Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Ayhüznü

Sayfa: [1]
1
Şişedeki Mısralar / Mor Çöl'de Bir Ayrılık
« : 14 Haziran 2017, 04:03:50 »
Kururken dudaklarımız, seninle yeşil bir nehrin kenarında
Durup eflatun kum taneciklerine gömüldüğümüz sırada.
Bir mantık bahşet bana, tüm gerçekliği ile ruhumda şaklayan
Bir kırbaç gibi diriltsin metfun hislerimi - zarurette olan.

Kabul olunmayacağını bilerek ettiğimiz o nahoş dua
(Kaderin gaddar buyruğunca – kalbimde çöl yaraları açtıran)
Yakamozlar doğrayan sesinde son bir sızı ile son bir elveda
Ve olanaksızlığın safra tadı her kelimede boğaz yakan...

Tanrının en güzide yaratısı yıldızlar, peyda olurken birbiri ardına;
Gökyüzü payını almışçasına soyunur sanki papatya sarışınlığından.
Sinekkuşları –ki o nokta gözlerinde evrenin nice görkemini taşıyan-
İzbe bir kovuk ararken yağmurun canhıraş feryadından kaçınmak amacıyla
Sığınmışlar senin göğsüne benim çıkmakta olduğum açık-kanlı bir yaradan.
Nihayet bırakıyorum seni, rahmeti az çağlarda, gadre uğramış bir annenin mahzunluğuyla...

2
Kurgu İskelesi / Mor Çöl'de Bir Düğün (Bölüm 1/3)
« : 07 Haziran 2017, 01:38:14 »
 Fecir Rahibelerininki gibi kahverengi pastel renk bir elbise giymiş, küt sarı saçlı bir kadın; en arka sırada, tek başına oturmaktaydı. Aşkı karşılığında yüklendiği ödevi yerine getirmiş; düğüne iştirak etmişti. Mor Çöl’de adet olduğu üzere evlenecek kadın yahut erkeğe hâlâ sevdi duyan karşılıksız, bedbin âşıklar, onların düğününe katılmak mecburiyetindeydiler. Zira iki sevgilinin arasındaki tutkulu birliktelik bir başka yasak tutku tarafından taciz edilmemeliydi. Bu yüzden karşılık bulamamış âşık, kendini ruhen hazırlamalı ve sevdiği kadına yahut erkeğe son bir kez veda ederek artık onu sevmekten vazgeçmeliydi. Aksi takdirde kişi; naif, yumuşak ruhlu insanlara ve katı kurallara sahip olan Mor Çöl’den sürgün edilirdi. Bu coğrafyada hiçbir evlilik bir dış unsur tarafından bozulamazdı. Gülyosunu da son vazifesini yerine getirmek için buradaydı, ancak daha vakti gelmemişti, bekliyordu. Bir köşede, usulca…

 Çölün serin kum tanelerinin içine gömülmüş on ayaklı bir sahra çadırındaki düğün seremonisi, gün doğumundan bir parça daha az şaşaalı bir şekilde devam ediyordu. Birazdan, adam; evlenecek olduğu kadına Fecir Rahibelerinin huzurunda, bizzat kendi efsunladığı mektubunu teslim edecekti. Bu mektubun içinde müstakbel eşini ne derece sevdiği ve iyi dilekleri ile Mor Çöl’ün Hanımı’na bir methiye yazılıydı, ayrıca ilaveten kendi kanından damıttığı mühür bulunuyordu. Aynı şekilde gelin de damada bir mektup verecekti. Böylece artık birer çift sayılacaklar, ömürleri yettiğince birbirlerini mutlu etmeye - sevip saymaya çabalayacaklardı. 

