Kayıt Ol

Totentanz

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Totentanz
« : 13 Aralık 2015, 18:59:07 »


Tanrı biliyor ki Francis Kromer’i ben öldürmedim. Kentteki kötü namımı hırsızlığa borçlu olsam da bu sefil hayatım boyunca kimsenin canına malı yüzünden kast etme cüretini göstermedim. Mızraklar üzerime çevrildiğinde askerlerin bakışlarına şahit oldum, kanın hangi ellere bulaştığı önemli değildi. Öfkenin dinmesi için bir mahkûm gerekiyordu ve infazına kimsenin itiraz etmeyeceği bir hırsız seçildi.

Çocukken kiliseye giderdim, rahip bir keresinde putperestlerin totemleri için insan kurban ettiklerini anlatmıştı ancak iyi ve dürüst Hristiyanların öfke putu için kurban edileceğimi tahmin edemedim. Tek günahım zavallı adamın askerlere onu hırpalayan kişinin ben olmadığını anlatacak kadar uzun bir yaşama sahip olmamasıydı.
Beni haksız yere infaz etmeye çalıştıklarını anladıklarında bunun için düşünecek vakitleri olmadı. Yangının çan kulesine ulaştığı küçük kentte oradan oraya kaçışan ve buldukları bütün duvarları kendilerine siper eden insanlar için masumiyetim hiçbir şey ifade etmiyordu.

Şimdi nehirde ilerliyor ve üzerinden dumanlar yükselmeyen bir kent arıyorum. Meyve ağaçları çarpıyor gözüme, birkaç tane yiyerek günlerdir süren açlığımı giderebilirim ama sandalı kıyıya yanaştırmanın bedelini hayatımla ödeyebileceğimin farkındayım.
Beni ölümle infaz etmeye çalışanlar yaşamla cezalandırıldı. Hepimiz cezalandırıldık. “O gece” kimsenin ölüler kadar şanslı olmadığı bir zamanın başlangıcıydı. Eğer olacakları bilseydim kellemi tüm suçsuzluğumla giyotine teslim ederdim ama şimdi hayatı arzulamanın cezasını çekiyorum.

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Totentanz
« Yanıtla #1 : 14 Aralık 2015, 17:34:46 »
Gecenin karanlığı daha önce kimsenin görmediği bir kuyrukluyıldızın ışığıyla aydınlandı. Bu yıldız İstanbul’un rasathanelerinden yeşil ışıkların kapladığı İzlanda göklerine kadar her yerde görüldü. Üzerinden geçtiği bütün burçlarda gündüz oluyor ve ışığı evlerin pencerelerinden içeri girip insanları uyandırıyordu. İstanbul ahalisi o geceyi “Horozlar gecesi” olarak adlandırdı, çünkü ışığı gören horozlar gündüz olduğunu zannedip ötmeye başlamışlardı. Dinyeper nehri civarındaki Kazak kabileleri bunu Tanrı’nın bir işareti olarak gördüler ve aralarındaki savaşları sona erdirmeye karar verdiler. Coğrafyacılar ise kuyrukluyıldızın sırrını bulmak için denizlere açılmaya hazırlanıyorlardı. Vatikan, bunu Tanrı’nın hoş bir mucizesi olarak gördü. Geceyi gündüze çeviren bu kuyrukluyıldız için Tanrı’ya olan minnetlerini büyük katedral törenleriyle gösterdiler.
Ancak gerçeği sadece Venedik sokaklarında yarı aç ve ayakkabısız dolaşan bir ihtiyar biliyordu. Ahalinin onun hakkında bildiği tek şey bir zamanlar kiliseye karşı çıktığı için engizisyon işkenceleri gördüğü ve aklını yitirdiğiydi. İhtiyar sokaklarda “Charon’un işaretçisi!” diye bağırarak önüne gelenin yakasına yapışıyor ve ölülerin nehri geçtiğinden bahsediyordu. Bir sokak kuytusunda korkudan kıvranarak ölen bu adamı hiç kimse dinlememiş ve söylediklerinin deli saçması olduğu düşünülmüştü. Ama son nefesini verirken ölülerin daha önce hiç olmakları kadar talihli sayılacağı günlerin geldiğini biliyordu.

