12
« : 11 Şubat 2016, 18:36:15 »
İnsanların kısa öyküye en zor edebi tür dediklerini duydum, bana insanların en doğal ve temel ifade tarzı gibi gelen bu biçim hakkında neden böyle dendiğini anlamaya çalıştım hep.* Sonuçta daha çocukken hikâyeler dinleyip anlatmaya başlıyorsunuz, bunda da pek karmaşık bir şey yok. Çoğunuz hayatınız boyunca hikâye anlatmışsınızdır, ama yine de oturup nasıl yapmanız gerektiğine kafa yoruyorsunuz işte.
Zira geçen hafta burada kullanmak üzere bazı berrak düşünceler not almıştım ki, gözden geçirmem için yolladığınız yedi öyküyü aldığımda huzurum kaçtı.
Bu tecrübeden sonra, kısa öykünün en zor edebi tür değilse bile bazı türlerden daha zor olduğunu itiraf etmeye hazır bir halde buldum kendimi.
Yine de çoğu insanın bir hikâye anlatma yeteneğiyle yola çıktığını, ancak bu yeteneğin bir süre sonra yitip gittiğini düşünüyorum. Elbette, kelimelerle bir hayat yaratmak temelde bir yetenektir. En başta bu yeteneğe sahipseniz, yeteneğinizi daha da geliştirebilirsiniz, eğer böyle bir yeteğiniz yoksa boşverseniz de olur.
Ancak kısa öykü yazmaya kararlı olanların çoğunlukla bu yetenekten yoksun olduğunu keşfettim. Zaten nasıl kısa öykü yazılacağına dair kitaplar ve makaleler yazanların da bu yetenekten yoksun kişiler olduğuna eminim. Bu konuda mektupla öğrenim gören bir arkadaşım var, bana bazı bölümlerin başlıklarını yolladı: “Yazarlar İçin Öykü Formülleri”, “Nasıl Karakter Yaratırsınız”, “Hadi Kurgulayalım!” Bu namussuzluk ona yirmi yedi dolara patlıyormuş.
Öykü yazmayı kurgu, karakter ve konu terimleri üzerinden anlatmayı, bir surat ifadesini gözlerin, burnun ve ağzın nerede olduğunu söyleyerek tasvir etmeye benzetiyorum. Öğrencilerin, “Kurguda çok iyiyim ama karakterleri halledemiyorum,” ya da “Şöyle bir konu buldum ama kurgulayamıyorum,” ve hatta bir keresinde de “Bir öyküm var ama hiç teknik bilmiyorum,” gibi şeyler söylediğini duyuyorum.
Teknik kelimesi dillerinden düşmez. Bir keresinde bir yazarlar kulübünde konuşmuştum, soru cevap sırası geldiğinde birisi bana, “Öykü içinde öykü yazmak için bana bir teknik anlatabilir misiniz?” diye sordu. İtiraf etmeliyim, öyle bilgisizdim ki neden bahsettiğini bile bilmiyordum ama kadın böyle bir şey olduğuna inandırdı beni; meğer böyle bir şey yazarak kendisinin de katıldığı, elli dolar ödüllü bir yarışma varmış.
Yeteneği olmayan insanlar bir yana, bir de yeteneği olduğu halde öykünün ne demek olduğunu bilmedikleri için boşuna çırpınıp duranlar var.
