Okuyan Adam’ın kapısının açılmasıyla beraber, kapının hemen üzerinde duran ve kapı her açıldığında şangırdayan çan, o bilindik sesini çıkarttı yine. İçeriye giren kişi, mavi bir cübbeye bürünmüş, garip, orta boylu, çevikliği yürüyüşünden belli olan bir adamdı.
Kapıdan içeriye girişi tek kelimeyle harikaydı. Gri gözleri ışıl ışıl parlıyor, dükkanın kasasına doğru yürürken, mavi cübbesinin ardında mavi bir ışık hüzmesi dalgalanarak geliyordu. Sanki görünmez bir pelerin onu takip ederken, aynı zamanda ona muhteşem bir görkem eşlik ediyordu. Kitapçıya destursuzca dalan bu görkemli kişi, Hızır’ın Çırağı Kamar’dan başkası değildi.
İçeriye girer girmez öfke mi yoksa telaş mı olduğu anlaşılamayan bir hışımla Hasan’ın üzerine yürüdü. O sırada Hasan, kasada oturmuş, bazı hesap işleriyle uğraşıyordu. Hasan’ın yakasından tutup büyük bir sinirle konuşan Kamar “Hızır’ın Çırağı, İskender tarafından kaçırılıyor, Hızır’ın, önemli olduğunu ısrarla belirttiği bir kişi zor kurtuluyor, ve Hasan efendi hesap işleriyle uğraşıyor öyle mi? Söyle çabuk, Lisef nerede?” diye bir nefeste konuştu ve Hasan’ın itiraz etmeye, veya kendisinin hiçbir suçunun olmadığına onu ikna etmesine fırsat bile vermeden o karşı konulamaz ses tonuyla sormuştu sorusunu.
Hasan, asla korkak birisi olmamıştı ama karşısındaki kişi Hızır’ın Çırağı Kamar olunca, ona itiraz etmeyi pek de akıllı bulmamıştı. Hem, suçlu olmadığını söylese bile bu neyi değiştirecekti ki? Kimsenin onun suçlu olup olmamasıyla ilgilenmediğini fark etmişti ve Kamar’a asla kızmıyordu çünkü içinde bulunduğu durumun ehemmiyetinden haberi vardı.
“Lisef şu anda arka taraftaki Ejderbaş Odası. Orada güvende olduğuna emin olabiliriz öyle değil mi Kamar? “
Kamar çok az da olsa sakinleşmiş göründü. Ejderbaş Odası, Okuyan Adam’ın esas işleviydi. Önemli kişiler, önemli eşyalar, önemli olaylar, kısacası önemli olan her şey orada bulunurdu. Efsunlu Ejderbaş son derecede yüksek güvenlik sağlıyordu.Özellikle de büyü konusunda.
Lisef, huzuru bir türlü bulamadığı yatağında uyurken kapı birden açıldı. Merak, kuşku, heyecan ve binbir duyguyla kaplı bir çift gri göz hemen yatakta yatan Lisef’i gördü ve bir süredir tutmuş olduğu nefesine sağladığı esarete son verdi. Soluk alışlarının normalleşmesini beklemeden yatakta yatanın yanına gitti.
“Lisef, Lisef, beni duyuyor musun? Lisef !”
“Duymaktan da öte, kulak zarımla ne alıp veremediğin var be adam! “ diyerek yatağından doğruldu. Fakat gördüğü, az önce “adam” diye hitap ettiği kişi/şey kesinlikle bir adam değildi. Bir kurdun başını andıran kıllı kafası, cübbesinin altında olmasına rağmen fark edilebilen sivri kulakları ve belindeki deri kemerden sarkan garip yeşil-turkuaz bir karışımla karşısında duran şey, bir insandan çok, bir kurt kafasına benziyordu.
Karşısında duran Gri kurt başının içindeki gözler o kadar endişeli, o kadar şefkatli bakıyordu ki, Lisef’in korkmasına imkan yoktu. Lisef silkindi, gözlerini açıp açıp kapattı ve gördüğü şeyden emin olmak istedi.
“Sen..?” diye başlayan sorusu, karşıdakinin itiraz kabul etmez ses tınısıyla kesildi.
“Hemen, gidiyoruz.”
Lisef şaşırmıştı, “İyi de nereye? Hem dur bir dakika, sen… Kamar mısın?” Soruları öyle büyük bir şaşkınlık ve merakla sormuştu ki Kamar gülümsemeden edemedi. “Evet, ben, Hızır’ın Çırağı Kamar ve yine Hızır’ın emriyle seninle ilgilenmek zorundayım.Şimdi, eğer hazırsan, çıkalım mı?”
