembolleri ve karanlık nesneleri kullanarak yarattığı muazzam güçtü. ‘’Öyle ki, yedi iblis ruhu içerisinde karanlık nesnesi oluşturabilen tek iblis ruhudur ve iblisi temsil eden birçok büyülü simge oluşturmuştur.’’ Aynı zamanda bu simgelerin bir kısmı diğer iki gölge ruhu ile beraber oluşturdukları gizli birliğe aktaracağı düşünülür. Bunların en önemlisi; Keçi, Tilki ve Çakal üçlemesi (Bilinen Karanlık Kehanetleri’nden) Bu üçü oluşturdukları sistemin en üstünde duran ve birçok öğretiye vakıf olmuş üç üstadı temsil eder.  
 
   Mammon Assoraah:  Gerçek adı; Elazar Dairmaid. Değişime uğrayabilen bir iblis ruhu… Onu ön plana çıkaran en önemli şey; şüphesiz ki güce olan zaafı ve sahip olduğu büyük aç gözlülüktü. Gücünü temsil eden ve yanında taşıdığı mühürlü asa ona iblis tarafından verilmiş bir karanlık nesnesidir. Ayrıca Mühürlü asayla dokunduğu ölümlüleri kendi iradesine kolaylıkla bağlayabilir. Tabi bu büyü sadece karanlığa yakın olan ölümlüler üzerinde etkilidir. Onun geçmişine dair çoğu kişinin ortak görüşü ise bir dilenci olduğuydu. Ama bununla ilgili kesin bir bilgi yok. Güç konusunda Baalzeab Deggial’a en yakın olan dört iblis ruhundan biri olmasına rağmen, Deggial’ın ondan çok daha farklı ve güçlü olan yönleri onu bu konuda fazlasıyla gölgede bırakmıştır. Ne var ki onun Deggial’ın üstünlüğünü kıskandığı her zaman açıktı. O yüzdendir ki bu iblis ruhu gücünü kabul ettirmek için hızla kendi ordusunu oluşturmuştur. Ama karanlığa hapsedildikten sonra bütün bu çabası boşa çıkmış ve mühürlediği müritleri ise; O karanlığa hapsedildikten sonra onun etkisinden kurtulmuştu.

 Mania Laverna Pocolom:  Gerçek adı; bilinmeyen dört iblis ruhundan biri. ‘’Ölü ruhlarla ilişki kurabilen ve onları yönlendirebilen dişi bir iblis ruhu’’ Geçmiş yaşantısına dair birçok söylenti var. Çoğu kişiye göre fakir bir aileden geldiği ve hayatını ‘’hırsızlık’’ yaparak kazandığı söylenir. Onu diğerlerinden ayrı kılan özelliği ise farklı ve etkili mistik güçlere sahip olmasıydı. Öyle ki efendisinin ona bahşettiği güçle farklı boyutlara kolaylıkla geçebiliyor ve bu boyutlarda bulunan ruhları kendi iradesine bağlayabiliyordu. Karanlığa kapatılmadan önce kendine kayda değer bir Maridth( Ölü ruh) ordusu kurmuştur. Ayrıca öğrenmek istediği bilgileri çalmak için bu ruhları insan bedenine sokabildiği gerçektir.

    Ningizzidax :  Gerçek adı; Naga Jullungul. ‘’Dişi bir iblis ruhu’’ Yılanlara hükmettiği için çoğu ışık hizmetkarı onun ismini; yılanların annesi olarak telaffuz eder. Efendisinin ona bahşettiği güçle kısa sürede kendini halkının efendisi ilan etmiş ve kendi önderliğinde erkekleri alt sınıf olarak nitelendirmiştir. Yanından hiç ayrılmayan devasa yılan (Morogol) ona efendisi tarafından verilen bir iblis yaratığıdır. Onun birçok çocuk doğurduğuna ama bunlardan yalnızca dişi olanlarını hayatta bıraktığı söylenir. Erkek olanları ise kendi yılanına armağan ettiği yaygın bir söylentidir. Onun erkeklere karşı katı biri olduğu her zaman açıktı. Ama yedilerin karanlığa hapsedilmesinden sonra bile kendi halkı onun kudretini kabul etmiş ve kadınların kendi topraklarını yönetmesine izin vermiştir.
    Bir diğer bilgiye göre; onun karanlığa kapatılmasından sonra halkı yaşadıkları kurak topraklardan ayrılarak uzak diyarlara göç etmiştir. Bunun sebebi de çöl hayatının onları zor şartlara sürüklemeleri (kuraklık, açlık, ölüm) ve daha elverişli toprak arayışına girmeleriydi. Fakat onların çölü terk etmelerinden sonra yaratıcının doğası orada çok farklı bir coğrafyayı oluşturacaktı. Ayrıca bu coğrafyayı fark edecek kadim bir topluluk (Guah’lar) orayı keşfedecek ve oraya yerleşecekti. Ancak efsaneye göre topraklarını terk eden bu halk ilerde kendini bir kez daha bütünüyle yılanlarla özdeşleştirecek ve yılanların hüküm sürdüğü eski topraklarına tekrar geri döneceklerdir.’’ (Karanlık kehanetlerinden)