Sanırım tanımlaması en güç şeyler en bariz şeyler oluyor. Herkes öykünün ne olduğunu bildiğini düşünüyor. Ama yeni başlayan bir öğrenciden öykü yazmasını isterseniz, elinize geçecek şey, öyküden başka her şey olabilir; bir hatıra, bir olay, bir fikir, bir anekdot; bir öyküden başka her şey. Öykü, noksansız, dramatik bir olaydır [action]; iyi öykülerde karakterler olay yoluyla gösterilir, olaylar da karakterlerce yönetilir, bunun sonucunda ortaya çıkan da, sunulan tecrübenin tamamından türeyen anlamdır. Ben öykünün bir insan barındıran dramatik bir olay [event] olduğunu söylemeyi tercih ederim, çünkü oradaki bir insandır, hem de belirli bir insan; yani insanlığın genel durumunun ve bazı özel insani durumların bir parçasıdır. Bir öykü, dramatik bir biçimde, her zaman bir kişiliğin gizemine yer verir. Benden bir sokak aşağıda yaşayan çiftçi bir kadına bazı öyküler vermiştim, geri getirdiğinde, “Şu öyküler bana kimi insanların nasıl yaşadıklarını gösterdi,” dedi; kadının haklı olduğunu düşündüm kendi kendime, öykü yazarken, tam buradan başladığınıza emin olmanız gerekir – kimi insanların her şeye rağmen neyi nasıl yaptıklarını göstermeniz.
Daha yeni yola koyulduğunuz oldukça mütevazı bir seviyedir bu, ancak öykü yazmak istediğini düşünen insanların çoğu buradan başlamayı pek istemiyor. Sorunlardan bahsetmek istiyorlar, insanlardan ya da somut konulardan değil de soyut konulardan. Ya fikirleri, ya hisleri ya da taşkın bir egoları vardır, ya da “Yazar Olma” hevesleri, ya da bilgeliklerini dünyanın özümseyebileceği kadar basit bir şekilde yayma istekleri. Nasılsa, bir hikâyeleri yok, olsaydı da yazmak istemezlerdi zaten; hikâyeleri olmayınca da bir teknik ya da formül arayışına giriyorlar.
Bunların hiçbiri, öykü yazarken, sahip olduğunuz değerlerden vazgeçmek ya da bu değerleri unutmak zorunda olduğunuz anlamına gelmiyor. İnançlarınızın, görmenizi sağlayan ışık olması, ancak gördüğünüz şeye dönüşmemesi ya da görmenin yerini almaması gerekir. Kurmaca yazarları için her şeyin gözle sınandığı bir nokta vardır; göz, nihayetinde bütün kişiliği kapsayan bir organdır, dünyanın tamamını içine alabilir. İçinde yargıyı barındırır. Yargı, görme eylemiyle başlayan bir şeydir, böyle başlamadığında ya da görmekten ayrı hale geldiğinde zihinde bir karmaşa yaşanır, bu da öyküde yansımasını bulur.
Kurmaca hisler aracılığıyla işler, insanların öykü yazmayı böylesine zor bulmasının nedeni bence hisler yoluyla ikna etmenin ne kadar uzun zaman ve ne kadar sabır gerektirdiğini unutmalarıdır. Öyküyü gerçekten tecrübe etmeyen, öyküyü hissetmeye açık olmayan okurlar, kurmaca yazarının bahsettiği hiçbir şeye inanmayacaktır. Kurmacanın ilk ve en açık özelliği görülebilen, duyulabilen, koklanıp tadına bakılabilen, dokunulabilen şeyler yoluyla gerçekle uğraşmasıdır.
Bu sadece akılla öğrenilebileceğiniz bir şey değildir, alışkanlıklarla da öğrenilmesi gerekir. Şeylere alışkanlıkla bakma biçiminiz haline gelmelidir bu. Kurmaca yazarı şefkatle şefkat, duyguyla duygu, düşünceyle düşünce yaratamayacağının bilincinde olmalıdır. Bütün bu şeylere bir vücut vermelidir; ağırlığı ve kapsamı olan bir dünya yaratmalıdır.
Yazmaya yeni başlayan yazarların duygudan tüylerinin ürperdiğini fark ettim, ancak bunların kimin duyguları olduğuna karar vermek çok zor. Diyaloglar çoğunlukla gerçekten görebildiğiniz karakterlerin yardımı olmadan ilerliyor, öykünün her yerinden içeriksiz düşünceler sızıyor. Bunun nedeni öğrencinin dramatik olay yerine kendi düşünceleri ve hisleriyle ilgili olması ve kurgunun gerçekleştiği somutluğa inemeyecek kadar tembel ya da tumturaklı olmasıdır. Yargının ve duyarlılığın apayrı şeyler olduğunu düşünüyor öğrenci. Ancak kurmaca yazarı için yargı, gördüğü ayrıntılarda ve onları görüş biçiminde başlar.
