Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Death Symbol

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Gecenin Üç Kirli Yüzü
« : 26 Mayıs 2016, 18:31:35 »
Gecenin Üç Kirli Yüzü

Eski çağlarda hüküm süren bir kralın gayri meşru oğlu yirmi kusur yaşlarına geldiğinde, şimdiye kadar azılı onlarca rakibinin kanıyla eli çoktan kirlenmiş, yegâne güçlerini kullanmayı çoktan çözmüştü. Taht üzerinde hâkimiyet kuramasın diye ondan haberdar olan herkesin hedef tahtasıydı bu genç adam. Adı Joshua’ydı, ama Lanetli prens olarak anılırdı.

(Joshua)

Ona lanetli prens denme sebebi herhangi bir lanet taşıyor olması değildi. Tam aksine, yetenekleri başkalarına lanetler yağdırmasını sağlayabiliyordu. Ne yazık ki artık hayatta olmayan annesi eskiden bir cadıydı. Tabi bu kötü şeyler uyandırmamalı aklınızda, cadılar kötü değillerdir, sadece yanlış anlaşılmışlardır. Bu yanlış anlaşılmaydı zaten zavallı kadının sonunu getiren. Yaşadığı köyden sürülmüş, yıllarca tutsak olarak yaşamış, hor görülmüş ve işkence edilmişti. Lakin sonraları eşsiz güzelliğine vurulan kralın emriyle talih yüzüne güldü kadının. Tek gecelik bir birlikteliğin ardından serbest bırakılmıştı.

O gecelik ilişkinin bir sonucu olarak doğdu Joshua. Ama bu istenmeyen çocuğun doğmasıyla kendinden yirmi yaş büyük olan üvey abisi Joshua’nın peşine düştü. Küçük bir çocuk olan Joshua yeteneklerini kontrol edemediğinden, üvey abisinin katili olmuştu. Gerçi, onu kurtarmak isteyen annesi de abisi tarafından öldürülmüştü.

Joshua’ya o günden sonra halası olan ve güney diyarının hükümdarı XIV’incü Vyannette bulup göz kulak oldu. Kralın düşmanıydı kendisi, ama bu basit bir taht düşmanlığından çok daha fazlasıydı. Aslında Vyannette’nin tahtta en ufak bir gözü yoktu. Şimdiki kral IX’uncu Julio tahta çıkabilmek için biricik abisini ve babasını zehirlemişti zira. Sus payı olarak da kız kardeşine güney diyarındaki kaleyi vermişti.

(Vyannette)

O kara günden sonraları Joshua’ya onlarca suikast düzenlense de, bir büyücü okuluna gönderilen ve güçlerini giderayak daha da iyi bir hale getiren Joshua etkisizleştirilemedi. Halası ya da kendi güçleri onu koruyordu. Joshua’nın bir metre etrafında dönen üç küre ve bunların yaydığı karanlık bir enerji ona yapılacak saldırıların etkisini azaltan bir kalkan görevi görmekle kalmıyor, aynı zamanda küreler hedefe gönderildiğinde yarattığı etki ağır olabiliyordu.

Bir kum hükümdarlığıydı güney toprakları. Çölün acımasız ve kavurucu sıcağında en zor entrikalarla boğuşan Joshua yirmi ikinci yaş gününe geldi geleli bir hafta oluyordu. Eşsiz bir büyücü olarak Joshua’nın pek tahtta gözü olmamıştı üstelik. Bir öğretmen olmak istiyordu ki bunun sebebi de büyü öğretmenlerinden biri olan Bayan Elzabelt’i oldukça takdir edip örnek almasından kaynaklanıyordu. Elzabelt güçlü bir büyücüydü. Karşısında durabilecek pek az büyücü olabilirdi. Ama bu gücü yeteneğiyle de değil, zekâsıyla sağlıyordu. Joshua’ya her zaman nazik olan bu kadın, hiçbir beklenti içinde olmadan insanları sevmeyi ve hep gülebilmeyi öğretmişti onu en çok seven öğrencisine.

Joshua’nın en yakın arkadaşları Lain ve Jasper’dı. Lain, Joshua ve Jasper’dan bir yaş büyüktü. Olabildiğine katı ve sert huylu biri gibi görünse de yardımsever ve iyi bir kızdı. Pek biriyle anlaşamayıp herkese kabadayılık taslasa da, yeteneklerine herkes saygı duyuyordu. Joshua ile daha okulun ilk günleri tanışmışlardı. Genç kız, istenmeyip kendisine kötü davranan bir çeteye karşı kendini Joshua’nın önüne atmıştı. Joshua elbette kendini savunabilirdi, ancak kızın haklı olana duyduğu saygısını oldukça takdir etmişti.

(Lain)

Jasper ise daha gizemli ve havalı bir tiplemeydi. Herkese karşı biraz soğuk, Joshua’ya karşı fazla yakındı. Aslında tanışmaları oldukça garip olmuştu. İlk sınıfın sonunda öğrencilerin düello yapmaları istenmişti. Kazanmak ya da kaybetmek önemli değildi. Büyücüler pozisyonları ve hamleleri doğrultusunda değerlendirilecekti. Joshua ve Jasper o sınavda eşleşmişlerdi. Joshua’nın sadece sima olarak tanıdığı bu genç büyücü ile düelloları yarım saatin üzerinde sürdü. Sonunda ikisi de yorgun düşünce öğretmenleri maçı sonlandırmak zorunda kaldılar. O günden sonra Jasper sürekli Joshua’nın peşinde dolanıyordu.

(Jasper)

Hikaye bir anime havasında olsa da kurgu tamamen bana ait. Resimleri araştırdığımdan bildiğiniz başka anime karakterlerine benziyor olabilirler, kendim yapmadım onları tabi ki :D

2
Kurgu İskelesi / Bir Büyücü, Bir Cadı
« : 22 Ağustos 2015, 07:21:16 »
Bu hikayede 18 yaş ve üzeri cinsel içerik bulunmaktadır. Okumaya karar verenlerin hikayeyle benim cinsel kimliğimi bağdaştırmamasını önemle rica ederim. Homofobik arkadaşların okumadan önce iki kere düşünmeleri gerekebilir.

Bölüm 1: Yasak Aşkın ilk Tohumu

Raiz parmaklarını Joshua’nın vücudunda gezdiriyordu. Kar küreğiyle bir akşam tavandaki karları temizlermiş gibi sert dokunuşları Joshua’nın göğsünden başlayıp iniyor, hemen sonra elinin tersiyle yukarılara çıkıyordu. Bu dakikalarca sürdü. Ancak bu kadar yakın olsalar da, arkadaşına karşı anlamsız, büyük bir özlem duyuyordu.

Nasıl olmuştu da kendini bu durumda bulmuştu? Sevişiyordu. Ama buraya nasıl geldiğini, neden en yakın arkadaşıyla seviştiğini, dahası bir eşcinsel olmamasına rağmen neden bu kadar haz duyabildiğini anlamıyordu. İki saat sonra da işe gitmesi gerekiyordu. Temizlik malzemeleri üreten bir firmada güvenlik olarak çalışıyordu Raiz. Yirmi dört saatini uyumadan geçirmesi gerekiyordu ve bundan önceki yirmi dört saatini de uyumamıştı. Yine de halinden memnun sayılırdı.