Kim bilebilirdi, adamın, hayatında bir kez dahi olsun tek bir şey üzerinde tüm dikkatini toplayabileceğini? Evleniyordu, ne kadar güzel ve naif. Evet, evet ama bu yeterli miydi bir kadının ilgisine tam anlamıyla mazhar olabilmek için? Karşısındaki kadının gözlerinde kendi şahsına has bir kıvılcım sezebilmiş miydi? Peki, hâlâ kadının aklında, Tallmehntli eski sevgilisi yahut ondan bir önceki (bir zamanlar adamın da sıkı dostluk bağları kurmuş olduğu) Mor Çöl’ün yerlisi sevgilisine dair anılar mı sahnelenmekteydi?  Bir rüya kıvılcımının tesiriyle aşk beslediği kadınla nihayet evleniyordu. Ötesi olabilir miydi? Vardı işte. Ötesinde; kıskançlığın ve melankolinin hudutları dâhilinde dolaşan serkeş düşünceler, sürüce hareket edip kaynaşan bin bir dişli kurtçuklara benzeyen kuşkular, afaki serzenişler ve kaygılar vardı.

 Kadın, Riefûljn idi adı, Mor Çöl’e yarım günlük mesafede bulunan Îl-Yabghter şehrinden geliyordu. Mor Çöl’ün Hanımı’ndan özel izin alarak düğüne gelmiş gelin tarafına ait kafile yaklaşık yüz kişiydi. Büyük bir şükranla Mor Çöl’ün Kadim Hanımefendisi’ne saygılarını sunmuşlar, ardından ziyafetteki yerlerini almışlardı. Bir diğer adet, düğün başlamadan önce leziz yiyeceklerle ve serinletici içeceklerle dolu büyükçe bir masada davetlilerin yemek yemesi ve sohbet etmesiydi. Bu sofrada her konu hakkında konuşulurdu. Evlenecek çifte birbirinden güzel dileklerde bulunulur, Dört Büyük Muamma hakkında felsefî sohbetler yapılır, daînû kuşlarının ne vakit göç etmeye başlayacağı tartışılırdı ve dahası da dile getirilirdi.

  Adam, menhus düşüncelerinin prangalı esiri ve adı Laki idi, Riefûljn’in babası ile tanıştığı günü hatırlıyordu. Kızının bir önceki âşığına dair olumlu düşüncelerini sürdürmekte olan baba Trinadhonn, Laki’yi pek tasvip etmemiş gözüküyordu. Uçarı siyasi fikirlere sahip bu adam kızının başına bir uğursuzluk musallat edebilirdi. Neticede kızını bu coğrafyalarda hiç uğraşılmayan bir konu olan siyasetten uzak bir şekilde yetiştirmişti. Laki’nin hayatta haiz olduğu bir başarısı yoktu henüz. Birkaç diyar dolaşmış, başarısız taht ihtilallerinde yabancı prenslere yardım etmiş, yenilgiyi çokça tatmış; halk tabakasına mensup garip bir herifti. Ancak bir meziyeti vardı: O da ozanlıktı. Trinadhonn, takdir ederdi ki Laki, ismi nam salmamış büyük bir ozandı. Kızı Riefûljn de muhakkak Laki’nin bu yeteneğine aldanmıştı. Riefûljn, Laki ile evlenmek istediyse Trinadhonn karşı gelemezdi. Kızını o denli çok sevmekteydi.

 Mor Çöl’ün Hanımı, nedimi Sadık ile birlikte Mor Çöl’ün eflatun kum taneciklerden yapılma blok taşlardan inşa edilmiş kulesinden düğünü seyretmekteydi. Dillerde gezen bir rivayete göre, Laki’yi her daim sıcak karşılayan Mor Çöl’ün İsimsiz Hanımı, belki de Mor Çöl’ün Beklenen Varisi olarak onu görmekteydi. Tabii bu sadece bir dedikodudan ibaret alelade bir söylentiydi. O anda Fecir Rahibelerinin baladı başladı ve tüm seyirciler pür dikkat bu latif hanımların sesine kulak kesildi.