Bu somut ayrıntıları önemsemeyen kurmaca yazarları, Henry James’in “zayıf ayrıntılandırma” dediği suçu işlemektedir. Gözler kelimelerin üzerinde kayıp giderken dikkat uykuya dalar. Ford Madox Ford’un bize öğrettiği şuydu: Okura öyküdeki adamı görmesine yetecek kadar ayrıntı vermezseniz, o adamın bir öyküde gazete satacak kadar bile görünmesini sağlayamazsınız.
New York’ta, aktörlere ders vermekte çok iyi olduğu söylenen Rus bir kadından oyunculuk dersi alan bir arkadaşım var. Arkadaşım bana ilk bir ay boyunca tek cümle etmediklerini, yalnızca görmeyi öğrendiklerini yazdı. Görmeyi öğrenmek, müzik hariç her sanat dalını öğrenmenin ilk adımıdır. Resim yapan birçok kurmaca yazarı tanıyorum, bunu iyi resim yaptıkları için değil, yazmalarına yardımcı olduğu için yapıyorlar. Resim yapmak onları bir şeylere bakmaya zorluyor. Kurmaca yazmak nadiren bir şeyler söyleme meselesidir; çoğunlukla bir şeyleri gösterme meselesidir.
Ancak kurmacanın ayrıntıların kullanımıyla işlediğini söylemek basit ve mekanik bir biçimde ayrıntıları yığmak demek değildir. Ayrıntı nihai bir neden tarafından yönetilmelidir ve her ayrıntı amacınıza hizmet etmelidir. Sanat seçicidir. Seçilen şeylerin orada olması zaruridir, zira hareketi yaratan da budur.
Bütün bunlar zamanla olur. İyi bir kısa öykü, bir romandan daha az anlam içermemeli, eylemleri romanınkinden daha az bütünlüklü olmamalıdır. Ana tecrübe için zaruri olan hiçbir şey, kısa öykünün dışında bırakılmaz. Bütün eylemlerin saikleri tatmin edici bir biçimde açıklanmalı ve bu sırayla olmak zorun değilse bile bir başlangıç, orta ve son olmalıdır. Bence birçok insan, kısa olduğu için, hem de her anlamda kısa olduğunu düşündükleri için kısa öykü yazmaya karar veriyor. Kısa öykünün az şeyin gösterilip çok şeyin ima edildiği tamamlanmamış bir olay olduğunu, bir şeyi ima etmenin onu dışarıda bırakmak olduğunu sanıyor. Bu kanıları bir öğrencinin kafasından çıkarmak çok zor, çünkü öğrenci bir şeyi dışarıda bıraktığında, usta işi bir şey yaptığını sanıyor; bir şeylerin orada olmaması için önce bir şeyler sunması gerektiğini söylediğinizdeyse de sizin duyarsız bir ahmak olduğunuzu düşünüyor.
Belki de kısa öykü konusunda ele almamız gereken, kısa diyerek neyi kastettiğimizdir. Kısa demek hafife alınmış demek değildir. Kısa öykü, derinlik bakımından uzun olmalıdır, bize bir anlamın tecrübesini vermelidir. Sonunda birinin evlenmediği ya da vurulmadığı bir öyküde hiçbir olayın olmadığına inanan bir teyzem var. Yaşlı bir kadının geri zekâlı kızıyla, kadının arabasını ele geçirmek için evlenen bir serseri hakkında bir öykü yazmıştım. Evlendikten sonra adam, kadının kızını arabayla balayı seyahatine çıkarıyor, sonra da kızı yemek yerlerinden birinde bırakarak kendi başına yola devam ediyor. İşte bu tastamam bir öykü. Hiçbir şey bu adamın belirli bir dramatizasyonla gösterilen kişiliğinin gizemine daha yakın olamaz. Ancak teyzemi bunun tastamam bir öykü olduğuna asla ikna edemedim. Teyzem o salak kıza en sonunda ne olduğunu bilmek istiyor.