“Raiz, uyan!”

Kafasının içinde babasının sesini duydu. Parmaklarını Joshua’dan çekti. Bunu yaptığında yatağında artık ışık eskisi kadar loş değildi. Yatağında uzanıyordu. Joshua yoktu ve babası başında bekliyordu.

“İşe geç kalıyorsun! Kahvaltını hazırladım.”

Raiz yatakta doğrulurken her şey anlamlı gelmeye başlıyordu. Az önce gördükleri bir rüyadan daha fazlası olamazdı. Aksi hali çok uygunsuz olurdu. Ayağa kalktı ve üniformalarını aradı.

On sekizini geçeli biraz olmuştu Raiz’in. İnce yapılı uzun saçları vardı. Vücut hatları belirgin, esmere çalan teni pürüzsüzdü. Pek aklına güvenmezdi ancak dış görünüşü fazlasıyla iyiydi. Kaşları hizasında kesilmiş siyah saçları kulaklarını örtüyor ve dağınık halleriyle fazlasıyla kuaförden yeni çıkmış edası yaratıyorlardı. Fakat bu onun normal haliydi.

Odası fazlasıyla sadeydi. Hiçbir şeyin fazlasını sevmezdi Raiz. Zaten fazlasını karşılayacak gücü de olmazdı. Babasıyla yalnız yaşıyordu. Hookway köyüydü burası. Fazla turist gelmezdi. Herkes birbirini tanır ve severdi, ama Raiz bu kitlesel sosyal insan grubuna asla yeteri kadar yakın olmamıştı. Küçüklükten beri hayvancılıkla uğraşırlardı. Hayat tarzları modern dünyayı 20 yıl geriden takip ediyor gibiydi ancak Raiz fazlasıyla geniş görüşlü bir çocuk olmuştu.

Annesini hiç tanımadı. O küçükken evi terk etmişti. Pek solgun bir tip olan Raiz’in ta o zamanlardan beridir tek bir dostu olmuştu, onun da adı da Joshua’ydı. Kumral saçları ve minyon tipiyle buluşan atletik ve canlı beyaz teni onu da kusursuz kılıyordu. Raiz’den bir yaş büyük olmasına rağmen neredeyse aynı boydaydılar.

Masada babasına katıldı. Küçücük mutfakta üç kişiyi ancak ağırlayabilecek bir masa vardı. Duvara dayanmıştı ve duvarla masanın bitişiğinde bir orkide, saksısından etrafa mis bir koku yayıyordu. Tavan çatlamış ve dökülmeye hazır, ahşap dolaplar şişmişti. Fakat göze çarpmayan detaylardı bunlar. Raiz’in babası ise her daim korsan şapkasıyla dolanan, kirli sakallı, göbekli bir adamdı. Gülmeyi, eğlenmeyi ve eğlendirmeyi seven komik biriydi. Her zaman nerede ne söylemesi gerektiğini bilirdi. Raiz için her zaman vazgeçilmez bir idol olmuştu. Simsiyah gözlerini ondan çalmıştı. Ancak saçları belli ki anne tarafından geliyordu.

Raiz’ın bildiği başka bir akrabası yoktu. Amcası, teyzesi, büyük ailesi, ya da herhangi bir akrabasına dair herhangi bir bilgisi yoktu. Bu ona garip geliyordu. Etrafında gördüğü insanlardan daha sıra dışı bir hayatı vardı ve kendi de farkındaydı. Babasını tanımasa buraya sonradan geldiklerini ama kendisine söylemediğini düşünebilirdi. Ama o adamı o kadar bir seviyordu ki söylediği hiçbir şeyden şüphe duymamıştı.

Kahvaltısını da yaptığında dışarı çıktı. Babasının eski bir cipi vardı. İşlerken ses çıkarırdı ama asla sorun çıkarmamıştı. İşe gitmekte bunu kullanıyordu Raiz. Liseyi daha bu sene bitirmiş, ehliyeti de yenile almıştı. İşi ise iki ay önce bulmuştu. Maaşı pek standarttı ama eve bir şeyler kattığı düşüncesi onu mutlu ediyordu.

İşyerine vardığında on dakika gecikmişti. Kendinden önceki nöbetçiden anahtarları devraldı. Hafta sonu olduğundan koca fabrikada yalnız olacaktı. Küçük bir odası vardı. Televizyon ve uydusu da vardı. Artık 24 saatin geçmesi için gereken tek şey biraz sabırdı.

Öğlene doğru Joshua aradı. Her hafta sonu yaptığı gibi yiyecek bir şeyler alıp gelecekti. Bu durum Raiz’in ekstra masrafa girmemesini sağlıyordu, ama olay bu da değildi. Yalnızlığını paylaşacak bir arkadaşı olması iyiydi. Joshua’nın durumu, aslında Raiz’inkinden birkaç kat daha kötüydü. Onun her iki ebeveyni de ölmüştü. Okula hiç gitmeyen Joshua sürekli amcasının yanında tamircilik yaptı. Kendini çok daha uzun bir süredir geçindiriyordu.

Sabah rüyasında gördükleri yeniden aklına gelince bir anda irkildi. Suç işlemiş gibi yüzü kızardı. Daha önce bir kıza ilgi duymamıştı, ama eşcinsel de değildi. Sadece karşısına doğru kişinin çıkmadığını düşünürdü. Son gördüğü rüya, ki ziyadesiyle gerçek gibiydi, onu fazla tuhaf hissettirmişti. Bir anda gözleri karardı ve kendini dönen sandalyeden yere yığılırken buldu.


***


Raiz bir barda oturuyordu. Önünde ne olduğunu çıkartamadığı bir bardak likör duruyordu. Ağır bir kokusu vardı. Barmen eski model kıyafetler giymişti. Bir grup ihtiyar köşedeki bir masada poker oynuyordu. Bir anda şaşkınca etrafına bakındı Raiz. Nerede olduğunu, neden burada olduğunu bilmiyordu.

“Burası yirmi yıl önce, senin gelecekte bulunduğun yer.” Dedi bir ses. Yan tarafında oturan, elmacık kemikleri atılgan, otuzlu yaşların sonlarında kel bir adam konuşuyordu. Turuncu kıyafeti onu Çinli rahiplere benzetmişti. “Aynı yerdesin, ama farklı bir zamanda.” Diye devam etti.

“Nasıl yani?”

Sanki uzunca bir süredir bu anı bekliyormuş gibi heyecanlı çıkmıştı Raiz’in sesi.

“Burada kimse seni göremez ve duyamaz. Ayrıca senin zamanında ben ölmüş olacağım. O yüzden seninle o zamanda görüşmemiz mümkün olmuyor. Adım Brand. Ben bir cadı avcısıyım.” Diye devam etti. “Aynı zamanda da bir büyücüyüm. Aksi takdirde seni buraya çekmem mümkün olmazdı değil mi?”

Raiz şaşkınlıkla adamı dinliyordu. Cadı mı? Büyücü mü? Şimdi kendisinin de bir büyücü olduğunu söylerse iş tamamen Hollywood fantezi filmlerine dönerdi. Ama bu gerçekti. Kendi gözleriyle görüyor ve yaşıyordu. Gerçekten de farklı bir zamandaydı. Diğer kimse onu görmüyordu. Ama gerçekti. Kokular, duygular, hisler.

