Kayıt Ol

Zaman Çarkı

Çevrimdışı Valheru

  • **
  • 220
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #195 : 13 Temmuz 2012, 15:28:53 »
Hayır. Elayne'nin yazmış olduğu mektuplar açıklanmadı.Seride açık açık mektuplar Morainne'nin Thom ve Rand'a yazdığı mektuplar.
Zaman Çarkı'nı okuyalı bir sene geçti, belki bazı noktaları unutmuş olabilirim ama bu konuda eminim.

Ayrıca merak ettim şu linki burada paylaşabilirseniz makbule geçer.
Böylece anlaşmamız yazıldı,böylece anlaşma yapıldı
Düşünce zamanın okudur,anılar asla solmaz.
İstenen verildi,bedel ödendi

Çevrimdışı

  • **
  • 89
  • Rom: -1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #196 : 13 Temmuz 2012, 16:06:15 »
http://ayende.com/blog/192/elaynes-letters

bende 7. kitaptayım mektuplara rastlamadım zaten mektuplar unutuldu.. şimdi biraz baktımda kendisi uydurmuş galiba
Görev tüyden hafif, ölüm dağdan ağır.Dur bi karıştı dur dur!

Çevrimdışı asgard

  • *
  • 7
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #197 : 03 Ağustos 2012, 12:52:46 »
Spoiler: Göster
Açıklığa kavuşmamış bir mektup daha var ki, o da Rand 'in Beyaz kuleye gittiğinde oradaki aes sedailerden birinin (adını hatırlayamadım) eline tutuşturduğu mektup. Ben büyük bir ihtimalle Verin tarafından bırakıldığını düşünüyorum. Acaba ne ile ilgili orası muamma.

Çevrimdışı mehhhmet

  • *
  • 21
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #198 : 04 Ağustos 2012, 03:20:21 »
Spoiler: Göster
Benim çok merak ettiğim tam olarak açıklanmayan Rand ve Moiraine'in Aelfinnlere soruları var.Yanlış hatırlamıyorsam Rand'ın sorularından 2 sini öğreniyoruz ama diğerleri....???Bide tabi sonradan ortaya çıkan Moiraine 'in Eelfinnlerle yaptığı anlaşma var.

Çevrimdışı ronin47

  • **
  • 358
  • Rom: 13
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #199 : 04 Ağustos 2012, 16:27:34 »
Her ne kadar son zamanların en iyi epik fantezi serisi olduğunu düşünsem de Robert Jordan'nın Lotr ve Dune serilerinden çok etkilendiğini düşünüyorum. Mesela Aes Sedai teşkilatını Bene Geserit Rahibeleri ile, Rand'ı ve Moiraine'ni ise Paul ve Jessica ile özdeşleştimekten kendimi alamıyorum. Aieller ise neredeyse Fremenlerin aynısı. Ne bileyim Al'Lan Mandragoran'nın özünde Aragon'dan pek farkı yok gibi vs. Sizler bu konuda ne düşünüyorsunuz ?
Kurgu ile gerçek arasındaki tek fark, kurgunun mantıklı olmak zorunda olmasıdır.

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #200 : 04 Ağustos 2012, 16:34:47 »
Her ne kadar son zamanların en iyi epik fantezi serisi olduğunu düşünsem de Robert Jordan'nın Lotr ve Dune serilerinden çok etkilendiğini düşünüyorum. Mesela Aes Sedai teşkilatını Bene Geserit Rahibeleri ile, Rand'ı ve Moiraine'ni ise Paul ve Jessica ile özdeşleştimekten kendimi alamıyorum. Aieller ise neredeyse Fremenlerin aynısı. Ne bileyim Al'Lan Mandragoran'nın özünde Aragon'dan pek farkı yok gibi vs. Sizler bu konuda ne düşünüyorsunuz ?

Olabilir. Her yazarın bir ilham kaynağı vardır. Eserlerinde etkilendikleri daha iyi eserler vardır. Kimisi çok fazla etkilenir, kim az etkilenir. Zaten Zaman Çarkı serisi de bir sürü mitolojinin, efsanenin vs. harmanlanıp bir araya gelmesiyle oluşturulmuştur.

Kısacası, her yazar başka yazardan etkilenebilir. Bu çok normaldir. Mesela George R. R. Martin ve Rowling'in ilham kaynağı Tolkien olmuştur. Bu ve bunun gibi örnekler çoğaltılabilir.

Çevrimdışı ronin47

  • **
  • 358
  • Rom: 13
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #201 : 04 Ağustos 2012, 16:48:24 »
Tabiki ama Robert Jordan'nın özellikle ilk kitaplarında bu çok göze batıyor. R.R. Martin'nin veya Rowling'in kitaplarını okurken ''işte bu direkt bundan esinlenilmiş veya alınmış'' dediğimi pek hatırlamıyorum. Ama Zaman Çarkı'nın bazı yerlerinde bu Dune veya Lotr'a benziyor dediğim oldu... Kısacası bu ve benzeri örnekler Zaman Çarkı'nda biraz fazla varmış gibi. Zaten benim için serinin nadir eksileriden biri de bu durum olmuştur her zaman...
Kurgu ile gerçek arasındaki tek fark, kurgunun mantıklı olmak zorunda olmasıdır.

Çevrimdışı kahlan amnell

  • ***
  • 786
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #202 : 04 Ağustos 2012, 16:58:28 »
Kabul, esinlenmenin gözümüze sokulması pek hoş değil, ama önemli olan tüm seriyi diğerinin iskeleti üzerine kurmamış olması. Mesela Terry Goodkind'ın Doğruluk Kılıcı serisi de Zaman Çarkı'ndan esinlenmeyle başlar, ama kendi özgün yoluna girmiştir. Oysa Terry Brooks Tolkien'in gölgesinden kurtulamamıştır.

Çevrimdışı daifunka_vc

  • ***
  • 618
  • Rom: 20
  • Kronik Öğrenci
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #203 : 14 Ağustos 2012, 13:20:19 »
Daha önce Işığın Anısı'nın giriş bölümünden ufak bir kısım yayınlanmıştı. Şimdi de birinci bölümün açılışından ufak bir kısım yayınlamışlar. (En azından benim yeni haberim oldu.)

Orijinal metin şu şekilde:

Spoiler: Göster
Alıntı
The Wheel of Time turns, and Ages come and pass, leaving memories that become legend. Legend fades to myth, and even myth is long forgotten when the Age that gave it birth comes again. In one Age, called the Third Age by some, an Age yet to come, an Age long past, a wind rose in the Mountains of Mist. The wind was not the beginning. There are neither beginnings nor endings to the turning of the Wheel of Time. But it was a beginning.

Eastward the wind blew, descending from lofty mountains and coursing over desolate hills. It passed into the place known as the Westwood, an area that had once flourished with pine and leatherleaf. Here, the wind found little more than tangled underbrush, thick save around an occasional towering oak. Those looked stricken by disease, bark peeling free, branches drooping. Elsewhere needles had fallen from pines, draping the ground in a brown blanket. None of the skeletal branches of the Westwood put forth buds.

North and eastward the wind blew, across underbrush that crunched and cracked as it shook. It was night, and scrawny foxes picked over the rotting ground, searching in vain for prey or carrion. No spring birds had come to call, and—most telling—the howls of wolves had gone silent across the land.

The wind blew out of the forest and across Taren Ferry. What was left of it. The town had been a fine one, by local standards. Dark buildings, tall above their redstone foundations, a cobbled street, built at the mouth of the land known as the Two Rivers.

The smoke had long since stopped rising from burned buildings, but there was little left of the town to rebuild. Feral dogs hunted through the rubble for meat. They looked up as the wind passed, their eyes hungry.

The wind crossed the river eastward. Here, clusters of refugees carrying torches walked the long road from Baerlon to Whitebridge despite the late hour. They were sorry groups, with heads bowed, shoulders huddled. Some bore the coppery skin of Domani, their work clothing displaying the hardships of crossing the mountains with little in the way of supplies. Others came from farther off. Taraboners with haunted eyes above dirty veils. Farmers and their wives from northern Ghealdan. All had heard rumors that in Andor, there was food. In Andor, there was hope.

So far, they had yet to find either. Eastward the wind blew, along the river that wove between farms without crops. Grasslands without grass. Orchards without fruit.

Abandoned villages. Trees like bones with the flesh picked free. Ravens often clustered in their branches; starveling rabbits and sometimes larger game picked through the dead grass underneath. Above it all, the omnipresent clouds pressed down upon the land. Sometimes, that cloud cover made it impossible to tell if it was day or night.

As the wind approached the grand city of Caemlyn, it turned northward, away from the burning city—orange and red, violent, spewing black smoke toward the hungry clouds above. War had come to Andor in the still of night. The approaching refugees would soon discover that they’d been marching toward danger. It was not surprising. Danger was in all directions. The only way to avoid walking toward it would be to stand still.

As the wind blew northward, it passed people sitting beside roads, alone or in small groups, staring with the eyes of the hopeless. Some lay as they hungered, looking up at those rumbling, boiling clouds. Other people trudged onward, though toward what, they knew not. The Last Battle, to the north, whatever that meant. The Last Battle was not hope. The Last Battle was death. But it was a place to be, a place to go.

In the evening dimness, the wind reached a large gathering far to the north of Caemlyn. This wide field broke the forest-patched landscape, but it was overgrown with tents like fungi on a decaying log. Tens of thousands of soldiers waited beside campfires that were quickly denuding the area of timber.

The wind blew among them, whipping smoke from fires into the faces of soldiers. The people here didn’t display the same sense of hopelessness as the refugees, but there was a dread to them. They could see the sickened land. They could feel the clouds above. They knew.

The world was dying. The soldiers stared at the flames, watching the wood be consumed. Ember by ember, what had once been alive instead turned to dust.

A company of men inspected armor that had begun to rust despite being well oiled. A group of white-robed Aiel gathered water—former warriors who refused to take up weapons again, despite their toh having been served. A cluster of frightened servants, sure that tomorrow would bring war between the White Tower and the Dragon Reborn, organized stores beneath tents shaken by the wind.

Men and women whispered the truth into the night. The end has come. The end has come. All will fall. The end has come.

Laughter broke the air.

Warm light spilled from a large tent at the center of the camp, bursting around the tent flap and from beneath the sides.

Inside that tent, Rand al’Thor—the Dragon Reborn—laughed, head thrown back.

“So what did she do?” Rand asked when his laughter subsided. He poured himself a cup of red wine, then one for Perrin, who blushed at the question.

He’s become harder, Rand thought, but somehow he hasn’t lost that innocence of his. Not completely. To Rand, that seemed a marvelous thing. A wonder, like a pearl discovered in a trout. Perrin was strong, but his strength hadn’t broken him.

“Well,” Perrin said, “you know how Marin is. She somehow manages to look at even Cenn as if he were a child in need of mothering. Finding Faile and me lying there on the floor like two fool youths...well, I think she was torn between laughing at us and sending us into the kitchen to scrub dishes. Separately, to keep us out of trouble.”

