Kayıt Ol

Yaşam Hasatlayan Smir

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Yaşam Hasatlayan Smir
« : 05 Haziran 2012, 20:59:30 »
Kılıç ve Büyü. Aksiyon ve Macera... Okumayı ve yazmayı sevdiğim tür. Biraz 18 yaş üstü kaçabilir bazı yerler. İldar dünyasından bir macera, Susayanın Uyanışı'ndan önce yaşanmış olaylardır.
***

Bütün karakterler 18 yaşından büyük, vs...

***

Yaz Ortası Gününe sadece birkaç sayılı gün kalmıştı. Yaz şenlikleri için son hazırlıklar yapılıyordu. Avrin kıtasının batısında bulunan dağlık bir ülkeydi Anselvar. Ve bu ülkenin kuzey sıradağlara komşu olan On Beş Kasaba Platosu halkı için, Yaz Ortası Günün anlamı diğer İldar topraklarında olduğundan biraz daha farklıydı.

Hava sıcaktı ama aynı zamanda gecelerin içinde kuzey dağlarından akan serin hatta soğuk rüzgarlar esiyordu. Anselvar bir sınır ülkesiydi. Soğuk kuzey dağlıklarından güneye inen dallı budaklı yollardan çok küçük ve önemsiz bir tanesinin üzerindeydi. Yolun bir ucundaki sahipsiz topraklarda karmaşa ve ölüm vardı. İnsanların şehir krallıkları Anselvar Kralıyla didişip duruyor ve ülke, içindeki daha küçük kralların açgözlü ihtiraslarının pençesinde sallanıp duruyordu. Gecenin çocukları (vampirler, kurtadamlar) bu bölgenin kırsallarında ve şehirlerin karanlık arka sokaklarında kol geziyordu. Yolun diğer ucunda; Kuzeyde ise daha büyük bir bela vardı. Ork kabileleri. Anselvar'ın şansına bu bölgedeki kabileler kendi içlerinde savaşmaya çok daha meyilli çok ilkel, vahşi kabilelerdi. Hem de kuzeydeki güçlü Ork İttifaklarının iki koldan Cücel Geçitleri ve Rilmirr Tabyaları tarafından sürekli taciz edilmeleri Anselvar'ı gözden uzak tutuyordu.

Yine de bu uzak ve kıyıda kalmış bölgede bile bazen karışıklıklar oluyordu. Ama bunun önünü alan Kızıl Mızrak Şatosu varken ork akıncı orduları içerilerdeki topraklara geçemiyordu. Zaman zaman küçük savaş gurupları içeri sızabilse de Kızıl Mızrak Şatosu ile yüzyıllar önce yapılmış Yaz Ortası Günü Anlaşması bu sorunları büyümeden hallediyordu. İskelet orduları ve zombi taburları geçidin önündeki şatonun çevresinde, Efendilerinin iki dudağından çıkacak tek bir emir kelimesiyle uyanmaya hazır yatıyordu

Anlaşma... Smir buraya gelip Efendiyi alt etmeden önce de; yeni Efendi olmadan önce de bu anlaşma vardı. Ve Smir bu anlaşmayı bozmadı. Anlaşmaya sadık kaldı. Tıpkı ondan önceki Efendiye yapıldığı gibi ona da her üç yılda bir, yani her kızıl dolunayda bir bakire sunuldu.
On beş kasabanın temsilcileri önünde diz çöküp hediyeler sundular ve adak olarak seçilmiş bakireyi ona teslim ettiler. Bugüne dek işler hep yolundaydı. Sorunsuzca ödeme yapılıyor ve Smir de bu geçidin çevresindeki On Beş Kasaba'yı kuzeyden gelenlerden koruyordu.

Aydınlık bir geceydi. Dolunaya çok yaklaşmış ayın ışığı gökyüzünü gece mavisi rengine boyamıştı. Gökte yıldızlar vardı. Gökte karanlık ve ateş vardı! Gökte kavga vardı!

Smir bu geleni şatosunun büyülü gözetleme salonundan ilk gördüğünde şaşırmıştı. Bunu beklemiyordu. Elbette hazırlıklıydı ama bu beklenmedik bir ziyaretti. Bir Dehşetkanat... Geçit Ormanları üzerinde... Daha neler!...

Dehşetkanat bir savaşçı iblis melezi idi. Simsiyahtı. Tüm bedeni küçük kızıl alevler ve simsiyah isle tütüyordu. Ejderler ile İblislerin karanlık sanatlarla melezlenmesinden yaratılmış bu soyun devasa ejder kanatları vardı. Uzun yılansı boynunun ucunda iblis suratlı, koç boynuzlu başı bulunuyordu. Ağzından sarı asitsi bir salya kaynayarak sızıyordu. Sesi kan dondurucu korkuları tetikleyen bir efsunla yüklüydü. Dehşetkanat sadece sesiyle bile orduları kaçırabilecek güce sahipti.

Yaratık büyüktü. Başından kuyruğunun ucuna kadar yetmiş metreye yakın uzunluktaydı. Yassı bedeni yere yatsa bile dokuz metreye varan yüksekliğe sahipti. Tek kanadının açıklığı elli metreyi buluyordu. Başı bir at arabası kadar büyüktü. Kuruğunun ucundaki çivili topuz bir vuruşta koca bir kale kapısını unufak edecek güçteydi. Dehşetkanat dehşetli bir düşmandı.

Cüssesinin de ötesinde dehşetkanadı tehlikeli yapan asıl şey büyüleriydi. Ejder iblisin karanlık alevli yıkım büyülerini kullanan saldırıları güçlü büyücülerin bile sonu olacak cinstendi. Sadece gerçekten kudretli ve sayılı büyü kullanıcısı bunlardan biriyle yüzyüze gelebilir ve hikayeyi anlatmak için sağ kalabilirdi.

Dehşetin üzerinde bir süvari vardı. Karanlık kukuletalı ve karanlık pelerinli bir figür. Smir kavganın bu ilk anlarında hemen tanımıştı figürü. Bir insan. Daha doğrusu bir evlatlık büyücü; Köle büyücü. Küçük yaşta çalınıp köle edilen beyni yıkanmış, efsunlanmış köleler.

Köle havaya beş koca sarı kristal savurup emir tonuyla büyüsünü haykırırken Smir'in yanık izli çirkin suratındaki, yamyam dişli ağzı gülümseme ile kıvrıldı. Çok önceki bir savaşta yaralanmış yüzünün sağ tarafındaki ve artık bembeyaz olan gözü amber rengi  bir ışıltıyla parladı. Diğer sağlam gözü vampirimsi kızıl ışıltısıyla yandı.

Smir kel kafalıydı ve tüm vücudu eski savaşlardan ve astral anlaşmalardan kalan izlerle doluydu. Teni adeta grimsi beyaz bir kül rengindeydi. Tamamen yanık izleriyle örtülüydü ve korkunçtu. Saçı yoktu. Kulakları yer yer parçalanmış sivri vampir kulaklarıydı. Yüzünde vahşi, yırtıcı kan emici çizgiler hakimdi. Kemikleri sayılacak kadar sıskaydı ve bir deri bir kemik halinin yanında genelde kambur duruşuyla, topal yürüyüşüyle de bilinirdi.

Pek bir şey giymezdi. Kaba saba bir urganla beline sarılmış pantolonu ve önü açık eski püskü duruşlu cüppesi haricinde sağ elinde tek bir yüzük ve boynunda siyah, kalp şeklinde kristal bir pandantif ile kuşanmıştı. Zaman zaman elinde eski ve korkunç duruşlu, kapkara metalli bir orak ile düşmanlarının üzerine çökmesi ile ünlü olsa da üzerinde taşıdığı yegane görülebilir silahı, kınında duran uzun bir hançerdi.

"Sonunda beni almaya geldin demek! Haydi!" diye insan üstü bir sesle, neşeyle haykırdı karanlık örücü. Kuzeyde bir düşmanı olduğunu biliyordu. Daha önce de birkaç kere test edildiğini hissetmişti. Kim olduğunu, ne olduğunu bilmiyordu ama kuzeyde bir düşmanı vardı ve onu bekliyordu. Varsın olsundu. Buralara kadar düşmanlarının kanını içip etini yiyerek yükselmişti. Smir bir gölge büyücüsüydü. Ateş, yozlaşma ve ızdırap, gölgeler onun sanatıydı. Sanatında da çok iyiydi hani...

Sarı kristaller durdurulamaz çağrı büyüsüyle koca geçitlere dönüşüp içindeki hapsolmuşları dışarı dökerken Smir de kendini bu karşılaşmaya hazırladı. Beş dehşetkanat daha geçitlerden yarı şeffaf halde akıp şeffaflıktan maddeleşmeye doğu şekillenirken Smir doğruldu ve gerildi. Yakınlarda sıkı bir karşılaşma planlıyordu ve bu iyi bir antrenman olacaktı. Sivri çatal dili ince dudaklarını yalarken yüzünde şeytansı bir gülümseme vardı. Sabırsızlıkla inledi. Düşmanlarına neredeyse doymaz bir şehvetle bakıyordu.

Karanlığın ve öfkenin içinde büyümesine izin verdi. İçinde adı unutulmuş eski güçlerin izlerini aradı, eski anlaşmaların bedelini taleb etti, sunulan adaklar adına yalvardı ve yeni adaklar adadı. Kan ve ölüm adadı karanlık müttefiklerine, onlara acı ve masumiyetin kirletilmesini adadı!

Kızıl Mızrak Şatosunun Efendisi olarak yüzyıllardır bu geçidi tutuyordu. Öyle bu bölgenin koruyucusu filan olduğundan değil.. Ya da bu insanlar çok umurunda olduğundan... Buraya bir amaç için gelmiş ve amacına ulaştığında eline geçen fazladan ödüller hoşuna gitmişti. Efendiden istediğini almıştı hem de çok çok fazlasıyla. Kirli Smir, Pislik Smir, Dönek Smir hem bir ev hem de eğlence bulmuştu. Kendi planlarıyla uğraşırken bu coğrafya arada sırada ona eğlence sunan güzel bir eve dönüşmüştü. Smir evini seviyordu. Smir bu coğrafyanın halkı ile yaptığı anlaşmaya bağlıydı. Bu iyi bir anlaşmaydı.

Altı dehşet arada mesafeyi korurken Smir'in çevresinde bir tam tur döndüler. Nefeslerini; En karanlık saldırılarını hazırlıyordular. Smir soğukça durdu. Dikildi ve bekledi. Gökyüzünde simsiyah dumandan oluşmuş ve çevresinde ateşten rünler dönen bir diskin üzerindeydi. Çevresinde şeffaf siyah bir hale deniz gibi dalgalanıyordu. Havada uğursuz sesler, deli kadınların histerik şarkıları gibi uğulduyordu. Derken saldırı başladı.

Saldırı çok güçlüydü. Gök adeta yarıldı. Yerden çok yukarıdaki bu kavgada, dehşetler saldırılarını gerçekleştirdiğinde hava patladı ve yer inledi. Işıklar bu ilk temasın şok anında uzun saniyeler boyunca geceyi gün etti. Rüzgar dalgaları aşağıdaki ormanı vurdu ve havuza atılan taş gibi koca ormanın yüzeyi büyüyen bir çember ile dalga dalga sarsıldı. En yakındaki ağaçlar kırıldı, söküldü ve parçalandı.

Smir sarsıldı. İlk şoku kabul etti ve bedeni buna karşı sarsıntılarla bükülüp durdu. Bedeni ilk şokun ardından üzerine gelen her şeye karşı dik durmaya başladı. Ağzından bir koca kadeh dolusu kan sızdı.

Kan, çıplak göğsü boyunca süzüldü ve süzüldü. Smir öksürdü.  İçi acı ile inliyordu. İçi fırtınada yarılmış ağaçlar gibi defalarca yarılıyor ve parçalanıyordu. Smir'in içi alevlerle yanıyor ve karanlık bir soğuk bütün duyularına saldırıp hem onu paniğe boğuyor hem de uyuşturuyordu. Karanlık alevlerin girdabında zamanı kaybetmişçesine cezasına boyun eğdi.

Orada durdu ve bütün acı ve yıkımı üzerine aldı. Acı tarifsizdi. Varoluşunun her bir zerresi tek tek kendi kıyametinde yıldırımlarla yanıyor ve acımasız, tanrısal bir çekicin altında dövülüyordu. Kesiliyor, biçiliyor, yarılıyor, kırılıyor, eziliyor, yakılıyor ve yozlaştırlıyordu. Dehşet ve azap koca bir okyanus gibi üzerine çökmüştü.

Saldırı kısa bir an sürmedi. Saldırı anlar boyunca sürdü. Gökyüzünde ışıklar ve renkler çakıp dursa da saldırının bütün şiddeti artık etrafa saçılmaksızın doğrudan Smir'in üzerine çöküyordu. Smir ayakta sarsılıyor ve öksürüyor, kan kusuyordu. Teninde yarıklar açılmaya başlamıştı. Bedenini yer yer kızıl karanlık alevlerle tutuşuyordu. Bu fiziksel tezahürlü alevler kalkanının içine nüfuz eden alevlerden çok daha korkunç ve çok daha yoğun acıların sebebiydi.