“Sen de bir büyücüsün. Büyü yeteneklerin annenden geliyor.”

“Annem mi? Nerede olduğunu biliyor musun?” diye sordu Raiz. Anne kelimesi tüm dikkatini çekmiş, büyü meselesini daha şimdiden unutmuştu.

“Benim zamanımda evet. Senin zamanında hayır. Yani sana faydası olacak bir şey bilmiyorum. Ama sana bazı açıklamalar yapmam gerekiyor. Biz büyücülerin güçleri on sekiz yaşına geldikten sonra açığa çıkıyor. Beni bu kadar geç görmenin sebebi de bu oldu. Ben senin gibi yeni büyücü olanları zamanda geriye getirip kimliklerini açıklamakla görevlendirilmiş kişiyim. Çünkü senin zamanın çok tehlikeli.

Cadılar ve büyücüleri farklı kılan şey, büyücülerin her birinin bir özel yeteneğe sahip olmasıdır. Cadılar ise karanlık büyüyle uğraşırlar. Bu iki tür kıyasıya birbirleriyle savaşırlar. Tabi sadece cadılarla değil. Yüzyıllardır insan ırkını vampirlerden ve pek çok gizemli şeyden de koruyoruz. Sen de tüm bunları zamanla deneyimleyeceksin.

Ancak cadılar büyük bir kurnazlık yaparak biz büyücüleri lanetlediler. Son iki nesildir doğan büyücüler, güçlerini öğrendikten sonra karşılarına çıkan ilk cadıya aşık oluyorlar. Hiçbir cinsiyet ayrımcılığı da yapılmıyor. Böylece büyücülerin çoğu bir çocuk sahibi olamadı ve bir köle gibi cadılar adına çalıştılar. Sayılarımız azaldı.”

“Bu durumda benim babam cadı, doğru mu?”

“Senin annen farklıydı. On sekiz yaşına gelmeden önce babana aşık olmuştu. On sekizine geldiğinde ve gücüyle birlikte bu laneti öğrendiğinde kendi gözlerini oydu. Hayatımda tanıdığım en onurlu kadındı diyebilirim.”

Raiz duyduklarıyla birlikte irkilerek, “Peki ya babam? Babam biliyor muydu bunu?” diye sordu.

“Trafik kazasında annenin gözlerini kaybettiğini söyledik. Kimliğimizi bilmesi onu da hedef tahtası yapardı. Fazla vaktim yok evlat. Ben bir zaman büyücüsüyüm. Herkese ayırdığım zaman belli. Annenin neden ortalardan kaybolduğunu da bilmiyorum. Tek bildiğim biz büyücülerin sürekli olarak tehlikeli görevlere çıktığıdır. Umarım iyidir. Annen gözlerini kaybetmişti ama yeteneği eşsizdi. Kilometrelerce ötede yürüyen bir karıncayı bile hissedebilirdi. Yeteneklerim sayesinde doğacak olan her bir büyücüyü biliyorum. Ailesi tarafından bilgilendirilemeyecek durumda olan herkesi bilgilendiriyorum. Buraya sana bir emir getirdim. Büyü bakanlığı uyandığında gözlerini oymanı istiyor. Normalde bu seçimi yapmak senin özgür iradene kalırdı. Ama senin özel gücün çok kıymetli ve bir cadıya aşık olman asla kabul edilemez.”

“Ne? Ben…”

“Üzgünüm, çocuğum. Bunu yapman gerekiyor. Dünyanın iyiliği için…”

Raiz gözlerini kırpıp açtığı salise tavandaki boşluğa bakıyordu. Ne olduğunu anlaması zaman aldı. Kendi zamanına dönmüş olduğunu fark ettiğinde, bir çift kolun kendisini tuttuğunu da fark etti. İstemsiz olarak başını kaldırıp baktığında Joshua’yı gördü.

“Raiz, Raiz iyi misin?”

“Joshua?”

Raiz başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetti. Kalp atışları hızlanırken, Joshua’nın gerçekten de ne kadar güzel bir yüzü olduğunu ilk kere bu kadar uzun düşündü. İçinde inkar edilemez yoğunlukta bir kıpırdama, onu Joshua’ya sarılmaya zorluyordu.

“Yok. Hayır…” dedi. “Hayır bu olamaz…”

3
Düşler Limanı / O
« : 19 Haziran 2014, 00:55:19 »
Kolluklarıyla ve bir mühim sandaleti tek ayağında, çırılçıplak duran, o ihtiyatlı yüz ifadesiyle kara bir çocuk. Hayalleri basmakalıp döner dururdu aklında, zere pek de mutsuzdu. Aklı alelacele süslenmiş bir fahişe gibiydi. Pek kirli bir işi gizlercesine makyaj takınmıştı tüm düşünceleri. Ona olumlu olan hiçbir şey mantıklı gelmezdi ve olumsuz hiçbir şey uygulamaya geçirilecek kadar mantıklı değildi.

Çocuk fazla yaşlı gibiydi. Zihninin bedenine tekabül edişi öyle korkunçtu ki, aklı şer herkes onun bir insan olmadığını bilirdi. Elbet bir hayvan da değildi, ya da uzaydan gelmemişti en az bir yaratık olmadığı kadar. Nitekim hiçbir fantastikliği de yoktu.

Adı yoktu. Var olan hiçbir isim ona addedilemezdi. Fazla olağan ama fazla tuhaf. Fazlaca aşık ama bir o kadar ihtiyatsız. O, o kara siluet, herkesin ortak olduğu şey, herkesin kendinde biraz bulabileceği şey. Ziyadesiyle kuşkulu ama güvenilir olan bir varlık. Herkesin farkında olduğu ama sadece zor zamanlarında bilgeliğinden faydalandığı bir hediyeydi. Pragmatizme de hiç itirazı yoktu.

Bugün kaç aşığa, kaç katile, kaç vicdan azabıyla kahrolan soğuk yüreğe dokunmuştu kim bilir. Kimisinin acısını almış kimisinin çoğaltmış ama kendi hep mutsuz olsa da sonunda birilerine hep bir faydası dokunmuştu.

O insan vücudunda düşünebilme yetisine sahip üçüncü şeyin fiziksel evrende vuku bulduğu gerçeklikti. Belki de en önemlisi ama en az ihtiyaç olunanıydı. Beyin ve üreme organı arasındaki boşluğu masumiyetle kapatabilecek bir duygu yaratmıştı. İntikamını da böyle almıştı. İntiharlara ve tüm olumsuzluklara hep onay verirdi. Sızlamayacağın bildiği sürece, durmayı bile göze alabilecek, dünyanın en cesur şeyiydi.

Ve o, kaldırımda öylece otururken bir av tüfeği ile vuruldu. Parasızlığın hırsızlıkla, öfkenin öldürme arzusuyla, yasaların çıkarcılıkla, dinin ardında sığınılarak yapılan tüm ayrımcılıklarla, hormonsal ya da biyolojik ve psikolojik olarak farklı olanların anlaşılamamasıyla, ten rengi sosyal statü halini aldığında, küresel ve çevresel değişimlere itiraz gelmediği her saniye. O, kutu kadar bir odaya yirmi bin tavuk sığdırıldıktan sonra reklamlarda tek bir tavuğun çayırda otlanırken gösterilmesiyle öldürüldü. Yalan ve hırsla, kendi dışında her şeyi sıradan görmekle, mal, toprak, cinsiyet kavgalarıyla, sexist düşünce anlayışları ve milliyetçi entegrasyonlarla, tüketim ve üretim dengesini lüks için bozduğumuzda, tanklarla, tüfeklerle, nükleer yıkım silahlarıyla, soykırımlar olurken toplu tecavüz yapma fırsatından yararlanabilen eli tüfek tutan her bir askerle öldürüldü.