Rand smiled, trying to picture it. Perrin—burly, solid Perrin—so weak he could barely walk. It was an incongruous image. Rand wanted to assume his friend was exaggerating, but Perrin didn’t have a dishonest hair on his head. Strange, how much about a man could change while his core remained exactly the same

“Anyway,” Perrin said after taking a drink of wine, “Faile picked me up off the floor and set me on my horse, and the two of us pranced about looking important. I didn’t do much, Rand. The fighting was accomplished by the others—I’d have had trouble lifting a cup to my lips.” He stopped, his golden eyes growing distant. “You should be proud of them, Rand. Without Dannil, your father and Mat’s father, without all of them, I’d wouldn’t have managed half what I did. No, not a tenth.”

“I believe it,” Rand regarding his wine. Lews Therin had loved wine. A part of Rand—that distant part, the memories of a man he had been—was displeased by the poor vintage. Few grapes in the current world could match the favored wines of the Age of Legends.

He took a small drink, then set the wine aside. Min still slumbered in another part of the tent, sectioned off with a curtain. Events in Rand’s dreams had awakened him. He had been glad for Perrin’s arrival to distract him from what he had seen.


Ben de şöyle kabataslak bir çevirdim haddim olmayarak: (Şimdiden hatalar için özür diliyorum.)

Spoiler: Göster
Zaman Çarkı döner ve çağlar gelir geçer, ardında efsaneye dönüşen anılar bırakır. Efsaneler solup mitlere döner, ve mitler bile onları doğuran çağ yeniden geldiğinde unutulmuş olurlar. Kiminin Üçüncü Çağ dediği, daha gelmemiş ve çoktan geçip gitmiş bir çağda, Puslu Dağlar’dan bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç[*](the beginning)[/*] değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar ne de bitişler vardır. Fakat bu bir başlangıçtı.[*](a beginning)[/*]

Doğuya, yüksek dağlardan alçalarak ve ıssız çöllerin üzerinden süzülerek esti rüzgar. Batıkorusu denen, bir zamanlar çamlar ve defnelerin yetiştiği yerden geçti. Burada, rüzgar ara sıra görünen yüksek meşelerin etrafı hariç sık, karmakarışık çalılıklardan biraz fazlasını buldu. Bu ağaçlar da hastalıktan müzdarip, kabukları soyulmuş ve dalları dökülmüş görünüyordu. Geriye kalan her yere toprağı kahverengi bir battaniye gibi örten, meşelerin iğne yaprakları dökülmüştü. Batıkorusu’nun, iskeletler gibi görünen dallarının hiç birinde tomurcuk yoktu.

Kuzeye ve doğuya, sallandıkça çatırdayan ve kırılan çalılıklar boyunca esti rüzgar. Geceydi; ve sıska tilkiler, boş umutlarla bir av ve ya leş arayarak çürümüş toprağı eşeliyordu. Hiç bir bahar kuşu ötmeye gelmemişti, ve –en can alıcısı- tüm diyar boyunca kurtların uluması susmuştu.

Ormandan dışarıya ve Taren Salı boyunca esti rüzgar. Ondan arta kalanı boyunca... Bir zamanlar yerel ölçülere göre iyi bir kasabaydı. İki Nehirler olarak bilinen toprakların ağzına kurulmuş, kırmızıtaştan temelleri üzerinde yüksek, kara binalar ve kaldırımlı bir sokak...

Dumanlar, çoktan yanmış binalardan yükselmeyi bırakmıştı; fakat kasabadan geriye tamir edecek çok azı kalmıştı. Başıboş köpekler yiyecek bir şeyler bulabilmek için dolanıyordu molozların arasında. Rüzgar geçerken gözlerini yukarıya çevirdiler. Gözleri açtı.

Rüzgar nehri doğuya doğru geçti. Burada, mülteci kümeleri geç saate rağmen Baerlon’dan Beyazköprü’ye giden uzun yolu yürüyorlardı. Boyunları bükük, omuzları düşük, üzgün gruplardı. Kimi Domanilerin bakır tenine sahipti. İş giysileri, ellerinde çok az şeyle dağları aşmış olmanın zorluklarını gösteriyordu. Bazıları daha da uzaktan gelmişlerdi. Kirli peçelerinin üstündeki boş gözleriyle Tarabonlular... Kuzey Ghealdan’dan çiftçiler ve hanımları... Hepsi Andor’da yiyecek olduğu dedikodularını duymuştu. Andor’da umut vardı.

Şimdiye kadar ikisini de bulamamışlardı. Doğuya esti rüzgar, ekinsiz tarlaların arasından akan nehir boyunca. Ot bitmeyen otlaklar... Meyvesiz meyve bahçeleri...

Terk edilmiş köyler... Etinden ayrılmış kemikler gibi duran ağaçlar... Kargalar kümeleniyordu dallarına sık sık; açlıktan kıvranan tavşanlar ve bazen daha büyük hayvanlar toplanıyordu altlarındaki ölü çimenlerde. Hepsinin de üstünde, her zaman her yerde var olan bulutlar diyarın üstüne çöreklenmişti. Bazen o bulutlar gökyüzünü öyle bir kaplıyordu ki vaktin gece mi yoksa gündüz mü olduğunu söylemek imkansız oluyordu.

Rüzgar büyük şehir Caemlyn’e yaklaştığında kuzeye, turuncu ve kırmızı, öfkeli, gökyüzündeki aç bulutlara doğru püsküren dumanlarla yanan şehirden uzağa döndü döndü. Savaş Andor’a gecenin sakinliğinde gelmişti. Şehre yaklaşan mülteciler, yakında tehlikeye doğru yürümüş olduklarının farkına varacaklardı. Şaşırtıcı bir durum değildi. Tehlike her yerdeydi. Ona doğru gitmekten sakınmanızın tek yolu olduğunuz yerde durmaktı.  

Rüzgar kuzeye estikçe, umutsuz gözlerle bakan, tek başına ve ya küçük gruplar halinde yol kenarına oturmuş insanların arasından geçti. Kimi, açlıktan yerlere uzanmış; etrafındaki gürültüye, yukarıda kaynayan bulutlara bakıyordu. Diğerleri, neye doğru gittiklerini bilmedikleri halde yorgun argın ilerlemeye devam ediyorlardı. Son Savaş’a, kuzeye, artık bu ne ifade ediyorsa... Son Savaş umut değildi. Son Savaş ölümdü. Fakat, orada olunabilecek, oraya gidilebilecek bir yerdi.  

Akşamın loşluğunda, rüzgar Caemlyn’in kuzeyine toplanmış büyük bir kampa ulaştı. Bu koca alan ormanlarla bezeli bir manzaraya kurulmuştu; fakat çürüyen bir kütükteki mantarlar gibi yayılmıştı ona. Onbinlerce asker, ormanlık araziyi hızlıca çıplaklaştıran kamp ateşlerinin başında bekliyorlardı.

Rüzgar, ateşlerin dumanıyla askerlerin yüzlerini kamçılayarak aralarından esti. Buradaki insanlar mültecilerdeki umutsuzluğu göstermiyorlardı, fakat içlerinde korku vardı. Hastalıklı toprakları görebiliyorlardı. Yukarıdaki bulutları hissedebiliyorlardı. Biliyorlardı.

Dünya ölüyordu. Askerler, odunların tükenişini seyrederek ateşlere bakıyorlardı. Kor ve kor, bir zamanlar canlı olan küle dönüyordu.

Bir grup adam, güzelce yağlanmasına rağmen paslanmaya başlayan zırhları inceliyorlardı. Bir grup beyaz cüppeli Aiel –Toh’larını karşılamalarına rağmen yeniden silah kuşanmayı reddetmiş eski savaşçılar- su dolduruyorlardı. Bir grup korkmuş hizmetçi, yarın Beyaz Kule ve Yenidendoğan Ejder arasında bir savaş patlayacağından emin, rüzgarla sallanan çadırların altındaki depoları düzenliyordu.

Kadınlar ve erkekler gerçekleri geceye fısıldıyordu. Son geldi. Son geldi. Her şey yıkılacak. Son geldi.

Bir kahkaha çınlıyordu havada.

Ilık bir ışık, kampın merkezindeki geniş bir çadırın kapağının etrafından ve yanlarda, alttaki boşluklardan yayılıyordu.

O çadırın içinde, Rand al’Thor –Yenidendoğan Ejder- başını arkaya atmış kahkahayla gülüyordu.

“Eee, o ne yaptı?” dedi Rand kahkahası dindiğinde. Kendisi için bir kupa kırmızı şarap doldurdu. Sonra da sorusu karşısında kızaran Perrin için bir tane...

‘Gittikçe sertleşti.’ diye düşündü Rand, ‘ama her nasılsa masumiyetini kaybetmedi.’ Tamamen değil. Rand için olağanüstü bir şeydi bu. Bir mucize, sanki alabalıktan çıkan bir inci tanesi gibi. Perrin güçlüydü; fakat gücü onu bozmamıştı.

“Eee...” dedi Perrin, “Marin’in nasıl olduğunu bilirsin. Her nasılsa Cenn’e sanki bakıma muhtaç küçük bir çocuk gibi bakmayı başarıyor. Faile ve beni iki aptal genç gibi yerde yatarken bulmak...eee, bence halimize gülmek ve bizi mutfağa bulaşıkları ovalamaya göndermek arasında sıkışıp kalmıştı. Ayrı ayrı gönderecekti tabii, bizi dertten kurtarmak için.”

Rand, sahneyi kafasında canlandırmaya çalışarak gülümsedi. Perrin –iriyarı, sağlam Perrin- o kadar zayıf düşmüş ki zorla yürüyebiliyor. Çok tutarsız bir görüntüydü. Rand arkadaşının abarttığını varsaymak istedi; ama Perrin’in başında bir tane bile dürüst olmayan saç teli yoktu. Bir insanın özünün tamamen aynı kalıp da ne kadar çok değişebilmesi tuhaftı.

“Her neyse,” dedi Perrin içkisinden bir yudum aldıktan sonra, “Faile beni yerden kaldırıp atıma bindirdi ve ikimiz önemli kişiler gibi görünerek kasıla kasıla dolaştık. Çok bir şey yapmadım Rand. Çatışma diğerleri tarafından kazanıldı –ben bir kupayı dudağıma bile götürmekte zorlanıyordum.” Duraksadı, altın renkli gözleri uzaklara dalarak. “Onlarla gurur duymalısın Rand. Dannil, baban ve Mat’in babası, onlar olmadan yaptığımın yarısını bile başaramazdım. Hayır, onda birini bile.”

“İnanıyorum,” dedi Rand şarabına bakarak. Lews Therin şarabı sevmişti. Rand’in bir parçası –uzak parçası, bir zamanlar olduğu bir adamın anıları- kalitesiz hasattan memnun kalmamıştı. Şimdiki dünyada çok az üzüm, Efsaneler Çağı’nın şaraplarını tatlandıranlarla aşık atabilirdi.

Ufak bir yudum aldıktan sonra şarabı kenara bıraktı. Min hala çadırın perdeyle ayrılmış öteki kısmında uyukluyordu. Rüyalarında geçen olaylar Rand’i uyandırmıştı. Gördüklerini aklından uzaklaştırdığı için Perrin'in buraya gelmiş olmasına minnettardı.