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
I.Bölüm
« Yanıtla #2 : 15 Aralık 2015, 17:55:28 »
Kente ilerlerken bir grup askerin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Bu gördükleri onu korkuttuysa da şovalyelerin kilometrelerce uzaktan parlayan zırhlarını ve imparatorluk flamalarını görünce askerlerin onun için gelmediklerini anladı. Hiçbir imparatorluk şovalyesinin küçük bir nehir kentindeki hırsızın peşine düşmeyeceğinin farkındaydı. Bruno von Schweizer’ı bu kalabalıkta fark etmesi zor olmadı. Etrafından hiç ayrılmayan sadık dalkavukları şovalyelere özenir gibi giyinmişlerdi. Mahmuzları atların sırtlarına sertçe çarptı ve arabayı “Baron! Baron!” diye bağırarak Von Schweizer’a doğru sürmeye başladı. Tam birkaç asker kendisine mızrakları doğrultmuştu ki oturduğu yerden vagona uzandı ve hırsızın kellesini saçlarından tutarak havaya kaldırdı.
“Francis Kromer’i ben öldürmedim! Bu öldürdü! Beni işlemediğim bir cinayet yüzünden giyotine mahkûm ettiniz!”
Baron, donuk ve yorgun gözlerini kendisine büyük bir öfkeyle bakmakta olan bu adam ile saçlarından gerilmiş kelle arasında gezdirdi.

“Biliyorum Walther!” dedi Baron “Kente dön, sana kimse dokunmayacak. Beni daha fazla meşgul etme” dedikten sonra askerlerine döndü ve “Peşimden gelmeye çalışmadığından emin olun!” diye bağırdı.
Walther, kendisine doğrulan mızrakları gerisinde bırakarak kente doğru sürmeye devam etti. Bir an kılıcına davranıp bedenine saplanan mızrakları görmek pahasına Baron’un kellesini uçurmayı düşündü ama onlarca askerin içinde onu öldürebilmek için en az iki göze sahip olması gerektiğinin farkındaydı.
   
   Kente vardığında kendisi için kurulan giyotinin hâlâ meydanda olduğunu gördü. Güneşin tepeye vardığı bu saatlerde meydanın ve sokakların kalabalık olması gerekirken sokaklarda neredeyse hiç kimse yoktu. Tavernanın çatısındaki bir asker okunu ona doğrulttuğunda kapıda bekleyen iki kişi kılıçlarının kınını okşayarak ona doğru yürümeye başladı.
Mahmuzları atların sırtlarına indirmek için havaya kaldırmıştı ki iri yapılı bir askerin mızrağını boynunun hemen altında dolaştırdığını gördü. Sol tarafında baktığında etrafının sarılı olduğunu anladı. Askerleri atlatmak için hiçbir şansı yoktu.

Hırsızın kellesini eline aldı ve havaya kaldırarak Baron’a bağırdığı gibi bağırmaya başladı. Gırtlağını çatlatarak tüm gücüyle bağırıyor ve silahlarını üzerine doğrultan askerlere suçsuz olduğunu anlatıyordu. Gözleri giyotine tesadüf ettikçe kendini çaresiz hissetti ve kılıcına sarılmaya yeltendi. Karşı çıkmanın imkânsız olduğunu anlasa da savaşarak ölmeyi tercih ediyordu.

