Kente ilerlerken bir grup askerin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Bu gördükleri onu korkuttuysa da şovalyelerin kilometrelerce uzaktan parlayan zırhlarını ve imparatorluk flamalarını görünce askerlerin onun için gelmediklerini anladı. Hiçbir imparatorluk şovalyesinin küçük bir nehir kentindeki hırsızın peşine düşmeyeceğinin farkındaydı. Bruno von Schweizer’ı bu kalabalıkta fark etmesi zor olmadı. Etrafından hiç ayrılmayan sadık dalkavukları şovalyelere özenir gibi giyinmişlerdi. Mahmuzları atların sırtlarına sertçe çarptı ve arabayı “Baron! Baron!” diye bağırarak Von Schweizer’a doğru sürmeye başladı. Tam birkaç asker kendisine mızrakları doğrultmuştu ki oturduğu yerden vagona uzandı ve hırsızın kellesini saçlarından tutarak havaya kaldırdı.
“Francis Kromer’i ben öldürmedim! Bu öldürdü! Beni işlemediğim bir cinayet yüzünden giyotine mahkûm ettiniz!”
Baron, donuk ve yorgun gözlerini kendisine büyük bir öfkeyle bakmakta olan bu adam ile saçlarından gerilmiş kelle arasında gezdirdi.
“Biliyorum Walther!” dedi Baron “Kente dön, sana kimse dokunmayacak. Beni daha fazla meşgul etme” dedikten sonra askerlerine döndü ve “Peşimden gelmeye çalışmadığından emin olun!” diye bağırdı.
Walther, kendisine doğrulan mızrakları gerisinde bırakarak kente doğru sürmeye devam etti. Bir an kılıcına davranıp bedenine saplanan mızrakları görmek pahasına Baron’un kellesini uçurmayı düşündü ama onlarca askerin içinde onu öldürebilmek için en az iki göze sahip olması gerektiğinin farkındaydı.
Kente vardığında kendisi için kurulan giyotinin hâlâ meydanda olduğunu gördü. Güneşin tepeye vardığı bu saatlerde meydanın ve sokakların kalabalık olması gerekirken sokaklarda neredeyse hiç kimse yoktu. Tavernanın çatısındaki bir asker okunu ona doğrulttuğunda kapıda bekleyen iki kişi kılıçlarının kınını okşayarak ona doğru yürümeye başladı.
Mahmuzları atların sırtlarına indirmek için havaya kaldırmıştı ki iri yapılı bir askerin mızrağını boynunun hemen altında dolaştırdığını gördü. Sol tarafında baktığında etrafının sarılı olduğunu anladı. Askerleri atlatmak için hiçbir şansı yoktu.
Hırsızın kellesini eline aldı ve havaya kaldırarak Baron’a bağırdığı gibi bağırmaya başladı. Gırtlağını çatlatarak tüm gücüyle bağırıyor ve silahlarını üzerine doğrultan askerlere suçsuz olduğunu anlatıyordu. Gözleri giyotine tesadüf ettikçe kendini çaresiz hissetti ve kılıcına sarılmaya yeltendi. Karşı çıkmanın imkânsız olduğunu anlasa da savaşarak ölmeyi tercih ediyordu.
“Arabadan in ve elini kılıcından çek!” diye bağırdı Joachim “Gelenin kim olduğundan emin olmak istedik, sana zarar vermeyeceğiz!”
“Silahlarınızı indirirseniz ben de kılıcımı bırakacağım! Giyotine gitsem bile aranızdan birini yanımda götüreceğim.”
Genç asker, arkadaşlarına silahlarını indirmelerini işaret etti ve yavaş adımlarla Walther’e doğru ilerledi. “Kromer’i öldürmediğini biliyoruz” dedi “İhtiyar tüccar kimsenin umurunda değil. Bırak kılıcını.”
Walther, askerin güven verici tonuna kapılarak elini kılıcından çekti. Etrafındaki diğer askerlere bakınca doğru söylediğini anladı, kimse silahını ona doğrultmuyor ve onu giyotine götürmeye yeltenmiyordu.
Joachim, elini Walther’in omzuna koydu ve “Gelmen iyi oldu” dedi “Von Schweizer denilen korkak ve soytarıları kenti terk etti. Yüz yirmi askerden sadece otuz tanesi kaldı. Buraya doğru büyük bir ordu geliyor. Yardımına ihtiyacımız olacak.”
“Yardım mı? Size nasıl yardım edebilirim ki? Savaşın üzerinden yıllar geçti, kılıcımı eskisi gibi çevik kullanamıyorum. Gücümü kollarımda toplamayı başarsam bile tek gözle dövüşemem.”
Tavernaya doğru yürümeye başladılar. Diğer askerler nöbet yerlerine dönerken Joachim “Eli silah tutan herkese ihtiyacımız var” dedi “Yeterince silahımız olmadığı için kentin yarısı tırpanlar ve mızraklarla nöbet tutuyor. Bu gece gelebilirler.”
“Kim? Türkler mi?”
