4.BÖLÜM
Aynada sabaha kadar kırpmadığı gözlerinin içine baktı. Aynada baktığı kişi kendisi olmasına rağmen, bir an tanıyamadı. Gözleri kan çanağına dönmüş, saçları birbirine karışmış ve sakalları şekilsiz bir biçimde uzamıştı. Uzun boyu, koyu kahverengi gözleri, kemerli burnu ve kalın dudakları onu yakışıklı bir adam yapan ayrıntılardan birkaçıydı. Hep dikkat çeken bir adam olmuştu çevresinde. Şimdi bu haliyle sokaklarda yaşayan evsiz bir adamı andırdığını düşündü.
Günlerdir duşa girmemişti. Daha doğrusu girememişti. Okuduğu bir kitapta ;
”Bir adam polis bile olsa, polisten de ziyade bir silahı olsa; an gelir ve korkar. Ne yiğitlik tasladığı silahı, ne de mangal kömürüne benzettiği yüreği onu bu korkunun içinden çekip çıkaramaz.” diye yazıyordu yazar.
Korkularının üstüne gitmesi gerektiğinin farkına vardı. Üzerindeki cinayet gününden kalma elbiselerini çıkardı ve banyoya doğru yöneldi. Odasından çıkıp koridora geçti. Banyo koridorun sonundaydı.
Banyo kapısı, Selim’in gözünde, nurla kaplı bir ışık dikdörtgeni şeklinde belirmişti. Koşarak gitmek ya da yürümek. İkisinin de arasında bir hızla o kapıya doğru hareket ediyordu. Sırtındaki tüylerin ürperdiğini hissetti. Acaba arkasında biri mi vardı? Bakmak ya da bakmamak. Bakarsa, yenilgiyi kabul edecekti. Korku, bu cesur adamı tamamıyla esir alacaktı. Bakmazsa da arkasından gelecek hançer darbesine karşı gardını alamayacaktı. Bütün bu gelgitlerin içerisinde kapıya yaklaştığını hissetti. Başarmak üzereydi. Bir adım, bir adım daha. Evet, tam olarak böyle işte. Elini kapının koluna değdirdiğinde bu büyük mücadelenin galibini de belirlemiş oluyordu. Kazanmıştı. Karanlığa yenik düşmemişti. Artık bir kahramandı o.
Epey bir süredir duş alırken gözlerini kapayıp, hayallere dalmak ve duştan çıkana dek gözlerini açmamak en büyük fantezisi olmuştu. Tabi ki yalnız girdiği zamanlarda bu geçerliydi. Uzun zaman önce ayrıldığı sevgilisinden bu yana da kadınlardan uzak duran bir ortaçağ rahibini andıran bir yaşantısı olmuştu. Bu gerçeği göz önüne alınca da uzun zamandır yalnız bir banyo seremonisi yaşadığını anlamak güç değildi.
Musluğu açtı ve buz gibi akan suya direnmeye başladı. Soğuk su vücuduna değdiğinde bağırmamak için kendini zor tutuyordu. Bir kaç dakikalık mücadeleden sonra suya alıştı. Soğuk su ile temas eden hücreleri, az önceki kahramanlık hikayesini hatırlayınca utanıyormuşçasına vücut ısısını ayarlama görevlerini yerine getirmiyorlar, belki de isyan bayraklarını göndere çekiyorlardı. Selim ise mantığına, az önceki olayın yaşanmadığını kabul ettirmekle meşguldü.
Gözlerini kapatıp açma aralığını o kadar kısa tutuyordu ki bu, içinde bulunduğu psikolojik durumu açıklar nitelikteydi. Oysa ki en büyük fantezisini bir gelenek haline getirmişti zamanla. Banyoda çok uzun süre kalmasa da, kirlerinden arınacak kadar kaldığından emin olup aceleyle banyodan çıktı.
Atlet’in icadından habersiz bir hayat sürmüştü şu ana kadar. Gömleğini sırtına geçirdi ve düğmelerini iliklemeye başladı. Giyinme işlemini tamamladıktan sonra aynanın karşısına geçip tekrar tanıdık birini aramaya başladı. Soğuk su sayesinde biraz kendine gelmişti. Az da olsa toparlanmış olmanın verdiği huzurla bilgisayarının başına döndü ve saate gözü ilişti.