Uzun değil ve pek açıklayıcı bir şey yok, ama Zaman Çarkı'ndan yeni bir şeyler görmek her zamanki gibi mutlu ediyor.

Alttaki mesajlara ithafen: Teşekkür ederim.
There are two secrets to becoming great. One is never to reveal all that you know. - PS:T

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #204 : 14 Ağustos 2012, 13:27:09 »
Daha önce Işığın Anısı'nın giriş bölümünden ufak bir kısım yayınlanmıştı. Şimdi de birinci bölümün açılışından ufak bir kısım yayınlamışlar. (En azından benim yeni haberim oldu.)

Orijinal metin şu şekilde:

Spoiler: Göster
Alıntı
The Wheel of Time turns, and Ages come and pass, leaving memories that become legend. Legend fades to myth, and even myth is long forgotten when the Age that gave it birth comes again. In one Age, called the Third Age by some, an Age yet to come, an Age long past, a wind rose in the Mountains of Mist. The wind was not the beginning. There are neither beginnings nor endings to the turning of the Wheel of Time. But it was a beginning.

Eastward the wind blew, descending from lofty mountains and coursing over desolate hills. It passed into the place known as the Westwood, an area that had once flourished with pine and leatherleaf. Here, the wind found little more than tangled underbrush, thick save around an occasional towering oak. Those looked stricken by disease, bark peeling free, branches drooping. Elsewhere needles had fallen from pines, draping the ground in a brown blanket. None of the skeletal branches of the Westwood put forth buds.

North and eastward the wind blew, across underbrush that crunched and cracked as it shook. It was night, and scrawny foxes picked over the rotting ground, searching in vain for prey or carrion. No spring birds had come to call, and—most telling—the howls of wolves had gone silent across the land.

The wind blew out of the forest and across Taren Ferry. What was left of it. The town had been a fine one, by local standards. Dark buildings, tall above their redstone foundations, a cobbled street, built at the mouth of the land known as the Two Rivers.

The smoke had long since stopped rising from burned buildings, but there was little left of the town to rebuild. Feral dogs hunted through the rubble for meat. They looked up as the wind passed, their eyes hungry.

The wind crossed the river eastward. Here, clusters of refugees carrying torches walked the long road from Baerlon to Whitebridge despite the late hour. They were sorry groups, with heads bowed, shoulders huddled. Some bore the coppery skin of Domani, their work clothing displaying the hardships of crossing the mountains with little in the way of supplies. Others came from farther off. Taraboners with haunted eyes above dirty veils. Farmers and their wives from northern Ghealdan. All had heard rumors that in Andor, there was food. In Andor, there was hope.

So far, they had yet to find either. Eastward the wind blew, along the river that wove between farms without crops. Grasslands without grass. Orchards without fruit.

Abandoned villages. Trees like bones with the flesh picked free. Ravens often clustered in their branches; starveling rabbits and sometimes larger game picked through the dead grass underneath. Above it all, the omnipresent clouds pressed down upon the land. Sometimes, that cloud cover made it impossible to tell if it was day or night.

As the wind approached the grand city of Caemlyn, it turned northward, away from the burning city—orange and red, violent, spewing black smoke toward the hungry clouds above. War had come to Andor in the still of night. The approaching refugees would soon discover that they’d been marching toward danger. It was not surprising. Danger was in all directions. The only way to avoid walking toward it would be to stand still.

As the wind blew northward, it passed people sitting beside roads, alone or in small groups, staring with the eyes of the hopeless. Some lay as they hungered, looking up at those rumbling, boiling clouds. Other people trudged onward, though toward what, they knew not. The Last Battle, to the north, whatever that meant. The Last Battle was not hope. The Last Battle was death. But it was a place to be, a place to go.

In the evening dimness, the wind reached a large gathering far to the north of Caemlyn. This wide field broke the forest-patched landscape, but it was overgrown with tents like fungi on a decaying log. Tens of thousands of soldiers waited beside campfires that were quickly denuding the area of timber.

The wind blew among them, whipping smoke from fires into the faces of soldiers. The people here didn’t display the same sense of hopelessness as the refugees, but there was a dread to them. They could see the sickened land. They could feel the clouds above. They knew.

The world was dying. The soldiers stared at the flames, watching the wood be consumed. Ember by ember, what had once been alive instead turned to dust.

A company of men inspected armor that had begun to rust despite being well oiled. A group of white-robed Aiel gathered water—former warriors who refused to take up weapons again, despite their toh having been served. A cluster of frightened servants, sure that tomorrow would bring war between the White Tower and the Dragon Reborn, organized stores beneath tents shaken by the wind.

Men and women whispered the truth into the night. The end has come. The end has come. All will fall. The end has come.

Laughter broke the air.

Warm light spilled from a large tent at the center of the camp, bursting around the tent flap and from beneath the sides.

Inside that tent, Rand al’Thor—the Dragon Reborn—laughed, head thrown back.

“So what did she do?” Rand asked when his laughter subsided. He poured himself a cup of red wine, then one for Perrin, who blushed at the question.

He’s become harder, Rand thought, but somehow he hasn’t lost that innocence of his. Not completely. To Rand, that seemed a marvelous thing. A wonder, like a pearl discovered in a trout. Perrin was strong, but his strength hadn’t broken him.

“Well,” Perrin said, “you know how Marin is. She somehow manages to look at even Cenn as if he were a child in need of mothering. Finding Faile and me lying there on the floor like two fool youths...well, I think she was torn between laughing at us and sending us into the kitchen to scrub dishes. Separately, to keep us out of trouble.”

Rand smiled, trying to picture it. Perrin—burly, solid Perrin—so weak he could barely walk. It was an incongruous image. Rand wanted to assume his friend was exaggerating, but Perrin didn’t have a dishonest hair on his head. Strange, how much about a man could change while his core remained exactly the same

“Anyway,” Perrin said after taking a drink of wine, “Faile picked me up off the floor and set me on my horse, and the two of us pranced about looking important. I didn’t do much, Rand. The fighting was accomplished by the others—I’d have had trouble lifting a cup to my lips.” He stopped, his golden eyes growing distant. “You should be proud of them, Rand. Without Dannil, your father and Mat’s father, without all of them, I’d wouldn’t have managed half what I did. No, not a tenth.”

“I believe it,” Rand regarding his wine. Lews Therin had loved wine. A part of Rand—that distant part, the memories of a man he had been—was displeased by the poor vintage. Few grapes in the current world could match the favored wines of the Age of Legends.

He took a small drink, then set the wine aside. Min still slumbered in another part of the tent, sectioned off with a curtain. Events in Rand’s dreams had awakened him. He had been glad for Perrin’s arrival to distract him from what he had seen.


Ben de şöyle kabataslak bir çevirdim haddim olmayarak: (Şimdiden hatalar için özür diliyorum.)

Spoiler: Göster
Zaman Çarkı döner ve çağlar gelir geçer, ardında efsaneye dönüşen anılar bırakır. Efsaneler solup mitlere döner, ve mitler bile onları doğuran çağ yeniden geldiğinde unutulmuş olurlar. Kiminin Üçüncü Çağ dediği, daha gelmemiş ve çoktan geçip gitmiş bir çağda, Puslu Dağlar’dan bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç[*](the beginning)[/*] değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar ne de bitişler vardır. Fakat bu bir başlangıçtı.[*](a beginning)[/*]

Doğuya, yüksek dağlardan alçalarak ve ıssız çöllerin üzerinden süzülerek esti rüzgar. Batıkorusu denen, bir zamanlar çamlar ve defnelerin yetiştiği yerden geçti. Burada, rüzgar ara sıra görünen yüksek meşelerin etrafı hariç sık, karmakarışık çalılıklardan biraz fazlasını buldu. Bu ağaçlar da hastalıktan müzdarip, kabukları soyulmuş ve dalları dökülmüş görünüyordu. Geriye kalan her yere toprağı kahverengi bir battaniye gibi örten, meşelerin iğne yaprakları dökülmüştü. Batıkorusu’nun, iskeletler gibi görünen hiç bir dalında tomurcuk yoktu.

Kuzeye ve doğuya, sallandıkça çatırdayan ve kırılan çalılıklar boyunca esti rüzgar. Geceydi; ve sıska tilkiler, boş umutlarla bir av ve ya leş arayarak çürümüş toprağı eşeliyordu. Hiç bir bahar kuşu ötmeye gelmemişti, ve –en can alıcısı- tüm diyar boyunca kurtların uluması susmuştu.

Ormandan dışarıya ve Taren Salı boyunca esti rüzgar. Ondan arta kalanı boyunca... Bir zamanlar yerel ölçülere göre iyi bir kasabaydı. İki Nehirler olarak bilinen toprakların ağzına kurulmuş, kırmızıtaştan temelleri üzerinde yüksek, kara binalar ve kaldırımlı bir sokak...

Dumanlar, çoktan yanmış binalardan yükselmeyi bırakmıştı; fakat kasabadan geriye tamir edecek çok azı kalmıştı. Başıboş köpekler yiyecek bir şeyler bulabilmek için dolanıyordu molozların arasında. Rüzgar geçerken gözlerini yukarıya çevirdiler. Gözleri açtı.

Rüzgar nehri doğuya doğru geçti. Burada, mülteci kümeleri geç saate rağmen Baerlon’dan Beyazköprü’ye giden uzun yolu yürüyorlardı. Boyunları bükük, omuzları düşük, üzgün gruplardı. Kimi Domanilerin bakır tenine sahipti. İş giysileri, ellerinde çok az şeyle dağları aşmış olmanın zorluklarını gösteriyordu. Bazıları daha da uzaktan gelmişlerdi. Kirli peçelerinin üstündeki boş gözleriyle Tarabonlular... Kuzey Ghealdan’dan çiftçiler ve hanımları... Hepsi Andor’da yiyecek olduğu dedikodularını duymuştu. Andor’da umut vardı.

Şimdiye kadar ikisini de bulamamışlardı. Doğuya esti rüzgar, ekinsiz tarlaların arasından akan nehir boyunca. Ot bitmeyen otlaklar... Meyvesiz meyve bahçeleri...

Terk edilmiş köyler... Etinden ayrılmış kemikler gibi duran ağaçlar... Kargalar kümeleniyordu dallarına sık sık; açlıktan kıvranan tavşanlar ve bazen daha büyük hayvanlar toplanıyordu altlarındaki ölü çimenlerde. Hepsinin de üstünde, her zaman her yerde var olan bulutlar diyarın üstüne çöreklenmişti. Bazen o bulutlar gökyüzünü öyle bir kaplıyordu ki vaktin gece mi yoksa gündüz mü olduğunu söylemek imkansız oluyordu.

Rüzgar büyük şehir Caemlyn’e yaklaştığında kuzeye, turuncu ve kırmızı, öfkeli, gökyüzündeki aç bulutlara doğru püsküren dumanlarla yanan şehirden uzağa döndü döndü. Savaş Andor’a gecenin sakinliğinde gelmişti. Şehre yaklaşan mülteciler, yakında tehlikeye doğru yürümüş olduklarının farkına varacaklardı. Şaşırtıcı bir durum değildi. Tehlike her yerdeydi. Ona doğru gitmekten sakınmanızın tek yolu olduğunuz yerde durmaktı. 