3
Tartışma Platformu / Özgünlük... Ama nedir özgünlük?
« : 06 Haziran 2017, 08:35:13 »
 Merhabalar, bu platformda ilk konu başlığım olacak. Henüz beni tanımaya fırsat bulamadınız, forumda hikâyelerimi paylaşıyor, konuşma hakkını kendimde bulduğum konulara yazma gayreti sarf ediyor ve konudan konuya geziniyorum. Kendimi bildim bileli takıntılı bir kişiliğim olmuştur. Edebiyat hakkında düşünmeye, araştırmaya başladığımda takıntılarım bir konu üzerinde yoğunlaştı: Özgünlük. Ve kendimi ararken başka bir şeyin daha izini sürmeye başladım: Özgünlük kavramının.

 Özgünlük nedir? Bir uzun yol gezgininin cihanın dört bir yanından topladığı hikâyeleri parçalara ayırarak en güzel kısımlardan yamadığı ve anlattığı bir öykü müdür? Nedir yani? Nasıl özgün olunur? Özgünlüğün kıstasları nelerdir? Binlerce yıllık yazılı kültüre sahibiz, ondan bir o kadar eski de sözlü kültüre. Bunca zaman boyunca söylenmemiş bir şey kalmış mıdır? Peki söylenmiş olanları da ne kadar farklı şekilde tekrar ele alabiliriz?

 Fikirlerinizi bekliyor ve okuduğunuz/yorum yaptığınız için şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum. Şen kalın, hoş kalın!

4
Girizgâh & Marianne Faithfull'a Selam

 Kargo şirketindeki işimden ayrılmıştım, zira hâlihazırda psikolojik sorunlarım vardı ve stresli işler beni haddinden fazla zorlardı. Örneğin, hamiline ulaştırılması icap eden yüz elli bin liralık çekler geçebiliyordu elime. Beni ilgilendirmemesi lâzımdı, neticede yapacağım iş basitti: Adres kısmında belirtilen ilçeye gönderilecek diğer postaların yanına o çeki de eklemek yeterliydi. Peki, ya küçük bir poşetin içine konulmuş ve ‘’çok kıymetli’’ diye etiketlenmiş bu kâğıt parçasını kaybedersem? Diyelim ki kaybettim. Göz görür, akıl farkına varır elbet; yine de kaybettiğimi varsayarsak… Aynı vardiyada çalıştığım elemanlardan teki, işte o zaman mahkeme mahkeme gezmek gerekeceğini söylemişti. Gözüm korkunca yaptığım işten de şüphe duymaya başladım; bunun sonucu ise işi bıraktım. Dört günlük yevmiyemin banka hesabıma yatmasını beklerken oldukça boş vaktim vardı. Bir haftayı kitap okuyarak, elime geçecek para ile alacağım kitapların listesini yaparak ve günde on iki, on üç saat zorlama bir uykuyla geçirdim. Kendimi yazmaya hazır hissettikçe yazılar yazıyor, onları paylaşıyordum. Para hâlâ elime ulaşmış değil ve ben o’na bir hikâye yazacağım. Bende saplantı hâline almış hangi kadına yazacağım emin değilim, hatta bir kadına mı yazacağım onu da bilmiyorum, ama yazacağım.
*
 Marianne Faithfull’un ‘’Strum me hard/ Strum me fast’’ nidası kulaklarımdan zihnime akarken eski fotoğrafları karıştırıyorum. Orada D.’yi buluyorum. A.’yı buluyorum. M.’yi buluyorum. B.’yi buluyorum. Kendimi de buluyorum. Son iki yılda türlü türlü görünüş değiştiren ben, nihayetinde peş peşe elime geçen iki fotoğrafta da aynıyım: Bıyık, çene kısmı uzun bırakılmış sakal, tepesi açılsa da fena durmayan saç… Zayıfım. Şu anki kilolu ve yağ bağlamış hâlime nazaran bir hayli inceyim. O vakitler kız arkadaşım yoksa bile dert değil; sevda olduğu müddetçe varlık, yokluk ve ayriyeten yoksunluk pek mühim olmuyor nasılsa.