Saat 11.04’ tü. Buluşmaya daha iki saat vardı. Evdeki tedirgin hava onu 4 gündür ıssız bir adama dönüştürmüştü. Evden çıkıp erkenden buluşma yerine gitmeye karar verdi. Telefonunu, sigara paketini ve çakmağını aldı. Yüzlerce kez kilitlerini kontrol ettiği kapısına yöneldi ve kilitleri açmaya başladı. Bütün bu ritüelleri tamamladıktan sonra tekrar kilitleme gereği duymadan kapıyı kapatıp merdivenlere yöneldi.
Saat Kulesi’nin karşısına vardığında saat 12.34’ tü. Yolda epeyce oyalanmış ve ayak üstü bir şeyler atıştırmıştı. Kulenin etrafına bakınmaya başladı. Birkaç simitçi, fotoğraf çekinen turistler ve koşuşan çocuklar gördü. Saat kulesinin tam önünde ise ona bakan bir çift göz vardı. Bir kadın ona bakıyordu.
Kadına doğru yönelip yolun karşısına geçti. Yaklaşırken kadını iyice inceleme imkanı bulmuştu. Kadın gotik bir stile sahipti ve saçları koyu siyah renkteydi. Vücudunda bir sürü dövme vardı. Küpeleri büyük ve birbirinden farklıydı. Tırnaklarındaki ojenin rengi de siyahtı. Çekici ve farklı bir görünüme sahip olduğunu düşündü Selim. Giydiği kısa siyah elbisenin sıfır kollu ve etek kısmının epey bir kısa olması genç polisin gözünden kaçmadı tabi ki ama, şu an bunları düşünecek bir ruh halinde değildi.
Kızın gotik bir görünüme sahip olması ve toplumun çoğu kesimi tarafından aykırı olarak değerlendirilmesi, Selim’in polislik sezilerini tekrar ortaya çıkarmış gibiydi. Kızın kollarında morluklar aradı ama bulamadı. Yüzünde beyaz toz zerreleri aradı. Bütün görebildiği ise kusursuz yüz hatları, siyah renk rujla kaplı da olsa dolgun dudaklar ve masmavi iki gözdü. Bu da azımsanmayacak bir güzellik göstergesi sayılırdı.
Kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Heyecanlanmıştı. Sorularının cevaplarını alacağı için heyecanlanmış olmalıydı. Belki de kızın güzelliğiydi onu heyecanlandıran. Bu sorunun cevabını henüz bilmiyordu ve kadının tam karşısında durdu. Nezaket kurallarını uygulamanın zamanı gelmişti artık. Elini uzattı.
“Merhaba. İyi günler. Ben Selim.”
“İyi günler Selim bey. Ben Hayalet Kız.” dedi kadın ve tebessüm etti.
“Bir isminiz yok mu?”
“Melek.” dedi.
Selim de tebessüm etti.
“Tanıştığımıza memnun oldum Melek hanım.”
“Bende Selim bey” diye cevapladı kız.
“Nerede konuşalım?” diye sordu Selim.
“Karşıda bir kafe var. Oraya gidip konuşabiliriz.”
“Elbette” dedi Selim.
Kafeye doğru yürüdüler. Selim kalp atışlarına hakim olamıyordu. Konuşurken hızlı bir şekilde konuşmuş ve heyecanını belli etmemeye çalışmıştı. Bu gereksiz düşüncelerinin arasında kafeye girdiler. Kafe iki katlıydı. Üst katında bir terası vardı. Selim girerken kafenin tabelasına dikkat etti. Tabelada
“Kayıp Rıhtım Kafe” yazıyordu.