Gerçekleşmeyen arzularıyla yıkımı yaratan her bir soğuk düşünce ile.

4
Kurgu İskelesi / Lyner
« : 01 Şubat 2014, 23:15:14 »
Bölüm 1 - Ryner

Yeşil arazi, tek bir kulübe ve kulübenin etrafındaki birkaç iri çiftlik hayvanı dışında bomboştu ve dolayısıyla fazlasıyla sıradan görünüyordu. Orta yaşlı bir kadın kulübenin etrafındaki çiçekleri sulamakla meşguldü. Gereksizce gülüyordu. Olması gerekenden daha mutluydu. O kadını, herhangi bir şey bile mutlu edebiliyordu ve buna petunyaları sulamak da dâhildi.

Hasırdan yapılma bir salıncak üzerinde oturup annesinin sıcak gülümseyişini izleyen çocuğun adı Lyner’dı. En fazla sekiz, dokuz yaşlarındaydı. Gözlerini yarıya kadar örtecek, siyah, uzun saçları ve yumuşak yüz hatlarıyla, pek can yakacak bir oğlana benziyordu.

Arazinin ücra bir köşesinde, yaklaşık iki yüz asker ile birlikte kulübeye doğru yürüyen komutanın ismi ise Ryner’dı. Kralın sağ kolu olarak da bilinen, Ryner Deobilis. İsmini tüm Resdan krallığı içinde bilmeyecek tek bir kişi bile olamazdı. O, zalimdi. Zalimliği, diğer tüm krallıklar için bile fazla ünlüydü. Tabi o bile, kralın kendi kadar zalim olmayı beceremiyordu.

Ryner, tüm Resdan krallığındaki en güçlü büyücü olarak bilinirdi. Yine de, onun bile korktuğu şeyler vardı. Bugün, bu arazide, tedbirli bir şekilde ve bu kadar askerle yol alışının sebebi de bu korkularının en büyük kaynağı olan Lyner, kendi öz oğluydu. Kulübe Ryner’ın görüş mesafesine girdiğinde, çocuk her şeyden habersiz salıncakta sallanıyor, bir yandan da bir melodi mırıldanıyordu. Fazla nazik, narin ve masum görünüyordu, oradaki askerler için bile. Bunu göremeyecek en kör zalimlerden birinin kendi babası olması büyük talihsizlikti.

İşte o askerler, hızla kulübenin görüş alanına girdi. Resdan askerlerini gören Leila, yüzündeki gülümseyişi birkaç milisaniyede şok ifadesine, daha da küçük bir sürede ise korku dolu bakışlara dönüştürdü. Bu değişim, insan beyninin bir şaheser oluşunun en belirgin görünümüydü. En olağanüstü senaryolar gerçekleşirken, durumu kusursuz bir şekilde analiz edebilir, bir o kadar kısa bir sürede de ne yapılabileceğine dair fikir üretebilir. Dolayısıyla, kulübeye doğru bir anda yöneltilen yüz kadar oka karşı kadının muhteşem bir kalkan oluşturması, nerdeyse okların serbest bırakılışıyla aynı salise gerçekleştirilmişti.

Mavi, yuvarlak bir büyü şeridi birkaç saniyede evin etrafını kuşattı. Bu, bir annenin oğlunu kurtarmak için verdiği umutsuz mücadeleydi. Oklar, bu şeride çarpıp yere düştüler. Hemen ardından, güçlü bir yıldırım büyü şeridinden, ordunun olduğu tarafa doğru yöneldi.

Ryner, Leila’nın oluşturduğu kalkan şeridinin on katı büyüklüğünde bir kalkan yaratabilirdi, evet. O yıldırımın yüz kat güçlüsüne karşı bile bir ülkeyi koruyabilecek bir kalkan. Fakat o, sadece kendini koruyacak küçük bir kalkan yapmayı tercih etti. Bunu fark eden askerlerden, sadece büyü kullanabilenleri kendini koruyacak bir kalkan yaratabildi, kalan tüm okçular ve askerler ölümle sonunda tanışmışlardı. Yıldırımın çarptığı toprakta, yuvarlak bir iz kalmış, toprak içine çökmüştü.

Ryner’ın uzun kızıl saçları, yıldırımın ardından esen bir rüzgar sayesinde havada uçuşurken, kulübeye doğru hızla koşmaya başlamıştı. Hayatta kalanlar onu takip ettiler. Ryner’ın gülümsemesi ziyadesiyle kuşkuluydu.

Tüm bunlar olurken, Leila oğlunun yanına koştu ve eliyle sırtına dokundu. Aslında tüm bunlar o kadar hızlı olmuştu ki, çocuğun salıncağı durdurup “anne” demesiyle, annesinin onun sırtına dokunması aynı saniyeye denk geldi. Leila Lyner’ın sırtına dokunduğu anda, zavallı çocuk derin bir uykuya daldı. Çocuk annesinin kolları arasında uykuya dalmışken, annesi onu yavaşça yere bıraktı. Görevi Leila’nın sarı, uzun, ipeksi saçlarını toplamak olan kelebek görüntüsündeki bir saç tokası o sırada saçlarından yere düştü. İnanılmaz güzel bir kadındı aslında ve tüm bunları hak etmeyecek kadar temiz yürekliydi.

Oluşturduğu kalkan tam da bu sırada çatladı ve toz halinde yok oldu. Leila’nın bunu fark edişiyle, şüpheleri doğrulanmış oldu. Bu güçte bir kalkanı böyle kolay yok edebilen bir büyücü, bu işin arkasındaki isim, Ryner’dan başkası değildi. O bunu fark edene kadar, kızıl saçlı o şeytan, çoktan kadının birkaç metre ilerisinde dikilmişti zaten.

Ryner kalkanı yıkıp hızla içeri atılırken, askerleri de onu takip etmişti. Ryner’ın Leila’yı öldürmek gibi bir gailesi yoktu. Zira, onu seviyordu. Böyle hastalıklı bir kalp bile, birilerini sevebiliyordu belki. Ama kesinlikle Lyner’ı öldürmeliydi.

İlk öne Leila’yı gördü. Kadın, yüzündeki gülümseyişiyle onu bekliyordu. Fakat, oğlundan bir iz yoktu.

“Leila, güzel kadın!” dedi. “Benim tatlı sevgilim, gücünden hiç düşmemiş.” Duraksayıp etrafına bakındı “Aşkımızın küçük meyvesi nerede? Belki babasına hoş geldin demek isteyecektir?”

“Biraz geç kaldın Ryner.” Diye cevapladı Leila. Kadının burnundan kan akmaya başlamıştı. “O burada değil.”

Adamın gülümseyişi bir anda sona erdi. “Ne yaptın sen, Leila?” diye sordu.