Rüzgar kuzeye estikçe umutsuz gözlerle bakan, tek başına ve ya küçük gruplar halinde yol kenarına oturmuş insanların arasından geçti. Kimi, açlıktan yerlere uzanmış; etrafındaki gürültüye, yukarıda kaynayan bulutlara bakıyordu. Diğerleri, neye doğru gittiklerini bilmedikleri halde yorgun argın ilerlemeye devam ediyorlardı. Son Savaş’a, kuzeye, artık bu ne ifade ediyorsa... Son Savaş umut değildi. Son Savaş ölümdü. Fakat, orada olunabilecek, oraya gidilebilecek bir yerdi.   

Akşamın loşluğunda, rüzgar Caemlyn’in kuzeyine toplanmış büyük bir kampa ulaştı. Bu koca alan ormanlarla bezeli bir manzaraya kurulmuştu; fakat çürüyen bir kütükteki mantarlar gibi yayılmıştı ona. Onbinlerce asker, ormanlık araziyi hızlıca çıplaklaştıran kamp ateşlerinin başında bekliyorlardı.

Rüzgar, ateşlerin dumanıyla askerlerin yüzlerini kamçılayarak aralarından esti. Buradaki insanlar mültecilerdeki umutsuzluğu göstermiyorlardı, fakat içlerinde korku vardı. Hastalıklı toprakları görebiliyorlardı. Yukarıdaki bulutları hissedebiliyorlardı. Biliyorlardı.

Dünya ölüyordu. Askerler, odunların tükenişini seyrederek ateşlere bakıyorlardı. Kor ve kor, bir zamanlar canlı olan küle dönüyordu.

Bir grup adam, güzelce yağlanmasına rağmen paslanmaya başlayan zırhları inceliyorlardı. Bir grup beyaz cüppeli Aiel –Toh’larını karşılamalarına rağmen yeniden silah kuşanmayı reddetmiş eski savaşçılar- su dolduruyorlardı. Bir grup korkmuş hizmetçi, yarın Beyaz Kule ve Yenidendoğan Ejder arasında bir savaş patlayacağında emin, rüzgarla sallanan çadırların altındaki depoları düzenliyordu.

Kadınlar ve erkekler gerçekleri geceye fısıldıyordu. Son geldi. Son geldi. Her şey yıkılacak. Son geldi.

Bir kahkaha çınlıyordu havada.

Ilık bir ışık, kampın merkezindeki geniş bir çadırın kapağının etrafından ve yanlarda, alttaki boşluklardan yayılıyordu.

O çadırın içinde, Rand al’Thor –Yenidendoğan Ejder- başınu arkaya atmış kahkahayla gülüyordu.

“Eee, o ne yaptı?” dedi Rand kahkahası dindiğinde. Kendisi için bir kupa kırmızı şarap doldurdu. Sonra da sorusu karşısında kızaran Perrin için bir tane...

‘Gittikçe sertleşti.’ diye düşündü Rand, ‘ama her nasılsa masumiyetini kaybetmedi.’ Tamamen değil. Rand için olağanüstü bir şeydi bu. Bir mucize, sanki alabalıktan çıkan bir inci tanesi gibi. Perrin güçlüydü; fakat gücü onu bozmamıştı.

“Eee...” dedi Perrin, “Marin’in nasıl olduğunu bilirsin. Her nasılsa Cenn’e sanki bakıma muhtaç küçük bir çocuk gibi bakmayı başarıyor. Faile ve beni iki aptal genç gibi yerde yatarken bulmak...eee, bence halimize gülmek ve bizi mutfağa bulaşıkları ovalamaya göndermek arasında sıkışıp kalmıştı. Ayrı ayrı gönderecekti tabii, bizi dertten kurtarmak için.”

Rand, sahneyi kafasında canlandırmaya çalışarak gülümsedi. Perrin –iriyarı, sağlam Perrin- o kadar zayıf düşmüş ki zorla yürüyebiliyor. Çok tutarsız bir görüntüydü. Rand arkadaşının abarttığını varsaymak istedi; ama Perrin’in başında bir tane bile dürüst olmayan saç teli yoktu. Bir insanın özünün tamamen aynı kalıp da ne kadar çok değişebilmesi tuhaftı.

“Her neyse,” dedi Perrin içkisinden bir yudum aldıktan sonra, “Faile beni yerden kaldırıp atıma bindirdi ve ikimiz önemli kişiler gibi görünerek kasıla kasıla dolaştık. Çok bir şey yapmadım Rand. Çatışma diğerleri tarafından kazanıldı –ben bir kupayı dudağıma bile götürmekte zorlanıyordum.” Duraksadı, altın renkli gözleri uzaklara dalarak. “Onlarla gurur duymalısın Rand. Dannil, baban ve Mat’in babası, hiçbiri olmadan yaptığımın yarısını bile başaramazdım. Hayır, onda birini bile.”

“İnanıyorum,” dedi Rand şarabına bakarak. Lews Therin şarabı sevmişti. Rand’in bir parçası –uzak parçası, bir zamanlar olduğu bir adamın anıları- kalitesiz hasattan memnun kalmamıştı. Şimdiki dünyada çok az üzüm, Efsaneler Çağı’nın şaraplarını tatlandıranlarla aşık atabilirdi.

Ufak bir yudum aldıktan sonra şarabı kenara bıraktı. Min hala çadırın perdeyle ayrılmış öteki kısmında uyukluyordu. Rüyalarında geçen olaylar Rand’i uyandırmıştı. Gördüklerini aklından uzaklaştırdığı için Perrin'in buraya gelmiş olmasında minnettardı.




Çok uzun ve açıklayıcı bir şey yok, ama Zaman Çarkı'ndan yeni bir şeyler görmek her zamanki gibi mutlu ediyor.

Çevirinin nasıl olduğuna bakamasam da, çevirmek için uğraşman bile müthiş bir şey. Böyle üyeler oldukça forum çok daha kaliteli hale gelecektir. Çeviri için teşekkürler :)

Çevrimdışı sirdede

  • **
  • 111
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #205 : 14 Ağustos 2012, 16:07:39 »
Eline sağlık daifunka_vc güzel çeviri!

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #206 : 02 Eylül 2012, 23:04:45 »
Tor yayınevi Işığın Anısı kitabının 11. bölümününden bir parça paylaştı az önce. Şuradan ulaşabilirsiniz. Ve daifunka'nın daha önce yaptığı gibi gönüllü bir çevirmen olacaksa çevirebilir, ben hem yetersiz görüyorum kendimi, hem de ZÇ'nin tüm serisini okumadığım için spoiler olabilir :)

Çevrimdışı daifunka_vc

  • ***
  • 618
  • Rom: 20
  • Kronik Öğrenci
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #207 : 09 Eylül 2012, 18:17:01 »
TheSpell'in de belirttiği gibi Tor, Işığın Anısı kitabının 11. bölümünden bir parça paylaşmıştı. Bu kısım Mat'in gözünden anlatılıyor ve Geceyarısı Kulelerini okumuş arkadaşların okuması için pek bir tehlike oluşturmuyor. [*]Hadi ya! Onun yüzünden bu bölümü yayınlamış olmasınlar? :D[/*]

Söylemeliyim ki aşağıdaki çeviri, büyük payını metnin uzunluğunun oluşturduğu bir takım sebeplerden dolayı biraz özensiz oldu. Okurken cümlelerin aklıma ilk getirdiklerini patır kütür yazdım. Lütfen mazur görün.

Orjinal metin:

Spoiler: Göster
Alıntı
Mat had not remembered so many Tinkers around Ebou Dar. Brilliantly colored wagons grew like vibrant mushrooms on an otherwise dun field. There were enough of them to make a bloody city. A city of Tinkers? That would be like...like a city of Aiel. It was just wrong.

Mat trotted Pips along the roadway. Of course, there was an Aiel city. Maybe there would be a Tinker city someday, too. They would buy up all of the colored dye, and everyone else in the world would have to wear brown. There would be no fighting in the city, so it would be downright boring, but there also would not be a single bloody pot with a hole in the bottom for thirty leagues!

Mat smiled, patting Pips. He had covered over his ashandarei as best he could to make it look like a walking pole strapped to the side of the horse. His hat lay inside the pack he had hung from the saddlebags, along with all of his nice coats. He had ripped the lace off the one he wore. It was a shame, but he did not want to be recognized.

He wore a crude bandage wrapped around the side of his head, covering his missing eye. As he approached the Dal Eira gate, he fell into line behind the others awaiting permission to enter. He should look just like another wounded sell-sword riding into the city, seeking refuge or perhaps work.

He made certain to slump in the saddle. Keep your head down: good advice on the battlefield and when entering a city where people knew you. He could not be Matrim Cauthon here. Matrim Cauthon had left the queen of this city tied up to be murdered. Many would suspect him of the murder. Light, he would have suspected himself. Beslan would hate him now, and there was no telling how Tuon would feel about him, now that they had had some time apart.

Yes, best to keep his head down and stay quiet. He would feel the place out. If, that was, he ever reached the front of this bloody line. Who ever heard of a line to enter a city?

Eventually, he reached the gate. The bored soldier there had a face like an old shovel—it was half-covered in dirt and would be better off locked in a shed somewhere. He looked Mat up and down.

“You have sworn the oaths, traveler?” the guard asked in a lazy Seanchan drawl. On the other side of the gate, a different soldier waved over the next person in line.

“Yes, I have indeed,” Mat said. “The oaths to the great Seanchan Empire, and the Empress herself, may she live forever. I’m just a poor, traveling sell-sword, once attendant to House Haak, a noble family in Murandy. I lost my eye to some bandits in the Tween Forest two years back while protecting a young child I discovered in the woods. I raised her as my own, but—”

The soldier waved him on. The fellow did not look as if he had been listening. Mat considered staying put out of principle. Why would the soldiers force people to wait in such a long line and give them time to think of a cover story, only to not hear it out? That could offend a man. Not Matrim Cauthon, who was always lighthearted and never offended. But someone else, surely.

He rode on, containing his annoyance. Now, he just needed to make his way to the right tavern. Pity Setalle's place was not an option any longer. That had—

Mat stiffened in the saddle, though Pips continued his leisurely pace forward. Mat had just taken a moment to look at the other guard at the gate. It was Petra, the strongman from Valan Luca’s menagerie!

Mat looked the other way and slumped again in his saddle, then shot another glance over his shoulder. That was Petra, all right. There was no mistaking those log arms and that tree-stump neck. Petra was not a tall man, but he was so wide, an entire army could have taken shade in his shadow. What was he doing back in Ebou Dar? Why was he wearing a Seanchan uniform? Mat almost went over to talk to him, as they had always been amiable, but that Seanchan uniform made him reconsider.

Well, at least his luck was with him. If he had been sent to Petra instead of the guard he had ended up talking to, he would have been recognized for sure. Mat breathed out, then climbed down to lead Pips. The city was crowded, and he did not want the horse pushing someone over. Besides, Pips was laden down enough to look like a packhorse—if the looker knew nothing of horses—and walking might make Mat less memorable.

