15
« : 06 Şubat 2016, 14:16:42 »
10.Bölüm
Aremas hâlâ yapmaya çalıştığı büyünün yan etkilerini hissediyordu. Büyüler ilmek ilmek doğru dokunmadığında ve yarım bırakıldığında şiddetli yan etkileri oluyordu. Neyse ki güçlü büyücüler bunları diğerlerine göre daha çabuk atlatıyorlardı. Nefes alışları yavaşça düzene girdi ve görüşü keskinleşti.
Gördüğü kişi karşısında alnından vurulmuşa döndü. Göğsüne şiddetli bir acı yerleşti. Bu kardeşini öldüren adam Yarvin’di. Namı diğer büyü kırandı. Şimdi niye büyü yapmakta bu kadar başarısız olduğu belli oluyordu. Sureti her gece kâbuslarında başrol oynuyordu. Bu yüzü unutabilmesi mümkün değildi. Hafızasında ve zihninde en kudretli mutlulukların bile arındırmakta zorlanacağı cinsten lekeler bırakmıştı.
Aremas gücünü toparlamadan önce askerler çabucak yarım daire içinde onu ablukaya almışlardı. Ön safı Yarvin ve Eyargin’in durması için açık bırakmışlardı.
“Biraz şaşırmış gibisin altın saçlı kız.”
Aremas en azından konuşacak kadar kendini toparlayabilmişti. “Sen, nasıl böyle bir şeyi yaparsın!”
Eyargin usulca ayağa kalktı. “Dost arama konusunda senden daha hızlıydım diyelim.”
“O bir Saryus! Böyle bir birliktelikten nasıl medet umabilirsin.” Sesi bir önceki cümlesinden daha gür
çıkmaya başlamıştı. İyiden iyiye kendine gelmiş gibiydi.
“Seni, kudretli Aremas’ı nasıl aciz bıraktığını gördük. Sizinle ittifaka gitmektense bunu tercih ederim. Böylece hayatta kalma şansımız katlanmış oluyor.”
“Hayır.” Aremas hiddetle bağırdı. Nefretli soluğu odada yankılanırken daha da şiddetli bir hal alıyordu.
“Sadece sonunu daha acı bir biçimde tezahür edecek şekilde erteliyorsun.” Eyargin’in bunu Yarvin’in yüzüne söylediğinde alınacağını düşünmüştü. Alınmak bir yana dursun bunları duymaktan keyif alıyor gibiydi.
Eyargin, alaycı tavırlarını bir kenara bırakıp hışımla öne atılarak Aremas’ın yakasına yapıştı. “Hayatta kalma derslerine daha iyi çalışmalısın.” Kaşıyla askerlere işaret etti. İki asker kollarından kıskıvrak yakaladı. “Bu hususta hevesli olduğunu sezersem zindana seni ziyarete geldiğimde birkaç numara öğretebilirim.” Yine alaycı kahkahasını basmıştı. Şüphesiz odada sohbetin başından beri sürekli eğlenen ve ayarsızca kahkaha atan tek kişi Eyargin’di. Yarvin de ona gevrek bir gülüşle eşlik etti.
“Hâlâ beni görmenin şokunu üstünden atamamış gibi görünüyor, ne dersin?” Loş ışık tüm ifadeleri açık etmese de kendini beğenmiş bir tavır takındığı açıktı.
“Sen ne cüretle karşıma geçmiş konuşabiliyorsun. Andım olsun ki seni kendi ellerimle öldüreceğim Yarvin.”
Yarvin pis bir sırıtışla karşılık verdi. “Biz bu dünyada filizlenmeye başlamış tüm hayat getirenleri öldürürüz.” Aremas’ın gergin ve kasılmış suratına biraz korku ve şaşkınlığın bulaştığını görünce ekledi. “Kim olduklarını nerden öğreniyorduk dersin?” Durakladı. “Halkar’dan.” Sırıtmaya başladı.
Aremas çılgına döndü. “Ne kardeşimi ne de Halkar’ın adını ağzına almayacaksın bir daha.”
“Hadi canım, götürün artık sinirli prensesi. Biz sana zindanda Yarvin’in küçük bir oyuncağını veririz. Onu istediğin kadar boğazlarsın.”
Münakaşa devam ettiğinden ötürü askerler harekete geçme konusunda tutuk davranışlar sergiliyordu. Aremas ise başına gelmiş şeyleri kabullenmişçesine askerlere hiç karşı koymuyordu. Fakat çenesi aynı ölçüde himaye altına girmemişti. “Er ya da geç bu aymazlığın bedelini ödeyeceksin, Eyargin.” Askerler çekiştirmeye başladı. Aremas silkindi. “Ya siz, Erima’nın sadık halkı nasıl boyun eğersiniz bu haine.”