    Aran Lahia, son cümleyi de okuduktan sonra bakışlarını ifadesizce not aldığı birkaç noktaya yoğunlaştırdı. Aynı notları kara kaplı kitaptan da almayı düşünüyordu. Doğrusu diğer kitapta yer alan bazı parçalar gerçekten de Filia’nın yazdıklarıyla mükemmel bir uyum sağlıyordu. Bunları birleştirmesi geçekten kolay olacaktı. Ama şuan için aklına takılan en önemli şey şüphesiz üç iblis ruhunun kuracakları gizli birlikti. Filia bunu Yedilerin serbest kalmadan önce, yani karanlık evinden çıktıktan sonra gerçekleştireceklerini yazmıştı. Çünkü bu birlik; onların düş boyutuna geçerken kuracakları bir birlikti. Aran Lahia, kara kaplı kitaba uzanırken bu konuyla bağlantılı olan bölümü bulmak için sayfaları tek, tek çevirdi ve aradığı yarım sayfalık kısmı bulunca hemen büyük bir merakla incelemeye başladı.
                                                    

                                                            İlk Lütuf
    Işığın kehanetleri bir gün zamanın sonsuzluğunda kaybolacak ve o zaman ışıktan yoksun olanlarda hapsolacaklar karanlığa... Diğer yandan karanlığın kehanetleri de gerçekleşecek ve her kehanet adil olmayan ölümlerle zaferi yaşatacak onlara. Öyle ki yaşanacak her zaferi layıkıyla yazmak gerekmez mi?      
    
                         Yaşanmış olan,
                                         Eksik kalmış,
                                                    Ve ihtişamlı...
                    Sonuç; korkunç bir hüküm ve sonsuz bir karanlık…                                                  
                          Ancak gün gelecek ve eski ihtişamlarını kazanmak için düş gezecek onlar.
                                  Ve bütün bunlar sadece katil bir kralın öfkesinden doğacaktır.
                               Çünkü O, zamanı süsleyen en büyük ölümü yaşatacak yüreklere.
                                    Şimdiye dek yaşanmamış ve görülmemiş kara bir leke olarak.

 Ancak onun yaptıkları diğer yandan da‘’karanlıkla anılanlar’’ için büyük bir armağan olacak.
 Ve bu armağanla üç yüreğe geçecek onların kudretli hükmü.
  
       Keçi, Tilki ve Çakal
        Üç üstadın temsili.
            Öyle ki Krallar bile boyun eğecek onların hükmüne…
 