Siyah kalkan halesinin altına nüfuz eden karanlık ve kızıl alevler içinde boğuluyordu Smir. Alevlenmiş kolları boşlukta yüzer gibi dalgalanıyor ve acı spazmları ile bütün bedeni çarpılıyordu. Bu saldırı uzun saniyeler boyunca sürdü. Yaratıkların nefesi arada dönüşümlü olarak dinlense de asla dört dehşetten daha azı saldırmadı bu süre zarfında... Karanlık alevler kuduz bir sel deresi gibi akıp durdu gölge örücünün üzerine...

Sonra saldırı birden değişti. Saldıranlar hep birden irkildi. Saldıran altı dehşetin altısı birden kendi ateşlerinin üzerlerine dönmeye başladığını hissettiler!!!

Smir onu tutabildiği kadar tutmuştu ve şimdi "acı kalkanı" ikinci safhasına geçmişti. Koruduğu kişinin düşmanına ona attığının aynısını geri gönderiyordu! Smir acı kalkanının yansıtıcı efsununu olabildiğince uzun süre tutmuş ve üzerinde depolamıştı, şimdi birikmiş bütün yıkımı süratle geri gönderiyordu.

Saldıranlar bir anda tehlikeyi görmüş kuşlar gibi dağılıp sağa sola savrulmaya başladılar . İlk şaşkın haykırışlarının yerini yeri göğü inleten ve gitgide korkunçlaşan acı kükremeleri aldı. Daha önceki savaş sesleri bir kıyamet idiyse bile işte şimdi bu bütün kıyametlerin anasıydı! Altı dehşetkanat yaralı, kendi yokedici alevleriyle vurulmuş halde dönüyor ve korkunç acılarından sıyrılıp yeni bir saldırı yönü elde etmeye çalışıyordu ama bu onları çok zorluyordu!

Smir artık yerinde sabit durmuyordu. Kara isli, ateş rünlü "bulut-disk" bineğinin üzerinde şimşek gibi hareket ediyor ve iblislerin ona nefesleriyle vurmasına fırsat vermemeyi amaçlayan bir saldırıyla öne çıkıyordu. İlk baştaki saldırıları, o acı anında, dehşetlerin farketmesinin çok güç olacağı hastalık zinciri ve kanateşi büyüleriydi. Smir canından ve kanından ciddi bir fedakarlıkla güçlendirmişti bu büyüleri. Zaman geçtikçe yavaştan hızlıya doğru gitgide daha çok hasar veren büyüler zaman geçtikçe daha zor etkisizleştirilebilen özellikteydi. Belaydı.

Smir ilk kurbanı olarak gördüğü habersiz dehşetin tam tepesindeydi. Bu en zayıf düşenleriydi. Yere çok yaklaşana kadar havada debelenmiş diğerlerinden uzaklaşmıştı. Smir büyüsünü hazırladı. Gazapışığı büyüsü elinden mor renkli bir ışın halinde uzadı; Fırladı. Dehşeti sırtından vurdu ve koca sırt boyunca hareket edip yaratığı düzgün, derin bir kesikle yardı. Bir kısa saniye içinde dehşet acıyla kükredi sonra alevler ve kara dumanlarla patlayıp silikleşmeye başladı. Bir kısa an içinde süratle yitip gitti.

Gölgeörücü ikinci ve çok yakın hedef üzerine oyalayıcı bir "yarasa zinciri" büyüsü gönderdi. Koca bir yarasa bulutu gibi dehşeti sarmalayan zincir büyüsü yaratığı sessizleştirdi. Fiziksel nefes saldırısına büyülü güçlerini katmasını engelleyen sessizlik büyüsü varken Smir diğer hedefinin önüne atladı.

Kendi canından fedakarlık yaparak hızlandırdığı bir büyüyü gönderirken acı ile inledi. İki büklüm olup sarsıldı. Ağzından ve gözlerinden, kulaklarından, burnundan kan geldi. Aslında bütün vücudundan kan geldi. Yeni yaraları daha tam iyileşemeden yeniden ve daha kötü açıldı. Buna değerdi. İleri uzattığı ellerinin ucunda düşmanına kocaman bir "köztopu" fırladı.

Koca mermi hem büyülü vuruşu hem de fiziksel vuruşu ile dehşetkanadı şişlemişti. Yaratık alevlere bulandı ve uçuş rotası bozuldu. Kanatları bocaladı, savrulmaya ve havada taklalar atmaya başladı. Boş yere kurtulmaya ve toparlanmaya çalıştı, yeniden uçuş gücü kazanmaya çalıştı... Ama... Yere vurmadan önce havada koca bir patlama ile bitti.

(devam edecek)
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir (2. Bölüm)
« Yanıtla #1 : 07 Haziran 2012, 19:07:10 »
*************************

Smir peşinde iki yaratıkla yüksek bir hız ulaşmıştı. "Buğu" ve "ilüzyon" büyüleri ile iblislerin saldırılarından geçici olarak savunarak kendine vakit yarattı. Diskin üzerinde acılarından doğruldu. Kan sızan dudaklarını çatal diliyle yaladı. Elini kemerindeki küçük keseye atıp ışıldayan, kalp gibi atan yeşil bir kristal çıkardı. Tek bir emir kelimesi ile kristal parçalandı. Kristalin içindeki pek kıymetli yaşam enerjisi Smir'in yaşayan ölü bedenine yaşam taşıdı. Yaralar daha bir iyileşti, Smir'in gücü daha bir tazelendi.

Smir diskin üzerinde geriye döndü iki elini iki düşmanına doğrultup onlara bakan rengarenk alevlerle dönen kocaman bir "çatal ateştopu" yarattı. Ateş topunu iki düşmanın ortasına fırlattı.

İki taraf da bu kovalamacada çok süratliydi ve geriye atılan ateştopunun sürati de buna eklenince dehşetler kaçamadılar. Top yarı yolda ikiye bölündü ve yanardöner alevleriyle iki hedefe vurup ikisini birden sarı-yeşil-mavi-kırmızı-turuncu alevlere buladı.

Hastalık zinciri ve kanateşi büyülerinin üzerine bir de bu darbeyi yiyen iki dehşet için burası yolun sonuydu. Uçuş yeteneklerini kaybettiler ve havada savrularak bir tepe yamacına çakıldılar. Çarpmaları ile aynı anda süratle şeffaflaşıp tükendiler. Geriye sadece karanlık isli, küllenmiş kocaman çarpma kraterleri kaldı.

Smir geriye dönerken üzerine iki dehşeti saldırısı yağmaya başladı. Üzerine inen saldırılara karanlık anlaşmalarından kazandığı dayanma gücüyle ama acıların pençesinde inleyerek, sarsılarak karşı koydu. Bir büyü ezgisi mırıldandı ve düşmanlarının arkasında bir anda hiçliğin içinden bir yarık açıldı.

Karanlık bir diyardan karanlık bir yaratık dışarıya olanca hızıyla ok gibi fırladı. Dışarıya hücum eden yaratık bir karanlık ejderhaydı. Simsiyah ve çok dehşetli bir güzellikti bu. Bütün bedeni şeffaf siyah bir isle tütüyordu ve gözleri simsiyah inciler gibi parlıyordu. Ağzı bir kükreme ile açıldı ve onlar daha ne olduğunu anlayamadan "karanlık nefesi" ile iki düşmanı birden arkadan vurdu. Biri diğerinden daha kötü vurulmuştu ve daha ilk anda ilk acı ile haykırdı. Süratle ölümüne düşmeye başladığında siyah isli siyah alevlerle yanıyordu.

Büyücünün süvariliğindeki dehşet hala takipteydi ama artık o da eski gücünde değildi. Ne süvarisi ne de dehşetin kendisi üzerindeki üç güçlü hasar büyüsünü etkisizleştirebilmişti. Hem "acı kalkanı" ve hem de "hastalık zinciriyle" "kanateşi" büyüleri dehşetin canına okumuştu. Smir biraz daha oyalandı ve sonra artık dehşet çok zavallı bir biçimde artık sadece güçlükle havada kalabilir hale geldiğinde durdu ve döndü. Güldü. Korkunç ve tatmin olmuş bir kahkahayla güldü. Aşağılayan muzaffer bir kahkahaydı bu.

Süvari birşey söylemek için ağzını açacak gibi olmuştu, ağzından bir ses çıkıyordu ama Smir izin vermedi. Bu kadar eğlence yeterdi.

Smir'in Ejderhası; Karanlık diyordu Smir ona, ileriye sessizce-sinsice fırladı ve süvariyi dehşetin sırtından ustaca pençesine geçirip çıkardı. Havaya, önüne savurdu ve nefesi ile vurup siyah alevlere buladı onu. Sonra oyunbazca yanan süvariyi ağzıyla yakaladı ve dişlerinin arasına geçirip tatlı talı zevkle çiğnemeye başladı. Ağzında kan tadını tıpkı efendisi gibi çok seviyordu Karanlık... Smir güldü.

Dehşet havada kalmakta artık çok zorlanıyordu. Saldıracak gücü hiç yoktu. Bittiğinin farkındaydı ve iblis yaratığın gözleri adeta lanetlerden yağmur savuruyordu. Smir bu yağmurun altında zevkle yıkandı. Karanlık bir kahkahayla deli gibi güldü ve güldü. Sonra elini kaldırdı. Dehşete uzattı. Elinden simsiyah, mor ışıltılı bir "gölge mızrağı" fırladı. Mızrak dehşetin kafasını vurduğunda yaratık bitmişti ve cesedi daha düşmeye başlamadan havada süratle şeffaflaşıp hafif bir rüzgarla patladı.

"Karanlık, eski dostum. Gel bana" diyerek çağırdı Gölgeörücü. Ejderha çelik misali bir sadakatle itaat etti. Bir köpeğin efendisinin dizi dibine koşarak gitmesi gibi Smir'in yanına yıldırım gibi vardı. Smir yaralı ve yorgun bedenine rağmen zarifçe bindi ejderhanın sırtına. Ejderhanın sırtındaki kemikli-pullu bölge o yerleşirken değişmiş, şekillenmişve adeta bir taht koltuğuna dönüşmüştü.

"Eve gidelim Karanlık. Yoruldum. Yaralandım. Kanıyorum. Tedaviye ihtiyacım var. Bana iyi bakacakları yere gidelim.." diye şeytanca gülerek konuştu Smir. Karanlık sadece itaatkar bir yumuşak kükremeyle cevap verdi. Koca kanatlarıyla havayı tokatlayıp yumuşak, zarif bir yay çizerek döndü. Yönünü ayarladı ve bir seri güçlü kanat vuruşunun ardından süratli bir süzülmeyle hava akımlarında yüzüyordu. Minicik rüzgarlarla bile uzun mesafeleri süzülmeye uygun bedeni havanın içinde sorunsuzca akıyor, kayıyordu.

Smir sessizce karanlık ormanları ve aylı, yıldızlı gökyüzünü seyretti. Dudaklarından hala sızmaya devam eden kanını yaladı. İçinde hala acı kasılmaları onu dürtüp dururken gülümsedi. Hazırdı. Son bir iki düzenlemeyi daha hallettikten sonra hazırdı.. Rom.. Romulion. Sevgili kayıp Çırağı.. Bir kez daha ona ulaşmayı denemeliydi. O zaman gönül rahatlığıyla yola çıkabilirdi. Arkasında yarım kalmış hesaplar bırakmayı sevmiyordu Smir. Zaten yeterince yarım kalmış işi vardı. Çilekeş Romulion'u da bunlara eklemek istemiyordu. Güldü Smir. Çırağını anınca içine neşe geldi. Hüzün geldi içine. Güldü Smir. Güldü. İçi acıyıp parçalanırken ve kan kusarken o sadece güldü. Karanlık yere konarken ve Smir'in hiç de sıradan olmayan ev ahalisi onu karşılarken o hala gülüyordu..

Smir'in evi ilginç bir evdi en hafif ifadesi ile.. Kısaca özetleyecek olursak; Demir Kael olarak bilinen bir golem kahya, Biber diye çağırdığı bir iblis cariye, Günbatımı adını verdiği bir dişi vampir çırak-metres, Baharat ve Şeker isimleriyle çağırdığı iki zevk arkadaşı vardı evinde.

Demir Kael, Smir'in yarattığı bir golemdi. Bilimsel büyü diye tabir ettiği araştırmalarının bir ürünüydü ve çok başarılı olduğunu düşündüğü bir yaratımdı. Kael kendisine çizilen sınırlar içinde düşünebilen ve bir golemde bulunması pek de alışıldık olmayan özelliklere, güçlere sahip bir golemdi. 2,5 ila 5,5 metre arasında değiştirebildiği cüssesinin ve katı fiziksel gücünün-dayanıklılığının ötesinde Kael çok daha dehşetliydi. Siyah ve parlak koyu mavi tonlarla inşa edilmiş bedeni sarı ve kırmızı rünlerle, desenlerle de işlenmişti. Ama golemin en etkileyici yanı gözleriydi. Alev gibi yanan mavi gözleri iki koca safirdi ve bakışları çok canlı, çok ruh doluydu. Çok canlıydı. Bir golem gibi değildi çoğu zaman onun gözlerine bakanlar için...