Lisef gülümseyerek üstündeki pijamalarına baktı. O uyurken – daha doğrusu baygınken- birileri üzerini değiştirmiş olmalıydı.Hem, bu, çantasını da açtıkları manasına geliyordu ama canını kurtarmış olmanın verdiği heyecanla bunu önemsemedi. “Sence..? Hazır mıyım?” diye sordu muzip bir şekilde. Fakat bilmediği bir şey vardı, Kamar, insan giyim biçiminden anlamazdı. “Neden hazır olmayasın?” dedikten sonra anladı Lisef. Kamar her ne kadar yüzündeki tüyleri yer yer beyazlamış, orta yaşlarına yaklaşmış bilge bir görünüşe sahip olsa da, gerçek, yani Lisef’e göre gerçek olan dünya ile ilgili pek fazla bilgi sahibi olmasa gerekti.
“Üzerimdekileri değiştirmem gerekiyor Kamar, lütfen izin verir misin?” dedi gayet nazik bir şekilde. Hatta o kadar kibar konuşmuştu ki kendine hayret etmişti. Doğrusu bu adamın-kurt- saygı uyandıran bir çehresi vardı.
Kamar, “Elbette Lisef, dilediğin gibi…” dedi ve arkasında mavi siluetler bırakarak odadan çıktı.
Kamar’ın odadan çıkmasıyla birlikte, Lisef ilk defa tamamen kendinde olduğunu hissetti ve fark ettiği bir şey daha vardı. Ortamı inceleyebilirdi. Hızlıca etrafa göz attı. Duvarda monte edilmiş olan Ejder Figürü, ilk seferki gibi yaymıyordu ışığı. Ardına kadar açtığı ağzından ardı ardına onlarca ışık parçacığı yolluyor, dörtgen şeklindeki parçacıklar bir süre dönerek yarım kol mesafesine kadar ilerliyor, sonra orada soluklaşıp soluyordu. Parçacıklar beyazın en parlak tonlarındaydı ve Lisef’i bıraksalar saatlerce bu güzel manzarayı izleyebilirdi.
Yatağının hemen ayak ucunda bir masa –tahminen çalışma masası- ve o masanın üzerinde de Lisef’in ismini dahi hatırlayamadığı o kitap. Şu, “Sadece sahibinin elinde açılır.” Lafından sonra merak etmesine rağmen inceleyemediği o kitap. Maalesef yine zaman yoktu ve giyinmesi gerekiyordu. Odanın geriye kalan kısmında da, mor bir gaz akıtan –mor bir şelale gibi odanın tabanına akan ilginç geniş ağızlı bir musluktan başka ilgi çekici bir nesneye rastlamadı. Bu gazın ne olduğunu daha sonra Kamar’a sormayı ise aklının bir köşesine not etti.
Üzerini değiştirip çıktığında, Kamar’ın, Hasan ile bir şeyler konuştuğunu gördü. Ne konuştuklarını merak etse de, onları gizlice dinlemedi ve sadece “Ben hazırım…” demekle yetindi.
Kamar hemen kafasıyla ‘gel’ dedikten sonra kapıyı açıp bekledi. Leonan’ın kapıyı suratına çarpma anı aklına gelince Kamar’a karşı daha büyük bir saygı duymaya başladı. İşte böyleydi, bazen ufak detaylar, büyük saygılar uyandırmaya yetebilirdi.
Dışarıya çıkar çıkmaz Kamar gülümsedi. “Yağmur altında yürümeyi sever misin Lisef?” Lisef anlayamamıştı, tamam, hava bulutluydu ama, yürümek de neyin nesiydi şimdi? Hani, Hızır’ın Çırağı, Kamar’ın bir yerden bir yere giderken yürümekten daha havalı bir yol tercih etmesini beklerdi. Yine de cevapladı. “Evet, çok severim.”
Kamar, bu cevabı beklermişcesine lafı yapıştırdı. “Bir de tam kaynağından uçmayı dene bakalım!”
Lisef, içinden koca bir “Ouuuvv..!” çekti. Gözleri ışıldadı, Daha havalı bir yolu olduğunu biliyordum, diye düşündü.
Kamar bir elini Lisef’in omzuna dokundurdu ve fısıldadı.
“Ust tierra Kamar!”