“Hayır, onlar da aynı düşmanla boğuşuyorlar.”
Tavernadan içeri girdiler. Gecenin zifiri saatlerine kadar kahkahaların yükseldiği tavernada herkeste bir korku ve matem vardı. Joachim, Walther’e diğer tarafında bir elçinin oturduğu masaya oturmasını söyledi. Koca tüylü şapkası ve lüks kıyafetleri bu adamın mesleğini ele veriyordu.
“Dostuma neler olduğunu anlatır mısın?” dedi Joachim elçiye “Ben nöbet tutmaya devam edeceğim.”
Joachim hızlı adımlarla kapıya doğru ilerlerken elçi yüzüne kederli bir gülümseme kondurdu ve şarap çanağından bir yudum aldı. Walther karşısında oturan adamı süzdüğünde üzerindeki kıyafetlerin harap olduğunu fark etti. Kafasını ne zaman kaldırsa ölümü deneyimlemiş gibi korkulu yüzlerle karşılaşıyordu.
Elçi Flavius, ağzındaki şarap kalıntısını koluyla sildikten sonra korkulu gözlerini Walther’in yüzüne çevirdi ve olanları anlatmaya başladı.
***
Kuyrukluyıldız’ın görüldüğü geceden sonra Vatikan emrindeki bütün krallıklara elçiler yolladı ve savaşa hazırlanmalarını söyledi. Papa Castillus, Kuyrukluyıldız’ın İsa’nın yeryüzüne inişinin işareti olduğunu söylüyordu. İncil’de müjdelenen güne az kalmıştı ama ondan önce Hristiyanların Müslümanlar, Ortodokslar ve diğer kâfirlerle savaşarak onları yenmeleri ve Yüce Krallık’ın yeryüzünde kurulması için engelleri kaldırmaları gerekiyordu. Avrupa gettolarındaki Yahudiler, ormanlarda gözden uzak yaşayan Paganlar ve heretikler bir bir öldürülüyor, Aragon’dan Danimarka’ya kadar Papa’nın emrindeki bütün krallıklar ordularını Türkler’e ve Ortodokslara karşı hazırlıyorlardı.
Kuyrukluyıldız’dan sekiz gece sonra Venedik ufuklarında savaş gemileri görüldü. Bunlardan dördünde Türkler’in, ikisinde Cezayirli korsanların, üçünde Hospitalier Şovalyeleri’nin birinde ise Portekiz’in sancağı vardı. Kimse bu duruma bir anlam veremedi çünkü Hospitalier Şovalyeleri ve Portekiz Krallığı’nın Türkler ile birlikte hareket etmesi imkânsızdı. Üstelik Osmanlı askerlerinin Faslı ve Cezayirli birliklerle birlikte Cebelitarık’ı geçtikleri ve Portekiz’i tehdit ettikleri de biliniyordu.
Venedik askerleri top atışları yapmaya başladıklarında çok geçti. Gemiler çoktan kıyılara demirlemiş ve işgalciler dans edip şarkılar söyleyerek gemilerden inmeye başlamıştı. Gövdelerine onlarca ok, kılıç ve mızrak saplansa bile bunlar askerleri durduramıyordu. O gece Venedik’te kan döken asker ve haydutların tenleri ise kasap vitrininde asılı tavukları andırıyordu, birçoğunun tırnakları ve dişleri uzamış, göz yuvalarını kurtçuklar işgal etmişti. Bazılarının kıyafetlerinin ardında ise sadece kemikler vardı.
Onları bedenleri paramparça olmadan durdurmak imkânsızdı. Yakıldıklarında bile ölmüyorlar ve savaşmaya devam ediyorlardı. Neden savaştıkları konusunda kimsenin bir fikri yoktu, önlerine gelen herkesi parçalara ayırıyor ve kopardıkları kolları, bacakları, kelleleri havada sallayarak kimsenin anlamadığı dillerde şarkılar söyleyip dans ediyorlardı.
Vatikan, Osmanlı topraklarındaki bütün elçileri günler öncesinden geri çağırdı ve aralarından sadece Elçi Flavius sağ olarak dönebildi. Anlattığına göre Venedik’i işgal edenler iki hafta önce İstanbul’da da kan dökmüştü. Saraya karşı bir isyan örgütlediği için idam edilen yeniçeriler, padişahın kellesini kazığa geçirip At Meydanı’nda bir zafer edasıyla yürürken şehrin her yerinden yangın dumanları yükseliyordu. Bir Rum kayıkçı sayesinde kentten ayrılmayı başardıysa da Roma’ya gelene kadar gördüğü bütün şehirlerde aynı manzara vardı.
Tüm bu yağmalara ve katliamlara ölüler sebep oluyordu. Rastladığı bütün mezarlıklar boştu ve kentler mezarlardan çıkan ölülerin gece baskınlarıyla harap ediliyordu. Ölüleri etkisiz hâle getirmenin yolları olsa da, binlerce kişiye korku salan ordular onların karşısında çaresiz kalıyordu.