Biber bir sukubus meleziydi. İstediği dişi veya erkeğin şekline bürünebilme yeteneğine sahipti. Cehennemin pratik iblis lordlarının savaşlar için uygun askerleri yaratma çabalarının sonunda yılan iblislerle sukubusların birleşiminden doğmuş bir sukubus soyundan büyümüştü. Casusluk, sabotaj, suikast gibi konularda çok yetenekli olan kıyıcı ifritin büyüleyici doğası, oyunbazlığı onu aynı zamanda efendisi için iyi bir oyun arkadaşı da yapıyordu. Uzun zamandır Smir'in evcili olan Biber bazen bu beraberlikten çok kötü etkilendiğini bazen de çok şey öğrendiğini düşünen tehlikeli bir yaratıktı. Her şeye rağmen en çok da oyunbaz ve fettan bir yaratıktı...

Günbatımı, Baharat ve Şeker'e gelince...

Günbatımı acımasız ve imkansız muhteşemlikte kızıl saçları olan, fildişi beyazı tenli, zümrüt yeşili gözlü bir vampirdi. Çok genç ve çok taze, çok büyüleyici bir duruşu vardı. Yüzündeki, kollarındaki,  omuzlarındaki ve göğüslerindeki çiller doğal mücevherleri gibi onu sarmalıyordu. Vücudunun bütün kıvrımları kesinlikle hem baştan çıkartıcı hem de göz alıcıydı. Onu görenin ilk anda çarpılmaması mümkün eğildi. Güzelliği yanında Smir'den öğrendiği büyülerle de çok büyüleyiciydi! Günbatımı da Smir'in yıllanmış dostlarından biriydi.

Şeker kesinlikle çok tatlı bir sarışındı. Yirmili yaşlarının ilk çeyreğinde bir afetti. Beyaz tenli ve sarışın güzelin kumsaati gibi biçimli vücudu gören her erkeğin bakışlarını esir alacak kadar dikkat çekiciydi. Özellikle dolgun ve çok biçimli göğüs kısmında kesinlikle gözleri esir alıyordu. Canlı, hayat dolu, neşeli bir genç kadındı Şeker. Şeker bu evin içindeki hayat kaynağıydı.

Baharat bir esmerdi. Yirmili yaşlarının ortalarındaydı. İnce fizikli ve kedi gibi caizbeli duruşluydu. Hatları Şeker gibi dolgundan ziyade zarif ve büyüleyiciydi. Uzun siyah saçları neredeyse beline kadar iniyordu. Sadece saçlarının rüzgarda dalgalanışı için bile şövalyeler kendilerini kurban ederek ejderlerin üzerine at sürebilirdi. Gözleri büyüleyici bir kahverengiydi. Biber'den boş zamanlarında -ki boş zamanı çoktu- aldığı eğitimlerin sonunda sıkılaşmış kedi zarafetindeki kasları ve ışıldayan esmer teniyle bir mücevher gibiydi. Ona bakmaya doyum olmuyordu.

Bütün bu gurup gökyüzündeki kavgayı gözlem salonundan anı anına izlemişti ve şimdi Efendilerini karşılamak için yüksek terasa yığılmıştı.

Hepsinin önüne geçen, elinde kocaman kristal bir şişe tutan Demir Kael idi. Kristal şişenin içindeki sıvı, uğursuz yeşil ve sarı renklerle rengarenk dönen, ışıklı ve fısıldayan bir sıvıydı. Sıvı adeta canlıymış gibi bir his uyandırıyordu ve Smir şişeyi Demir'in elinden alıp içerken sanki feryad ediyor gibi inliyordu.

Smir gülümserken çevresindeki şamataya karşı kulakları sağırdı. Şeker dikkatli bir mesafeden, sağı solu bazen belli olmayan Efendileri için, samimi endişesiyle inliyordu. Baharat da sabırlı ve soğukkanlı biçimde oradaydı. Smir'in iyi olduğunu görmek onu rahatlatmıştı. Günbatımı Efendisinin tartışmasız zaferinden çok etkilenmiş, büyülenmiş hayran bakışlarla ona taparcasına bakıyordu. Biber saklamaya çalışsa da gururlu ve coşkulu halini gözlerinden ele veriyordu.

Smir az önce altı dehşetkanadın canına okumuştu ve hala ayakta yürüyordu. Altı lanet olasıca Dehşetkanat! Bu kadarı Yedikulelere saldıracak olsa Büyücüler Meclisi onlara ne vurduğunu görene kadar savunucu alt seviye büyücülerin üzerine katliam çöker, daha üst seviye ustaların sayısı çok seyrelir ve belki ustalardan birkaçı da epey uzun süre savaş dışı kalırdı. Tabii ölmezse.. Ama Smir.. Ama Smir!! SMİR!!! Biber coşkudan uçuyordu.

Bir bölük Armelion şövalyesiyle dövüşse Biber'in ateşi ancak sönerdi!! Dudaklarını ihtiras ve şehvetle yalarken Smir ile gözgöze geldi. Kıkırdadı. Çapkınca gülerken gözleri acımasız bir açlıkla yanıyordu. Smir de şeytanca gülümsedi. Şeker ve diğerleri de bu bakışları görmüştü.

İlk sokulan şekerdi ve eli çoktan usulca Efendisinin karnına ve daha aşağılarak süzülüyordu.
"Efendim, hala biraz yaralı. Biraz içmek ister mi?" diyerek masumca ama fettanca boynunu ona doğru uzattı.
Ne içtiği ve içini nasıl iyileştirip güçlendirdiği umurunda değildi, Smir biliyordu ki bu vampirlik özelliğini kendine kaçınılmaz biçimde kattığından bu yana kanın tadı ve kanın gücü bütün iksirleri çocuk oyuncağı gibi önemsiz bırakıyordu. Yaşamı içmenin, yaşamı doğrudan özümsemenin tadı, şehveti doyumsuzdu. Azı dişleri uzayıp sivrilirken yılan gibi tısladı. Yılan gibi dili dışarı uzadı ve Şeker'in tatlı boynunu açlıkla, şehvetle yaladı.

Şeker tatlı tatlı kıkırdayıp zevkle inledi. Derince soluyup alt dudağını ısırdı. Smir'in dokunuşunda yine zevk efsunu vardı. Buna bayılıyordu.

Bütün vampirler ısırışlarına acı efsunu katarak avlarını şokla bayıltabilirdi ama ustalar ve yaşlılar dokunuşlarına diğer efsunları da katabilirdi. Uyuşturucu efsunu, zevk efsunu, kuvvet efsunu... Ve hatta, yaşam efsunu.

Vampirlerin pek azı bu efsunu ve bu lutfu verirken görülmüş olsa da bu yaşlı soyların damarlarında taşıdıkları bir miras idi.

Smir yılan dilini geri çekti ve kızlara döndü. Hepsine birden konuştu. Gözleri şeytanca bir gülümsemeyle parlarken sesinde şehvet vardı.
"Önce sizler beni doldurun. Sonra da ben sizi doldurayım."

 Kızların hepsi Smir'in pantolunundan şimdiden kocaman yükselmeye başlayan çadırı görmeden bu sözlerin anlamını zaten biliyordu!! Uzun saatler boyunca sürecek bir zevk işkencesi başlıyordu ve hepsi Smir'in "çifte kılıcının" önünde zevkten, yorgunluktan baygın düşene kadar bu gece son bulmayacaktı. Gülüşmeler, kahkahalar ve müstehcen laf atmalarla yürüdüler büyük yatak odasına doğru.

Baia... Bakire Baia. Seçilmiş olan oydu. Anlaşma gereği adak olarak sunulacak yani Şato'ya kurban edilecek Bakire oydu. Baia ay parçası gibi güzeldi. Uzun düz saçları koyu kahvrengi tonundaydı ve ışıl ışıldı. Teni az güneş görmüş pempemsi beyaz tondaydı. Yüzünde hem masumiyet hem de baştan çıkarıcı güzellik biraradaydı. Ince ve uzun biçimli bacakları, ince beli, eli dolduracak diri göğüsleri vardı. Gözleri muhteşem bir ela tondaydı. Gülüşü hepsinin üzerindeydi. Güldüğünde güneşler açılıyor ve karanlıklar parçalanıyordu. Gülüşü o kadar muhteşem, o kadar sıcak ve o kadar içtendi. Gülüşü ruhunun aynası, gülüşü en kuvvetli büyüsüydü.

Genç kız bahçede dolaşırken babası pencereden onu izliyordu. Yaşlı adam için onu böyle görmek acı vericiydi.

Baia'sı her şeyin farkındaydı. On üçünü doğum gününden bu yana seçilmiş diğer on beş kızla beraber bugün için hazırlanıyordu. Kızıl Dolunay için. Yaz Ortası Günü için. Yaşlılar son kararlarını dün gece vermişti. Seçilen Baia idi. En kıymetlileri o idi. En zarifleri, en güzelleri, en saf ve masum duruşluları o idi. Seçilen Bakire Baia idi.

Yaşlı adam sıkıntıyla ve çaresizlikle derin bir iç çekti. İçinde hem koca bir öfke hem de kabullenmişlik vardı. Anlaşmanın ne anlama geldiğini On Beş Kasaba'daki pek çok kişiden çok daha iyi biliyordu.

Yaşlı baba bir asker eskisiydi. Her yıl düzenli olarak geçidin kuzeyine yapılan devriye akınlarında pek çok defa görev almıştı. Orada neler olduğunu biliyordu. O canavarları biliyordu, o düşmanın kanını elinde hissetmiş, kirli nefesinin kokusunu duymuş, dişle ve tırnakla, alt üst olup  onunla dövüşmüştü. Düşmanı biliyordu. İleri karakollar ve gözetleme noktalarında görev almış, düşmanla çok defa kavgaya girmiş, öldürmüş ve yaralanmıştı. Yaşlı Vorian, Kızıl Mızrak Şatosu'nun onlara sağladığı korumanın kıymetini her seferde bir kez daha görmüştü. Sadece kendi görev aldığı akınlarda üç kez, hayati biçimde Kızıl Şato Kuvvetleri araya girip birlikleri kovalayan orkların üzerine ölüm olup çökmüştü.

Baia her şeyin farkındaydı ve anlıyordu. Babasını kaç kez göreve uğurlamıştılar ve kaç kez gecenin bir yarısı onun dönüşünde ailece kucaklaşıp ağlamıştılar. Kardeşiyle gizlice anne ve babalarının konuşmalarını dinlediği anlarda, babasını hem Şato'daki Efendiyi lanetlerken hem de savaşta yardım edip kurtardığı hayatlar için minnetini söylerken duymuştu.

On Beş Kasaba halkı için Kızıl Dolunay hem hayatlarının değişmez bir gerçeği ve bir gereği hem de ortalıkta açıkça çok az dile getirilen bir korku kaynağı, bir tabuydu. Bu gerçek birlikte yaşamak zorunda oldukları ama bir yandan da ölesiye korkup iğrendikleri bir durumdu. On Beş Kasaba için her Kızıl Dolunay'da Bir Bakire...Fedakarlık... Kurban...

Baia elindeki gülle oynarken bir diken parmağına battı. Acıyla irkildi ama ses çıkarmadı. Kan küçük delikten balon gibi şişip büyüyerek dışarı çıktı. Parmağını ağzına götürdü ve kanını emdi Baia.

Düşünceler onu aldı götürdü. Ağzında kan tadıyla yaklaşan günü ve hayatının en öneli gecesini düşündü. Kanı bir kez daha akacaktı. Bu kez On Beş Kasaba için akacaktı. Yaşamı son bulurken halkına üç yıl kazandıracaktı. Halkı, kızkardeşi, annesi, babası, arkadaşları, akrabaları ve bütün sevdikleri.. Ve Daros.. Hepsi Efendi'nin korumasında olacaktı. Kendi önemsiz canının ve bekaretinin bütün sevdiklerine böyle büyük bir fayda sağlayacağını düşünmek içindeki korkuya karşı ona güç veriyordu. Başını gururla ve cesaretle kaldırıp gökyüzüne baktı Baia.

Gökyüzü sakindi. Beyaz bulutlar ve ay yukarda saklanbaç oynuyordu. Yıldızlar ışıldıyordu. Gecenin mavisi ve ağaçların tatlı gece melteminde şakıması onu aldı götürdü. Hem çok şey düşündü hem hiçbir şey düşünmedi. Sadece manzarayı izlerken anı yaşadı. Güzelliğin tadını çıkardı.

O bu güzelliği izlerken bahçenin gölgeli bir köşesinde gizlice onu izleyen bir başkası daha vardı. Ayışığının gölgesinde, ağaçların alçak dallarının altında Daros hayranlıkla, içinde fırtınalarla güzel Bakire Baia'yı izliyordu.

Daros komşu çocuğuydu. Baia ile yaşıttı. Çocukluk aşkıydı. Şu son yıllara kadar ikisi de duygularını dile getirmekten acizdi ve şu son yıllarda da üzerlerine düşen Kızıl Dolunay gölgesi ile çaresiz ve sessizdiler. Sözlerin bittiği yerde kaçınılmaz biçimde tesadüfler ve yürekleri onların gözlerini, ellerini birbirine dokunudurmuştu. Sonra dudaklar buluşmuştu. Kızıl Dolunay günü yaklaşırken enselerinde korkunç bir canavarın nefesi ile, sorumluluk ve korku duygularının girdabında yanıp kavrulmuştu ikisi de..
"Orada olduğunu biliyorum" diye seslendi Baia.