Lisef için hiçbir anlam taşımayan bu sözcükler Kamar’ın dudaklarından dökülür dökülmez mavi haleler Lisef’in etrafını sardı ve onu yerden bir kılıç kadar kaldırdıktan sonra yeniden yavaşca yere indirdi ve Lisef’in göğüs kafesinden içeriye girdi. İçeriye girer girmez, Lisef, sanki yağmurdan sonra ortaya çıkan toprak kokusunu içine almış gibi hissetti kendisini. Öylesine huzurlu ve öylesine sakin bir duyguydu bu. Tanımlayamadığı ilginç bir mutluluk içini kaplarken Kamar yeniden konuştu.
“Artık hazırsın.”
*** *** **** *** *** **** *** *** **** *** *** **** *** *** *** *** ****
Uçmak! Kesinlikle bu gün beklemediği bir şeydi Lisef’in. Hasan’ın “Kamar rüzgar hızıyla geliyor…” demesinin, tam anlamıyla rüzgarı kast ettiğini anlamamıştı tabi.
Kamar, ellerini göğe kaldırıp tek bir emir verdikten sonra. “Çak!” Gerçekten de bir şimşek ikisini aynı anda birden bulutların arasına almış, onları tam anlamıyla uçurmuştu.
Aslında filmlerdeki, kitaplardaki, hayallerindeki gibi bir süpürge, bir halı filan beklemişti ama bunlar yoktu. Çok daha güzeli vardı. Kamar’ın gezinti ve esinti sözcüklerini birleştirip, Gesinti dediği bu şey, rüzgarın biraz elle yoğunlaştırılarak kızak benzeri mükemmel bir araçtı. Kamar, ciddi görünse de, kesinlikle eğlenmeyi bilen biri olmalıydı. Bunu, “Aslında halı gibi düz zemin olarak yaptığım da oluyor ama, yukarı pike yaparken hiç de güvenli olmuyor!” deyişi de doğruluyordu. Şu kaybolan Çırak, Leonan’dan çok daha iyi biriyle karşılaştığına çok sevinmişti.
Gesinti ile yaptıkları yolculuğun bittiğini, iki gesintinin de aynı anda burunlarını aşağıya vererek alçalmaya başlamasından anlamıştı. Geldikleri yer her neresiyse artık, oraya gelmiş olmalıydılar.
Lisef, yüksekten korkmasa da, yüksek bir yerdeyken aşağıya bakmaktan korkuyordu. Aslında yükseklik korkusu tam olarak bu olmasa da, bu da bir çeşit yükseklik korkusuydu fakat kendi kendine bunu itiraf etmektense bu komik açıklamayı yapmayı daha uygun bulurdu. ‘Yüksekten korkmuyorum ama, yüksek bir yerdeyken yukarıya veya aşağıya bakmaktan korkuyorum.’ derdi hep.
Gesintiyi sarmal bir şekilde saran rüzgar dalgasının yere değmesiyle birlikte haddinden biraz daha fazlaca uzamış olan çimenler gesintinin indiği noktayı merkez alarak, tam da o merkezin etrafında yine sarmal bir şekilde eğilmeye başlamışlardı. Sonunda gesinti alçaldı, alçaldı, alçaldı ve tam olarak istenilen noktaya indiğinde Lisef yan tarafta Kamar’ın da kendisinden bir kaç saniye sonra da olsa yere konduğunu gördüğüne sevindi. Sonra aklına geldi. “Kamar! Benim bir Gezdir’im vardı! Neden onu kullanmadık ki?” dediğinde, Kamar neşeli bir şekilde gülümsedi.
“Uzun yoldan eğlenmek varken, neden kısa yoldan sıkılalım ki?”
Bu cevap Lisef’i kesinlikle tatmin etmişti, hemen etrafa bir göz attı. Bir tepenin hemen yamacına inmişlerdi, etraf yemyeşil çimenlere berenmişti ve bu yeşillikle mükemmel bir uyum sağlayan toprak bir yol tepenin tepesine doğru kıvrıla kıvrıla uzanıyordu.
Fakat Lisef’in aklında hala cevaplanmamış bir soru vardı. “Kamar, neden buraya geldik?”
“Aman tanrım, bildiğini sanıyordum Lisef!”
“Ama bilmiyorum…”
Kamar yine az önceki neşeli yüz ifadesine büründü. Tüylü yüzü o kadar sevimliydi ki, bir an garip bir şekilde Lisef’in içinden, ona sarılmak geldi!
“Üzgünüm Lisef, sanırım eğlenceye o kadar dalmışım ki, sana açıklamayı unuttum. Ve biliyor musun, birilerini eğlendirmek, eğlenmekten daha eğlenceli bir şey…”
“Buraya geldik çünkü, bu tepenin üstünde Hızır yaşıyor!”
[*]
++Repp diye bir kıroluk yapasım geldi nedense ama... Yapmıyorum.
[/*]