Perhaps he should have started his search for a tavern in the Rahad. Rumors were always easy to find in the Rahad, as was a game of dice. It was also the easiest place to find a knife in your gut, and that was saying something in Ebou Dar. In the Rahad people were as likely to take out their knives and begin killing as they were to say hello in the morning.

He did not go into the Rahad. The place looked different, now. There were soldiers camped outside it. Generations of successive rulers in Ebou Dar had allowed the Rahad to fester unchecked, but the Seanchan were not so inclined.

Mat wished them luck. The Rahad had fought off every invasion so far. Light. Rand should have just hidden there, instead of going up to fight the Last Battle. The Trollocs and Darkfriends would have come for him, and the Rahad would have left them all unconscious in an alleyway, their pockets turned inside out and their shoes sold for soup money.

Mat shouldered his way over a crowded canal bridge, keeping a close eye on his saddlebags, but so far, not a single cutpurse had tried for them. With a Seanchan patrol on every other corner, he could see why. As he passed a man yelling out the day’s news, with hints that he had good gossip for a little coin, Mat found himself smiling. He was surprised at how familiar, even comfortable, this city felt. He had liked it here. Though he could vaguely remember grumbling about wanting to be away—probably just after the wall fell on him, as Matrim Cauthon was not often one for grumbling—he now realized that his time in Ebou Dar had been among the best of his life. Plenty of friends for card playing and dice games to be had in the Rahad.

Tylin. Bloody ashes, but that had been a fun game. She had had the better of him time and again. Light send him plenty of women who could do that, though not in rapid succession, and always when he knew how to find the back door. Tuon was one. Come to think of it, he would probably never need another. She was enough of a handful for any man. Mat smiled, patting Pips on the neck. The horse blew down Mat’s neck in return.

Strangely, this place felt more like home to him than the Two Rivers did. Yes, the Ebou Dari were prickly, but all peoples had their quirks. In fact, as Mat thought about it, he had never met a people who were not prickly about one thing or another. The Borderlanders were baffling, and so were the Aiel—that went without saying. The Cairhienin and their strange games, the Tairens and their ridiculous hierarchies, the Seanchan and their...Seanchan-ness.

That was the truth of it. Everyone outside the Two Rivers, and to a lesser extent Andor, was bloody insane. A man just had to be ready for that.

He strolled along, careful to be polite, lest he find a knife in his gut. The air smelled of a hundred sweetmeats, the chattering crowd a low roar in his ears. The Ebou Dari still wore their colorful outfits—maybe that was why the Tinkers had come here, drawn to the bright colors like soldiers drawn to dinner—anyway, the Ebou Dari women wore dresses with tight laced tops that showed plenty of bosom, not that Mat looked. Their skirts had colorful petticoats underneath and they pinned up the side or front to show them off. That never had made sense to him. Why put the colorful parts underneath? And if you did, why take such pains to cover them over, then go around with the outside pinned up?

The men wore long vests that were equally colorful, perhaps to hide the bloodstains when they were stabbed. No point in throwing away a good vest just because the fellow wearing it was murdered for inquiring after the weather. Though...as Mat walked along, he found fewer duels than he had expected. They never had been as common in this part of the city as in the Rahad, but some days, he had hardly been able to take two steps without passing a pair of men with knives out. This day, he saw not a single one.

Some of the Ebou Dari—you could often tell them by their olive skin—were parading around in Seanchan dress. Everyone was very polite. As polite as a six-year-old boy who had just heard that you had a fresh apple pie back in the kitchen.

The city was the same, but different. The feel was off a shade or two. And it was not just that there were no Sea Folk ships in the harbor any longer. It was the Seanchan, obviously. They’d made rules since he’d left. What kind?

Mat took Pips to a stable that seemed reputable enough. A quick glance at their stock told him that; they were caring well for the animals, and many were very fine. It was best to trust a stable with fine horses, though it cost you a little more.

He left Pips, took his bundle, and used the still-wrapped ashandarei as a walking staff. Choosing the right tavern was as tough as choosing a good wine. You wanted one that was old, but not broken down. Clean, but not too clean—a spotless tavern was one that never saw any real use. Mat could not stand the types of places where people sat around quietly and drank tea, coming there primarily to be seen.

No, a good tavern was worn and used, like good boots. It was also sturdy, again like good boots. So long as the ale did not taste like good boots, you would have a winner. The best places for information were over in the Rahad, but his clothing was too nice to visit, and he did not want to run into whatever the Seanchan were doing there.

He stuck his head into an inn named The Winter Blossom, and immediately turned around and stalked away. Deathwatch Guards in uniform. He did not want to take any slight chance of running into Furyk Karede. The next inn was too well lit, and the next too dark. After about an hour of hunting—and not a duel to be seen—he began to despair of ever finding the right place. Then he heard dice tumbling in a cup.

At first, he jumped, thinking that it was those blasted dice in his head. Fortunately, it was just ordinary dice. Blessed, wonderful dice. The sound was gone in a moment, carried on the wind through the throng of people in the streets. Hand on his coin purse, pack over his shoulder, he pushed through the crowd, muttering a few apologies. In a nearby alleyway, he saw a sign hanging from a wall.

He stepped up to it, reading the words “The Yearly Brawl” in copper on its face. It had a picture of clapping people, and the sounds of dice mixed with the smells of wine and ale. Mat stepped inside. A round-faced Seanchan stood just inside the door, leaning casually against the wall, a sword on his belt. He gave Mat a distrustful stare. Well, Mat had never met a shoulderthumper who did not give that look to every man who entered. Mat reached up to tip his hat to the man, but of course he was not wearing it. Bloody ashes. He felt naked without it, sometimes.

“Jame!” a woman called from beside the bar. “You aren’t glaring at customers again, are you?”

“Only the ones that deserve it, Kathana,” the man called back with a Seanchan slur. “I’m sure this one does.”

“I’m just a humble traveler,” Mat said, “looking for some dicing and some wine. Nothing more. Certainly not trouble.”

“And that’s why you’re carrying a polearm?” Jame asked. “Wrapped up like that?”

“Oh, stop it,” the woman, Kathana, said. She had crossed the common room and took Mat by the sleeve of his coat, dragging him toward the bar. She was a short thing, dark-haired and fair-skinned. She was not that much older than he was, but she had an unmistakable motherly air. “Don’t mind him. Just don’t make trouble, and he won’t be forced to stab you, kill you, or anything in between.”

She plunked Mat down on a bar stool and started busying herself behind the bar. The common room was dim, but in a friendly way. People diced at one side, the good kind of dicing. The kind that had people laughing or clapping their friends on the back at a good-natured loss. No haunted eyes of men gambling their last coin, here.

“You need food,” Kathana declared. “You have the look of a man who hasn’t eaten anything hearty in a week. How’d you lose that eye?”

“I was a lord’s guard in Murandy,” Mat said. “Lost it in an ambush.”

“That’s a great lie,” Kathana said, slapping a plate down in front of him, full of slices of pork and gravy. “Better than most. You said it really straight, too. I almost believe you. Jame, you want food?”

“I have to guard the door!” he called back.

“Light, man. You expect someone to walk off with it? Get over here.”

Jame grumbled but made his way over to the bar beside Mat, settling down on a stool. Kathana set a mug of ale down, and he took it up to his lips, staring straight ahead. “I’m watching you,” he muttered to Mat.

Mat was not certain this was the right inn for him, but he also was not certain he would be able to escape with his head unless he ate the woman’s food as instructed. He took a taste; it was pretty good. She had moved over and was wagging a finger while lecturing a man at one of the tables. She seemed the type who would lecture a tree for growing in the wrong spot.

This woman, Mat thought, must never be allowed to enter the same room as Nynaeve. At least not when I’m within shouting distance.

Kathana came bustling back. She wore a marriage knife at her neck, though Mat did not stare for more than a few seconds on account of him being a married man. She had her skirt pinned up on the side after the fashion of Ebou Dari commoners. As she came back to the bar and readied a plate of food for Jame, Mat noticed him watching her fondly, and made a guess. “You two been married long?” Mat asked.

Jame eyed him. “No,” he finally said. “Haven’t been on this side of the ocean for long.”

“I suppose that would make sense,” Mat said, taking a drink of the ale she set before him. It was not bad, considering how awful most things tasted these days. This was only a little awful.

Kathana walked over to the dicing men and demanded they eat more food, as they were looking pale. It was a wonder this Jame fellow did not weigh as much as two horses. She did talk some, though, so perhaps he could wiggle the information he needed out of her.

“There don’t seem to be as many duels as there used to be,” Mat said to her as she passed.

“That’s because of a Seanchan rule,” Kathana said, “from the new Empress, may she live forever. She didn’t forbid duels entirely, and a bloody good thing she didn’t. The Ebou Dari won’t riot at something as unimportant as being conquered, but take away our duels...then you’ll see something. Anyway, duels now have to be witnessed by an official of the government. You can’t duel without answering a hundred different questions and paying a fee. It’s drained the whole life out of it all.”

“It has saved lives,” Jame said. “Men can still die by each other’s knives if they are determined. They simply have to give themselves time to cool down and think.”

“Duels aren’t about thinking,” Kathana said. “But I suppose it does mean that I don’t have to worry about your pretty face being cut up on the street.”

Jame snorted, resting his hand on his sword. The hilt, Mat noticed for the first time, was marked with herons—though he could not see if the blade was or not. Before Mat could ask another question, Kathana marched away and began squawking at some men who had spilled ale on their table. She did not seem the type to stand in one place for very long.

“How’s the weather, to the north?” Jame asked, eyes still straight ahead.

“Dreary,” Mat replied, honestly. “As everywhere.”

“Men say it’s the Last Battle,” Jame said.

“It is.”

Jame grunted. “If it is, it would be a bad time for interfering with politics, wouldn’t you think?”

“Bloody right it would be,” Mat said. “People need to stop playing games and have a look at the sky.”

Jame eyed him. “That’s the truth. You should listen to what you are saying.”

Light, Mat thought. He must think I’m a spy of some sort. “It’s not my choice,” Mat said. “Sometimes, people will only listen to what they want to hear.” He took another bite of his meat, which tasted as good as could be expected. Eating a meal these days was like going to a dance where there were only ugly girls. This, however, was among the better of the bad that he had had the misfortune of eating, lately.

“A wise man might just learn the truth,” Jame said.

“You have to find the truth first,” Mat said. “It’s harder than most men think.”

From behind, Kathana snorted, bustling past. “The ‘truth’ is something men debate in bars when they’re too drunk to remember their names. That means it’s not in good company. I wouldn’t put too much stock in it, traveler.”

“The name’s Mandevwin,” Mat said.

“I’m sure it is,” Kathana said. She looked him over then. “Has anyone ever told you that you should wear a hat? It would fit the missing eye quite well.”

“Is that so,” Mat said dryly. “You give fashion advice as well as force-feeding men?”

She swatted him on the back of the head with her cleaning rag. “Eat your food.”

“Look, friend,” Jame said, turning toward him. “I know what you are and why you are here. The fake eye bandage is not fooling me. You have throwing knives tucked into your sleeves and six more on your belt that I can count. I’ve never met a man with one eye who could throw worth a dried bean. She’s not as easy a target as you foreigners think. You’ll never make it into the palace, let alone through her bodyguards. Go find some honest work instead.”