Leila, şimdi çok daha içten gülümsüyordu. “Tanıdık olduğun bir büyü. Usasiki.”

Kadının burnundan kan akmaya devam ediyordu. Ryner’ın gülümsemeden ifadesizliğe dönen yüzünü bir anda korku almıştı.

“Yapmış olamazsın!”

Leilanın gülümseyişi güçlendikçe, adamın öfkesi körükleniyordu. Ryner kudretli bir çığlık attı ve gözleri kızıla dönüştü. O kızıla çalan gözlerinde, mavi bir mühür belirdi bir anda.

Her şey, Leila’nın olmasını istediği gibi oluyordu. Ryner’ın, hayatında ikinci kez, ki ilki doğduğu sıradaydı, gözünden yaş damladı. Bu bir damla yaş yere düşene kadar, kapkaranlık bir perde yayıldı her yere. Saçtığı öfkenin hüküm bulmuş hali olarak, askerlerini doğrayan gölgelere dönüştü bu siyah perde ve her şeyi parçalara ayırdı. Önce askerler, sonra kadın ve en son olarak kendisi, o uğultulu karanlığın içinde ölümü tattı.

O karanlığın içinde Ryner hıçkırıyordu. “Bu gözlere sahip olmak, benim hatam değildi Leila” diye bağırıyordu. Zavallı kadın da, son nefesini onun için harcamıştı.

“Biliyorum, Lyner’ın da değildi.” Ve yok oldu.

Ay karardı ve karanlık bir duman, tüm krallığın üstünde belirdi. Bu, Ryner’ın öldüğü andı.

5
Kurgu İskelesi / Craf
« : 01 Mart 2013, 00:47:16 »
Craf / Bölüm 1 - Ejderha

“Açıkça fark edilebiliyor ki insanlar hemcinslerini önyargılarına alet etmek için çaba sarf ederlerken, mantık çizgilerini bir kenara iteliyorlar. İnsanlar ruhları gereği saldırgandırlar ve birilerine saldırabilmek için din(ler)i kılıf olarak kullanırlar.” Şeklinde düşünüyordu Tanrı. Ya da Craf halkı yüzyıllar önce Tanrı’nın bu şekilde düşündüğünü kabul etmişlerdi ve bir dine inanmaktan vazgeçmişlerdi, sadece Tanrı’nın varlığına inanıyorlardı ve ona tapmaya gerek de duymuyorlardı. Tanrı gerçekten de buna benzer bir şeyi düşünüyordu ama onun ne düşündüğünü bildiğini iddia eden Craf halkını küstah olarak kabul ediyordu. İşin en kötü kısmı, ‘O’nun ne düşündüğünü bilebilecek kadar kendini zeki zanneden Craf halkının küstahlığı değil, birkaç asırdır buna inanmalarıydı. Sanki Tanrı, yüzyıllarca aynı şeyi düşünebilecek kadar sığ beyinliymiş gibi. Yani, çifte küstahlık.

Yine de yarattığı canlılar içinde yaşamayı en çok becerebilen insanlardı ve Tanrı da bunun farkındaydı. Üremeye bir zevk gözüyle bakan insanlar vardı belki ama aşka inananları da vardı. Bkz: Dünya. Hırsız çeteleri vardır belki ama polis kurumları da vardır. Her yıl yeni grip virüsleri üretip aşı satmaya çalışan bilim adamları vardır belki ama sırf yardım etmek için uğraşan doktorlar da vardır. İnsanlar bir şekilde kötülükle iyilik arasında bir denge oluşturdular, ki bu takdir edilmeli.

Craf bir gezegendi. Dünya’dan çok uzaktaydı ve orada da insanlar yaşıyordu, diğer hayvanlar da tabi ve daha da fazlası. Tanrı, evrenin sadece iki noktasında canlıların yaşayabileceği bir ortam hazırlamıştı çünkü bir üçüncüye daha katlanamazdı. Dünya’da olan bitene müdahale etmekten vazgeçeli uzun zaman olmuştu. Onun bile aklının eremeyeceği kötülükte şeyler icat edilmişti. Silahlar ve diğer şeyler örneğin. Onlara güvendiği için sihir yapmalarına olanak tanıdığı zamanları hatırlıyordu. Sihir yapma gücüne sahip olmayanlar cadı mahkemeleri kurup hepsini yok etmişti. Dünya’da yaşayan insanlar kıskançtı, kötüydü ve sıkıcıydı. Sonunda onları izlemekten bile vazgeçmiş, kendini Craf’a adamıştı.

Craf’da da dinler vardı ama bunun savaş dışında bir şey getirmediğini anlayıp uzaklaşmışlardı. Tanrı bunu takdir ediyordu, evet. Kendisine tapmalarını da gülünç buluyordu zaten. Bu sanki rüşvet verirmiş gibi bir yanılsamaya neden olurdu hep. “Biz sana tapalım, sen de bize istediğimizi ver.” Gibi. Bu iğrençti.

Craf’da şehirleşme yoktu. Fabrikalar ya da silahlar da yoktu. Para gibi saçma salak bir icat da yoktu. Orada işler yardımlaşma ve takasla yürürdü. Teknoloji yoktu ama sihir vardı. Sihir ise, sadece yeterince zeki olanlar tarafından yapılırdı, ya da yeterince isteyenler tarafından. Ama hiçbiri Dünya’lıların bir taraflarından uydurduğu saçma filmlerdeki kadar yapmacık da değildi. Sihir yapanlar asla gezegene hükmedebilecek kadar güçlü olamazdı ve sihir yapmak asla basit de olamazdı. Tabi sihir kelimesi Dünya’da geçerliydi. Craf’dakiler buna ‘Teknik’ derdi.

Küstah olsalar da Craf halkı bin kat daha iyiydi. Eşcinselleri dışlamıyorlardı örneğin. Hatta bu Craf gezegeninde normal mi anormal mi olduğu tartışılamayacak kadar normal bir durumdu. Orada kimse porno çekmiyordu. Hırsızlar ve katiller elbette vardı ama bunlar maddi dengesizliklerden değil zihinsel dengesizliklerden olurdu. Kurdukları sisteme isim verme gibi bir saçmalıkla da uğraşmamışlardı. Kurulan bu düzeni aykırı görebilecek kadar beyinsiz birileri de hiç çıkmamıştı. Kendi kişisel hatalarını topluma yıkacak kadar kalitesiz değildi zira hiçbiri.

Ve Tanrı’nın bir yandan Lahmacun yiyip diğer yandan sıkılarak olayları izlediği bir sırada aklına bir fikir geldi. Dünya’da ilk kez Çinlilerin uydurup taptıkları ve çok daha sonra diğerlerinin sinema ve kitap sektöründe kullandıkları ve ejderha adı verilen yaratıklardan yaratıp her iki gezegene de birkaç yüz tane yollamalası nelere sebep olurdu acaba?

Kıkırdadı ve bir lahmacun daha sardı.