 
    Kısa ama bundan tonla şey çıkarılabilirdi ve Aran Lahia’ya göre yazar zaten her şeyi açıkça ortaya koymuştu. Yazar bütün bunların katil bir kralın öfkesinden doğacağını söylüyordu. Bu altıncı kehanetti. Altıncı kehanet, yani Krallar Savaşı’nda. İnsan ırkı var oluştan bu yana gördüğü en büyük savaşa tanık olmuş ve katil kralın öfke ve aç gözlülüğüyle beraber yüz binlerce insan kendi ırkının kurbanı olmuştu. Ama o zamandan öteye neredeyse üç yüz yılık bir zaman geçmişti. Tabi yazarın dile getirdikleri bir hayli korkunçtu. Onun yazdıklarından yola çıkılacak olursa. Bu yedilerin üç yüz yıldır boyutlarda gezebildiğini gösteriyordu. Ya da belki de sadece bir kısmı bunu kısıtlı bir şekilde yapabiliyordu.
    Ve üç yüreğe geçecek olan lütuf; Eh, bunun da ne anlama geldiği fazlasıyla açıktı. Çünkü Üç üstadın kurduğu ve şuan hemen, hemen her yeri avucuna alan gizli birlikleri, Gölge Yoldaşları olarak anılan tonla müridiyle onlara verilmiş bu görevi başarıyla yerine getiriyordu. Ve açık bir şekilde onlar ilerde bundan daha fazlasına sahip olacaklardı.  
    Aran Lahia, sanki her seferinde buna mecburmuş gibi bakışlarını bir kez daha hayretle kara kaplı kitaba uzatırken, sahip olduğu bu olağan üstü şeyle büyük bir yol kat edeceğini umdu. Eh, bu kitabı yazan kişinin kim olduğunu belki de hiç öğrenemeyecekti. Ama yine de kitaptaki bilgilerin yazarının kimliğinden çok daha önemli olduğunu kabul edebilirdi. Bu kitap onun için gerçekten de büyük bir hazineydi. Kitabı bulduğundan bu yana sadece bir ay geçmişti. Herbon şehrindeki büyük kütüphanede yaptığı kısa araştırma onu nasıl olduysa tesadüfen bu kitaba ulaştırmıştı. Aran Lahia kitap için ödediği yüksek miktarı gerçekten hiç önemsemiyordu. Çünkü bu kitap eşsiz ve paha biçilemezdi. Ayrıca kitabı okuyan ilk kişi olma ihtimali oldukça yüksekti. Kütüphanenin idarecisi olan Üstat Grinyz’le yaptığı uzun sohbette adamın kitabı uzun süredir elinde bulundurduğunu öğrenmişti. Adam kitap hakkında biraz araştırma yapmıştı ama yazıları okuyabilen kimseyi bulamadığı için bu araştırmaları tamamen boşa gitmişti. Aslında bu onu hiç de şaşırtmamıştı. Çünkü eski lisanı kavrayabilen ölümlü sayısı yok denecek kadar azdı. Fakat onların bile bu kitabı tamamıyla çözemeyeceklerinden emindi. Aslında kitabı onun için bu kadar özel kılan asıl şey; bilinmeyen birçok kehanetten bahsetmesiydi. Bunlar Karanlık Kehanetleriydi. Bilindiği üzere karanlığa ait olan kehanetler ışık hizmetkarlarından saklanmıştı. Ama onlara ait olan bir kısım kehanet zaman içerisinde kendini açığa vurmuş ve tıpkı Filia’nın yaptığı gibi birçok ışık hizmetkarı tarafından değişik bir şekilde yorumlanmıştı. Ancak bu konuda halen bilinmeyen birçok kısım vardı ve bütün bunlar bilinen Karanlık Kehanetleri’nden çok daha karmaşık ve kafa yorucuydu.
    Aran Lahia, kafasında biriken bu tonla bilgi yığınıyla beraber, kendini bir an için zihnini dinlendirmeye yoğunlaştırdı. Daha önce yaptığı hiçbir araştırma onu bu kadar yorgun düşürmemişti. Artık ara vermesi gerekiyordu. Ama kafasının içinde uçuşan o kadar çok soru işareti vardı ki… Hepsi de vücudunun dinlenme istediğini hemen bir kenara itiveriyordu her defasında. Fakat bu sefer bunu görmezlikten gelmeyi başaramayacağını biliyordu. Dinlenme düşüncesi şimdi gerçekten de ağır basıyordu. Bu yüzden başını kitaplardan kaldırarak kendini sandalyesine iyice yasladı ve dinlenme arzusunu biraz olsun hafifletmeye çalıştı. Ama o an bile kendini birtakım şeyleri düşünmekten alıkoyamıyordu. Çünkü kehanetlerin yakın zamanda tamamen gerçekleşeceği hissi sürekli oralarda bir yerlerdeydi. Bunu haftalardır kuvvetli bir şekilde içinde hissedebiliyordu. Eh, şüphesiz ki önlerinde kalan kısa zaman bütün bunlardan habersiz olan insan ırkı için çok çetin geçecekti. Buna hazır değillerdi ve her şeye hazırlıksız yakalanacaklardı. İşte bu yüzden her ne kadar zor
        

11
Kurgu İskelesi / Ynt: Fantastik Bir Roman Girişimi
« : 11 Şubat 2014, 01:19:12 »
Yine "yahu ne yorum yapılır ki bu öyküye" şeklinde kaldığım yazılardan biri :D Giriş olmuş diyebilirim sadece ki o bile yeterli değil sanırım. Yani tam olarak konuya girmemiş hatta. Devamını yazarsanız çok daha ayrıntılı yorumlar yapabiliriz sanırım. Ellerinize sağlık.
 
   Bu konuda sana katılıyorum dostum... İlk olarak kısa ve konuya tam olarak girmemiş. Devamı uzun olduğu için  ilk olarak bunu göndermem iyi olur die düşünmüştüm ben. Benim ki mitolojik ve biraz kafa yorucu sanırım. Dewamını gönderirim... umarım sıkılmazsınız.
   Bu arada armeneus beğendiğine sewindim :D Okuyan herkese teşekkür...

Sayfa: [1]