Mat gaped at the man. He thought Mat was an assassin? Mat reached up and took off the bandage, exposing the hole where his eye had been.

Jame started at that.

“There are assassins,” Mat said calmly, “after Tuon?”

“Don’t use her name like that,” Kathana said, beginning to snap her cleaning rag at him again.

Mat reached up beside his head without looking, catching the tip of the rag. He held Jame’s eyes with his single one, not flinching.

“There are assassins,” Mat repeated calmly, “after Tuon?”

Jame nodded. “Mostly foreigners who don’t know the right way of things. Several have moved through the inn. Only one admitted the reason he was here. I saw that his blood fed the dusty earth of the dueling grounds.”

“Then I count you a friend,” Mat said, standing. He reached into his bundle and took out his hat and put it upon his head. “Who is behind it? Who has brought them in, put the bounty on her head?”

Nearby, Kathana inspected his hat and nodded in satisfaction. Then she hesitated and squinted at his face.

“This isn’t what you think,” Jame said. “He isn’t hiring the best assassins. They’re foreigners, so they aren’t meant to succeed.”

“I don’t care how bloody likely their chances are,” Mat said. “Who is hiring them?”

“He’s too important for you to—”

“Who?” Mat said softly.

“General Lunal Galgan,” Jame said. “Head of the Seanchan armies. I can’t make you out, friend. Are you an assassin, or are you here hunting assassins?”

“I’m no bloody assassin,” Mat said, pulling the brim of his hat down and picking up his bundle. “I never kill a man unless he demands it—demands it with screams and thunder so loudly, I figure it would be impolite not to agree to the request. If I stab you, friend, you’ll know that it is coming, and you will know why. I promise you that.”

“Jame,” Kathana hissed. “It’s him.”

“What now?” Jame asked as Mat brushed past, raising his covered ashandarei to his shoulder.

“The one the guards have been looking for!” Kathana said. She looked to Mat. “Light! Every soldier in Ebou Dar has been told to watch for your face. How did you make it through the city gates?”

“By luck,” Mat said, then stepped out into the alleyway.


Ve kabataslak çeviri:

Spoiler: Göster
Mat, Ebou Dar’ın çevresinde bu kadar çok Tenekeci olduğunu hatırlamıyordu. Işıl ışıl renkli yk arabaları, onlar haricinde boz olan toprakların üzerinde hayat dolu mantarlar gibi büyüyordu. Lanet olası bir şehir kuracak kadar çoktular. Bir Tenekeciler şehri? Bu... bu sanki bir Aiel şehri gibi olurdu. Düşüncesi tamamiyle yanlıştı.

Mat Zar’ı yol üzerinde hızlıca yürüttü. Tabii ki bir Aiel şehri vardı. Belki bir gün, bir Tenekeci şehri de olurdu. Tüm renkli boyaları alırlardı ve dünyadaki diğer herkes kahverengi giymek zorunda kalırdı. Şehirlerinde hiç kavga olmazdı ve böylece şehir büsbütün sıkıcı olurdu; fakat otuz fersah boyunca, dibinde delik olan kahrolası bir çanak bile bulabilmek de mümkün olmazdı!

Mat Zar'ı hafifçe okşayarak gülümsedi. Ashendarei’sini, elinden geldiğince atının yan tarafına asılmış bir baston gibi göstermeye çalışmıştı. Şapkası, diğer tüm güzel ceketleriyle beraber, heybeye astığı bohçanın içindeydi. Üzerindeki ceketin ise örgü işini sökmüştü. Utanılası bir durumdu; fakat tanınmak istemiyordu.
 
Kafasına sarılmış, kaybettiği gözünü kapatan kaba bir bandaj takıyordu. Dal Eira kapısına yaklaştıkça şehre girmek için izin almayı bekleyenlerin olduğu sıraya karıştı. Sığınacak yer ve ya çalışacak bir iş arayan, diğer paralı askerlerden biri gibi görünmesi gerekliydi.

Eyere yılgın bir şekilde oturur gibi göründüğünden emin oldu. Başını eğik tut: Savaş alanında ve seni bilen insanların bulunduğu bir şehire girerken uyulacak, iyi bir nasihattı. Burada Matrim Cauthon olamazdı. Matrim Cauthon bu şehrin kraliçesini öldürülsün diye bağlı bırakmıştı. Çoğu, cinayet için ondan şüphelenecekti. Işık, o da kendinden şüpheleniyordu. Beslan şimdi ondan nefret ediyor olmalıydı, ve şimdi, ayrı geçirdikleri bunca zamana bakarak Tuon’un Mat hakkında nasıl hissettiğini söylemenin de imkanı yoktu.

Evet, başını eğik tutması ve sesini çıkarmaması en iyisiydi. Şehrin ne durumda olduğunu tartacaktı. Eğer, olur da, şu lanet olası sıranın başına ulaşabilirse. Bir şehre girmek için bir sıra olduğunu daha önce kim duymuştu ki?

Sonunda kapıya varabildi. Kapıdaki sıkkın askerin eski küreğe benzeyen bir yüzü –yarı yarıya kirle kaplıydı ve herhangi bir depoya kapatılsa daha iyi olurdu– vardı. Adam Mat’i yukarıdan aşağıya doğru bir süzdü.

“Yeminleri ettin mi yolcu?” diye sordu muhafız Seanchan’lere özgü ağır ağır konuşmasıyla. Kapının öbür tarafında, başka bir asker sıradaki bir sonraki kişiye yanına gelmesini işaret etti.
 
“Evet, ettim elbette.” dedi Mat. “Büyük Seanchan İmparatorluğu’na ve İmpatoriçe’nin, sonsuza kadar yaşasın, kendisine olan yeminleri. Ben yalnızca yoksul, bir zamanlar Murandy’de soylu bir aile olan Haak Evi’ne hizmet etmiş, yollara düşmüş bir paralı askerim. Gözümü bazı haydutlara karşı iki yıl önce, Tween Ormanları’nda, ağaçlıklarda bulduğum ufak bir çocuğu korurken kaybettim. Onu kendiminmiş gibi yetiştirmiştim, fakat –”

Karşısındaki asker eliyle ilerlemesini işaret etti. Adamın hiç de Mat’i dinliyormuş gibi bir hali yoktu. Mat, prensipleri dışına çıkmayı düşündü bir an. Eğer dinlemeyeceklerse, neden askerler buradaki insanları bu kadar uzun bir sırada beklemeye zorlayıp onlara bir hikaye uyduracak kadar zaman veriyorlardı ki. Bu durum herhangi birini kızdırabilirdi. Her zaman için gamsız olan ve hiç bir zaman sinirlenmeyen Matrim Cauthon’u değil. Fakat başka birini kesinlikle kızdırırdı.
  
Kızgınlığını içinde tutarak yoluna devam etti. Şimdi sadece, yolunu doğru hana çevirmesi gerekiyordu. Setalle’nin mekanının artık seçeneklerden biri olmaması çok yazıktı. Bu onu –
    
Mat, eyerin üzerinde kapkatı kesildi. Zar ise acele etmeden ilerlemeye devam ediyordu. Mat’in kapıdaki diğer muhafıza bakmak için kısa bir vakti olmuştu. Bu Petra’ydı! Valan Luca’nın gezgin sirkinde kuvvet gösterileri yapan adam.

Mat öbür tarafa döndü ve yeniden eyerinin üzerinde yılgın bir şekilde oturur konuma geçti. Ardından, omzunun üzerinden bir bakış daha attı. Bu kesinlikle Petra’ydı. O tomruk gibi kolları ve kütük gibi boynu karıştırması imkansızdı. Petra uzun bir adam değildi; fakat o kadar genişti ki koca bir ordu gölgesinde gölgelenebilirdi. Ebou Dar’da da ne işi vardı ki? Neden bir Seanchan üniforması giyiyordu? Mat neredeyse onunla konuşmak için yanına gidecekti, çünkü Petra her zaman cana yakın bir adam olmuştu; fakat giydiği Seanchan üniforması, Mat’in onunla konuşmayı yeniden düşünmesine neden oldu.
 
Eh, en azından şansı onunla beraberdi. Eğer muhattap olduğu muhafız yerine Petra’ya gönderilmiş olsaydı, kesinlikle kim olduğu bilinecekti. Mat nefesini bıraktı ve hayvana rehberlik etmek için Zar'ın üzerinden indi. Şehir kalabalıktı ve atın birilerini ezmesini istemiyordu. Ayrıca, Zar onu bir yük atı gösterecek kadar yüklenmişti –ona bakan kişi atlardan anlamıyorsa eğer- ve yürümek Mat’i daha da az akılda kalır biri yapabilirdi.

Belki de bir han aramaya Rahad’dan başlamalıydı. Yeni dedikoduları öğrenmek her zaman için bir zar oyunu bulmak kadar kolaydı Rahad’da. Tabii, gırtlağınıza dayanmış bir hançer bulmanın da en kolay olduğu yerdi ve bu Ebou Dar hakkındaki bir şeyleri anlatıyordu. Rahad’da insanların hançerlerini alıp adam öldürmeye başlaması, sabahları ‘Merhaba.’ demeleri kadar muhtemeldi.
  
Rahad’a gitmedi. Mekan artık farklı görünüyordu. Bölgenin dışında askerler kamp kurmuştu. Nesiller boyunca, Ebou Dar’ı yönetenler Rahad’ın kontrol edilmeden çürümesine izin vermişlerdi; fakat Seanchanler’in böyle bir niyeti yoktu.

Mat onlara şans diliyordu. Rahad, şimdiye kadarki tüm işgalleri def etmişti. Işık! Rand Son Savaş’ta savaşmak yerine burada saklanmalıydı yalnızca. Trolloclar ve Karanlıkdostları onu bulmak için gelirlerdi ve Rahad, onların hepsini tüm ceplerinin içi dışına çıkarılmış ve ayakkabıları  bir çorba parası için satılmış, baygın bir şekilde ara sokaklarda bırakırdı.

Mat kalabalık bir kanal köprüsünün üzerinde, kendine yol açabilmek için insanları omuzlamaya başladı. Gözleri eyer çantalarının üzerindeydi; ancak şimdilik hiç bir yankesici onları aşırmayı denememişti. Her köşe başındaki Seanchan devriyeleri sağolsun, nedenini görebiliyordu. Mat, ucuz bir sikkeye sağlam dedikoduları olduğunu ima eden, günün haberlerini bağıran bir adamın yanında geçtiğinde kendini gülümserken buldu. Bu şehrin ne kadar da tanıdık, ve ayrıca rahat, hissettirdiği onu şaşırtmıştı. Burada geçen günlerini sevmişti. Belli belirsiz bir şekilde, gitmek istediği hakkında mızırdandığını hatırlar gibi olsa da – muhtemelen duvar üstüne göçtükten sonra olmalıydı, çünkü Matrim Cauthon öyle sıklıkla mızırdanan bir tip değildi- burada geçen vaktinin, hayatının en güzel zamanları arasında olduğunun farkına varmıştı. Rahad’da onunla kart oynayan ve zar atan bir sürü arkadaşa sahip olmak...