 Hikâye yazacaktım; lâkin anlatıya dönüştü. Gerçi, Blanchot’nun ‘’Bekleyiş ve Unutuş’’ kitabını okuduktan, hem de iki sefer okuduktan sonra bir öyküde kullanılan dilin ne derece kemiksiz olabileceğine şahit olmuştum. (Bittabi burada ‘’dilin kemiksiz olması’’, deyimler haznemizde yer alan ‘’dilin kemiği yok’’ ile alâkadar değildir; bir önceki cümledeki anlamıyla dilin serbestliğini ve herhangi bir kural tanımamasını ifade eder.) Herif öyle bir yazmış ki… Evet, ‘anlatıdan’ ‘kitap yorumlamasına’ evriliyor yazı, farkındayım. Sahi ben kimim de aklımı toparlayacak; mekânı, karakterleri ve zamanı tam oturmuş bir öykü yazacağım? Kurgu üzerine çok düşünmeden yazdığımı itiraf etmeliyim. Fikirlerimi; lapa lapa yağan karın altında durarak eteğinde toplayabildiği her kar tanesinden, yazın umutsuzluğa düştüğünde kışa tekrar çıkabilmek ümidiyle hevenk örmeyi amaçlayan yaşlı bir kadının saf uğraşı gibi kâğıda döküyorum. 
‘’Çok üzücü, çok üzücü…’’

O hâlde yazalım!



Marianne Faithfull Paris'te, 1964.



5
6 Ağustos 2016 tarihine aittir.


Zamanı, mekanı, karakterleri meçhul bir iç savaş ortamında yaşamak kavgası veren küçük insanların başından geçenleri anlatmayı planladığım ''Fare Kapanından Öyküler'' adlı hikaye dizimin ilk denemesi olsun bu da.

Yüzbaşının İnancı / Bölüm-1

‘’…
Dört yüz adam, alçakça ihanete uğradık,
Sırtımızı yasladıklarımız koy verdi bizi
Biz dört yüz adam, birlikte sessizce ağladık
Közlendi ve kül oldu kalbimizin içi.’’


Yüzbaşı iç çekerek şarkısını sonlandırdı. İki asker, binanın üçüncü katında - yıkık duvarların ardına sinmiş şekilde beyhude nöbet tutmaktaydı. Zira son düşman birliği de kasabadan ayrılalı bir hafta oluyordu. 2. Mekanize Piyade Tugayı’nın Keşif Bölüğü’nden geriye sadece dokuz adam kalmıştı. Cephane sıkıntısı baş göstermeye başladığında birliğin yarısı geri çekilmiş, kalan yarısının da büyük kısmı öldürülmüştü. Yüzbaşı ve sekiz emir eri ise yoğun çapraz ateş altında kaldıklarından ötürü çekilme görevinde muvaffak olamayıp bu binanın yıkıntılarına sığınmıştı. Bir hafta geçmişti aradan. Kumanyalarındaki tüm yiyecekleri tüketmişlerdi. İki gündür açlıkla boğuşuyor, kalan son sigaralarıyla tokluk hissi uyandırmaya çalışıyorlardı. Ağızlarında ucuz devlet tütünün acı tadı, yüreklerinde ise pusuya yatmış bir korku vardı.

‘’Evde olmak isterdim Yüzbaşım. Evime gidip konumunu en beğendiğim koltuğa gömülerek kafama sıkayım desem, artık ev dediğim yer bile ülkemin sınırları içinde değil. ‘Eğer ölürsen ordunu asla affetmem.’ demişti bana Yüzbaşım. Eğer ölürsem ordumu affetme asla, diye yanıtlamıştım. Herkes bilir ki, mağlupları kimse mülteci olarak istemez ve her iç savaşta kapanır komşuların tel örgülü sınır kapıları ardı ardına.’’
Yüzbaşı acı acı gülümsedi. ‘’Eğer demek istediğin birliğe tekrar katılmanın bir yolunu aramak yerine sınır dışına kaçmaksa bunu aklından çıkar, asker. Bizler korkak güruhtan değiliz.’’