“Arabadan in ve elini kılıcından çek!” diye bağırdı Joachim “Gelenin kim olduğundan emin olmak istedik, sana zarar vermeyeceğiz!”
“Silahlarınızı indirirseniz ben de kılıcımı bırakacağım! Giyotine gitsem bile aranızdan birini yanımda götüreceğim.”
Genç asker, arkadaşlarına silahlarını indirmelerini işaret etti ve yavaş adımlarla Walther’e doğru ilerledi. “Kromer’i öldürmediğini biliyoruz” dedi “İhtiyar tüccar kimsenin umurunda değil. Bırak kılıcını.”
Walther, askerin güven verici tonuna kapılarak elini kılıcından çekti. Etrafındaki diğer askerlere bakınca doğru söylediğini anladı, kimse silahını ona doğrultmuyor ve onu giyotine götürmeye yeltenmiyordu.
Joachim, elini Walther’in omzuna koydu ve “Gelmen iyi oldu” dedi “Von Schweizer denilen korkak ve soytarıları kenti terk etti. Yüz yirmi askerden sadece otuz tanesi kaldı. Buraya doğru büyük bir ordu geliyor. Yardımına ihtiyacımız olacak.”
“Yardım mı? Size nasıl yardım edebilirim ki? Savaşın üzerinden yıllar geçti, kılıcımı eskisi gibi çevik kullanamıyorum. Gücümü kollarımda toplamayı başarsam bile tek gözle dövüşemem.”
Tavernaya doğru yürümeye başladılar. Diğer askerler nöbet yerlerine dönerken Joachim “Eli silah tutan herkese ihtiyacımız var” dedi “Yeterince silahımız olmadığı için kentin yarısı tırpanlar ve mızraklarla nöbet tutuyor. Bu gece gelebilirler.”
“Kim? Türkler mi?”
“Hayır, onlar da aynı düşmanla boğuşuyorlar.”
Tavernadan içeri girdiler. Gecenin zifiri saatlerine kadar kahkahaların yükseldiği tavernada herkeste bir korku ve matem vardı. Joachim, Walther’e diğer tarafında bir elçinin oturduğu masaya oturmasını söyledi. Koca tüylü şapkası ve lüks kıyafetleri bu adamın mesleğini ele veriyordu.

“Dostuma neler olduğunu anlatır mısın?” dedi Joachim elçiye “Ben nöbet tutmaya devam edeceğim.”
Joachim hızlı adımlarla kapıya doğru ilerlerken elçi yüzüne kederli bir gülümseme kondurdu ve şarap çanağından bir yudum aldı. Walther karşısında oturan adamı süzdüğünde üzerindeki kıyafetlerin harap olduğunu fark etti. Kafasını ne zaman kaldırsa ölümü deneyimlemiş gibi korkulu yüzlerle karşılaşıyordu.
Elçi Flavius, ağzındaki şarap kalıntısını koluyla sildikten sonra korkulu gözlerini Walther’in yüzüne çevirdi ve olanları anlatmaya başladı.

***

   Kuyrukluyıldız’ın görüldüğü geceden sonra Vatikan emrindeki bütün krallıklara elçiler yolladı ve savaşa hazırlanmalarını söyledi. Papa Castillus, Kuyrukluyıldız’ın İsa’nın yeryüzüne inişinin işareti olduğunu söylüyordu. İncil’de müjdelenen güne az kalmıştı ama ondan önce Hristiyanların Müslümanlar, Ortodokslar ve diğer kâfirlerle savaşarak onları yenmeleri ve Yüce Krallık’ın yeryüzünde kurulması için engelleri kaldırmaları gerekiyordu. Avrupa gettolarındaki Yahudiler, ormanlarda gözden uzak yaşayan Paganlar ve heretikler bir bir öldürülüyor, Aragon’dan Danimarka’ya kadar Papa’nın emrindeki bütün krallıklar ordularını Türkler’e ve Ortodokslara karşı hazırlıyorlardı.

   Kuyrukluyıldız’dan sekiz gece sonra Venedik ufuklarında savaş gemileri görüldü. Bunlardan dördünde Türkler’in, ikisinde Cezayirli korsanların, üçünde Hospitalier Şovalyeleri’nin birinde ise Portekiz’in sancağı vardı. Kimse bu duruma bir anlam veremedi çünkü Hospitalier Şovalyeleri ve Portekiz Krallığı’nın Türkler ile birlikte hareket etmesi imkânsızdı. Üstelik Osmanlı askerlerinin Faslı ve Cezayirli birliklerle birlikte Cebelitarık’ı geçtikleri ve Portekiz’i tehdit ettikleri de biliniyordu.
Venedik askerleri top atışları yapmaya başladıklarında çok geçti. Gemiler çoktan kıyılara demirlemiş ve işgalciler dans edip şarkılar söyleyerek gemilerden inmeye başlamıştı. Gövdelerine onlarca ok, kılıç ve mızrak saplansa bile bunlar askerleri durduramıyordu. O gece Venedik’te kan döken asker ve haydutların tenleri ise kasap vitrininde asılı tavukları andırıyordu, birçoğunun tırnakları ve dişleri uzamış, göz yuvalarını kurtçuklar işgal etmişti. Bazılarının kıyafetlerinin ardında ise sadece kemikler vardı.