*************************
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir (3. bölüm)
« Yanıtla #2 : 09 Haziran 2012, 15:28:59 »
*************************

Baba ilk önce bu seslenişin kendisine olduğunu sandı. Ama ses tonundaki bir şey bu ilk anın ardından ona bu seslenişin bir başkasına olduğunu söyledi. Baba sessizce durdu ve dikkatle izledi.

Daros ağaçların gölgelerinden dışarı çıkarken Baba hem rahatladı hem de içine saplanan bir acıyla titredi. Delikanlı kimbilir ne halde olmalıydı.

Baia'nın annesi de zamanında Kızıl Dolunay için seçilen On Beş Bakire'den biriydi ve Vorian o günlerde yaşadığı duygu açmazlarını, o cehennemi düşününce içi parçalandı. Hem kendi yaşadıklarını hem de delikanlının yaşamakta olduğu duyguları düşününce, Vorian içinden lanetler okudu. Bildiği bütün küfürleri sessizce ve nefretle okudu Kızıl Dolunay'a..

"Nerden anladın?" diye sordu Daros. İçinde esen fırtınalara, yaşadığı bütün karanlık ve umutsuzluğa rağmen, bütün acı ve kedere rağmen gülümsemişti.

Baia da ona gülümsedi. Ah Daros diye içinden inledi. Bu saf kocaoğlanı seviyordu. Daros gerçekten hem iri hem güçlü hem de yakışıklı bir delikanlıydı. Ama bunun da ötesinde Daros terbiyeli ve altın kalpli bir insandı. Daros çok saf yürekliydi.
"Yine demirhanede çok zaman geçirmişsin. Terinin kokusunu getirdi rüzgar," diye gülümseyerek konuştu Baia. Daros baba mesleği olan demircilikle uğraşıyor ve bir yandan da askerlik eğitimine devam ediyordu.

Baba mesleğini devam ettirmek ve askerliği öğrenmek bu sınır topraklarında erkek çocuklar için bir geleneğin de ötesinde bir zaruret idi. Daros bunların ikisinde de çok iyiydi. Hem demircilikte kalfalığı hızla aşıp genç ustalığa bu yaşında yükselmişti hem de On Beş Kasaba Ordusu Eğitmenleri tarafından Armellion Birliklerine tavsiye listesine adı üst sıralarda yazılmıştı.
"Koku için özür dilerim," diyerek yönünü değiştirmeye ve rüzgarın esmediği tarafa geçmeye çalıştı Daros.
"Seni salak," diye gülerek, sesinde sevgiyle elini uzatıp onu durdurdu Baia. "Senin kokunu seviyorum," diye utangaç biçimde ekledi. Yanakları kızarmış va genç kadının bakışları önüne eğilmişti. Eli hala Daros'un kaslı kolundaydı.

Daros sevgiyle gülümsedi bu söze ve bu utangaç duruşa.  Yaklaştı. Elini genç kızın çenesine uzatıp bakışlarını kendine çevirdi.

Gözler birbirine kenetlendi. Hem aşk hem imkansızlık vardı ikisinin gözlerinde de. Derince iç çektiler aynı anda. Daha ne olduğunu anlayamadan ikisi de aynı anda ileri uzattılar dudaklarını. Dudaklar buluştu.

Öpüşmeye başladıklarında dünyanın, zamanın ve başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Kolları birbirini sardı. Öpüşmeleri daha bir ateşlendi.

Daros'un güçlü kollarını bedeninde hissetmek Baia'nın başını döndürmüştü. Daha önce de, şu son altı ayda pek çok defa fırsatlar kollayıp fırsatlar yaratarak yalnız kalmıştılar. Kendilerine mahremiyet sağlayacak yerler ve zamanlar ayarlamıştılar ama şu an bir başkaydı. Her şey kendiliğinden oluyordu. Bu beraber son geceleriydi. Yarın gece Kızıl Dolunay vardı.

İkisi de arada kesik kesik soluyor ve öpüşmelerin, öpücüklerin arasında ağlamanın eşiğinde inleyip birbirine sevgi sözcükleri fısıldıyordu.

Baia içinde uyanan dişiliği hissedebiliyordu ve aynı anda da Daros'un artık iyice uyanmış, vücuduna yaslanmış erkekliğini duyuyordu. Bu nasıl bir duyguydu böyle. Daros'un dudakları boynunda gezinirken alt dudağını ısırdı Baia. Buna dur demeliydi. Yoksa biraz daha ilerlerse buna nasıl dur diyeceğini bilemiyordu.

Daros'un elleri sırtında gezerken aşağılara inmiş ve şimdi kalçalarına ulaşmıştı. Kalçalarını sıkıp okşayan, iki bedeni iyice birbirine yaslayan bu eller ne muhteşemdi. Ne kadar güçlüydüler. Baia bu ellerin arasında eriyip yitmeyi istedi. Ellerden bir tanesi yavaşça ama arzuyla yön değiştirdi. Yönünü Baia'nın göğüslerine çevirdi ve orayı hemen buldu.

Genç kadın sağ göğsünü okşayıp sıkan bu elle ne yapacağı bilmiyordu. İnliyor ve nefes almaya çalışıyordu. Daros'un dudakları yeniden dudaklarına vardığında ikisi de iyice kendini kaybetmiş bir haldeydi. Baia'nın elleri Daros'u çılgınca sarmalamış ve onu bütün arzusuyla kendine çekiyordu..

Genç adamın kokusu, gücü, bedeninin sıcaklığı, ellerinin becerisi Baia'yı çılgın bir uçurumun kenarına getirimişti. Baia inledi.  Ayaktaydılar ve ikisinin de elbiseleri üzerindeydi ama bacaklarının arasında Daros'un erkekliğini hissedebiliyordu. Bu onu hem yıldızlara çıkartıyor hem de hiç korkmadığı kadar korkutuyordu..

Korku üstün geldi. Yılların eğitimi ve görev bilinci aşka üstün geldi bedenlerde yanan ateşe rağmen, aşka rağmen Baia durdu. Ve geri çekildi.

Ne kadar alev alev yanıyor olsa da, nefes nefese ve arzu girdaplarında savruluyor olsa da Daros da durdu.

İkisi de nefes nefeseydi. İkisi de az önce ne olduğunu ve bunun biraz daha ilerlerse nereye gideceğinin fatrkındaydı. Gözleri kenetlendi. Gözler sözlerden çok daha anlamlıydı. Söyleyecek ne varsa gözleri zaten söylüyordu. Bu imkansızdı. Baia'nın sorumlulukları vardı. Daros buna saygı duymak zorundaydı. Daros'un buna hakkı yoktu.

Daros son bir kez elini uzattı. Eliyle Baia'nın yanağına dokundu. Baia elini yanağına götürüp yanağını okşayan eli okşadı. İkisinin gözlerinden de yaşlar aktı ama en çok yürekleri ağladı o anda...

"Gitmeliyim," dedi Baia. Yavaşça döndü. Hala derin derin soluyup sessizce gözyaşı dökerken hıçkırıklarını zor tutyordu..

Daros sadece bir kısa an durdu ve onun arkasından baktı. Bu çok acı vericiydi. Buna dayanamadı. Arkasını döndü ve koşarak bahçe duvarına ulaştı. Bir sıçrayışta diğer taraf geçip gözden kayboldu...

Baba Vorian saklandığı karanlık pencerenin gerisinde derin bir nefes alırken yumruğunu sıktı. Gençlerin acısını taa içinde duyuyordu.

Bir kaç dakika soluklanıp üstünü başını düzeltti Baia. Bir bardak su içip yüzünü yıkadı. Sonra odasına çıkmak için salon kapısının önünden geçerken sesi duydu.

"Kızım," diye sevgi ve şefkatle seslendi Yaşlı Baba.
Baia babasını görünce hem şaşırdı hem de gülümsedi. Durdu ve ne söyleyeceğini bekledi.
"Halkımız için kızım," diye boğazı düğümlenerek güç bela konuştu Vorian.
Baia gülümsedi ve anlayışla, cesaretle başını salladı. Ses tonunda anlayış ve sert bir kararlılık vardı.
"Halkımız için Baba. Bütün sevdiklerim için."
Kız gülümsedi. Babasına hızlıca koşup sarıldı. Yanaklarından öptü ve sonra hızlıca koşturarak odasına çıktı.
Vorian kızı giderken oracıkta durdu ve sadece omuzları hıçkırıklarıyla sarsılarak ağladı. Uzunca bir süre ağladı. Yaşlı cesur asker gözlerinde yaş kalmayıncaya ve bitkinlikten yere yığılıncaya kadar ağladı...

Gökte ay kan kızılı rengine bulanmıştı. Tek tük bulutlar havada uçuşuyordu ve onlar da ayın kan kırmızı rengiyle kıpkırmızı yıkanmıştı. Yıldızların ışıltısı bile kızıl tonlara kayıyordu. Gökyüzü kızıla çalıyordu. Bu gece Kızıl Dolunay Gecesiydi. Gölgeler bile kırmızıydı...

Devasa ve derin  bir krater-çanağın ortasından yükselen Kızıl Mızrak Şatosu bu kızıl gök altında çok daha uğursuz görünüyordu. Şato dikdörtgen dar bir blok halinde krater dibinden krater kenarı seviyesine doğru yükseliyordu. O seviyeyi biraz geçtikten sonra daha dar bir blok ve o dar bloğu dört kenarda destekleyen dört sütun blokla yükselmeye devam ediyordu. Bir noktadan sonra ise adının kaynağı olan tek bir ince sütuna dönüşüp göğe doğru bir mızrak gibi dimdik yükseliyordu.

Krater kenarları seviyesinde inşa edilmiş büyülü bir köprü şatoya karadan ulaşmanın yegane yoluydu. Yegane yol buydu çünkü kraterin içi ölüm sisiyle doluydu. Yaşayan her şeyin kanını donduran uğursuz uğultuların yükseldiği bu kraterin, dehşetli sisin içine girmeye çalışanlar olmuştu. Geri dönen olmamıştı.

Bu gece de sis uğulduyor ve tüyleri ürperten fısıltılarla konuşup arada kahkahalarla, arada çığlıklarla karışıyordu.. Sis uğursuz girdaplarla dönüp çalkalanıyor, dalgalanıyor ve sürekli yaşıyor hissi vererek dehşet yayıyordu. Uzun süre bu sise bakanlar içinde yüzler görüyor ve sisin çağrısını duyarak ya kaçıyor ya da sise yürüyordu.

"Sise bakmayın! Hatırlayın! Sise bakmak yok!" diye emir verdi Subay. Yanında yüz elli kişilik muhafız bölüğü vardı. On Beş Kasaba'nın on beş temsilcisinin ve Bakire'nin muhafızlarıydı bunlar. Yanlarında on beş koca sandık dolusu hediye kumaş, gümüş, metaller, şarap, yiyecekler ve Efendinin talep ettiği diğer bitkiler-simya malzemeleri vardı.

Meşalelerle kuşanmış atlı muhafızlar çevrede güvenlik tertibatı aldı. Kasaba temsilcileri, Bakire'nin arabası ve sandık taşıyan arabalarla kafile kraterin kenarında durmuştu.

Bekleyiş çok sürmedi. Çevre temizdi. Sorun yoktu.

Arabaların sürücüleri ve taşıyıcılar malzemeleri kraterin kenarındaki köprü başına indirmeye başlamıştı. Bu gece burada bulunanların büyük bölümü daha önce de bu geceyi burada yaşamıştı ve ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını gayet iyi biliyordular.  Hepsi hemen süratle işe koyulmuştu.

Köprübaşı ile Şato arasında, tam yarı yolda tek bir sütun-ayağın üzerinde geniş bir meydanlık vardı. Bakire'nin sunulacağı yer de burasıydı. Altı yüz metrelik uzun köprünün ortasındaki bu kırk metre çapındaki sütun başı şeklindeki meydanlıkta  olacaktı her şey. Her iki taraftan bu meydana Efendinin sihirli emriyle uzayan köprü yolları olmadan, bu meydan da Şato gibi ulaşılmazdı.

Havada serin ve tekinsiz bir meltem vardı. Kraterin içinden, sisten yükselen uğultular tüyleri diken diken ediyordu. Rüzgarda meşaleler çırıpınıyor ve mırıldanıyordu. Atlar huzursuzca kıpırdanırken kayalık zeminde nalların vuruşları gökgürültüsü gibi sesler çıkarıyordu. Herkes gergindi, herkes sinirli ve huzursuzdu. Tecrübeli yaşlı muhafızlar bile kendi gerginliklerini zor maskeleyebiliyordu ve yüz siperlikli miğferler çok yardımcı oluyordu.

Köprübaşındaki çıkıntılı alana yığılan sandıklardan sonra on beş kasabanın pelerinli ve kukuletalı temsilcileri ve onbeş şeref muhafızı da sandıkların arkasında yerlerini aldı. En sonunda da Bakire ve biri yaşlı diğeri genç iki nedimesi geldi.

Onlar yerlerini aldığı anda üzerinde durdukları köprübaşı çıkıntısı yavaşça hareket etmeye başladı. İlk andaki hafif irkilmeler ve bir iki şaşkın, telaşlı yüksek nefesin ardından herkes olabildiğince sakinleşti. Bu durumu yolda zaten konuşmuştular ve neler olacağı tekrar tekrar yeni gelenlere de ezberletene kadar defalarca anlatılmıştı.