Kısa süre önce bu öykü televizyona uyarlandı, işini bilen uyarlayan kişi, serserinin fikrini değiştirmiş, geri döndürüp geri zekâlı kızı aldırmış ve ikisini birlikte mutlu bir biçimde arabaya bindirip göndermiştir. Teyzem öykünün bu haliyle tastamam olduğuna inanıyor olsa da, benim hislerim başka türlü, ama bunları toplum içinde söylemek pek uygun olmaz. Bir öykü yazdığınızda, tek yapmanız gereken bir öykü yazmaktır, ancak yazdığınız öyküyü okumayı reddedecek birileri daima olacaktır.
Bu tabii ki kurmaca yazarken ne tür bir okur kitlesi için yazdığınıza dair o berbat soruyu gündeme getirir. Belki de herkes bu soruna kendi kişisel çözümünü buluyor. Kendi adıma konuşursam, kurmaca sanatına itibar ederim ama “ortalama” okur denen şeyden pek hazzetmem. Kendime bu okurdan kaçamayacağımı, uyanık tutmam gereken kişiliğin bu olduğunu hatırlatıyorum, ama aynı zamanda daha zeki okurlara kurmacadan bekledikleri daha derin tecrübeyi de sağlamam gerek. Aslında bu okurların her ikisi de yazarın kendi kişiliğinin farklı özelliklerinden ibaret, son tahlilde yazarın hakkında bir şey bilebileceği tek okur da kendisi. Hepimiz kendi anlama seviyemize göre yazıyoruz; işte kurmacanın, bariz somut bir düzlemde kimi okurları eğlendirirken, aynı düzlemde bunu tecrübe etme kapasitesine sahip okur için anlam doğuran kendine has özelliği budur.
Anlam, kısa öyküyü kısa olmaktan kurtaran şeydir. Bir öykünün konusundansa anlamından bahsetmeyi tercih ederim. İnsanlar öykünün konusundan tavuk yemi çuvalını bağladığımız bir sicimmiş gibi söz ediyor. Öykünün gerçek konusunu bulduğunuzda, tavuk yemi çuvalındaki doğru ipi çeker gibi, öyküyü açıverip tavukları besleyebileceğinizi düşünüyorlar. Ancak kurmacada anlam böyle işlemez.
Bir öykünün konusunu ortaya koyabiliyorsanız, konuyu öyküden ayırabiliyorsanız, bunun iyi bir öykü olmadığından emin olabilirsiniz. Öykünün anlamının kendi cisminde olması gerekir, öykünün içinde somutlaştırılması gerekir. Öykü başka türlü söylenmeyecek bir şeyi söylemenin yoludur, anlamın verilebilmesi için öyküdeki her sözcüğün işe koşulması gerekir. Öykü anlatırsınız, çünkü düz bir biçimde ifade etmek yetmez. Bir öykünün ne hakkında olduğunu soran birine karşı tek doğru davranış, öyküyü okumasını söylemek olur. Kurmacanın anlamı soyut bir anlam değil, tecrübi bir anlamdır; bir öykünün anlamı hakkında yorumda bulunmak ancak bu anlamı daha yoğun tecrübe etmeniz içindir.
Kurmaca, gerçekliğe son derece yoğun bir dikkat göstermeyi gerektirir: Yazarın yazdığı öykü, natüralistik mi yoksa fantastik mi? Yani her zaman, olan gerçeklikle ya da sahiden gerçek olasılığı taşıyan bir şeyle başlarız. Gerçeklik, fantastik öykünün bile en uygun temelidir. Bir şey ancak gerçek olduğu için fantastiktir, yani o kadar gerçektir ki fantastik hale gelir. Graham Greene diyordu ki, “Dipsiz bir kuyunun üstünde duruyorum” diye bir şey yazamam, çünkü bu gerçek değil, ya da “Merdivenlerden koşarak indim ve bir taksiye atlayıverdim” diye bir şey de yazamam, çünkü bu da gerçek değil. Ama Elizabeth Bowen karakterlerinden biri için, “Saçlarına, sanki içlerinden bir ses geliyormuş gibi yapışıverdi,” diye yazabilmişti, çünkü bu sahiden olasıydı.