   Onları bedenleri paramparça olmadan durdurmak imkânsızdı. Yakıldıklarında bile ölmüyorlar ve savaşmaya devam ediyorlardı. Neden savaştıkları konusunda kimsenin bir fikri yoktu, önlerine gelen herkesi parçalara ayırıyor ve kopardıkları kolları, bacakları, kelleleri havada sallayarak kimsenin anlamadığı dillerde şarkılar söyleyip dans ediyorlardı.

Vatikan, Osmanlı topraklarındaki bütün elçileri günler öncesinden geri çağırdı ve aralarından sadece Elçi Flavius sağ olarak dönebildi. Anlattığına göre Venedik’i işgal edenler iki hafta önce İstanbul’da da kan dökmüştü. Saraya karşı bir isyan örgütlediği için idam edilen yeniçeriler, padişahın kellesini kazığa geçirip At Meydanı’nda bir zafer edasıyla yürürken şehrin her yerinden yangın dumanları yükseliyordu. Bir Rum kayıkçı sayesinde kentten ayrılmayı başardıysa da Roma’ya gelene kadar gördüğü bütün şehirlerde aynı manzara vardı.

   Tüm bu yağmalara ve katliamlara ölüler sebep oluyordu. Rastladığı bütün mezarlıklar boştu ve kentler mezarlardan çıkan ölülerin gece baskınlarıyla harap ediliyordu. Ölüleri etkisiz hâle getirmenin yolları olsa da, binlerce kişiye korku salan ordular onların karşısında çaresiz kalıyordu.