Tylin. Kanlı küller! Fakat bu güzel bir oyun olmuştu. Kadın ondan defalarca yararlanmıştı. Işık ona, bunu yapabilecek, art arda olmasa da, ve her zaman için arka kapıyı nasıl bulabileceğini bildiği zamanlarda bolca kadın göndermişti. Tuon bunlardan biriydi. Şimdi düşününce, muhtemelen başkasına ihtiyacı da olmayacaktı. O, herhangi bir erkek için idare edilmesi yeterince zor biriydi. Mat Zar’ın boynuna hafifçe vurarak gülümsedi. Zar da karşılık olarak Mat’in boynuna üfledi.
 
Gariptir ki burası, ona İki Nehirler’den daha fazla eviymiş gibi hissettiriyordu. Evet, Ebou Darlılar çabuk sinirlenen adamlardı; fakat tüm insanların acayip davranışları vardı. Aslında, Mat düşündükçe, o ve ya buna huysuzlanmayan hiç bir adamla tanışmamıştı. Sınırboylular  anlaşılamaz insanlardı, keza Aieller de – apaçık ortadaydı- öyle. Cairhienliler ve garip oyunları, Tearlılar ve saçma sapan hiyerarşileri, Seanchanler ve onların... Seanchan-likleri.
 
İşin doğrusu buydu. İki Nehirler ,ve Andor’un az bir kısmı, dışındaki herkes kahrolası çılgınlardı. Bir adam bu duruma tam olarak hazırlıklı olmalıydı.

Kibar olmaya dikkat ederek, ki gırtlağına dayalı bir hançer bulmasın, ilerlemeye devam etti. Havada, yüzlerce pastadan yükselen bir koku vardı. Gevezelik eden kalabalık, kulaklarında bir uğultuydu. Ebou Darlılar hala renkli kıyafetlerini giyiyorlardı – belki de Tenekecilerin buraya gelmesi bu sebeptendi, yemeğe çekilen askerler gibi onlar da canlı renklere çekilmişlerdi. Her neyse, Ebou Darlı kadınlar göğüslerinin büyük kısmını açığa çıkaran, Mat’in baktığından değil tabii ki, üst tarafları sıkıca bağlanmış kıyafetlerini giymişlerdi. Eteklerinin altında rengarenk iç eteklikleri vardı ve onları göstermek için eteklerinin yanlarını ve ya önlerini iğneyle yukarıya tutturmuşlardı. Bu görüntü ona hiç bir zaman mantıklı gelmemişti. Neden iç çamaşırı olarak renkli şeyler giyerdiniz ki? Hadi diyelim giydiniz; o zaman, eğer bu kılıkla dışarıda dolaşacaksanız ne diye o renkli iç etekliklerin üzerini örtmek için bunca zahmete giriyordunuz.
 
Erkekler aynı derecede renkli, belki de bıçaklanınca oluşan kan lekelerini saklamak için, uzun yelekler giymişlerdi. Sırf zamanında onu giyen adam, havalar nasıl diye sorduğundan öldürüldü diye güzel bir yeleği tutup da atmanın hiç gereği yoktu. Ancak... Mat yürüdükçe beklediğinden daha az düelloyla karşılaştı. Düellolar şehrin bu kısmında Rahad’da olduğu kadar yaygın değildi; fakat bazı günler, hançerlerini çekmiş iki adama rastlamadan zar zor iki adım atabilmişti. Bugün, tek bir düello bile görmedi.

Ebou Darlılar’dan bazıları – onları her zaman zeytin rengi derilerinden tanıyabilirdiniz- Seanchan elbiseleriyle gayet resmi bir şekilde yürüyorlardı. Tüm herkes pek bir kibardı. Mutfağınızda taze bir elmalı turta olduğunu henüz duymuş, altı yaşındaki bir erkek çoçuğu kadar kibar.

Şehir eskisi gibiydi; ama farklıydı. Birazcık farklı hissettiriyordu. Ve bunun sebebi artık limanda Deniz Halkı gemilerinin olmaması değildi sadece. Açıkça görülüyordu ki oradakiler Seanchan gemisiydi. O burayı terk ettiğinden beri kurallar koymuşlardı. Ne tür kurallar acaba?

Mat, Zar’ı yeterince itibarlı sayılabilecek ahırlardan birine götürdü. Ellerindekilere kısaca göz gezdirdiği kadarıyla hayvanlara iyi bakıyorlardı ve hayvanların çoğu gayet iyi görünüyordu. Size biraz daha pahalıya patlasa da iyi atları olan bir ahıra güvenmek en iyisiydi.
 
Zar'ı oraya bıraktı, bohçasını yanına aldı ve hala sarıp sarmaladığı ashandarei’yi baston olarak kullandı. Doğru hanı seçmek iyi şarabı şeçebilmek kadar zordu. Eski, fakat yıkık dökük olmayanını isterdiniz. Temiz,ama çok da temiz değil – içinde tek bir leke bile olmayan han adam gibi kullanılmamış olandır. Mat, insanların sırf oraya bir görüneyim diye gelip mekanda sessizce oturduğu ve çay içtiği yerlere de katlanamıyordu.

Hayır, iyi bir han yıpranmış ve kullanılmış olandı. İyi bir çift bot gibi. Ayrıca dayanıklı olanıydı da. Yine iyi bir çift bot gibi. Biralarının tadı iyi bir çift bot gibi olmadığı sürece bir kazananınız vardı. Bilgi edinmek için en iyi olanları Rahad’daydı, ama üstü başı orayı ziyaret etmek için fazla iyiydi ve Seanchanler orada her ne yapıyorlarsa ona denk gelmek istemiyordu.
  
Kafasını, adı Kış Çiçeği olan hanın kapısından içeri uzattı ve hemen arkasına dönüp uzun adımlarla oradan uzaklaştı. Üniformaları içindeki Ölümnöbetçileri... Hiç bir şekilde, Furyk Karede’ye rastlama riskini almak istemiyordu. Bir sonraki han çok fazla ışıklandırılmıştı ve ondan sonraki de fazla karanlıktı. Yaklaşık bir saatlik aramadan sonra – ve hiç bir düello görmeden- doğru yeri bulup bulamayacağı konusunda umutsuzluğa kapılmıştı. Sonra, bir kapta sallanan zarların sesini duydu.
  
Başlangıçta, kafasındaki lanet olası zarlar olduğunu düşünerek zıpladı. Şükür ki sadece normal zarlardı. Kutsanmış, mükemmel zarlar... Ses, sokaklardaki insan kalabalığının arasına karışan rüzgarla sürüklenerek bir anlığına kayboldu. Elleri para kesesinde, çantası omzunda bir iki özür mırıldanarak kalabalığı ittirdi. Yakın bir ara sokakta, duvarın birinden sallanan bir tabela gördü.

Yüzüne bakırla yazılmış “Yıllık Kavga” kelimelerini okuyarak tabelaya doğru yürüdü. Üzerinde, alkış tutan insanların resmi vardı ve içeride, zar sesleri şarap ve bira kokusuna karışmıştı. Mat içeriye adımını attı. Yuvarlak suratlı bir Seanchan kılıcı belinde, duvara gelişigüzelce yaslanmış bir şekilde hemen kapının ardında duruyordu. Mat’e şüpheci bir şekilde dikti gözünü. Eh, Mat, içeriye giren her müşteriye bu bakışı atmayan bir han bekçisiyle karşılaşmamıştı daha. Mat adama selam olsun diye şapkasının ucuna hafifçe vurmak için elini kaldırdı; ama tabii ki de onu takmamıştı. Kanlı küller! Şapkası olmadan kendini çıplak gibi hissediyordu. Bazen.

“Jame!” diye seslendi kadının biri barın yanından.  “Müşterilere yine gözünü dikip bakmıyorsun değil mi?”

“Sadece hak edenlere Kathana.” diye cevapladı adam Seanchan aksanıyla. “Eminim ki bu adam hak ediyor.”

“Ben sadece basit bir yolcuyum,” dedi Mat, “bir kaç zar oyunu ve biraz şarap arayan. Daha fazlasını değil. Kesinlikle bela değil.”

“Ve bu yüzden böyle sarmalanmış bir kargı taşıyorsun, öyle mi?” diye sordu Jame.

“Hadi ama, yeter artık.” dedi Kathana. Ortak salonu geçti ve Mat’i ceketinin kolundan yakalayıp bara doğru sürükledi. Kadın kısa bir şeydi. Koyu renk saçları ve açık renk bir teni vardı. Mat’ten çok da büyük değildi; ama su götürmez bir şekilde, bir anneye özgü saçları vardı. “Onu umursama. Sadece sorun çıkarma ve onu, seni bıçaklaması, öldürmesi ve ya bunların arasında bir şey yapması için zorlama.”

Kathana, Mat’i bir bar taburesine oturttu ve barın arkasında kendini meşgul etmeye başladı. Ortak salon loştu, ama cana yakın bir şekilde. Bir tarafta insanlar zar oyunu oynuyorlardı. İyi cinsten bir zar oyunu. İnsanları, tatlı bir kayıptan sonra arkadaşlarının sırtına dostça vurduran ve güldüren türden. Son parasını kaybeden adamların endişeli gözleri yoktu burada.
 
“Yemeğe ihtiyacın var.” diye belirtti Kathana. “Bir haftadır doğru düzgün bir şey yememiş biri gibi görünüyorsun. Gözünü nasıl kaybettin?”

“Murandy’de bir Lord’un korumasıydım.” diye başladı Mat. “Yediğimiz bir baskın sırasında kaybettim.”

“Bu büyük bir yalan,” dedi Kathana, soslu domuz eti dilimleriyle dolu bir tabağı önüne çarparak koyarken. “Çoğundan daha iyi. Ayrıca, çok da doğrudan söyledin. Neredeyse sana inanacaktım. Jame, yemek ister misin?”
 
“Kapıyı korumam gerekiyor!” diye cevapladı Jame.

Işık, adam! Birinin gelip kapıyla beraber çıkıp gitmesini mi bekliyorsun? Gel buraya.”

Jame homurdandı, fakat bara doğru yürüyüp Mat’in yanındaki taburelerden birine yerleşti. Kathana bir kupa bira koydu ve adam dümdüz ileriye bakarak kupayı dudaklarına götürdü. “Gözüm üzerinde.” diye mırıldandı Mat’e doğru.

Mat bunun kendisi için doğru han olduğundan emin değildi; ancak bu kadının yemeğini, ona söylendiği gibi yemezse başı omuzlarının üzerinde buradan kaçabileceğinden de emin değildi. Yemeğin tadına baktı. Oldukça güzeldi. Kathana kenara doğru çekildi. Masaların birindeki adama fırça çekerken parmağını bir o yana bir bu yana sallıyordu. Bir ağaca, yanlış yerde büyüdüğü için fırça çekecek türden biri gibiydi.

Bu kadın, diye düşündü Mat, kesinlikle Nynaeve ile beraber aynı odada bulunmamalı. En azından ben onların bağırma mesafesindeyken...