Hatta biraz ileri gidip fantastik yazan birinin, somut ayrıntılara natüralist birinden daha sıkı dikkat etmesi gerektiğini söyleyeceğim, çünkü bir öykü ne denli inandırıcı olmaya yaslanıyorsa, o denli ikna edici özelliklere sahip olmalıdır.
Bunun iyi bir örneği Kafka’nın Dönüşüm adlı öyküsüdür. Sabah uyandığında kendini, insani tabiatını kaybetmediği halde, hamamböceğine dönüşmüş bulan bir adamın öyküsüdür. Öykünün geri kalanında hayatı, hisleri ve sonunda insan özellikleri taşıyan bir böcek olarak ölümü anlatılır; zira bu durum, öykünün somut ayrıntılarının kesinlikle ikna edici olması sebebiyle okur tarafından kabul edilir. İşin aslı, öykü insan doğasının çift yönlülüğünü öyle gerçekçi betimler ki, bu gerçeklik âdeta dayanılmaz bir hal alır. Burada gerçek çarpıtılmamıştır, öte yandan gerçeğe ulaşmak için belli bir çarpıtmadan yararlanılır. Görünüşün gerçeklikle aynı şey olmadığını itiraf edersek, ki etmemiz gerekir, bizi daha derin bir görme gücüne ulaştıracaksa eğer, sanatçıya doğayı yeniden düzenleme özgürlüğünü tanımamız gerek. Sanatçı, üzerinde değişiklikler yaptığı şeyin doğa olduğunu, doğayı tanıması gerektiğini ve onu değiştirebilme yetisine sahip olabilmek için önce aslına uygun betimleyebilmesi gerektiğini daima kendisine hatırlatmalıdır.
Kısa öykü yazarına özgü sorun, betimlediği olayın varoluşun gizemini mümkün olabildiğince nasıl açığa çıkaracağıdır. Bunu yapmak için sadece kısacık bir alanı vardır, doğrudan doğruya da yazamaz. Söyleyerek değil, göstererek yapmalıdır bunu, somut olanı göstererek, yani sorun somut olanı nasıl kendisi için iki kere çalıştırabileceğidir.
İyi kurgularda, bazı ayrıntılar, bizzat öykünün olayı üstünden anlam biriktirir, böyle olduğunda da, bu ayrıntılar işleyiş biçimleri açısından sembolik hale gelir. “Temiz Köylüler” adlı bir öykü yazmıştım, öyküdeki doktora dereceli kadının tahta bacağı, baştan çıkarmaya çalıştığı İncil satıcısı tarafından çalınır. Öyküyü böyle özetledim ama durumun bayağı bir şaka olduğunu itiraf etmek gerek. Birilerinin tahta bacağının çalındığını görmek, ortalama okurun hoşuna gider. Ama bu öykü, ortalama okura hitap etme kaygısını yitirmeden, büyük niyetler taşıyan bir söz söylemeden, tahta bacağın anlam biriktirmesine olanak sağlayarak başka bir deneyim düzeyinde faaliyet göstermeyi başarıyor. Öykünün başında, doktora dereceli kadının, fiziksel olduğu kadar ruhsal olarak da kötürüm olduğunu öğreniyoruz. Kadın kendi inançsızlığından başka bir şeye inanmıyor, ruhunda tahta bacağı gibi tahtadan bir parça taşıdığını anlıyoruz. Tabii bu doğrudan söylenmiyor. Kurmaca yazarı mümkün olduğunca az şey söyler. Okur, bu bağlantıyı kendisine gösterilen şeylerle kurar. Bağlantılar kurduğunu bile fark etmeyebilir, ama yine de bağlantılar oradadır ve okuru etkilemiştir. Böylece öykü sürdükçe tahta bacak anlam biriktirmeye devam eder. Okur, kızın kendi bacağı hakkında ne hissettiğini, annesinin bu konuda ne hissettiğini, bulundukları yerdeki köylü kadının bu konuda ne hissettiğini öğrenir; sonunda İncil satıcısı çıkıp geldiğinde bacak o kadar çok anlam biriktirmiştir ki, hani derler ya, ağzına kadar dolmuştur. İncil satıcısı bacağı çaldığında, okur, adamın kızın kişiliğinden bir parçayı da alıp götürdüğünü ve kıza içindeki derin acıyı ifşa ettiğini anlar.