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
2.Bölüm
« Yanıtla #3 : 16 Aralık 2015, 17:56:53 »
Kentteki birçok kişi Bruno von Schweizer’ın daha büyük bir orduyla geri döneceğini zannediyordu. Baron ile birlikte kaçmayı reddedip Hirschling’i canları pahasına savunmayı tercih eden askerler, halka umutlarını kaybetmemeleri için böyle bir yalan söylemişti. Ama güneş gökyüzünden indikçe ve hava karardıkça insanlar bu yalana karşı duydukları inancı kaybediyorlardı.
 Flavius, arada bir giyotin için kurulan platforma çıkıp halka sesleniyor ve yapılması gerekenleri anlatıyordu. Kılıçlar, oklar, mızraklar ve diğer silahlar ölüler üzerinde etkili değildi. Walther’in masumiyetini ispat etmek için arabaya koyduğu kelle çığlıklar atmaya başladığında onların başını kesmenin de iyi bir fikir olmadığını anlamışlardı. Ancak kesilen kelle yakıldığında veya bir baltayla ikiye bölündüğünde baş ve vücut arasındaki bağlantı kopuyor, vücut bir kertenkelenin kopan kuyruğu gibi çırpınmaya başlıyordu. Flavius’un İstanbul’daki bir Rum papazından öğrendiği Grejuva da Geridönenler üzerinde etkiliydi. İskeletleri alt etmek kolaydı, bir balyoz ile göğüs kafesleri dağıldığında yapacak hiçbir şeyi kalmıyordu ancak derileri ve organları henüz yok olmamış olan ölüler tehlikeliydi.
   Meydandaki kazanlarda Grejuva hazırlanırken kükürt ve kömür kokusu, tepelerden nehre doğru esen rüzgârın etkisiyle bütün kentte duyuldu. Askerler Geridönenler’i püskürtmek için planlar yaparken diğerleri şehrin girişine hendekler kazıyor ve düşenlerin bir daha kurtulamaması için tuzaklar kuruyorlardı. Okçular ise kentin girişine yakın binaların çatılarında mevzilendiler ve meydanın girişindeki iki binanın tepesine kızgın yağ dolu kazanlar yerleştirildi. En son elli yıl önceki bir savaşta kullanılan top, uzaktan görülen mevzileri vurmak için tekrar hazırlandı. Hirschling, geri dönenler için hazırdı. Şehrin meydanında ve sokaklarında nöbet bekleyenler ses tonlarındaki korkuyu bastırmak için şarkılar söylüyordu.
Flavius, milyonlarca insanı bir kehanet için ölüme sürüklemeye hazır olan Papa’nın Geridönenler’i duyunca Roma’nın güvenli surları içine gizlendiğini öğrenmiş ve henüz işgal edilmemiş bütün kentleri ölüler hakkında uyarmayı görev edinmişti. Konuşma yetilerini kaybetmiş olsalar da dünyada öğrendikleri hemen hemen her şeyi yapabiliyorlardı. Silah kullanmak, hatta onları tamir etmek ölüler için hiç zor değildi. Üstelik vücutları yaşayanlardan daha güçlüydü.
   Eğer rüzgâr insanların duygularını taşıyabilseydi korkunun kokusu kükürdü bastıracaktı. Çocuklar ve yaşlılar, yirmi asker tarafından korunan, etrafındaki bütün çatılara Grejuva ve kızgın yağ dolu kazanların yerleştirildiği kilisede bekliyorlardı. Rahipler kadınların erkekler gibi silah tutmasının Paganlara özgü bir sapkınlık olduğunu söyleseler de Tanrı’nın ölülerin merhametine bıraktığı bir kentte kimsenin bundan şikâyetçi olması beklenemezdi. Mızraklar, kılıçlar, baltalar, tırpanlar ve kürekler alçalan güneşin ışığında parlarken kentteki herkes Geridönenler’in bir an önce gelmesini ve duydukları korkunun zaferleri veya ölümleriyle sona ermesini bekliyordu.
   Akşam çöktüğünde Baron’a duyulan güven ve umut yerini öfkeye bıraktı. Eğer savaş kazanılır ve Bruno von Schweizer kente dönme cüretini gösterirse infaz edilecekti. Köprünün bulunduğu kuzeyden top sesleri geldi ve birkaç saat önce görülen ordunun ölüler karşıya geçmesin diye köprüyü yıktığı anlaşıldı. Hayatları boyunca Schweizer ailesine sadakatte kusur etmeyen Hirschling ahalisi hiçbir silahın durduramadığı ve önüne geçen her canlıyı paramparça etmekten zevk alan bir ölüler ordusuna yem edilmekle onurlandırıldı.
   Gündüzün son kalıntıları gökyüzünden silinirken ölüler ordusu Hirschling’e bakan tepelerde görülmeye başlandı. Yüz kadar atlı, ellerindeki mızraklarla surları önceki savaşta neredeyse tamamen yok edilmiş bu savunmasız kenti izliyordu. Kadınlar, erkekler ve askerler titreyen elleriyle silahlarını tutarken tepelerden bir savaş borusu duyuldu bu sesi atların gittikçe yaklaşan nallarıyla ölülerin sadece kendilerinin anlayabildiği bir dildeki çığlıkları takip etti.

Çevrimdışı ryuk

  • ***
  • 497
  • Rom: 25
  • ne değiştirebilir bir insanın doğasını?
    • Profili Görüntüle
Ynt: Totentanz
« Yanıtla #4 : 16 Aralık 2015, 23:00:46 »
Beğeni ile okumaktayım, devamını bekliyorum.

Aynı zamanda başlık da bana In extremo'nun totentanz'ını hatırlattı :)
Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim - Bertrand Russel

İyi bir fikir üretmek için, pek çok fikir bilmek gerekir:

* Yeni başlayanlar için FRP

* Fantastik edebiyata yeni başlayanlar ve bu türde ilerlemek isteyenler için

* Kılıçlar ve diğer eskiçağ silahları hakkında

* Dark Sun


* Distopya Korkuları

Daha fazlası için: Index

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Totentanz
« Yanıtla #5 : 16 Aralık 2015, 23:33:27 »
Beğeni ile okumaktayım, devamını bekliyorum.

Aynı zamanda başlık da bana In extremo'nun totentanz'ını hatırlattı :)

teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. in extremo'nun parçası yazarken dinlediklerim arasında bu arada :)

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Son Bölüm
« Yanıtla #6 : 17 Aralık 2015, 20:51:03 »

   Atlılar zafer çığlıklarıyla kente yaklaştıklarında onları başa çıkamayacakları bir tuzak bekliyordu. Üstleri çalılarla ve toprakla kapatılmış hendeklerin varlıklarından haberdar değillerdi ve zeminine zift dökülmüş bu hendeklerden kurtulmaları imkânsızdı. Şehrin etrafındaki hemen hemen her yere kazılan bu küçük hendekler atlıların hezimete uğramasına sebep oldu. Şehrin girişine ulaşmaya çalışan birkaç tanesi grejuvaya bulanmış oklar ve mızraklarla durdurulduktan sonra kelleleri uçuruldu ve zift dolu çukurlara atılarak yakıldı.