Sol yüzük parmağındaki gümüş halkayı çevirdi yavaşça. ‘’Sevgilin bizi affetmeyecek. Umarım yanılırım, umarım yaşarsın ve yaşarız; lâkin bu ihtimal düşük bir ihtimal beyler. Kabullenmeniz sizi ölüme hazırlamakta yardımcı olacaktır.’’ Sigarasından bir nefes çekerek devam etti: ‘’Benim de geride bıraktığım bir kadınım var. Hafifmeşrep, şuh bir hanımdı. Eminim kendine başka bir erkek bulmuştur bile. Mağlupları kimse mülteci olarak istemez, sevgili olarak da istemez esasında. Yenilenleri hiç kimse istemez.’’

Onbaşı, kalıplı vücuduyla orantılı olarak sert, asabi bir adamdı. Sıkılı yumruğunu havada sallayarak söze karıştı: ‘’Daha yenilmiş sayılmayız komutanım! Cephanemiz tükendi mi? Hayır. Silah mı bıraktık? Hayır. Öldük mü, hayır. Bir askeri ancak başka bir asker öldürebilir. Müttefik ya da hasım.’’

Yüzbaşı emri altındaki erlerin cesaretlerini, inanç ve sadakatlerini takdir ederdi. ‘’Bu durumda gerçekçi mi olacaksın yoksa iflah olmaz bir idealist mi, buna karar ver Onbaşım. Dediklerinde hata payı yok, ama doğruluk payı da yok. Stratejik tepelerde konuşlanan 3. 4. Ve 5. Top Taburlarının beyaz bayrak çektiklerini, 1. ve 2. Piyade Taburlarının ise hemen hemen taraf değiştirdiğini biliyoruz. Ordu içindeki kliğin gücü giderek artıyor. Tuğgeneralin kimden taraf olduğu da muamma, zira iki aydır haber alamıyoruz. Artık emir komuta zincirinin en büyük halkası ortada yok. Eğer ben Binbaşıya, sizler de bana uyuyorsanız bu sadece hayatta kalmamızı sağlamak içindir.’’

Onbaşı bir cevap veremeyerek sustu. Zira gerçeğin o da farkındaydı. Olan bitenden haberi vardı. ‘’Peki, ne zaman harekete geçiyoruz?’’

Yüzbaşı bir haftalık kirli sakalını sıvazladı: ‘’Bu gece karanlığında yahut şafak vakti kızıllığında, tam karar verememiştim ama artık biliyorum: ‘’Tan vaktinden hemen önce yola çıkacağız.’’

Çift sıra hâlinde yürüyordu neferler. En önde Yüzbaşı, bir eli tabancasının kabzasında, molozlara takılmamaya gayret ederek ilerliyordu. Yön tayin etmiş, kafasında kurduğu plana göre Tugaya ulaşmak için üç günlük bir yol haritası oluşturmuştu. Tabii cunta emrindeki silah arkadaşları onlardan hükümete bağlı birliklerinin direnişini kırmamışsa bir Tugay bulacaklardı karşılarında. Eğer o direniş çoktan çökertilmişse… O cephe düşmüşse… Düşünmek istemiyordu bu ihtimali. Etrafta çıt çıkmıyordu. Botların taşlara çarparak çıkardığı ses hariç, ne bir kuş cıvıltısı ne rüzgârın fısıltısı ne de tetik sesi duyuluyordu.