Tahta bacağın bir sembol olduğunu söylemek istiyorsanız pekâlâ öyle diyebilirsiniz. Ancak öncelikle tahta bir bacaktır bu ve öyküde bir tahta bacak olarak ona ihtiyaç vardır. Öykünün düz anlam düzeyinde bir yeri vardır; yüzeyde olduğu kadar derinde de işler. Öyküyü her yönde genişletir, öykü işte bu şekilde kısa olmaktan kurtulur.
Bunun nasıl meydana geldiğiyle ilgili birkaç şey söylenebilir. Bu öyküyü yazarken oturup, “Şimdi doktora derecesi olan tahta bacaklı biri hakkında bir öykü yazacağım ve tahta bacağı acının sembolü olarak kullanacağım,” diyerek yazdığımı düşünmenizi istemem. Birçok yazarın, başlangıçta ne yazacağını bildiğini sanmıyorum. Öyküye başladığımda, içinde, doktora derecesi olan tahta bacaklı biri olacağını bilmiyordum. Bir sabah kendimi hakkında bir şeyler bildiğim iki kadını betimlerken buldum, daha farkına bile varmadan bu kadınlardan birini, tahta bacaklı kızı olan birine dönüştürmüştüm. Öykü ilerlerken bir de İncil satıcısı adam atmıştım ortaya ama onunla ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. On, on iki satır öncesine kadar adamın bacağı çalacağını bilmiyordum, ama bunu yapmasının kaçınılmaz olduğunu fark ettim. Okuru sarsan bir öykü bu, bunun bir nedeni de yazarını sarsmış olması.
Bu öykü her ne kadar düşünülmeden yazılmış gibi görünüyorsa da, neredeyse yeniden yazma sürecinden hiç geçmemiş. Yazımının her aşamasında denetim altında olan bir öykü, ancak tam olarak bilinçli yazılmadığından böyle bir denetimin nereden geldiği sorulabilir.
Sanırım bunun yanıtı Jacques Maritain’in “sanat alışkanlığı” dediği şeyde yatıyor. Gerçek şu ki, kurmaca yazmak, kişiliğin bütünüyle dahil olduğu bir iş – zihnin hem bilinçli hem de bilinçdışı kısmının katıldığı bir iş. Sanat, sanatçının alışkanlığıdır, alışkanlıklarsa kişiliğin tamamının derinlerinde yatar. Her alışkanlık gibi uzun bir süre tecrübeyle işlenmesi gerekir; herhangi bir türde yazmayı öğretmek, öğrenciye sanat alışkanlığı kazanmasında yardım etmek demektir. Bu, her ne kadar bir disiplinse de, yine de bir disiplinden daha ötesidir diye düşünüyorum; bence bu, her şeyde mümkün olduğunca fazla anlam bulmak için, yaratılmış dünyaya bakmanın ve duyu algılarını kullanmanın bir yoludur.