   Arkadaşlarının hezimetini gören bir alay yayan ise tereddüt içinde bekledikten sonra mezarlığa doğru yürüyüp kayboldular. Bunun üzerine Hirschling’den zafer çığlıkları yükselmeye başladı. Yayaların kaybolmasından birkaç dakika sonra kent meydanı şarap fıçılarıyla doldu ve savaş çığlıklarının sesi yerini şarap çanaklarının çarpışmasına bıraktı.

Ancak mezarlıktaki ağaçların karanlığında gizlenen asıl grup ortaya çıktığında Hirschlinglilerin korkuları geri geldi. Kendilerine doğru ağır ağır ilerleyen bu büyük orduyu gördüklerinde tuzağa düşürüldüklerini anladılar. Atlılar hendeklerin yerlerini öğrenebilmek uğruna feda edilmişlerdi ve devasa bir ordu tepelerden aşağı inerek kentin üzerine doğru geliyordu.

   Kentliler bir yandan çocukları ve ihtiyarları tekrar kiliseye götürmeye çalışırken diğer yandan gittikçe yaklaşan ölüler ordusu için hazırlanıyordu. Bunlar demin hendeklerin yerini öğrenmek için kurban ettikleri atlıların aksine sessizce ve yavaşça ilerliyorlardı. Zafer çığlıklarını kent meydanına saklar gibi bir hâlleri vardı.

   İlk düşenler çatılarda mevzilenen okçular oldu. Kalabalığın arasına gizlenme maharetine sahip birkaç Geridönen Okçusu, yaklaşan kalabalığın üzerine zift, kızgın yağ ve Grejuva boşaltmakla görevli nişancıları başlarından ve göğüslerinden vurdu. Okçular ağaçtan kopan meyveler gibi yere düşerken, Geridönenler atlıların yandığı çukurları atlatarak ve hızlarını arttırarak kentin girişine ulaştılar. Kuyrukluyıldız’ın görüldüğü gece vebadan ölen Cizvit papazı Donatello Abrezzi ordunun başındaydı. Elinde yılanların dolandığı bir haç tutuyor ve askerlerine talimatlar veriyordu. Vücudundaki yaralar karanlıkta bile görülebiliyordu.

   Meydandakilerin bir kısmı kilisenin etrafında mevzilenirken diğerleri hayatlarını vermek pahasına devasa zift ve Grejuva kazanlarını bütün güçleriyle devirdiler. Kazanları devirirken ateşten kurtulmaları mümkün değildi, vücutlarına sıçrayan ateş kıvılcımları bedenlerini yaktı. Ateş etkisini çabuk gösterdi ve acı çığlıkları sadece birkaç saniye sürdü. Kendilerini feda etmek zorunda kalsalar da meydana Grejuva dökerek Geridönenler’in şehrin içine ilerlemelerini engellediler.

    Geridönenler ise büyük bir hırsla ellerindeki bütün silahları meydandan kiliseye çıkan sokağa doğru fırlatmaya başladılar. Şehrin içine giren bütün sokakların önünde kükürt ve kızgın kömürün yarattığı ateş vardı. Okçular gördükleri hareket eden her şeye hedef alıyor, geri kalanlar ise mızraklarını, baltalarını ve kılıçlarını büyük bir öfkeyle fırlatıyorlardı. Kilisenin civarındaki askerler ve kentliler de buldukları her duvarı kendilerine siper yaparak bu öfkeli ölüler ordusunun pes etmesini bekliyorlardı. Grejuvanın ateşi günlerce yanabilirdi ancak ölülerin yaşayanlardan daha çok bekleyecek zamanları vardı.