Onbaşı cebinden çıkardığı paketten bir dal sigara çekti ve dudaklarına sürdü. Çakmağını çıkarmıştı ki elinin sertçe kavranmasıyla birlikte yere düşürdü. ‘’Bu da ne ol-‘’ ‘’Sessiz ol! Bir kıvılcımla bile yüz metre uzaktan bizi avlamak için fırsat kollayan gözcüler olabilir.’’ Onbaşı, devresinin ikazını haklı buldu. Yaptığından mahcup, sigarasını yere attı. Saatlerdir yürüyorlardı, gökyüzü çoktan aydınlanmış öğleye az bir zaman zaman kalmıştı. Yüzbaşı açlığın da tesiriyle bir ara başının dönmesiyle birlikte yere bıraktı kendini. Sırt üstü uzanıp dumanların üzerine çöreklendiği kasabanın ayakta kalmış yüksek yapılarına baktı. Askerler bir an için bocalasa da onlar da kimisi yere uzandı kimisi ise miğferini çıkarıp koluna asarak tetikte, etrafı gözlemeye koyuldu.

‘’Siz de oturun, bize saldıracak olan çoktan üzerimize mermi yağdırmıştı bile. Keyiflenmeye bakın beyler, beni de üst rütbeli, emirlerine koşulsuz uyacağınız bir herif olarak da görmeyin artık. Sadece yaşamak, sevdiklerimize kavuşmak için bir şans varsa o şansı zorlamak adına birbirimize destek olacağız. Bu savaş artık başkalarının değil, bizim savaşımız. Bizimle birlikte bir var oluş mücadelesi aynı zamanda.’’
___

Görsel Unsere Mütter Unsere Vater adlı üç bölümlük, 2. Dünya Savaşı'nın Almanların perspektifinden işlendiği kısa bir diziye ait.


6
Düşler Limanı / Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« : 29 Mayıs 2017, 23:10:54 »
Bölüm - 1 / Peron 76

  Eğer ölürsen ordunu asla affetmem, demişti bana. Âşıkların dile getireceği türden bu sitemi dostluğuna yormuştum. Şahsıma ayıracak birkaç saati olduğundan ötürü beni uğurlamaya gelmişti. Daha iyi sohbet edebilmek için bir pastanede oturduk. Harp ilan edildikten sonra birçok müessese devletin tekeline geçmişti. Kalan birkaç özel işletme ise sattıkları ürünlerin fiyatını arttırmış, sundukları hizmeti pahalılaştırmıştı. Her ne kadar kendisi hesabı ödemek istediyse de ona fırsat tanımamış, iki dilim pasta ve bir sürahi limonataya cebimdeki paranın yarısını yatırmıştım. Biraz hoşbeş ettik. Savaşın nedenleri, istikbalimiz, yurdumuzun durumu, kısmet olursa en yakın ne zaman döneceğim hakkında konuştuk. Gözlerinin içine bakmaya gayret ediyordum.  Sorusuna muzipçe bir sırıtışla cevap verdim: Eğer ölürsem ordumu asla affetme, kabulümdür. Böyle olmayabilirdi, diye düşünüyordum aynı zamanda. Ordumun onurunu, cephede cansiperane bir şekilde korumak yerine şatafatlı balolarda üzerimde üniforma ve kolumda seninle birlikte yüceltebilirdim. Bittabi bunu dile getiremedim. Pek açık sözlü biri değildim.   Asıl ayrılık acısını bir hafta sonra, sevgilisini cepheye uğurlarken yaşayacağına eminim. Benden bir hafta sonra cepheye nakledilecek olan sevgilisi, üst düzey bürokrat ahbaplarının yardımıyla kaçınılmaz çağrıyı anca bir hafta geciktirebilmişti. Ben, onların hikâyesinin anlatıldığı belgeselde bir görünüp bir kaybolan tanığın tekiydim sadece. Benim rolüm burada bitiyordu. Yardımcı erkek oyuncu, kompartıman penceresinden kendisine seslenen muvazzaf subayın çağrısına uyarak trene binecek; tren hareket edecek; gözden kaybolacak ve de ekran kararacak. İşte rolümü oynadığım son sahne bu olacaktı. Babamdan yadigâr kalan ve ikinci babam saydığım Saatçi Usta’nın tamir ettiği cep saatini çıkardım ve kaçı kaç geçtiğine baktım. Trenin kalkış saati sevk için gelen askerlere evvelden bildirilmişti. Daha yarım saatim vardı. Limonatadan bir yudum aldım, en verimli şekilde harcamak istiyordum kısıtlı zamanımızı. Dostlarını, eşlerini, kardeşlerini, oğullarını savaşa uğurlayan insan kalabalığı dört bir yanımızı sarmıştı.