Temsilcilerin sözcüsü olan yarı-elf Erbrom yaşlı ve tecrübeliydi. İşini şansa bırakmadan bir kızıl dolunayı daha mümkün olduğunca sorunsuz atlatmak istiyordu. Bu zaten pis bir işti ve 120 yıldır bu işte görev alıyor olması da bunu hiç kolaylaştırmıyordu. Kırkıncı kez buradaydı. Kırk Bakire teslim edilirken o buradaydı ve bundan da hiç gurur duymuyordu.

Köprünün bu ucu ortaya doğru ilerlerken diğer uçta hiç hareket yoktu. Şato kızıl dolunayın ışığında en tepedeki altın rengi bir ışık haricinde ölüm gibi karanlık ve sessiz duruyordu.

Köprübaşı çıkıntısı ortadaki terasa ulaştığında köprünün bir yarısı kurulmuştu. Diğer yarısı hala yoktu. Hemen taşıyıcılar sandıkları terasın ortasına düzgün bir biçimde yerleştirmeye başladılar. Muhafızlar ve Temsilciler öne çıkıp sandıkların duracağı yerin gerisinde yerlerini aldılar. Onların da arkasında Bakire Baia ve iki nedimesi vardı. Bakire Baia beyaz bir ipek cüppe ve beyaz pelerin giyiyordu. Beyaz bir kukuleta ile başı örtülüydü. Yüzünde beyaz tül bir peçe vardı. Eşlikçileri aynı kılığın siyahını giyiyordu.

Rüzgarın ve kraterin uğuldayan sesleri yanında sadece ağır sandıkların taşınma ve yerleştirilme sesi vardı. Kimse konuşmuyor, kimse ses çıkarmıyor hatta kimse kımıldamıyor ve nefes bile almıyordu. Kızıl Dolunay'ı bilmek ve kabullenmek başka idi burada olup bu kraterin üzerinde, Şato'nun önünde beklemek bambaşka bir şey idi. Muhafızların sinirli elleri bellerindeki kılıçların kabzalarında sımsıkı sıkılı duruyordu. Temsilciler gerginlik içindeydi. Tecrübe bir yalandı, çoğu titriyordu.

Birden Şato'nun tarafından bir ses duyuldu. Kocaman, dar ve yüksek kapılar açılırken uğursuz haykırışlar gibi gaçırtılı sesler kraterden yankılandı. Bu ses yankılanırken kraterden selam gibi yüksek perdeden bir uğultu yükseldi ve sonra alçalıp eski haline döndü..

Karşıdan gelen gurubu her an daha iyi görüyordular. Köprünün Şato tarafı çok ama çok daha hızlı bir biçimde ortaya yaklaşıyordu.
*************************
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir (4. Bölüm)
« Yanıtla #3 : 11 Haziran 2012, 19:19:02 »
*************************

Beş metreyi aşan boyu ile Golem, efendisinin sağ yanındaydı.

Efendi'nin sol yanında iblis evcili, Sarışın ve büyüleyici bir dişi formunda, mavi zarif bir elbise içinde duruyordu. İblis olduğunun tek işareti alnından çıkan ve başının iki yanında birer turla kıvrıkça dönen iki sivri boynuzuydu.

Onun gerisinde kızıl saçlı bir dişi vampir vardı. Yeşil ve çok gözalıcı bir elbisenin içinde çarpıcı, taze bir güzelliği vardı.  Bu dişinin Efendi Smir'e ilk sunulan Bakire olduğuna dair söylentileri Temsilciler ne doğrulamış ne de yalanlamıştı.

Diğer tarafta en geride bir iskelet büyücü vardı. İskelet çağırma büyüsü ile meydana getirilen bu hizmetkarın türü daha önce On Beş Kasaba çevresinde pek çok defa görülmüştü. Bunlar komutanlardı. Zombi ve iskelet ordusunu yöneten subaylar bu büyücülerdi. Tek bir emirleriyle hiçliğin içinde iskelet bölükleri çağırabildiklerini bu muhafızların çoğu kendi gözleriyle görmüştü. Kasabaları koruyan ilk savunma hattı bunlardı ve çoğu zaman başkasına da gerek kalmazdı.

Fırtınalı bir hızla gurup yaklaşırken ve köprü tamamlanırken Erbrom'un gözleri en çok Smir'in üzerindeydi.

Smir yine döküntü kılığına benzer bir kılık içerisindeydi. Önü açık cüppesi çıplak göğsünü ve yara izleriyle desenlenmiş korkunç bedenini gözler önüne seriyordu. Pantolonu beline bir zincir kemerle bağlıydı. Ayakları çıplaktı. Üzerinde bunların dışında sadece yüzüğü, pandantifi ve hançeri vardı.

Duruşu sanki her Kızıl Dolunay'da daha bir iblisleşiyor gibi geldi Erbrom'a.. Öyle miydi yoksa değil miydi bilmiyordu. Belki de ona bakınca kendisini görüyordu Smir'de..

Smir öne çıktı ve onunla beraber Erbrom da törensel biçimde öne çıktı. Söz konusu Smir olduğunda son 200 yıla yakın süredir kemikleşmiş bir düzen, yerleşmiş kuralları olan bir tören mevcuttu. Hiç dile getirilmemiş biçimde, Baş Temsilci ve Efendi arasında kelimesi kelimesine aynı diyaloglar her Kızıl Dolunay'da yineleniyordu. Bu hem çok rahatlatıcı hem de çok rahatsız ediciydi.

"Selam sana, Efendi," diyerek selamladı Erbrom. Yaşlı boynunu eğdi. Bu gerçekten bir boyun eğişti ve Smir de bunun farkındaydı.

Gülümsedi Efendi. Umurunda olduğundan değil ama yaşlı adamın bu durumdan hala büyük bir rahatsızlık duymasından etkileniyordu. Yıllardır bu rahatsız edici görevdeydi ve alışmamıştı. Hala acı çekiyordu. Belki de her defasında daha fazla.

"Selam, On Beş Kasaba Temsilcileri. Selam, Erbrom," diyerek sonunda fazladan bir selam ve daha önce hiç söylemediği Baş Temsilcinin adını dile getirdiğini farketti Smir. Bir değişiklik yapmıştı.. Hem de  farkında olmadan. Pek önemsemedi ama ilginç buldu bunu.

Erbrom önemsedi. Bundan güç aldı. Efendiye kalıplaşmış sınırların ötesinde biraz daha yaklaşabilmek için belki de... Belki de... İçindeki en çılgın beklentileri için bir olabilirlik aramaya yaklaşabilmek için... O da farkında olmadan törensel repliklerinin dışına çıktığını gördüğünde hafifçe titredi. Korktu.
"Teşekkürlerimizi kabul et Efendi. İki gece önce gökte kıyamet koparken, On Beş Kasabayı yokoluştan kurtardın."

Bu durum aslında tam öyle olmasa da Smir açıklama zahmetine girmek istemedi. Kıyamet Smir için gelmişti ve Kasabalarla alakası yoktu.. Şey aslında bir bakıma vardı ama... Neyse.. Çok düşünmedi.
"Kasabalar Anlaşmaya hep uydu. Ben de üzerime düşeni yerine getirdim. Bir taraf aksini ilan edene dek Anlaşma bakidir."

Erbrom başını eğerek selamladı. Bu doğru zaman değildi. Bu sözler açıkça bunu söylüyordu. Smir onun yolunu kapatmıştı. Erbrom'un en çılgın beklentisi için zaman erkendi.
"Sana sunuyoruz! Hediyelerimiz. Ve Kızıl Dolunay Adağımız. Bakire. Adı Baia," diyerek sundu Erbrom. Kenara çekilirken Bakire ve iki nedimesi öne çıkıyordu.

Sonunda Bakire Smir'in birkaç metre önündeydi. Smir işaret etti ve Biber öne çıktı.

Smir'in işaretiyle aynı anda iki nedime de hareketlenmiş ve Bakireyi soymaya başlamıştı.

Önce kukuleta çıkartıldı. Güzel kahverengi saçlar kızıl ay ışığında kıpkırmızı ışıldayan beyaz pelerinin üzerine döküldü. Sonra pelerin çıkartıldı ve ince ipek giyinmiş mükemmel silüet gözler önüne serildi. Ay ışığında bu ince kumaş sakladığından daha fazlasını süsleyerek göz önüne çıkartıyordu.

Rüzgar esti ve kasabalıların tarafından Şato'ya doğru kokuları taşıdı.. Korkunun kokusu, terin kokusu, heyecanın kokusu ve... Tatlı gençliğin en güzel, en el değmemiş kokusu... Smir bu kokuyu içine çekerken dudaklarını yılan diliyle şehvetle yaladı.

Erbrom'un içi sızladı.

Onun yüzündeki ifadeyi ucundan yakalayan Smir'in her şeyi gören kör gözü ışıldadı. Smir şeytanca bir keyifle pis pis sırıttı.

Nedimeler cüppenin ön bağlarını gevşettiler ve iki yandan yardımcı olarak cüppeyi yavaşça Baia'nın ayak bileklerine indirdiler. Cüppenin altında bir şey giymiyordu Bakire. Smir bir kez daha dudağını yaladı.

Yaşlı nedime elini uzattı ve usulca peçeyi çıkardı. Bu kadardı. Baia orada çırılçıplak duruyordu.

Smir beğeniyle gülümsedi. Muhteşem, taze, masum ve el değmemiş.

Biber öne çıktı ve gizlemediği şehvetli gülümsemesiyle törensel biçimde Baia'yı santim santim inceledi. Çevresinde bir tur yavaşça döndü ve sonra önünde durup eğildi. İki nedime ellerini Baia'nın en kıymetli, en el değmemiş mücevherine doğru uzattı. Baia'nın bacakarasına uzandılar ve dişiliğinin dudaklarını törensel biçimde araladılar.

Biber dudaklarını yalayarak iyice eğildi, yakından baktı ve onun bakire olduğunu gördü. Gözleri şeytance biçimde ışıldadı. Yüzünde müstehcen bir gülümseme yayıldı.
"Bakire, Efendimiz" diyerek saygıyla, törensel biçimde konuştu ve geri çekildi.

Diğer iki nedime de geri çekildi ve ortada sadece çırılçıplak halede Baia kaldı. Başı önünde, gözleri kabullenmiş ve itaatkar biçimde kızıl dolunayın altında duruyordu genç kız.

Smir öne çıktı. Yavaşça yürüyerek Bakire'nin etrafında bir tur attı. Onu tepeden tırnağa süzdü. Ne kadar da tazeydi, ne kadar da mükemmeldi. Kıvrımları ne kadar kırılgan ve ne kadar baştan çıkartıcıydı. Her şeyiyle mükemmeldi. İçinde büyüyen heyecanı ve vücudunun tepkilerini sert bir emirle kontrol altına aldı gölgeörücü.

Kızın önünde durdu ve onun gözlerinin içine baktı. Korkuyu gördü.

Korkudan fazlası vardı orada. Kabullenmişlik vardı. Ama bu kabullenmişlik çaresizlikten ziyade fedakarlıktandı. Orada cesaret de gördü. Bu pek sık gördüğü bir şey değildi. Merak ve korkuyu kol kola gördü. Bu ne tatlı bir karışımdı. Smir sabırsızlandı. Kasabalıların hakkını verdi Smir. Kızlarını çok iyi yetiştiryordular ve bunun kanıtlarını geçen senelerde pek çok defa görmüştü. İçinde saygı kırıntıları duydu.

Smir sonunda törensel ses tonuyla Baia'ya yüksek sesle sordu.

"Beni efendin olarak kabul ediyor musun?"
"Evet. Efendim," diye titreyen ama kontrollü sesiyle cevapladı Bakire.
"Senden istediğim her şeyi sorgulamadan yapacağına söz veriyor musun?"
"Evet, Efendim," diye bu defa daha cesurca cevap verdi genç kız.
"Seni alıyorum," diyerek kıza ilan ederken eliyle çenesini kaldırdı ve kızın gözlerinin içine, ışıldayan korkunç gözleriyle baktı Smir.
Baia irkildi. Nefesi tekledi bir an için. Yine de kendine hakim oldu ve toparlandı.
"Onu alıyorum!" diyerek töreni bitiren son sözleriyle Erbrom'a döndü Smir.

Anlaşmanın bir üç yıl boyunca daha yürürlükte olduğunu ve On Beş Kasaba'nın bir sonraki kızıl dolunaya kadar korumasında olduğunu ilan etmişti böylece.

Erbrom'un bir şey söylemesine fırsat kalmadan bir anda yan taraftan bir hareketlilik ortalığı karıştırdı!!

"Bu doğru değil!! Bu doğru değil!! Bu DOĞRU DEĞİL!! Kötülüğe karşı gel!!!

Elinde ışıldayan tılsımlı bir kılıçla, Baia ile Smir'in arasına doğru öne çıkmakta olan muhafızın sesi Daros idi. Daros bu muhafızların arasına nasıl olduysa sızmıştı!!