Öğlen saatleri olduğu için insanlar, sıcaktan korunmak amacıyla bu kafeye sığınmış gibiydiler. İnsanlar soğuk içeceklerini yudumlarken Selim yine polislik sezileri ile aşağıda oturan insanların konuşmalarına, isteyerek kulak misafiri oldu. Kısa bir zaman diliminde dinleyebildiği kadarıyla insanlar Fantastik Edebiyat üzerine konuşmalar yapıyorlardı. Selim soruşturma açmaya ve tutuklamalar yapmaya gerek olmadığına karar verip Melek ile birlikte merdivenlerden yukarıya doğru çıkmaya başladı.
Melek önden yürüyordu. Teras katına çıktıklarında Selim’e doğru bakarak, dile getirmeden nereye oturmaları gerektiğini sorarcasına bir bakış attı. Selim tüm beyefendi nezaketini gösteren bir kol hareketiyle, terasın en ucundaki masayı işaret etti. Herşey eski Türk filmlerindeki gibi cereyan ediyordu. Selim’in günlerdir soğuklukla terbiye ettiği vücudu ısınır gibi olmuştu.
Masaya oturdular. Garson elindeki tepside boş bardaklar ve hoş bir gülümseme ile yanlarına geldi.
“Kayıp Rıhtım Kafe’ye hoşgeldiniz. Ne arzularsınız ?”
Melek portakal suyu istedi. Selim ise maden suyu getirmesini söyledi. Sade olması konusunda da garsonu uyardı.
Selim’in saatlerce sürdüğüne yemin edebileceği fakat gerçekte saniyeler süren bir göz temasından sonra Melek konuya giriş yaptı.
“Selim bey burada konuşacaklarımız sizi korkutabilir. Bu konuşmadan sonra kendinizi güvende hissetmeyebilirsiniz. O yüzden sizi uyarmak istiyorum.”
“Ne olursa olsun beni anlayabilecek birisi ile konuşmaya ihtiyacım var.”
“Peki o zaman. Lafı uzatmaya gerek yok.” dedi Melek. Anlaşıldığı kadarıyla bu gereksiz nezaketlerden sıkılmıştı.
“Selim Bey tam olarak ne gördünüz?”
“Cevabını sizin vereceğinizi umuyordum.” dedi Selim.
“Hayaletleri göremezsiniz. Onlar yaşayan insanlara görünmezler”
“O adam yaşıyordu ama.”
“Hayır o adam ölüyordu Selim bey. Sadece siz, onun infazını gördünüz.”
“Bunları nasıl bilebiliyorsunuz?”
“Benim bildiklerimi merak etmeniz çok ilginç. Asıl sormanız gereken soruyu henüz sormadınız.”
Selim boğazının kuruduğunu hissetti. Kalp atışlarına hakim olamadığını hissediyordu ve elleri terliyordu. Soracağı sorunu cevabından korkuyordu. Cesaretini topladı;
“Benim bu infazı gördüğümü biliyorlar mı?”
Melek, derin bir nefes aldı ve tam bu sırada garson geldi. Servisi yapan garson hızlı bir şekilde yanlarından uzaklaştı.
“Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?” diye soruyla cevap verdi Melek.
“Ben bilmiyorum. Hissetmiş olmalılar.”
“Evet onlar sizin izlediğinizi biliyorlardı.”
“Niye? Benim izlememi niye istesinler?” dedi. Kabullenmek istememişti bu gerçeği.
Melek duraksadı ve tekrar Selim’in gözlerinin içine baktı.
“İstemediler. Selim bey anlayamıyor musunuz?”
“Neyi anlayamıyorum ?”
“Üç tane cinayet oldu şu ana kadar orada değil mi ? Haberlerde söylendiğine göre üçü de aynı noktada işlenmiş.”
Selim’in kafasında, inşaat yapıp binayı tamamlamasını ve bütün denklemleri çözmesini engelleyen o eksik taşlar artık yerine oturmuştu. Selim bir bilge gibi hissetti kendini. Artık herşeye va’kıftı.
“Benim izlediğimi hissettiler fakat bana ulaşamadılar.”
“Evet tam olarak öyle Selim bey.”
“Peki ne yapmalıyım şimdi?”
“Bence hayatınız boyunca o sokağa adım atmayın. Bu olayı unutun ve hatırlamayın.”
“En yakın arkadaşımı öldürdüler.”