Tabii insanların, edebiyatımızda kalıcı olan bir öykü yazmanın ne tür bir görme gücünü gerektirdiğini öğrenmek amacıyla yazar konferanslarına geleceğini sanacak kadar saf değilim. Bunu öğrenmek isteseniz bile, temelde uygulamaya dair şeyler duyma kaygılarınız olur. Gerçekten nasıl iyi bir öykü yazabileceğinizi bilmek isteyeceksiniz, öykünün bittiğini nasıl anlayacağınızı öğrenmek isteyeceksiniz; sanki biçim, her öykünün dışında var olan ve malzemeye uygulanan bir şeymiş gibi, kısa öykünün biçiminin ne olduğunu bilmek isteyeceksiniz. Elbette, ne kadar çok yazarsanız, biçimin organik bir şey olduğunu, elinizdeki malzemeden ortaya çıktığını ve her öykünün biçiminin eşsiz olduğunu o kadar iyi anlayacaksınız. İyi bir öykü indirgenemez, yalnızca genişletilebilir. Bir öyküyü okudukça daha çok şey görüyorsanız ve öykü ele avuca sığmamaya devam ediyorsa, o iyi bir öyküdür. Kurmacada iki artı iki daima dörtten fazla eder.
Bence kısa öykü yazmayı öğrenmenin en iyi yolu, kısa öykü yazmak ve sonra da yapmış olduğunuz şeyleri keşfetmeye çalışmaktır. Tekniği ancak elinizde bir öykü olduğu zaman düşünebilirsiniz. Öğretmen öğrencisine ancak eserine bakıp, olayın, anlamı tamamen aydınlatan tastamam bir öykü yazıp yazmadığına karar vermesine yardımcı olarak destek olabilir.
Sanırım yapabileceğim en faydalı şey, sizden gelen okuduğum yedi öykü hakkındaki bazı genel gözlemlerimi anlatmak olacaktır. Bütün gözlemlerim her öyküye tamı tamına uymayabilir, ancak bunlar, üzerine düşünülecek şeyler yazmakla ilginen birine zararı dokunmayacak gözlemler.
Profesyonel bir yazarın bir şeyi okurken bilincinde olduğu ilk şey, doğal olarak, dilin kullanımıdır. Biri hariç bu öykülerdeki dil kullanımı, birini öbüründen ayırmayı güç kılıyor. Birçok basmakalıp ifade kullanımına rastladığımı hatırlıyorum, ama yedi öyküde de ne bir metafora ne de bir imgeye rastladım. Hiç imge yoktu demiyorum; sizi alıp götürecek kadar etkili bir metafor ya da imge olmadığını kastediyorum.
Bununla bağlantılı olarak yaptığım bir başka gözlem beni epey tedirgin etti. Bir öykü dışında, hemen hemen hiçbir yerel deyiş yoktu. Güneyli Yazarlar Konferansı’ndayız. Öykülerin her biri Georgia’da ya da Tennessee’de geçiyor, ama hiçbirinde Güney hayatına özgü bir his yok. Savannah, Atlanta, Jacksonville gibi adlar geçiyorsa da öyküde hiçbir değişikliğe gerek duymadan bunları kolayca Pittsburgh ya da Passaic’le değiştirebiliriz. Karakterler televizyondakinin dışında hiçbir dil kullanımı duymamış gibi konuşuyorlar. Bu bize bir şeylerin gözden kaçtığını gösterir.
Kurmacayı kurmaca yapan iki nitelik vardır. Biri gizem hissidir, ötekiyse tavırların yarattığı his. Tavırları, sizi kuşatan varoluşun dokusundan alırsınız. Güneyli olmanın en büyük getirisi, tavırları bulmak için pek uzağa gitmemize gerek olmamasıdır, iyi ya da kötü, etrafımızda bolca tavır var. Güney’de çelişkilerle dolu bir toplumda yaşıyoruz; ironisi, tezatlıkları ve özellikle de konuşma dili bakımından zengin bir toplumda. Buna rağmen Güneyliler arasında geçen altı öykünün hiçbirinde bu bölgenin lütuflarından neredeyse eser yok.