Baia'nın ve Erbrom'un sesleri aynı anda haykırdı!
"Daros!!' Hayır!!!" diye dehşetle, sevdiği için, sevdikleri için korkuyla bağırıyordu Baia. Ne kadar yoğun, ne kadar çok şey taşıyan bir seslenişti bu. Gözleri her şeyi anlatıyordu Smir'e. Gölgerörücünün bir an bakması yetmişti.
"Daros! Seni aptal! Her şeyi mahfedeceksin genç aşık! Dur! Durdurun onu! Yüzbaşı!" diye panikle bağırıyordu Erbrom.

Smir seslerdeki gerçeği duydu. Genç ve saf bir delikanlının aşkıyla yüzleşiyordu. Daha korkunç bir düşman düşünemiyordu aslında. Bu kadar saf, bu kadar güçlü ve bu kadar aptal daha başka bir şey yoktu.

Baia'yı son gördüğü gece, o bahçeden koşarak kaçtıktan sonra Daros doğruca tapınağa gitmişti. Daros sabaha kadar kasabadaki tapınakta tanrılara ağlayarak dua etmiş ve yol göstermeleri için yalvarmıştı.

Güneş ilk ışıklarıyla yukarı yükselmeye başlarken, bütün gece ibadet ve düşünceler fırtınasında boğuşmuş genç aşık kararlılıkla doğrulmuştu. Bu artık sadece aşk meselesi değildi. Bu iyilik ve kötülükle de ilgiliydi. Güneş sabah göğüne yükselirken "Hatırla..." diye alıntı yaptı Daros. "Kötülüğe karşı gelmeyi, ve çeliği." Kötülükbelası Azes'in; Savaşçı Tanrı Azes'in öğretilerindendi bu sözler. Sabahın ilk gün ışında, tapınağın mihrabında dua ederken gözüne vuran parıltıya başını kaldırdığında, ilk gördüğü vitraylı camda yazılıydı bu sözler. Daros kararını o  anda vermişti.

Ata yadigarı aile kılıcını almaya o anda karar vermişti. Aileye demircilik sanatının eski sırlarını yüz elli yıl önce öğreten, dost cüce demircisi Khalon Şafakbekçisi'nin dövdüğü kılıçtı bu; Gümüşkıvılcım. Kötülüğe karşı duracaktı. Bütün varlığıyla.

Daros burada kötülüğe karşı duruyordu. Bu iblise her kızıl dolunayda bir kurban vererek onursuzca yaşamaya bir son verecekti. Buna bir son verecekti!

Genç adamın ruhu gerçekten temiz ve saftı. İnanç ve iyilikle doluydu. Kılıcı keskin, bileği güçlü, kalbi cesurdu. İleriye atılırken içinde ilahi ezgiler şakıyor ve içinden yükselen güç kılıcın akışık tılsımıyla karışıp daha da büyüyordu. Bu bir tezahür anıydı! İlahi bir andı! Sık yaşanan bir şey değildi ama bazen bir paladinin; bir ermiş savaşçının, güçleri eğitimle değil kavganın ateşinde ortaya çıkardı. Burada ve şimdi olan buydu.

Bir elinde ışıldayan, ak alevlerle yana kılıcı diğer elinde kasabasının nişanını taşıyan kalkanı ile Daros öne atıldı. Smir buna hazırlıksız değildi. Hem de hiç hazırlıksız değildi. Küçümsemedi ama elini kaldırmaya tenezzül de etmedi. En azından ilk anda. Buna o an için gerek yoktu.

Golem Kael, Efendisinin yanında görünmez kalkanı ile yerini aldığında diğer yandan Biber insan görünüşünü bir yana bırakıp savaş zırhları içindeki kılıçlı ve kamçılı haliyle konumlanıyordu. Ama bunlardan önce.. Daha önce görünmez ve dokunulmaz olanlar Smir ile Daros arasında görünür olup maddeleşiyordu. Ellerinde kocaman, enli siyah kılıçlar ve kara kule kalkanlar taşıyan onbeş iskelet savaşçı. Daros durmak ve bunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Kavganın ateşi etrafı sararken şaşkınlık ve dehşet içindeki Kasaba muhafızları ne yapacaklarını bilemez haldeydiler...

Genç adamın içindeki ateş çok etkileyiciydi. Cesurca ve içinden yükselen ilahi ezgilerden güç alarak kararlı bir biçimde bindirdi iskelet saflarına. Kılıcının her vuruşunda beyaz şimşekler iskeletlerin kalkanlarından ve kılıçların sıçrayıp zincirleme biçimde birden fazla hedefi yaralıyordu.

Smir durdu ve şaşkınlıkla izledi. Sesi eğlence ve sitemle, alayla Erbrom'a yöneldi. Bakışlarında yapmacık bir öfke, alay ve sitem vardı. Soruyordu.
"Kızıl Dolunay gecesinde kapıma bir paladin mi getirdin, Erbrom? Bu nasıl bir şaka böyle? Senin anlaşma anlayışın bu mu?"
Erbrom şoktan çabuk çıkmıştı.
"Efendi Smir! Anlamalısınız! Gençlik! Aşk! Lütfen acıyın Efendim!"

Smir güldü. Şeytanca bir gülüştü bu. Gerçekten eğlenmeye bile başlıyordu ama Biber'in paladine arkadan yaklaşmakta olduğunu görüyordu. Eğlence kısa sürecekti.

Daros yaklaşanı sırtından hissetti. O yana kalkanlı sol tarafıyla yarım bir dönüş yaptı ve haykırarak içinden yükselen ezgiye karşılık verdi. Tamamen içindeki ezginin yönlendirmesiyle daha önce hiç kullanmadığı ermiş güçlerini kullanıyordu!
Kalkanından bir ışık çaktı ve bir ışık diski havada şimşek gibi süratle yol alıp sukubusu vurdu. Öldürücü bir vuruş değildi ama sukubus bu darbeyle gümüş alevlere bulanıp geçici olarak Aradiyar ile varoluş düzlemi arasında hapis kalmıştı.

Smir işte buna "olmayan kaşını" kaldırdı. Havadaki ilahi ezgilerin yükselen tonunu duyabiliyordu. Bu genç aygırda gerçekten içsel bir güç vardı ama Smir'in bunun sınırlarını öğrenmeye niyeti yoktu. Savaş alanı tezahürlerinin nerelere gidebileceğinin ilk elden tecrübesine sahipti. Bu ritmi bozmak ve süratle onu durdurmak zorundaydı.

Kael'e sesleneceği anda Baia gözyaşlarıyla ayaklarına kapanmıştı. Gözleri gerçekten yaşlıydı ve yalvarıyordu.
"Lütfen, merhamet Efendim" diye yalvaran gözler varken sözlere gerek yoktu aslında. Smir içindeki bütün şeytanlığı bu gözlerin karşısında yardıma çağırırken iblisçe gülümsedi..
"Elbette.." diye gülerek mırıldandı.
"Kael, durdur bu gösteriyi."

*************************
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir (5. Bölüm)
« Yanıtla #4 : 13 Haziran 2012, 20:47:37 »
Golem tek kelime etmeden itaatle öne çıktı. Ne istendiğini efendisinin zihin emriyle tam olarak biliyordu.

İskelet savaşçılardan geriye sadece iki tane kalmıştı ve onlar da düşmek üzereydi.

Kael birkaç adım sonra durdu ve elinden küçük bir taş fırlattı. Taş yuvarlanıp Daros'un ayaklarının dibine konarken iskeletler bir anda siyah dumana dönüşüp dağıldılar ve kayboldular.

Aynı anda Daros'un içindeki müzik de sustu. Bütün o ilahi melodinin sesi bir anda kesilmişti ve şimdi ortada ölümcül bir sessizlik vardı. Nefes nefese solurken kendine geldi ve beklemeden Smir'e doğru hamle etti Daros. Ne olduğunu bilmiyordu ama Smir bu kadar yakınken ne yapmak istediğinin fakındaydı. Bir şu golemi aşabilirse...

Kael'den kaçamadı. Kael kocamadı ve ellerinin uzanabildiği alan çok genişti. Gümüşkıvılcım kaç kere vurduysa da fayda etmedi ve Kael'in elleri rahatça Daros'u yakalayıp kıskıvrak sardı. Bu kadar acımasız bir güçle sıkılırken ve nefesi kesilirken kılıcı daha fazla elinde tutamazdı. Gözleri kararırken daha fazla dayanamadı Daros. Kılıç elinden kayarak düştü.

Antibüyü. Büyülerin ve büyücülerin dünyasında daha fazla korku, dehşet ve tiksinti uyandıran pek az şey vardır. Çok az kişinin doğası hakkında çok kısıtlı bilgi sahibi olduğu bir kavramdı bu. Bu bir kavramın ötesinde acı bir gerçekti. Antibüyü içeren nesneler belli alanda, belli sürelerle bütün büyüyü etkisizleştirebilen doğaları ile son derece ilginçti. Bu durum pek çok kahramanın kurtuluşu ve pek çok büyücünün sonu olurken burada olaylara süratle son vermek için Smir tarafından kullanılmıştı.

Günbatımı yürüdü ve Kael'in yanına geldi. Antibüyü kristaliyle kaynaşmış taç parçasına tiksintiyle baktı. Ayağıyla bir tekme attı ve taş köprüden aşağıya uçtu. Taş uzaklaşırken iki yaralı iskelet tekrar siyah dumanlarla birlikte maddeleşip geri geldi. Büyük ihtimalle Daros'un güçleri de geri gelmişti ama onun adına ne yazık ki o şu anda baygındı.

"Onu yanımıza alıyoruz," diye kararlılıkla konuştu Smir. Erbrom'un yüzündeki ifadeyi gördüğünde bu durumun Anlaşma üzerindeki etkilerini düşündü. "Bunu ben istemedim Erbrom," diye konuştu Smir. Adını yine kullanmıştı. Bu gece neler oluyordu burada. Bu insanlara fazla yaklaşmaya başlamıştı. Bunda Şeker'in ve Baharat'ın payı olduğu ilk aklına gelen düşünceydi. Bu çok rahatsız ediciydi.
"Efendim, o çok genç ve aptal. Öğrenecek. Merhamet lütfen," diye gerçekten yalvardı ve bu yıllar boyunca bir ölçüye kadar da olsa koruyabildiği son onurunu, gururunun son kırıntılarını bir kenara bırakıp diz çöktü Yaşlı Sözcü.
Smir önünde diz çöken çıplak bakireye ve bütün onurunu ayaklar altına atan sözcüye baktı. Hem güçlü hem de mutlu hissetti. Hem de pislik gibi. Sonra da şeytanca gülümserken konuştu. "Pekala. Yaşayacak. Ve serbest bırakılacak. Ama sadece iyi bir ders aldıktan sonra. İki gece sonra buraya gel ve genç aygırı alıp buradan götür Erbrom. Ama uyarıyorum. Ondan sonra bir kez daha karşıma çıkacak olursa, aygırın hayatının sorumluluğunu kabul etmeyeceğim."

Ne yaşlı sözcü ne de bakire bir şey diyebildi bunun üzerine.. Söyleyecek ne kalmıştı ki.. Gece darmadağın olmuştu. Herkes şaşkın, yorgun, bitkin ve kafası karışık bir haldeydi.

"Gidin!" diye emretti Smir. Sonra arkasını dönüp Şato'ya doğru yavaşça yürümeye başladı. Günbatımı nazikçe gözyaşlarına boğulmuş Bakireyi beyaz cüppesiyle giydirdi ve korumacı biçimde yanına aldı.
"Aygır ne olacak, efendimiz?" diye hevesle soran biraz sopa yemiş, biraz kızgın ama çokça da hevesli olan Biber idi. Yüzünde yaramaz ve intikamcı bir gülümseme vardı.

"Zindana götür Biber. Oyun yok, eğlence yok. Uzak duracaksın."
Biber somurtmaya başlamıştı.
"Nasıl isterseniz, Efendimiz," diye mutsuzca konuştu sukubus.
"Biber, ciddiyim," diye üstüne basarak ve dönüp sert bir bakış atarak söylemek zorunda kaldı Smir. Biber şimdi ciddi olduğunu anlamıştı. Cidden somurttu.
"Peki Smir," diyerek cidden itaat etti bu defa. Smir öyle baktığında şakası yoktu. Daha önce bunu denemişti ve bir kez daha denemeye niyeti yoktu... En azından bu aygır için. Buna değmezdi.

Köprü sihirli ve süratli bir biçimde geriye çeklirken bir yandan da üzerinde bulundukları zemini eflatun renkte bir sis sardı ve köprünün çekilme hızından daha hızlı bir biçimde sisin üzerinde süzülerek ilerlemeye başladılar.

Karşılarında koca kapılar açıldı ve Baia gözünde silmeye çalıştığı yaşlarla, cesur durmaya çalışarak Kızıl Mızrak Şatosu'nun karanlığına adım attı. Burada hayatı son bulacaktı. Halkı ve sevdikleri için kurban olduğunu bilmek bir parça rahatlatıyordu onu. Ama hala içinde Daros için duyduğu endişe ağır basıyordu... Ona ne olacaktı. Efendi sözünü tutacak mıydı? Tutmak zorundaydı. Şimdiye kadar Anlaşmaya  hep uymamış mıydı? Ama şimdiye kadar hiç böyle bir olay olduğu, Efendiye saldırıldığı görülmüş duyulmş değildi..