   Ateş ölüleri uzak tutsa da zamanla binaları da tutuşturmaya başladı. Ölüler, yağmalayacak başka şehirler bulmak için yavaş yavaş ayrılırlarken kentlilerin hayatlarını kurtaran ateş binaları ve sokakları yutarak nehir kıyısına doğru ilerliyordu. Üstelik yangını söndürebilecekleri hiçbir şey yoktu, nehirden su taşıyıp ateşe atsalar bile grejuvanın ateşi su atıldığında daha çok büyüyecekti.
Flavius, göğsündeki bir okla son nefesini verirken Walther’den kendisini birazdan alevlerin kaplayacağı sokak köşesinde bırakmasını ve limandaki bir sandala binerek kenti terk etmesini istedi. Walther, elçinin bu isteğine boyun eğdi ve kalan son sandallardan birine atlayarak akıntıya doğru kürek çekmeye başladı. Hirscling’in alevleri meşhur kuyrukluyıldız’ın ışığı gibi gökyüzünü aydınlatırken Walther, Geridönenler’in işgâl etmediği bir kent bulabilmek için kürek çekiyor ve nehrin iki kıyısındaki kentlerden yükselen ateşleri izliyordu.

***
   Yunanların düşman gemilerini yakmak için kullandıkları grejuvanın Geridönenler üzerindeki etkisi her yerde yayıldı. Bu sırrı kullanarak ölüleri tamamen def etme şansına sahip olan ilk kent Donaustrauf oldu. Hirschling’den geldiğini söyleyen bir yabancı, kükürt, kızgın kömür ve zift ile yapılan bu karışım sayesinde Geridönenler’in kentten çekildiğini anlatmıştı.

   Donaustrauf’un zaferi önce Tuna ve Regen kıyılarındaki şehirlerde, daha sonra Avrupa’nın diğer yerlerinde yayıldı. Geridönenler’in eline düşen şehirler bir bir geri alınıyor, ölüler ait oldukları mezarlıklara yollanıyordu. Geridönenler ile diğerleri arasındaki savaş yirmi beş yıl sürdü. Yirmi beş yıl sonra Edinburgh’dan Bağdat’a kadar bütün kentler ölülerden kurtarılmıştı.

   Ancak bu zaferi kutlayan halkların derebeylerine ve kiliseye duydukları öfke dinmedi. Kendilerini güvenli surların ardına hapsederek yıllardır sömürdükleri insanları yalnız bırakan krallar ve derebeyleri halkların büyük öfkesiyle karşılaştılar. Birçoğu kent meydanlarına infaz edildi ve malları ellerinden alındı. Vatikan da aynı öfkeden muzdaripti. Avrupa’nın her yerinde kiliseye ait arazilere el konuldu ve Vatikan temsilcileri tıpkı derebeyleri gibi bir öfkenin hedefi oldu. Bazıları kent meydanlarında idam edilirken bazıları bütün malları ellerinden alınarak kentlerden kovuluyordu.
   Wittenberg’de yaşayan bir ilahiyatçı ise Ölülerin Dansı’ndan Vatikan’ın sorumlu olduğunu söyledi. Kendi çıkarları için insanları kandıran ve altından tahtlarını yükselten yalanları Tanrı’nın sözleriyle süsleyen bu sahtekârlar yeryüzündeki herkesin cezalandırılmasına sebep olmuştu. Nihayetinde insanlık bu savaşı kendi çabalarıyla kazanmıştı ancak cehennem ikinci kez Dünya’ya doluştuğunda insanlık aynı zafere sahip olmayabilirdi. Ölülerin yeryüzünde hüküm sürmesini engellemek ancak Tanrı’nın mesajını olduğu gibi anlamakla ve din adına insanları sömüren ruhban sınıfını Tanrı’nın temsilcisi olarak görmekten vazgeçmekle mümkün olabilirdi.

   Nitekim grejuvanın sırrını İstanbul’dan Avrupa’ya taşıyarak ölülerin mağlup edilmesini sağlayan Flavius’u ve bu sır sayesinde Donastrauf Zaferi’yle ölülerin üzerine ilk taarruzun başlatılmasını sağlayan Walther’i kimse hatırlamadı. Fakat Geridönenler’e karşı kazanılan zafer, yeryüzünün eski sahiplerine karşı duyulan öfkeyi perçinledi ve kilise kendini sebebi unutulduğunda dahi sona ermeyecek bir çöküşün içinde buldu.