6
Düşler Limanı / Hayallerim Yetmiyor
« : 27 Kasım 2012, 23:53:12 »
Hayallerim Yetmiyor

Hayallerim yetmiyor. Ne anlama geliyor bu? Açıklayacağım da, önce bir konuya açıklık getireyim. Yazmak için dizüstü bilgisayara kurulduğumu ya da hali hazırda dizüstü bilgisayarda kuruluyken birden bire yazmak istediğimi sanmayın. Sadece şarkı dinliyordum ve birden Word dosyası açtığımı fark ettim. Sonra içimden gelen şeyi en kısa şekilde açıklamam gerektiğini hissettim, bu iki kelime çıktı. Ama tabi bu iki kelimeyi yalnız başına kullanıp bir konu açarak bir yerlerde paylaşırsam bunun bir spam olmaktan ötede görülemeyeceğini fark ettim. Alakası olan bir konuya cevap olarak yazabilirdim, ki o zaman bile bir spam olurdu, ama ilgisi alakası olan bir konu göremedim.

Size edebi bir cümleymiş gibi geliyor mu? Bir insanın hayallerinin yetmeyişi size bir şey ifade ediyor mu? Hiçbir zaman son derecede edebi paylaşımlar yaptığımı ya da çok güzel edebiyat yaptığımı iddia etmedim. Ama edebiyat benim gözümde bir sanattır ve sanatı sanat yapan şey ruhtur. O ruhla yazıyorum ben de işte, o duyguyu hissederek yazıyorum, o mimikler oluşuyor şu an yüzümde. Kabul ettiğim bir gerçek varsa, o da şudur; ben hiçbir zaman kendime yazar gözüyle bakmadım. Benim en iyi olduğum şey yazmak değil, şarkı söylemektir diye her zaman söylemişimdir. Duygularımı en iyi yansıtabildiğim alan kesinlikle müziktir. Duygu yoğunlukları, sesimizin kalitesini etkiler. Edebiyat da bu şekilde işte.

Sadece iki kelime yahu, hayallerim yetmiyor. Bu kadar basit, bu kadar gerçek. Nedir bu yetmeyen hayaller? Hayallerden kastım kendimi World Of Warcraft evreninde bir büyücü olarak hayal etmem değil tabi. Kabul etmek gerekirse, o da var tabi. Ama benim hayallerden asıl kastım, giden insanları, bir daha asla gelmeyecek olan insanları hayallerimde yaşamam ve bunun gerçeği uzaktan yakından andırmaması. Korkarım bu böyle. İnsanlar doğası gereği bir şeyler isteyen canlılardır ve istediklerini elde etmiş olduğunun hayalini kurması da gayet doğaldır. Ama yetmiyor işte.

Tüm gece bekliyorsun, gelir diye. Genelde yataktasınızdır, ama benim tavsiyem gözleriniz pencerede bekleyin, daha gerçekçi oluyor öyle. Sanki gerçekten gelebilecekmiş gibi oturun ve pencereden dışarıyı izleyin, onun gelmesi gerektiğini düşündüğünüz yeri. Günlerce tekrarlayın bunu, saatlerce. Sonra o gelmiyor tabi. Siz hayalinizde onun gelmiş olduğunu hayal ediyorsunuz ama sonra zamanı geri sarıyorsunuz, yine gelmemiş olduğu zamana dönüyorsunuz. Sonra yine onun geldiğini hayal ediyorsunuz ama neden sonra yine başa dönüyorsunuz. İleri gidemiyor hikâyeniz. Neden? Neden bu böyle oluyor? Hayaller neden yetmiyor? Neden birileri gerisini hiç düşünmeden, hoyratça çekip gidiyor ve siz onu zaten yeterince yapmacık görünen hayallerinizde bile yeterince hayal edemiyorsunuz? Neden sadece döndüğü hayalini kuruyorsunuz ama hemen sonra tam bir geri zekalı gibi başa sarıyorsunuz?

Şimdi beni daha iyi anlıyor musunuz? Hayallerin neden yetmediğini?

Sanmıyorum.

Şöyle anlatmayı deneyeyim o halde: Gerçekten, onla geçen günlere hayalleriniz yetebilir mi? Birebir yaşadıklarınızın yerini, beyin hücrelerinizin küçük bir oyunu doldurabilir mi? İnsanların hayaller kurmakta son derecede başarılı olduğu söylenir. Yalandır. Ne zaman bir olayı veya olguyu, baştan sona, başka yerlere çekmeden, tamamıyla hayallerinizde yaşatabildiniz?

İki kelime, fazla değil, az değil. Durumu anlatabilecek, durumu gerçekten anlatabilecek tek iki kelime. Edebi bir değeri var mı sizin takdiriniz olsa da, anlatabildiysem önemli olanı başardım demektir. Son kez bu kelimeleri yazacağım ve anlamını biraz da size bırakacağım.

Lahmacun güzeldir.

Pardon, yanlış kelime seçimi.

Hayallerim yetmiyor.

7
Düşler Limanı / Hayal ve Canavar
« : 09 Eylül 2012, 22:44:29 »
Hayal ve Canavar

Bütün bir ay boyunca koşuşturup durdum ve bunun sebebi müziğe olan yasak aşkım. Kendini uç noktalarda gören bir müzik hocasının – telaffuz edemeyeceğim kadar tuhaf bir ismi olan Azeri bir hoca kendileri – hayallerimi yıkmasına mı yanaydım, profesyonel olmaya acayip yaklaşmış bir müzik grubunun yükünü başımda taşıdığıma mı yanaydım, bilemiyordum.

Gordion kafe, Blue bar, B bar, Zeytin bar, okulun müsamereleri, Turkuaz kafe ve şu anda ismini saymaya üşeneceğim kadar çok yerde müziğimi yapmıştım. İnsanlar bana öğüt vermeye gelmiyorlardı, beni dinlemeye geliyorlardı. Pişmiştim artık, aşmıştım. Hayatınızın tamamını eğer bir şey uğruna harcıyorsanız, o şeyde ustalaşırsınız elbet. Benim bir müzik okuluna gitmeme gerek yoktu bana göre. Ben kendimle gelişiyordum. Lakin dönemin şartları, ünlü olma hayalleri ve daha pek çok şey göz önünde bulundurulduğunda, daha mantıklı bir lisans hayatı da görememiştim.

İngiltere’de okudum müziği. Teknik açıdan bakıldığında İngiltere’de okumak insanların imrenebileceği bir durumdur. Ama imrenecek bir tarafı yok. Oturuyorsun, sabah akşam ders çalışıyorsun, okulun yetenek sınavına giriyorsun ve geçiyorsun, olay bu. Bu yetenek sınavında ise şişman bir kadın piyanonun başına oturuyor ve aynı anda birkaç nota basarak ‘bu notalar nelerdir?” türünden sorular soruyor. Herkes çok kolay bir şey sanır müzik okumayı. Ama değildir. İspatlamamı istiyorsanız geliniz, ben size 3 nota basayım piyanodan, siz de hangi nota olduğunu söyleyiniz. Kolay değildir işte.

Her neyse. Bahsi geçen ülkede okudum ve tüm üniversite hayatı boyunca sadece tek bir dersten kaldım, onu da sağ olsun opera hocam sebep oldu. Sesle şaka olmaz. Bir solist için ses, hayatıdır. Güzel şarkı söylemek için, solistin bir şarkıyı en rahat nasıl söyleyebiliyorsa o şekilde söylemesi gerekir. Bu müziğin bir numaralı kuralıdır, bir nevi tabudur ama bu kuralı bozmuştu Azeri öğretmenim. Sesim Fa diyezdir. Kadın beni La minörle çalıştırıyordu. Ciğerlerimi, sesimi, boğazımı yırtıyordum böylesine tiz bir sesi güzel bir şekilde çıkabileyim de sınıfta kalmayayım diye. Çünkü biliyordum ki ailemin bir sene daha bir İngiliz evinin kirasını, suyunu ve elektriğini ödeyecek maddiyatı yoktu.