“Gidip tutuklamayı denemelisiniz o zaman.”
“O sokakta insanlar ölüyor. Birşeyler yapmalıyım. Üstelik sen bu bilgilere nereden ulaştın? Nasıl bilebiliyorsun? Anlayamıyorum.”
“Her kahramanın bir hikayesi vardır.” dedi genç kadın. Portakal suyundan ilk yudumunu aldı ve konuşmaya devam etti.
“Benim hikayem de sana benziyor aslında. Anlatmak isterdim ama dediğim gibi ben unutmayı seçenlerdenim.”
“Ya benim gibi unutmayı seçmeyenler. Onlar nerede?”
“Çoğu mezarda hatta neredeyse tamamı.”
“Mezarlık Sokağında var olan her neyse onu oradan uzaklaştırmalı ve geldiği yere geri göndermeliyim. Bunun için bana yardım etmelisin. Mezarlık Sokağı cinayetleri yüzünden kafayı sıyıran bir polis olmak istemiyorum. ”
“Üzgünüm ama yapabileceğin pek fazla bir şey olmadığı kanaatindeyim.”
“Peki, senin gözünün önünde kimi öldürdüler? Ya da kollarını ve bacaklarını koparıp, kafasını kestiler ? Ben bunları görüp te bir şey yapamayan korkaklardan biri olmak istemiyorum.”
Bu soruların bir cevabı vardı elbette. Fakat Selim çok sinirli bir şekilde sormuştu. Melek ona yardım etmeye çalışıyordu. O ise yaralı bir aslan gibi saldırganca davranıyordu.
Meleğin kalbinin derinliklerine gömüp üzerini toprakla kapattığı bir hikaye vardı. Melek o hikayede küçük bir kızı canlandırıyordu. Yanan bir binanın içinde ölen insanları gören, ama elinden hiçbir şey gelmeyen masum bir çocuk. Üstelik olayın başından sonuna kadar şahit olan tek kişi de o küçük kızdı.
“Mezarlıklar rahatsız edilinmemesi gereken yerlerdir. Küçük bir çocukken oturduğumuz evin karşısında, bir mezarlığın üzerine yapılmış bir ev vardı. Bir yangın çıktı ve o binada yaşayan bütün insanlar çığlıklar atarak yandılar. Yaşlı insanlar ve küçük bebekler bile. Hepsi öldü. Bunların hepsini gören tek kişi ise bir kız çocuğuydu. ”
Selim çok akıllı bir adamdı ve Meleğin tahmin edemeyeceği bir çıkarımda bulundu.
“Hayaletlerin ateş yakabildiklerini bilmiyordum. Hayaletler ateş yakabiliyorlarsa niye insanlara görünüp onları öldürsünler ki. Belki birileri yardım etmiştir. Belki de ...” dedi Selim. Cümlesini tamamlayamadı.
Melek cümlenin tamamlanmasına izin vermeden masadan kalktı. Çok sinirlenmişti. Yıllardır kendine bile söyleyemediği bir gerçek ortaya çıkıyordu. Buna izin veremezdi. Bu noktadan sonra sorulacak sorular Meleğin bütün savunma mekanizmalarını kıracaktı. Masadan çantasnı aldı. Selim çantayı alan o narin ellerin titrediğini gördü. Az önceki cesur kız gitmiş ve yerine huysuz bir çocuk gelmişti.
“Ben size yardım etmeye çalışıyordum. Madem ki beni yargılamayı seçiyorsunuz, kendi korkularınızla kendiniz yüzleşin o zaman.“ dedi ve merdivenlere doğru yürüdü.
Merdivenlerinin ilk basamağına adımını attığında gözleri yaşlarla doldu. Karşısında bir polis vardı. Oldukça akıllı bir adama benzeyen bu polisin olaylara farklı perspektiflerden bakabileceği aklına geldi. Hayaletlerin ateş yakması çok saçma birşeydi ve polis inanmamıştı. Bu durumda o ateşi yakan tek bir kişi olabilirdi. Görgü şahidi olan o küçük kız...
4. Bölümün Sonu