Yazdıklarınızı çok beğendim ve ben de kendimce bir şeyler eklemek istiyorum:
Eğitim siztemimiz bir "bubble sort" programı gibi. Öyle ki meraklı ve üretken olanlarımızı köreltip küstürürken, beceriksiz ve tek vasfı kendine ne denirse onu yapmak olanlarımızı zirveye taşıyor.
Okuldaki bilgilerin sunuluş şekliyle, düşünsel üretim yapmak olanaksız. Bilgi, bir maden gibidir. Demir, madenlerden toplanır, usta demircilerin ellerinde şekillenerek kılıçlar dövülür onunla. Demir, işlenebilir. Bilgi de öyle olmalı. İşlenebilmeli, türetilebilmeli, üretilebilmeli.
Oysa okul bilgisi işlenmeye uygun değildi. Sistemleri bizi demirciler değil, flash-disc’lere dönüştürme amacındaydı: bilgiyi aynen depolayan ve saklayan, papağan gibi tekrarlayan. Ama asla onu bir legonun parçaları gibi pazıl gibi birleştiremeyen ve sadece flash-disc’ler gibi depolayan aptal beyinler yarattılar çoğumuzdan.
Ortaokulda pisagor teoremi anlatıldığında bunun ispatını sormuştum hocaya; o da “ne yapacaksın ispatı mispatı,ezberle geç dersi” demişti. ("öğretmenim" den "hocam" a geçmiştik artık) Ben bir yerlerden ispatı bulup anlayıncaya kadar sınıf çoktan yeni konulara geçmişti ve sınavlarda patlamıştım. Ailem ise tübitak’ın proje yarışmasında ilk 5'e giren projemle gurur duymaktansa belki de haklı olarak düşük notlarım için utanmam gerektiğini hatırlattı bana hep.
Öğretmenlik kutsal bir meslek. Ne kadar önemli olduğunu ancak üniversitede anladım.
Amacım (ve yakın arkadaşlarımın amacı) akademisyen olmaktı. Bunun için çok çalıştık. Sadece ders materyaline değil, bölümümüz ile ilgili olan ve ucundan kıyısından da olsa bölümümüze ilişkin çalışmalarda yararlı olabilecek her konuya hakim olmak için çabaladık.
Konuları aramızda paylaşır, araştırır, sonra bir araya gelerek konulara ilişkin oluşturduğumuz sunumlar ile birbirimize anlatırdık. Öyle ki, sonunda ders materyali oluşturabilecek nitelikte bir sunum bankamız olmuştu sonunda.
En gıcık olduğum şey, hocaların ezberci anlayışıydı. İlkokul, ortaokul ve lise boyunca sabretmiştim ama üniversitede de bu zihniyetin karşıma çıkması beni çıldırtmıştı. Bir hoca sınavda yorum sorusu sormaya kalktığında sınıftakiler isyan ediyor, "hocam kitaptaki bilgilere çalıştık biz, direk bilgi sorun da çalıştığımıza deysin bari" diyerek olayı baltalıyor, ben konuya "akademik eğitim alan biri yorumlama kabiliyetine sahip olmalıdır. Ders kitabındakiler dışında konuya dair hiç mi fikriniz yok sizin?" dediğimde ise cıngar çıkarıyorlardı. Sonuç olarak hep ezberci bir anlayış hakim oldu sınavlarda.
Akademisyenlikte yabancı dilin önemli olduğunu biliyorsunuzdur. Olaya objektif yaklaştığımda, bölümde asistanlar dahil yabancı dil konusunda benimle idrar yarıştırabilecek kimse yoktu (çok sinirliyim, en fazla bu kadar kibar olabiliyorum). Okula Avrupa Birliği'ndeki üniversitelerden gelene akademisyenlere kongrelerde ben tercümanlık ve mihmandarlık yapardım, hatta okul hayatımdaki son final sınavına (sabah 10da idi) girmeden önce gecenin 4'ünde gidip hava alanından ben almıştım bir grup akademisyeni. Neyse burası biraz konu dışı oldu.
Okulda açılacak asistan kadrolarını incelediğimizde ise, uzun bir süre asistan alınmayacağı bilgisi ile karşılaşıyorduk. Fakat yüksek lisansa başladıktan bir ay sonra, kıytırık bir üniversiteden gelen bir "birilerinin tanıdığı" birden asistan oluverdi okulda. Her nasılsa, kimselere haber verilmeden başvuru alınmış, mülakat yapılmış ve okulda gördüğüm kadarıyla iki lafı bir araya getirip konuşma becerisinden yoksun biri, bizim yerimize asistan olmuştu.
Okulun yürüttüğü bir Tübitak projesinde çalışmaya başladık. Asistan maaşı alıyor, bir asistanın yapması gereken işleri ve bir asistanın yapması gerekenden daha fazla ayak işini yapıyorduk. Yakında yeni kadroların açılacağı yalanı ile uzun süre saçma bir şekilde böyle devam etti bu. Sözü edilen kadro ise bir türlü açılmıyordu.
Sonunda hayat mücadelesi baskın geldi, daha güvenilir işler bulduk hepimiz kendimize. O kadrolar da hala açılmadı. Bu günlerde, sınıftan tanıdığım en beceriksiz kişilerin ÖYP ile, yeni açılmış taşra üniversitelerinde (hani amaçlarının ne olduğunu aslında bildiğimiz, gerçek akademik çalışmaların asla yapılmadığı) kendilerine kadro bulduklarının haberini alıyorum.
Sonuç: Türk akademik dünyası, beceriksizlere emanet. Akademik çalışmaya ve işin her türlü cefasını çekmeye razı olanlar bir şekilde yıldırılıp küstürülüyor ve onların yerini flash-disc'ler dolduruyor. Bu flash-disc'ler ise düşünen, üreten ve sorgulayan kişiler değil, ancak ve ancak kendileri gibi yeni flash-disc'ler üretecekler üniversitelerde. Gayretli ve fedakar kişilerin değerini anlamayacak ve onları küstürecekler.
Çok sinirliyim.