Sesimin tonunun giderek değiştiğini fark edince idareye durumu bildirmek zorunda kaldım. Ben kadını şikâyet ettim, o da beni sınıfta bıraktı. Üç buçuk ay la minörden opera söyledim, sonra da sesimi kaybettim. Amerika’ya gidip tedavi olmak zorunda kaldım. Üç aya yakın bir süre konuşamadım. İnsanlar bana konuşuyordu, ben onlara yazıyordum.

Gece hayatından – yani barlarda grubumla şarkı söylemekten - vazgeçtim ama grupla olan bağımı kopartamadım. Okulu biraz gayretle geçmeyi başardım. Belki sesimi kaybetmiştim, ama bu kez hayallerim değişmişti. Müziği farklı bir şey için kullanacaktım. Cambridge Üniversitesi ‘Müzikle Tedavi’ bölümünde master yapabilmek için bir sene durmadan tıp çalıştım. Cambridge gibi bir üniversiteye kabul görmemin sebebi de gösterdiğim tezdi sanırım. Uyuşturucudan kurtarmayı başardığım bir arkadaşımı tezimde gösterdim ve bunu müzikle yaptığımı falan söyledim. Yalan tabi. Çocuğu annesine öyle bir ispiyonlamıştım ki özgürlüğünün kısıtlanması onun o kadar sık uyuşturucu kullanamamasına neden olmuştu. Aslında olay şu, sadece konuşmayı bildim, onlar da beni kabul etti.

Son bir ay meselesine dönecek olursak; son bir aydır gruba yeni dâhil edilmiş solistimizi eğitmekle meşgulüm. Bir başkası olsa ‘benim yerime bu gavatı mı aldılar’ der, yol göstermekten uzak dururdu. Lakin benim olaya bakış açım bambaşka oldu çünkü çocuğun sesini ilk dinlediğimde ‘Bu kadar eşsiz bir sesi var, neden kullanmasını bilmiyor’ gibi bir düşünceye kapıldım.

Yılların ardından bu kez onun için şarkı söylemeye başladım. Onu benden ileriye taşımak, belki de benim gerçekleşmesi gereken hayallerimi onun gerçekleştirmesini sağlamak için, müzik kariyerime ‘ders verip para almayan bir öğretmen’ şeklinde devam ettim.

Tabi bunca zaman sonra yeniden solistliğe soyunmak beni çok pis gaza getirmiş olduğundan dolayı, dün akşam çok ilginç bir şey yaptım. Evimde oturdum, kendi kendime konser verdim. Gerçi kurduğum seti kapatıp o boğuk yalnızlığımla kendimi yatağa atmam ve hemen ardından yatağımın başucunda Şeytan’ı andıran bir canavar silueti görmem bir oldu. Tanrı’nın İsa’nın annesine yaptıkları hatırıma gelince, ‘Sıçtık, Meryem Ana’ya Tanrı gelir bize de Şeytan’ gibi bir düşünceye kapılmam, bahsi geçen yaratık yanımda boylu boyunca uzanıyorken içten bir kahkaha atmam ve ‘hayat ne güzelmiş’ demem arka arkaya, bir anda gerçekleşti.

Dip Not: Şu anda boğazıma bıçak da dayasalar bir daha asla Fa diyezden şarkı söyleyemem. Buradan Azeri hocama tekrardan selamlar.

8
Çizgi & Anime / Beelzebub
« : 01 Eylül 2012, 10:40:53 »
Beelzebub


Resimde gördüğümüz minik bebeğin ismi Beelzebub. Bu bebek, sıradan bir bebek değil. İblisler lordunun oğlu kendileri ve çok güçlü. Babası tarafından dünyayı yok etmek için görevlendiriliyor ve Hilda ismindeki sarışın hizmetçiyle birlikte insanların dünyasına ayak basıyorlar.

Beel bebek, kendine bir baba seçiyor dünyaya gelince ve ona bağlanıyor. Tüm Japonya’daki en kötü yürekli, en acımasız ve en umursamaz genç olan Oga’yı seçiyor tabi. İşte o zaman, Oga’nın da hayatı değişir. Kendini aksiyon ve gizem ile yüklü, iblislerle dolu bir dünyada buluverir.

Beelzebub, benim komedi türünde oldukça başarılı bulduğum bir animedir. Komedi dışında aksiyon ve romantizm de işin içine girince daha da tatlılaşıyor animemiz. Görsel yönden kaliteli, savaş sahnelerindeki betimlemeler ile akıllara kazınan, ara sıra çaktırmadan verdiği öğütlerle insanı düşündüren bu animede tek beğenmediğim şey, sonudur sanırım.

Gülmek isteyen herkese şiddetle tavsiye ederim!

9
Gezginler Kamarası / Hayaller Çıplak Koşar
« : 31 Ağustos 2012, 00:52:44 »
Hayaller Çıplak Koşar

Burada şiirlerimi, hikayelerimi, hayata dair deneyimlerimi, anılarımı falan paylaşacağım sizlerle.

* * *

Babamın çok sevdiği müziği bir oğul olarak tatlandırmak amacıyla, ona şarkı sözü yazıp durduğum bir dönem olmuştu. Onlardan birini sizlerle paylaşayım:

                    Kayıp Ruh

Vaat edilmiş sevginin sonsuz karanlığında,
Ümide boyun eğip yasak dualar okudum.
Nefret dolu gözlerin ihtiraslı gözyaşlarıyla,
Hayata bel bağlayıp bir garip güler oldum.

Ağlasam akşam olmaz, gülsem güneş doğmaz,
Pervasız yüreklerde vefayı arar oldum.
Yokluğu görüp, varlığı görüp,
Ruhumu teslim etmeye bir vahim korkar oldum.

Dip Not: Hiçbir şiirim bestelenmedi.

10
Kurgu İskelesi / Deadrillion Günlükleri
« : 30 Ağustos 2012, 19:51:35 »

Deadrillion Bölüm 1 / Tarihçe

Farklı Tanrıların hüküm sürdüğü paralel bir evrendeki Deadrillion adlı gezegende, on yedi yaşında bir genç olan Nad yarınki tarih sınavına çalışıyordu.

"...Evrende ‘Nötr Yasası’ olarak bilinen bir yasa vardır. Bu yasaya göre iyilik ve kötülük hep bir denge içindedir. Canlıların iyilik ve kötülükleri birbirlerini tamamlar nitelikte olmak zorundadır. Besin zinciri buna örnektir. Daha büyük olan daha küçük olanı yer. Tepenin en başında olan en kötü ise, en sonunda olan da en iyidir. Kısacası, listenin en başındaki ejderhalar ve listenin en sonundaki toprak, birbirini tamamlar niteliktedir. Toprak da bir canlıdır. Hiçbir şey yemeyen, canlıların son bulduğu tek noktadır. Evrenin Nötr Kuralı budur.