 ‘’Beni yolcu etmek için geldiğini o biliyor mu?’’ Ağzımda safra tadı kadar acı bir hâl almış olan soruyu nihayet dile getirebilmiştim. Gözlüğünü çıkardı, katladı ve masanın üstüne koydu. ‘’Bilmiyor olsaydı burada olmazdım.’’ İçimde ayandon fırtınası misali kabaran ani öfke dalgasını dindirmek için bir müddet nefsimle cebelleşip dilimi ısırdım. Huzursuzca yerimde kıpırdandım. Saatime tekrar bir göz attım. Sıkıntımı fark etmiş olacak ki: ‘’Daha oturalım. Hem bakayım… Evet, daha yirmi beş dakikamız var.’’ Konuşurken elime dokunmuştu. Beden dilinde bu tür hareketler iletişim hâlindeyken karşınızdakinin dikkatini kendinizde odaklamak amacıyla yapılırdı, ben ise bundan başka manalar çıkaracak denli karşılıksız bir aşkın pençesinde lime lime olmaktaydım. Gardaki emir erlerinden biri megafon aracılığıyla sesini duyurmaya çabalıyordu: ‘’Saat 17:05 treni ile Güney Cephesi Karargahına teslim olmaya gidecek askerlerin dikkatine! Herkes Peron 76’da toplansın. Refakatçiler perona alınmayacaktır. Tekrar ediyorum…’’ Sokrates’in baldıran zehrini içmeden önce yakınlarına hitaben sarf ettiği o ünlü cümleleri mırıldandım: ‘’Ayrılık vakti geldi çattı. Ben ölmeye, sizler ise yaşamaya. Hangisinin daha makbul olduğunu yalnızca Tanrı bilebilir.’’ Ayağa kalktım. Elimi ceketimin iç cebine sokarak özenle katlanmış bir kâğıdı ona uzattım. Usulca aldı ve açıp içeriğine bakmadan kâğıdı çantasına yerleştirdi. Sarıldık. Ben tren garına doğru yollanırken o arkamdan el sallıyordu. Ona verdiğim kâğıtta ne yazdığını henüz bilmiyordu, lâkin ben biliyordum:

Nergislerin öbeklendiği o küçük, şirin tepede bekle.
Cennet kucağında topla bütün güzel kokulu çiçekleri
O zaman antik kalıntılar dirilir birden höyüklerinde
İsmi muğlak tanrıçaların sana yansır şuh güzellikleri.

Lilith'den miras kalmış olan asilliğin ve letafetin
Talmud'da lanetle anılmış olsa da iman etmem ona.
Sen ki Tanrı katından azledilmiş bir kadının eşisin
Ünün yayılmış Aden'in vadilerinden tüm cihana.

Fakat ne çare zalimce kırılırsa şayet kalemim
Hüküm verirlerse Sokrat'a olduğu gibi hakkımda
Kim anlatırdı yoksa nergislerle nilüferlerin
En hakiki kardeş olduklarını bu şiirce sana?

Rezenelerin doldurduğu o yeşim bahçelerinin
Ne de güzel olur kokusunu içine çekebilmek.
Hatıratından çıkarma, farkına var söylediklerimin
Metruk topraklarda bir onurdur isminle yaşayabilmek.


Sayfa: [1]