Bu kadarı çok fazlaydı. Çok fazla heyecan ve çok fazla korku, çok fazla endişe vardı. Bu kadar sorunun ağırlığı kaldırabildiğinden çok fazlaydı. Gözleri karardı ve bilincini yitirdi. Karanlık Şatonun içine girerken bilinci de karardı.

Şansına Günbatımı hemen yanıbaşındaydı ve daha ilk belirtiyle beraber bayıllmakta olan kızı kollarına alıyordu. Günbatımı gülümsedi. İlk gecesinde yaşadığı korkuları düşündü. Bütün bu olanlara bakınca Baia iyi bile dayanmıştı.
Yanına yanaşan Biber kulağına fısıldadı.
"Ne kadar da tatlı. Çok hoş. Işıltılı. Fark ettin mi?"
"Evet Biber. Tıpkı günışığı gibi."
Başını onaylayarak salladı Biber.
"Günışığı gibi."

***************

Kızıl Dolunay'ın sabahında Baia kolay uyanamadı.

Genç kız uyandığında saat öğlene yaklaşıyordu. Farkında olmadan esnedi ve gerindi. Birden çıplak olduğunu farketti. Telaşa kapıldı. Odada yalnızdı ama o an için bunun bir anlamı yoktu. Elleriyle göğüslerini hemen örttü. Derken etrafına hızlıca bir göz attı ve yatağın ayak ucuna serilmiş muhteşem güzellikteki vişne çürüğü rengi giysileri gördü. İşlemeler ve kumaş inanılmaz kaliteliydi.

Muhteşem güzellikte dekore edilmiş aydınlık ve ferah bir yatak odasındaydı. Oda kocamandı. Duvarlar işlemeler ve kabartmalarla süslüydü. Yatak da kocamandı ve çok rahattı. Yatak örtüleri, yastıklar çok kıymetli ipek ve saten takımlardı. İki kocaman pencere balkona doğru açıktı ve içeriye tatlı tatlı dalgalanan perdelerden nefis kokulu bir esinti giriyordu. Yatağın hemen baş ucundaki sehpada altın bir tepside bir bardak su ve koca bir meyve tabağı vardı. Odanın dört bir yanındaki kocaman kristal vazolarda muhteşem renklerle göz alan koca çiçek demetleri vardı. Baia onların egzotik kokularının kokteylini burnuna açlıkla çekti..

Baia bu ilk anlarda aklını tam toparlayamadı. Bir yandan elbiseye uzanırken bir yandan düşünmeye çalışıyordu. Bayılma anını hemen hatırladı ama o anı güçbela hatırladı. Her şey o kadar karışık ve hızlı olmuştu ki..

Şimdi ise burası neresiydi? Neredeydi? Dün gece gerçekten olmuş muydu yoksa bir kabus mu görmüştü? Kızıl Dolunay'da ne olacağına dair pek kesin bilgisi yoktu ama gecenin sabahına çıkmak konusunda pek umutlanmaması gerektiği öğretilmişti.

Bakire Şato'ya girdikten sonra onu nasıl bir kaderin beklediğini kimse bilmiyordu ama eski söylenceler Efendinin o ilk gecede kanlı bir ayinle kızı kurutup (kanını son damlasına kadar emerek öldürmek) kurban ettiği yolundaydı.. Bu pek de yanlış değildi. İlk Efendinin bunu yaptığı bir iki güvenilir kaynaktan doğrulanmıştı. Smir ise çok ketum ve gizlilik perdeleriyle sımsıkı örtülü bir Efendiydi.

Baia ne düşüneceğini bilemez haldeydi. Sadece giyindi ve kocaman aynanın karşısına geçip elinde olmadan üzerindeki giysiye ve kendisine bakarken buldu kendini. Giysi gerçekten muhteşemdi.

Sanki aklını okumuş gibi konuştu arkadan gelen ses.
"Muhteşemsin. Kızlar bu rengin sana çok yakışacağını söylemişti. Haklıymışlar. Harikulade." diyerek gerçek bir hayranlıkla konuştu boğukça tıslayan fısıltılı ses.

Baia kesik bir nefesle sesli biçimde irkilmişti. Kendini hemen toparlarken bir eli kalbinin üzerindeydi hala ama çabucak duruşunu efendisinin karşısındaki iyi bir cariye gibi düzeltti.
"Gece iyi uyudun mu?"
"Evet, Efendim."
"Güzel. İlk gece, başlangıcımız biraz sıradışıydı," diyerek konuştu Smir. Daha ziyade kendisine konuşuyor gibiydi. Baia bunu hissetmişti ve Smir de farketmişti.

Smir bir şeyi daha görüyordu. Baia korkuyordu. Kokusunu alıyordu. Kızın kokusunu alıyordu. Heyacan, korku ve kanının kokusu.. Ve diğer koku. En güzeli de diğer kokuydu. Dişiliğinin taze ve el değmemiş kokusu. Smir derince solumaktan kendini almadı. Bu çok güzeldi. Yine de kendini hemen toparladı. Smir iradesine yenilecek genç bir aşık değildi.

"Benden korkuyorsun.." diye sordu Smir
Baia nasıl cevap vereceğini bilemedi. Evet, ondan korkuyordu. Efendiden korkuyordu.
"Korkmalısın, Baia." dedi Smir.

Bir iki adım atıp uzaklaştıktan sonra tekrar Baia'ya dönüp gülümsedi. Yırtıcı bir hayvanın sinsi gülümsemesini andırıyordu yüzündeki gülümseme..
"Korkmalısın ama bu cahil bir korku olmamalı. Bilmelisin. Ne zaman korkman gerektiğini, neden korkman gerektiğini bilmelisin. Öğreneceksin."

Smir konuştukça korkunun içinde bir yerde başka bir his daha uyanıyordu. Cesaret. Gerçekten de Smir konuştukça Baia onun sözlerinde ve gözlerinde, hareketlerinde bilgi kırıntıları buluyordu. Baia oldum olası kendini karşısındakinin yerine koymakta ve karşılıklı bir anlayış yaratmakta başarılı ola gelmişti. Ve şimdi Efendi Smir karşısındayken de bu aslında çok kolaydı. Smir'le çok daha kolaydı.

Smir kesinlikle rol yapmıyor ve kesinlikle gizlenmiyordu. Neyse oydu. Açıkça karşısında dikiliyor ve olduğu şeyi saklamadan gösteriyordu. Kısacık dakikalar içinde Baia içindeki korkunun tarifi güç biçimde zayıflamaya başladığını hissediyordu. Adını koyamadağı parçalar bir araya geliyor ve ortaya bir tablo çıkmaya başlıyordu.. Henüz net değildi ama Baia kendini şimdi gitgide daha cesur hissediyordu.

"Bundan sonra bir müddet evin burası olacak," diyerek konuyu daha da derinleştirdi Smir.
"Bir müddet?" diyebildi Baia soruyla. Ne kadar cesurca çıkmıştı bu soru. Son derece kendine hakim ve bilinçli biçimde, ve törensel bir saygıyla; doğru biçimde sorulmuştu.

Smir şaşırdı doğrusu, ve de çok memnun oldu. Gülümsedi şeytan yüzü. Gözleri ışıldadı farkında olmadan.

Kız ürktü ama aynı anda da istemsizce biraz gevşedi.. Büyü gibiydi. Sempati büyüsü gibi. Tılsımlı bir şey vardı onda.. Tılsım. Bir şekilde Smir artık eskisi kadar korkutucu gelmiyordu ona. Kendini anlayamadı ve hayretler içinde kaldı. Efendi ona bir büyü mü yapmıştı yoksa?

"Gelecek kızıl dolunaya kadar," diye cevap verdi Smir..

İnledi Baia. Belki de işte buydu.. Kızlar bir sonraki dolunayda kurban ediliyordu ve o zaman kadar Efendi onların kanın ne zaman canı çekerse içerek hayatta kalıyordu. Bu böyle olmalıydı belki de.

Baia bilinmezlikle köşeye sıkıştı kaldı. Hayatı hep askıda mı olacaktı. Önce bu gece öleceği düşüncesiyle yaşamıştı şimdi bir anda üç yıl sonra öleceğini duymuştu...

Smir sanki onun düşüncelerini okur gibi konuştu. Aslında Baia'nıın duruşu aklındaki bütün düşünceleri ve ruh halini zaten olduğu gibi ortaya koyuyordu.
"Gelecek kızıl dolunaya kadar daha çok var Baia. O zamana kadar yaşanacak çok şey var," derken Smir hem vaad ediyor hem de teselli ediyordu. "Benim şimdi çekilme vaktim. İlgilenmem gereken günlük çalışmalarım var. Güneş..." diyerek işaret etti Smir, balkon pencresinin eşiğinde, güneşin altında duruyordu! Bu Baia'nın şimdi daha yeni dikkatini çekiyordu ve şoke olmuştu. Efendi bir vampir olarak biliniyordu ama şimdi karşısında tam öğlen güneşinin altında dikiliyordu!! "Güneş bana pek iyi gelmiyor, aah, öyle öldürücü bir şey değil, sadece güçlü ışığından hoşlanmıyorum ve aydınlık saatlerde pek güneşe çıkmam. Sen de çıkmamalısın. Çok narin, çok beyaz bir tenin var, güneşte yanmanı istemem. Her neyse.. Seni kızlarla başbaşa bırakıyorum. Zaten bundan böyle vaktinin büyük bölümünü onlarla geçireceksin."
Kızlar mı diye düşündü Baia. Ve o daha düşünürken, Smir şeffaflaşıp gözden kayboluyor, diğer dört kız içeriye giriyordu.

Kızılı hemen tanıdı Baia. Ne kadar da muhteşemdi. Yeşil kesinlikle onun rengiydi. Kızıl gülümsüyordu ve o da gülümsedi nazikçe.

Sonra onu izleyen Biber idi. Biber dün gece son gördüğü halinde, gerçek görünüşüyle karşısındaydı. Kızıl teni, sarı göz bebekleri, boynuzları, kuyruğu, toynakımsı ayakları ve sırtındaki kanatlarıyla bir sukubus. Çok çekici ve baştan çıkarıcı görünüyordu. Üzerinde taşıdığı yarı çıplak zırhına ve silahlarına rağmen Biber kesinlikle göz alıcıydı.

Sonra yeni gelenleri gördüğünde bu kesinlikle koca bir şoktu. Bu ikisi de muhteşem kızlar olmalarının yanında Baia ikisini de tanıyordu. İkisini de daha önce görmüştü!!

Şeker olan, Efendiye üç yıl önce sunulan Bakireydi. Onu çok iyi hatırlıyordu. O kadar muhteşem ve saf bir güzelliği unutmak mümkün değildi. Baia onu kendi eğitiminin başladığı günlerden hatırlıyordu. Kısa bir süre diğer kızların da belli dönemlerde eğitim aldıkları okulda beraberdiler. Anlaşma gereği kızlar hem güzel hem de değerli olmaları için en zeki ve eğitimlilerden seçiliyordu. Efendi bu konuda kendinden öncekinden daha kaprisliydi. Öncekine sadece güzel ve bakire olması yetiyordu. Smir'e yetmiyordu. Aslında bunda daha ziyade Günbatımı'nın parmağı vardı. Neyse..

Diğer kız, Baharat da hafızasında parlıyordu. Daha yeni yeni dişiliğinin farkına vardığı ve kızıl dolunayın anlamını fark etmeye başladığı günlerde görmüştü onu. Altı yıl önce Adak Kafilesi kasabalarından geçerken bütün kasabayla birlikte şükranlarını sunmak için Bakirenin önünde diz çöktüklerinde başını kaldırıp ona bakmaya cesaret etmişti. O günden bugüne hala aynı etkileyici güzelliğe sahipti. Gençliği ve tazeliği üzerinde tütüyordu. Şaşkınlıkla ağzı açık kalmıştı Baia'nın.

*************************

"Ayyyy!! Şuna bak! Ne şeker!" diye çığlıklar atarak ve gülerek hemen öne fırlayan Şeker'di. Hızla konuşuyor ve telaşla neşeyle anlatıp duruyordu. Baia ne kadar muhteşemdi, bu giysi ne kadar yakışmıştı, teni ne güzel bi beyazdı, gözlerine bayılmıştı, saçını çok kıskanmıştı.. Şeker durmaksızın konuşurken diğerleri sadece teslimiyetle gülümseyerek kafa sallıyordu ama Baia ürkmüştü..
"Korkuttun onu salak," diyerek Şeker'in omzuna şakacıktan bir yumruk atıp azarladı Baharat.
Şeker durdu ve hem Baharat'a hem de Baia'ya baktı. Gerçekten de ilk heyecanı geçince Şeker de şimdi açıkça görüyordu.
"Ah, salak ben.  Büyük ihtimalle bizim de Efendi gibi vampir olduğumuzu ve onu yemeye geldiğimizi filan düşünüyordur.." diye gülerek anlatıyordu Şeker. Bir yandan da yatıştırıcı bir biçimde onu oturması için yatağa çekiyor ve saçlarını okşamaya başlıyordu.
Biber bu anda;
"Aslında şu yemek konu.." diye şehvetli gözlerle bakarak ağzını açmaya başlamıştı ki Günbatımı onun karnına sıkı bir dirsek attı ve dudakları sessizce "çok erken" dedi. Biber teslimiyetle sustu.
"Bak hayatım, benim adım Şeker. Burada diğer isimlerimizi pek kullanmıyoruz. Ve ben çok canlıyım..." arkadan Biber yine laf atmaktan geri kalmamıştı; "oh, evet, kesinlikle çok canlı," çok şehvetli biçimde, çapkınca söylemişti bunu yine.
Şeker iltifatı nazikçe ve sevimli bir gülümsemeyle utangaçca kabul etti. "Teşekkür ederim bir tanem. Çok şekersin. Ne diyordum...Vampir değilim. Vampirlerin kalbi atmaz. Bak işte, kendin gör" diyerek Baia'nın elini aldı ve göğsünün üzerine utanmazca koydu. "işte, bak görüyor musun" derken elini göğsüne iyice bastırıp sıktırıyordu. Yüzünde bir gülümseme ile yapıyordu bunu. Zavallı Baia şaşkınca deli gibi çarpan küçük ve güçlü kalbi dinlerken Şeker'in gözleri gözlerine dalıp ruhunu adeta kucaklıyordu. Hem hoşuna giti hem de çok korkuttu bu Baia'yı.
"Bak işte..." diyerek bu defa Baia'nın elini hemen yatağın yanlarına çömelmiş diğer kızlardan Baharat'ın göğsüne koydu bu defa. Aynı muameleyle.. "..görüyor musun kalbi atıyor. Hem de çok güzel atıyor."
"Ah, lütfen, yapma şunu Şeker.." derken hem tatlı tatlı azarlıyor hem de çapkınca gülümsüyordu Baharat.