Kathana aceleyle geri geldi. Boynuna evlilik hançeri takıyordu, gerçi Mat evli bir adam olduğundan bir kaç saniyeden fazla bakmamıştı. Eteğini Ebou Dar yerlilerinin adeti olduğu gibi kenarlardan iğneyle tutturmuştu. Kadın bara geri gelip Jame’e bir yemek tabağı hazırlarken Mat adamın kadına şefkatle baktığını fark etti ve bir tahminde bulundu. “Uzun süredir mi evlisiniz?” diye sordu.
 
Jame Mat’i dikkatle süzdü. “Hayır.” dedi en sonunda. “Okyanusun bu yanına geleli uzun süre olmadı.”

“Sanırım bu anlaşılabilir.” dedi Mat kadının önüne bıraktığı biradan içerek. Bugünlerde çoğu şeyin nasıl da iğrenç bir tadı olduğunu düşününce bira hiç de kötü gelmemişti. Sadece azıcık berbattı.
 
Kathana zar atan adamların yanına yürüdü ve sanki solgun göründüklerini düşünürcesine daha fazla yemek isteyip istemediklerini sordu. Bu Jame elemanının iki at kilosunda gelmemesi şaşılacak şeydi. Kadın konuşkan görünüyordu aslında. Mat, belki de ona lazım olan bilgileri bu kadından sağlayabilirdi.
 
“Eskiden olduğu kadar çok düello yapılmıyor gibi.” dedi Mat kadın yanından geçerken.

“Seanchan kuralı yüzünden.” dedi Kathana. “Yeni İmparatoriçe’nin koyduğu, sonsuza kadar yaşasın. Düelloları tamamen yasaklamadı ve yasaklamaması çok iyi bir şey. Ebou Darlılar fethedilmek kadar önemsiz bir şey için isyana kalkışmazlar; ama düellolarımızı elimizden al...  sonra bak da gerisini gör. Her neyse, düellolar artık bir devlet yetkilisi tarafından izlenmek zorunda. Yüz farklı soruya cevap vermeden ve ücretini ödemeden düello yapamıyorsun. Bu durum içimizdeki tüm yaşam enerjisini aldı götürdü.”

“Hayatları kurtardı.” dedi Jame. “Adamlar o kadar kararlılarsa hala birbirlerinin hançerleri ucunda can verebilirler. Artık, sadece sakinleşmeleri ve düşünmeleri için kendilerine zaman vermeleri gerekiyor.”

“Düellolar düşünmekle alakalı değil.” dedi Kathana. “Fakat zannımca, bu gösteriyor ki senin güzel yüzünün sokak ortasında doğranması hakkında tasalanmama gerek yok.”
 
Jame eli kılıcının üzerinde, burnunu çekti. Kabza, Mat ilk kez fark ediyordu, balıkçıllarla damgalanmıştı; ancak kılıcın da balıkçılla damgalı olup olmadığını göremiyordu. Mat başka bir soru soramadan evvel Kathana uygun adım oradan uzaklaştı ve masasına bira döken bir adama ciyak ciyak bağırmaya başladı. Kadın, yerinde fazlaca durabilen bir tipe benzemiyordu.

“Kuzeye doğru havalar nasıl?” diye sordu Jame gözleri hala ileri dikilmiş vaziyette.

“Kasvetli.” diye cevapladı Mat dürüstçe. “Her yerdeki gibi.”

“İnsanlar bunun Son Savaş olduğunu söylüyor.” dedi Jame.

“Öyle.”

Jame homurdandı. “Eğer öyleyse, politikayla uğraşmak için kötü bir zaman olacak ha, sen de öyle düşünmüyor musun?”

“Lanet olsun ki öyle.” dedi Mat. “İnsanlar oyun oynamayı bırakmalı ve gökyüzüne bakmalılar.”

Jame Mat’i izledi. “Gerçek bu. Ağzından çıkanları dinlemelisin.”

Işık, diye düşündü Mat. Bir çeşit casus olduğumu düşünüyor olsa gerek. “Bu benim seçimim değil.” dedi Mat. “Bazen, insanlar sadece duymak istediklerini dinlerler.” Tadı ondan beklenebileceği kadar iyi olan etten bir ısırık daha aldı. Bu günlerde yemek yemek, sanki sadece çirkin kızların bulunduğu bir yerde dans etmek gibiydi. Ancak bu, son zamanlarda yeme talihsizliğinde bulundukları içinde kötünün iyileri arasındaydı.

“Bilge bir adam sadece doğruyu öğrenmeli.” dedi Jame.

“Önce doğruyu bulman gerekir.” diye cevapladı Mat. “Çoğu insanın düşündüğünden daha zordur.”

Arkalarında, Kathana koşuşturarak geçerken burnunu çekti. “ ‘Gerçek’, insanların adlarını hatırlayamayacak kadar sarhoş olduğu zamanlarda barlarda tartıştığı bir şeydir. Bu da demektir ki etrafın sağlam pabuçlarla çevrili değilken. İçine çok fazla şey yerleştirmezdim, yolcu.”

“Adım Mandevwin.” dedi Mat.

“Eminim ki öyledir.” dedi Kathana. Sonra Mat’e şöyle bir baktı. “Sana daha önce hiç, bir şapka takman gerektiğini söyleyen oldu mu? Kaybettiğin gözünle gayet uyumlu olurdu.”

“Öyle mi?” dedi Mat kuru kuru. “Zorla insanları beslemenin yanında moda önerileri de mi veriyorsun?”

Kadın Mat’in başının arkasına temizlik beziyle bir tane patlattı. “Yemeğini ye.”

“Bak, dostum.” dedi Jame ona doğru dönerek. “Ne olduğunu ve neden burada olduğunu biliyorum. Sahte göz bandajın beni kandıramaz. Kolunun yenlerine yerleştirilmiş fırlatma bıçakların var ve sayabildiğim altı tanesi daha kemerinde. Daha önce tek bir gözü olup da kuru fasulyeden daha iyisini fırlatabilen biriyle karşılaşmadım. Siz yabancıların düşündüğü kadar kolay bir hedef değil o. Muhafızlarını atlatmayı geçtim, saray’a bile hiç bir zaman ulaşamayacaksınız. Bunlar yerine gidip dürüst bir iş bul.”

Mat adama bakakaldı. Mat’in bir suikastçi olduğunu mu düşünüyordu? Mat uzanıp bandajını çıkardı ve bir zamanlar gözünün olduğu boşluğu ortaya çıkardı.

Jame görüntü karşısında irkildi.

“Tuon’un peşinde,” diye konuştu Mat usulca, “suikatsçiler mi var?”

“Onun adını böylece kullanma.” dedi Kathana Mat’e yeniden temizleme beziyle vurmaya başlayarak.

Mat başının arkasına, bakmadan uzandı ve bezin ucunu yakaladı. Tek gözünü Jame’inkilere dikti kaçırmadan.

“Tuon’un peşinde,” diye tekrarladı Mat, “suikastçiler mi var?”

Jame başı ile onayladı. “Çoğu, işini bilmeyen yabancılar. Bir kaçı bu hana uğradı. Sadece biri gerçekte neden burada olduğunu itiraf etti. Düello alanında, kanının tozlu yerleri suladığını seyrettim.”

“O zaman seni dostum sayabilirim.” dedi Mat ayağa kalkarak. Bohçasına uzanıp şapkasını çıkarttı ve başına yerleştirdi. “Bunun arkasında kim var? Kim bu adamları buraya getirdi ve Tuon’un başına ödül koydu?”

Yanlarında, Kathana Mat'in şapkasını inceledi ve tatmin olmuş bir şekilde kafasını salladı. Sonra, duraksadı ve gözlerini kısarak Mat’i süzdü.

“Düşündüğün gibi değil.” dedi Jame. “Adam en iyi suikastçileri tutmuyor. Tuttukları yabancı, bu yüzden başarısız olmaya mahkumlar.”

“Şanslarının ne bok olduğu umrumda bile değil.” dedi Mat. “Onları kim tutuyor?”

“O, senin uğraşabileceğinden çok daha nüfuzlu bir –"

“Kim?” dedi Mat usulca.

“General Lugan Galgan.” dedi Jame. “Seanchan ordularının başı. Senin kim olduğunu anlayamadım, dostum. Bir suikastçi misin, yoksa onları mı avlıyorsun?”
 
“Kahrolası bir suikastçı değilim.” dedi Mat şapkasının kenarını aşağı doğru indirerek ve bohçasını kaptı. “Hiç bir adamı talep etmediği takdirde – çığlıklarla ve avaz avaz bağırarak istemediği sürece- öldürmem. Fark ettim ki isteğe cevap vermemek kabalık oluyor. Eğer seni bıçaklarsam, dostum, bunu yapacağımı bilirsin ve sebebini de öğrenirsin. Sana bunun garantisini verebilirim.”

“Jame,” diye tısladı Kathana. “Bu o.”

“Şimdi ne var?” diye sordu Jame, Mat sakladığı ashandareisini omzuna kaldırmış bir şekilde yanından sıyrılıp geçerken.
 
“Muhafızların aradığı adam!” dedi Kathana. Mat’e doğru baktı. “Işık! Ebou Dar’daki tüm askerlere suratın için gözlerini dört açmaları söylendi. Şehir kapılarından içeri nasıl girebildin?”

“Şansla.” dedi Mat ve sokağa doğru attı adımını.



Eh, bu bölüm de açlığınızı bastırabilecek gibi değil. Ama uzun süreden sonra Mat'i yeniden görebilmek çok güzel bir duygu.  ;D  
There are two secrets to becoming great. One is never to reveal all that you know. - PS:T

Çevrimdışı asgard

  • *
  • 7
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #208 : 10 Eylül 2012, 02:29:13 »
Arkadaşlar.
Kaos lordu kitabından Dumai kuyularındaki Shaidolarla, Ashamanlar arasındaki savaş sahnesini betimleyen bir resimin çizim videosunu sizinle paylaşmak istiyorum. Youtube videoları ekleniyormu yada nasıl ekleniyor bilemediğimden link veriyorum.

http://www.youtube.com/watch?v=xxhhnzHjggQ&feature=related

Çevrimdışı daifunka_vc

  • ***
  • 618
  • Rom: 20
  • Kronik Öğrenci
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zaman Çarkı
« Yanıtla #209 : 12 Eylül 2012, 14:54:20 »
İlginç bir şeyle karşılaştım. Brandon Sanderson, DragonCon'da kitaptaki bölümlerden birinin 70000 kelime civarında ve yaklaşık 80 bakış açısına sahip olduğunu söylemiş yanlış anlamadıysam. (Neredeyse ufak(!) bir kitap boyutunda ve tüm kitabın yaklaşık beşte biri oluyor. Lan!)

Tarmon Gai'don'un büyük bir kısmını bu bölümden mi okuyacağız acaba? Yoksa Son Savaş'tan sonra dünyanın dört bir yanında neler olduğunu anlatan devasa bir bölüm mü bizi bekliyor? [*]Kendimi magazin haberi sunar gibi hissettim yav. 'Bizi takip etmeye devam edin sayın seyirciler!' de diyeyim, tam olsun.[/*] İlk söylediğimin gerçekleşme ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünmekle birlikte sayfalar dolusu bir bitiş bölümü görme ihtimalimiz de az değil gibi.
There are two secrets to becoming great. One is never to reveal all that you know. - PS:T