Tabii ki, bu bölgenin lütuflarının kötüye kullanılmasına çokça tanık olduğunuzdan, bunları kullanmaktan çekinmiş olmanızdan ileri geliyor olabilir bu. Ancak bir yazarın bölgenin lütuflarını kullanmak yerine onları eline yüzüne bulaştırmasından daha kötü bir şey yoktur. Her şey öyle Güneyli bir hale bürünüyor ki mide bulandırıcı oluyor, öyle yerelleşiyor ki anlaşılmaz oluyor, öyle düz anlamıyla veriliyor ki hiçbir anlam taşımıyor. Genel, özel aracılığıyla gösterileceğine özelin içinde eriyip gidiyor.
Bununla birlikte aslında bizi çevreleyen hayat tamamen görmezden gelindiğinde, konuşma biçimlerimiz göz ardı edildiğinde bir şeyler çığrından çıkıyor. Böyle zamanlarda yazar kendine yapay bir hayat yaratıp yaratmadığını sormalıdır.
Toplumları karakterize eden deyişleridir; deyişleri görmezden geldiğinizde anlamlı bir karakter yaratabilecek sosyal dokunun tamamını göz ardı etmiş olursunuz. Karakterleri topluluklarından çekip alarak onlar hakkında birey olarak daha fazla şey söyleyemezsiniz. Bir karakteri inanılır ve manalı bir sosyal bağlam içine yerleştirmezseniz, o kişiliğin gizemi hakkında anlamlı bir şey söyleyemezsiniz. Bunu yapmanın en iyi yoluysa karakterin kendi dilini kullanmaktır. Andrew Lytle’ın öykülerindeki yaşlı kadın küçümser bir tavırla Birmingham’dan daha yaşlı bir katırı olduğunu söylediğinde, bu cümleden o toplum ve tarihi hakkında bir fikir ediniriz. Güneyli yazarların birçoğunun işi, daha kendileri başlamadan hazırlanmıştır, çünkü bizim tarihimiz konuşmamızda yaşıyor. Eudora Welty’nin öykülerinden birinde, bir karakter, “Geldiğim yerde bekçi köpekleri yerine tilki, tavuk yerine baykuş kullanırız ama doğru şarkı söyleriz,” der. Tek başına bu cümlede bir kitap yatar. Bölgenizdeki insanlar böyle konuşurken siz bunu görmezden geliyorsanız elinizdeki fırsatı kullanmamış olursunuz. Konuşmamızın fütursuzca bir kenara atılamayacak kadar belirgin bir tınısı var. Bir yazar bu nitelikten kurtulmaya çalıştığında, yaratıcı gücünün en iyi yanlarını yok etmeye mahkûm olur.
Bu öyküler hakkındaki bir başka gözlemim, çoğunun, karakterlerin derinine inmemesi, karakterler hakkında pek bir şey açığa çıkarmaması. Karakterlerin zihnine girmiyorlar demiyorum, ama karakterlerin kişiliklerini göstermiyorlar. Yine kısmen konuşma meselesine bağlı bu. Karakterlerinizin kendilerini açığa çıkaracakları belli bir konuşma biçimleri yok, bazen de gerçekten ayırıcı bir özellikleri yok. Öykülerin sonunda bir kişiliğin açığa çıkmadığını, çünkü aslında orada bir kişilik olmadığını hissediyorsunuz. İyi öykülerin çoğunda karakterin kişiliği öykünün olayını yaratan şeydir. Sizin öykülerinizin çoğunda, yazarın bazı olaylar düşündüğünü, bunları gerçekleştirmek için de bir karakter uydurduğunu hissediyorum. Eğer öbür türlü başlarsanız genelde daha başarılı olursunuz. Gerçek bir kişilikle, gerçek bir karakterle başlarsanız, bir şey olur, bunun ne olacağını başlamadan bilmezsiniz. Aslına bakarsanız, başlamadan önce bilmemeniz daha iyidir. Kendi öykülerinizde bir şeyler keşfedebilmelisiniz. Eğer siz keşfedemezseniz, büyük olasılıkla başka kimse keşfetmeyecektir.
İngilizceden çeviren Deniz Bozkurt