Eyargin’in sabrı taşmış gibi duruyordu. Omzundaki yayı öne çıkararak göz açıp kapayana kadar ok ile gerdi. Fısıltıdan biraz daha kuvvetli bir ses tonuyla konuştu. “Halk sadece güce sadıktır.” Yayı biraz gevşetip elinde tutmaya devam etti. “Sadakatini sorgulamak isteyen var mı!”diye olanca gücüyle bağırdı odada. Kısa süren sessizlikten sonra yine alaycı gülümsemesini takındı. “Bak gördün mü, kokuşmuş sadakatin böyle bir şey işte.”
Aremas olanca hıncıyla Eyargin’in yüzüne tükürdü. Eyargin ise beklenmedik şekilde yine kahkahaya boğuldu.
“Onu kral zindanına atmanızı istiyorum.”
“Hayır, beni şimdi burada öldür.”
“Kusura bakma prenses, seni öldürürsem hediyen de çöpe gider. Hele ki ayağıma kadar getirme zahmetine katlanmışken.” Aremas neyden bahsettiğini anlamıyordu. “Gücünü tükettiğinde sakladığın iksir benim olacak.”
Aremas donup kaldı. Hareket eden tek şey beyninin kıvrımlarıydı. Eli titremiyor, göz kapakları kıpırdamıyordu. Bunu bilebilmesinin imkânsız olduğunu düşündü. İksirin onda olduğundan sadece konsey üyelerinin haberi vardı. Dehşetle zihninin önünden akıp giden konsey üyelerinin yüzlerine baktı. Hiçbirine bu ihaneti konduramadı. Henüz bilmediği bir yoldan bunu öğrendiğini düşünmek şimdilik en güvenli ve en iyi yoldu.
Askerler, manasızca yere bakan ve kaskatı kesilmiş gibi duran Aremas’ı kollarından tutarak sarnıcın üstündeki köprünün gerisine kadar taşıyıp oradan sola döndüler. Dar güzergâhın sonunda ancak aydınlıkta fark edilebilecek bir yol vardı. Zira şamdanla köprüden karşıya geçtiğinde sarnıçla duvar arasında kalan bu kaldırım benzeri yolun ilerisinin olduğunu görmemişti.
Koridorun sonuna kadar yürüdüler. Karşılıklı iki duvar mağara girişinden bozma ufak bir oyukla deşilmişti. Beceriksizce açılmış yuvalara metalden kasa ve kapılar yerleştirilmişti. Sarnıcın soğuk buharının sırnaşıklığı yüzünden kapılar yer yer pas odaklarına boyun eğmek zorunda kalmıştı. Diz hizasına yükseltilmiş taş basamakta oturan gardiyan anahtarı çıkarıp kapıyı açtı.
İçerisi loş ve kasvetliydi. Basık ve rutubetli, bir fare için kocaman, köpek için makul, at için ise küçük bir odaydı. İki asker Aremas’ın üzerini aradı. Kendine zarar verebilecek her şeyi temizlemek istiyorlardı. Ayakkabısının içlerine kadar baktılar ve sonra kollarından tutup içeri doğru savurdular. Aremas soğuk taş zemine düşeyazdı. Hızlıca doğruldu ve duvarlara boş boş bakmayı sürdürdü. Sanki bir hipnoz seansından yeni çıkmış gibiydi. Vücudunun her sarsılışında toparlanması için kısa da olsa biraz zaman gerekiyordu.
Zemine sürtünerek kapanmakta olan kapının ardında yine bilindik kıkırdamayı duydu. “Yemek yok, sadece çabucak ölmesine mani olacak kadar su verilsin. Üzerini iyice aramışsınızdır umarım. Prensesin intihar edip hediyemizi de hiçliğe götürmesini istemeyiz.”
Aremas hâlâ tam bir şok halindeydi. Bağırmak, haykırmak ve küfretmek istiyordu ama yapamıyordu. İksirin nerede olduğunu kimse bilmemeliydi. Kendisini sırları tecavüze uğramış gibi hissediyordu.
Eyargin zindan kapısının üstünde yer alan minik parmaklıklı pencerenin önünde dikildi. İçeriye bakarak Aremas ile konuşmayı sürdürdü. “Herkesi kral zindanına attırmayız, ne kadar özel olduğunu bilemezsin.” Sonra kahkahalara boğulup çekildi.
Birbirini takip eden ve boş duvarlarda yankılanan ayak seslerinden sonra sessiz bir gardiyandan başka tinsel kalabalığa katkı sağlayan kimse kalmamıştı. Aremas kral zindanı ismini haklı çıkaracak bir yatak veya benzeri kıvrılabileceği bir yer aradı. Neyse ki taştan bir döşek üstüne kalın bezler koyulmuştu. Biraz sonra, böylesine soğuk ve ürkütücü bir yerde bunların bile bir lütuf olduğunu anlayacaktı. Yatağa uzandı ve yıldızların dahi yalnız bıraktığı, karanlık bir gökyüzünü izlemeye koyuldu. Henüz zincire vurulmuş bir yabani gibi parmaklarını keyifsiz ezgilerle bezin üzerinde dolaştırdı. Bezlerin temiz oluşunun, ihtimamdan kaynaklanmadığını biliyordu. Zira bu döşeklerin misafir ağırlamaya alışık olmadığını az önce öğrenmişti.