Tanrılar insanları yaratırken fazla özen göstermemişlerdi tarihin başlangıcında. Ama özen göstererek yarattıklarından da ayrı görmemişlerdi. İnsan ırkından daha güçlü, daha zeki, daha iyi ya da daha kötü pek çok canlı, insanların dünyasında, insanlarla birlikte yaşıyorlardı. Tanrılar tüm canlılara farklı özellikler verir ama bu özellikleri değerlendirmek canlının kendisine kalmıştır. İnsanı yaratırken bu kadar özensiz davranmaları, insanların aykırı bir ırk olmasına sebep açtı.

İnsanlar bu üstünlüğü değerlendirebilmişti. Azim, başarı ve zekaları onları tepeye taşıdı. Aslında tam olarak tepede oldukları söylenemez. En tepedeki canlılar, kendilerini gizlemeyi iyi başarıyorlar. Güçlü olmak zor iştir. Pek çok düşmana sahip olursunuz. Güçlü olanın gizlenme arzusu da bundan kaynaklanır.

Tanrılar insanları yaratırken onların bu kadar yükselebileceğini akıl edememişlerdi. Onların favori canlıları insanların gazabına karşı direnemeyince sinirlendiler, ama başlarda canlıların dünyasına karışmak da istemediler. Bu tutum, onların adaleti sağlamak için koydukları en güçlü kanunu, Nötr Kanunu’nu daha da bozdu. İyi ve kötü arasındaki denge, değişmeye başlıyordu.

İnsanlardaki hırs ve tutku, Tanrıların hüküm verme sihrini bastırıyordu. Besin zincirindeki denge bozulmaya yüz tuttu. Kötülük ve iyilik arasındaki denge sarsılınca, Tanrılar günün sonunda canlıların dünyasına karışmak zorunda kaldı. Tüm canlılara, insanlardaki hırs ve azim duygularını verdiler. Böylece canlıları yeniden birbirlerini destekler nitelikte yapacaklardı. Başaramadılar. Listenin en başında bulunan ejderhaların hırs ve azim duygularına sahip olması ile birlikte, Tanrıların bile baş edemeyeceği bir yıkım baş gösterdi.

Ejderhalar için insanlar, bir böcekten farksızdı. Ejderhaların sessiz tutumları, hırs duygularıyla yok oldu. Ama hepsi için değil tabi. Bu duyguyu kullanıp kullanmamak, ya da iyilik için veya kötülük için kullanmak, canlıların iradesine kalmıştır. Gerçi bu bile yıkımı engellemedi. Hırslarını kötüye kullanan bazıları, nefesleriyle yeryüzünü darmadağın ettiler.

Tanrılar Nötr yasasını yeniden sağlayabilmesi için, canlı olmayan bazı varlıkları canlıların dünyasına salmak zorunda kaldı. Nötr yasasına uymak zorunda olmayan varlıklar. Yani saf iyi ya da saf kötü olan varlıklar. Melekler ve iblisler.

Ejderhalar, ölümsüz olan meleklerin karşısında bir şey yapamadı. Dengeyi bozan ejderhalar, değişik büyü güçleri kullanılarak mühürlendi.

Tanrıların bozulmamasını istediği yasalardan bir diğeri de, ‘Tutku Yasası’dır. Bu yasaya göre, canlıların dünyasındaki hiçbir varlık Tanrıların dünyasına gidemezdi. Bu yasa yüzünden, gönderilen tüm iblis ve melekler yurtlarına geri dönemedi.

Yüzyıllar içinde dünyada yeniden Nötr Yasası sağlanabilmişti. Tek fark, iblis ve meleklerin büyü güçlerinin dünyada iyice yayılması sonucu, yeterince güçlü bazı canlıların bu yayılmış enerjiyi kullanabilir hale gelmesi oldu.

Su meleği Araf’ın büyü enerjisine kendini adapte edebilenlere su büyücüsü dendi. Ateş büyücüleri, ateş meleği Hordion’un büyü gücünü, toprak büyücüleri toprak meleği Sarza’nın büyü gücünü, hava büyücüleri hava meleği Futo’nun büyü gücünü, kara büyücüler iblis Gerar’ın büyü gücünü, aydınlık büyücüleri ise ışık meleği Jae’nin büyü gücünü kullanabiliyordu. Bu, sadece insanlar değil, pek çok canlının da kullanabileceği güçlerdi. İnsanların sadece %5’i büyücüydü. Mühürlenmemiş tüm ejderhalar ise her bir meleğin büyü gücüne kendini adapte etmişti.

Nötr yasası kusursuzdur. Ne kadar kötü varsa, o kadar da iyi vardır. Dünyada her şey ne mükemmeldir, ne de çok kötüdür. İblis Gerar karanlık tarafa canlıları çekmeye çalıştıkça, diğer melekler bunun tersini yapmaya çalışıyordu. İblis Gerar melekleri öldürüp kötülüğü daha çok yaymayı isteyebilirdi, eğer melekler ölümsüz olmasaydı. Meleklerin sayısı da bir anlam ifade etmiyordu. Onlar da Gerar’ı öldüremiyorlardı. Bir ölümsüzü hiçbir şey öldüremezdi. Kısacası, sayı olarak eşit değildiler, ama yine de eşittiler. İki melek üç iblis olsalardı, yine eşit olurlardı.

Beş melek ve bir iblis olması, canlıların altıda birini kötü, altıda beşini iyi yapmıyordu. Bunun sebebi, meleklerin büyü enerjisine sahip olanların gücünü kötüye kullanabilmesinin ya da Gerar’ın büyü gücüne sahip olanların gücünü iyiye kullanabilmesinin mümkün olabilmesidir. Uzun lafın kısası, kötü kalpli bir su büyücüsü ya da iyi kalpli bir kara büyücü olunabilir. Bu, canlının kendi iradesidir.

Büyü güçleri canlılar için farklı işliyordu. Canlının ruhsal gücü, büyü gücünü ne kadar şiddetli kullanabileceğini etkiler. Herkesin farklı bir ruhsal enerjisi vardır. Buz büyücüleri üzerinden örnek verelim. Bir buz dağı kaldırabilecek kadar güçlü bir büyücü ya da sadece minik bir buz öbeği oluşturabilecek derecede güçsüz bir büyücü görmek mümkündür. Sadece buz büyüleri yapabilen su büyücüleri görebilirsiniz. Ya da suyu her şekliyle kullanabilen büyücüler de görebilirsiniz. Hal böyle olunca, büyücülerin sınıflandırılışı da hayli genişlemiş oldu. Buz büyücüleri, çamur büyücüleri, buhar büyücüleri, mühürleme büyücüleri, kum büyücüleri, yıldırım büyücüleri ve saymanın imkanı olmayacak kadar pek çok diğer büyücü türü.

Ayrıca bir büyücü için büyü gücü, yaşam enerjisi demektir. Büyü gücü tükenenlerin sonu, ölümdür…"


Deadrillion tarihçesi
Bölüm VII, Sayfa 84 – 85

Spoiler: Göster
Bu benim ilk uzun soluklu hikaye denemem oluyor. O yüzden ağır başlılıkla amatör olduğumu kabul etmem gerekir. Yine de umarım hikaye güzel bir şekilde ilerleyebilir. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Sayfa: [1]