Baia ikisinin de çok kanlı canlı olduğuna gerçekten inanmıştı ve iki güzel, genç, çarpıcı hanımı istem dışı olarak da olsa avuçlamanın getirdiği acayip hisler korkusunu bastırmıştı.

Şeker gülerek konuştu.
"Bu ikisine gelince.. Onlar zaten görüldükleri gibidir. Biri iblis, diğeri vampir. Burada herkes göründüğü gibidir. Bizler senin dostunuz Günışığı," diyerek konuştu.
Baia sordu. "Günışığı?"
"Ah," diye cevapladı Şeker, "Eski bir gelenek. Benden çok önceye gidiyor. Burada herkesin gerçek adının dışında bir adı daha vardır. Seninkini Günışığı koyduk. Günışığı gibisin. Aydınlık saçan bir duruşun var," diye sevgiyle konuştu ve saf bir iyi niyetle onu kucakladı Şeker.
"Seni sevdim Günışığı, çok iyi arkadaş olucaz!!"
Baia buna karşı koyamadı ve o da Şeker'i kucakladı. Sonra onlara Baharat da katıldı. Derken diğer ikisi de onlara katılmıştı ve kızlar koca yatağın üzerinde kocaman sevgi dolu bir yumak olmuştu!!!

Smir bu manzarayı uzaktan gizlice izlerken gülümsedi.

O gün boyunca kızlar ilk başta sadece neşeyle tanıştılar ve Günışığı'na Şato'yu gezdirip kuralları anlattılar. Evde uyulması gereken bazı kurallar ve bilinmesi gereken bazı güvenlik önlemleri vardı. Baia akıllıydı ve çok çabuk öğreniyordu. Çevredeki gezi ve ilk eğitimi tamamlanıp yine Baia'ının daha rahat hissedeceğini düşündükleri yatak odasına döndüklerinde konuşmalar derinleşti...

Gece oluyordu, hava kararıyordu. Ay yukarıya yükselmişti ve yıldızlar yavaştan yerini alıyordu.
"Bilmen ve unutmaman gereken şeyler Günışığı.. Efendiden kork. Ve Efendiden korkma. Efendi gerçekten içinde korkulacak kadar kötülük taşıyor, bu doğru. Ve bununla beraber bu ev sınırları içinde bizi kendisinden bile koruyacaktır. Bunu da çok iyi bil ve hiç unutma. Karışık geldiğini biliyorum. Ama zamanla anlayacaksın. Efendi Smir dışarıda ne olursa olsun burası onun evi ve biz onun ailesinin parçasıyız. Ailesini herkese karşı hatta kendisine karşı bile korur. Bunun için ondan kork ve ondan korkma."

"Ve asla, ama asla ona saygısızlık etme. Saygısızlık ve ihanet en nefret ettiği şeylerdendir. Göstermelik saygıdan bahsetmiyorum Günışığı, içinde duyduğundan bahsediyorum. İçinde gerçekten ona karşı saygı duyarsan bir süre sonra göreceksin reveranslar ve ya süslü efendimli hitaplar olmadan onunla rahatça, korkmadan konuşabileceksin. Bu onun çok hoşuna gidiyor bu arada," diyerek güldü Şeker.

"Ah, efendi savaşlar dışında kimseyi kurutmaz. Bu konuda bir vampir yasası var. Vampirler konusunda bildiğin şeylerin hepsini unut ve bir ara Günbatımı'na söyle sana anlatsın. Bu konularda konuşmayı ve ders vermeyi çok seviyor. Onunla sen özellikle çok iyi anlaşacakmışsınız gibi geliyor bana.. Birbirinize benzeyen yanlarınızı görebiliyorum.. Ah, neyse.. Ne diyordum. Efendi bizi kurutmaz. Bazen yaralı olduğunda tedavi için, ya da eğlence için bizden beslenebilir ama bunlar nadirdir, ve genelde bizim içinde onun kadar olduğu kadar zevkli olmasını sağlar, güven bana, bayılacaksın. Gerçekten."

"Peki yaa, ya diğeri.. " diye sordu ama tam soramadı Baia. Bekaretini kastediyordu.

"İstediğin müddetçe sana aittir Baia," diyerek tartışmasızca ifade etti. Günbatımı. "Kanın değil, onu Efendiye yemininle verdin. O hayat kaynağı, onu Efendi ne zaman arzularsa senden alabilir. Ama diğeri senin seçimin. Efendi diğerlerinin kurallarıyla pek ilgilenmez ama kendi koyduğu kurallar konusunda çok serttir. Özgür iradenle vermediğin sürece, bekaretine asla dokunmayacaktır. Bu konuda istisnası yoktur, hiç olmadı."
Baia bir an bunu ona nasıl veririm, verebilir miyim diye dehşetle düşünüyor, bir yandan da aklında Daros'un görüntüleri nahoşça geçiyordu.. Daros neredeydi, nasıldı şimdi.. Her şey sıraylaydı. Şimdi bu yeni düzene ve bu yeni hayatına dair ne öğrenebilirse kızlardan öğrenmeliydi..

Baia hemen, ilk başta sorması gerektiğini hissetti. Bunu şimdi duymalıydı kızlardan.
"Ondan korkmuyor musunuz? İğrenmiyor musunuz? Onun görünüşü.." diye tamamlayamadan  samimiyetle sordu.
Kızlar ciddileştiler ama hepsi anlayışlıydı.
Günbatımı ilk konuşandı;
"En eskileri benim. Biberi saymazsak.. Biber için sorun olduğunu sanmıyorum," derken Biber araya giriyordu.
"Hiç sorun değil, hatta hoşuma gidiyor, yaraları ve dış görünüşü yürüdüğü yolun, gücünün bir bedeli. Ve Efendi bunu saklamadan gururla üzerinde taşıyor. Onu seviyorum," diye konuştu Biber ve sonra son söylediğinin ne olduğunu farkedince, diğerleri sessizce gülümserken, kızsal bir utangaçlık denilebilecek biçimde oradan süratle uzak köşeye doğru uzaklaşıyordu...
"Duydun, Biber için sorun değil. Benim için de sorun değil. Aslında sorun değil yanlış bir söz oldu. İlk başlarda Smir bu denli yaralı değildi. Zamanla bir gölgeörücü güçte yükselirken anlaşmalar yapmak zorunda kalabilir ve bedeller ödemek, nişanlar taşımak zorunda kalır. Smir, çok güçlendi. Bazen bu beni korkutuyor.. Eğer isteğin cevap buysa.."
Şeker hemen ortamdaki karanlığı dağıtıyordu.
"Görünüşü hoşuma gidiyor. Gerçekten! Şaka etmiyorum! Annem ben küçükken ne kadar yakışıklıysa içi o kadar boştur, çirkinlere dikkat et derdi. Altının bazen çamura bulandığını ama çamurun altının değerini düşürmediğini söylemişti. Akıllı kızlar çamurun içinde neye bakacağını bilir Baia. Ben buldum," diyerek göz kırptı Şeker.
Sırada Baharat vardı.
"Günışığı, Efendiye baktığımda... Yaralarını, korkunçluğunu görmüyorum. Bana, düşman sormadan alandır, sen vermeden almayacağım diyen ve sözünü tutan adamı görüyorum. Üç yıl önce, Şeker geldiğinde, beni Medanor denizi kıyısındaki kocaman, içi kalabalık bir aileyle dolu, sevgi dolu bir malikaneye götüren adamı hatırlıyorum. Orada bana artık özgürsün, mutlu bir hayatı hak ediyorsun, burada kabul göreceksin, onlar da senin gibiydi, artık mutlu ve koca bir aileler, diyen adamı hatırlıyorum." Baharat'ın gözleri duygu doluydu ve tuttuğu yaşlarla ışıldıyordu.

Baia durdu ve düşündü. Düşünecek çok şeyi vardı.. Bunlardan biri de son söylenendi.. Demek buradan bir çıkış vardı ve o çıkış çok canlı ve cazipti.

"Neden hala buradasın Baharat?" diyerek onlardan birine ilk kez adıyla hitab etti ve sanki bir çemberi yarıp içine girmiş, bir şeylere dahil olmuş gibi hissetti Baia. Diğerleri de bunu hissetmiş olmalılar ki hepsi sıcak biçimde gülümsedi.

"Efendi normalde kızları burada üç yıldan fazla tutmaz. Sanırım bunun nedenini bir gün sana Günbatımı anlatır. Beni de göndermek istedi. Ve ben kalmak için çok mücadele ettim. Günışığı, ben Efendiyi seviyorum. Onu bütün kötüğüne ve rezilliğine, bütün hatalarına rağmen seviyorum. Bunun için cehennemde yanmam gerekirse yanacağım."
O karanlık biçimde bunu söylerken yanına somurtkanca ama neşelendirmek isteyerek Şeker sokuluyor ve Baharat'ı kucaklıyordu.
"Yalnız olmayacaksın bir tanem..." sonra Şeker aklına gelen bir şey ile açıldı ve konuşmaya devam etti. "Biliyor musunuz, biz onu sadece kanımızla hayatta tutmuyoruz. Onu aynı zamanda varlığımızla yaşama bağlıyoruz. Kasabaların Smir'e ihtiyacı var. Bu çok doğru. Ama Smir bunun farkında olmasa da onun da Kasabalara ihtiyacı var.. Kasabalar olmadan Efendi de karanlık karşısında daha yalnız."

Smir saklandığı gözetleme deliğinin arkasında bunları rahatça duyabiliyordu ve son sözlerin doğruluk derecesi canını çok sıktı. Orada daha fazla durmadı. Kendini yasak laboratuvarının ayna odasına teleport etti.

Çırılçıplak soyunup etrafını çevreleyen sayısız aynanın labirentinde kendine baktı. Çevrede gezinirken bastırdığı anatomik özelliklerinin ortaya çıkması için bedenine emir verdi. Sırtından kocaman yarasa kanatlar dışarı yükseldi. Cüssesi büyüdü. Kuyruğu ortaya çıktı. Tırnakları daha bir pençe kıvamına geldi. Erkekliği büyüdü ve değişip bölünerek iki tane oldu; Çifte kılıç. İçinden daha ilkel bir gücün ve arzuların yükseldiğini hissetti.

Kendine aynada bir baktı. Geldiği yolu hatırladı. Yolun başında bir ayrıma gelmişti. Seçim yapması gerektiğinde bu yönü seçmişti. Bir zamanlar daha insandı.. Hayır, fiziksel değişimin canı cehennemeydi, elbette onun da etkisi vardı. Ama kendi duruşuna ve gözlerine baktığında asıl ruhunu gördü. Bir zamanlar daha insandı. Ve ne zaman bu evden, bu aileden uzaklaşsa insanlığından da bir o kadar uzaklaşıyordu.

İçinde yıkma ve kırma, yoketme dürtülerinin yükseldiğini hissetti. Ne kadar kolaydı. Gücü vardı. Bunu kolayca yapabilirdi. Ama yapmadı. Şeker'in ona bakışları aklına geldi. Onun sözlerini düşündü. Sarılışındaki sıcaklığı düşündü. Ve utandı. Hergün daha fazla, daha hızlı dönüşmekte olduğu şeyden utandı. Sonra bu utançtan da utandı. Öfkelendi. Çıldırdı. Gözü karardı. Kanatlarını çılgın bir öfkeyle açtı ve her bir aynaya bir düşmana saldırır gibi yıkıcı bir öfkeyle saldırdı. Gazap rüzgarı olup esti Smir...
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir (6. Bölüm)
« Yanıtla #5 : 15 Haziran 2012, 21:29:44 »
O gün Efendi akşam yemeğine kadar ortalıkta yoktu. Kızlar konuşup gülüşerek, etrafı gezerek, harika buldukları şeyleri Baia'ya göstermekte yarış ederek akşamı ettiler. Baia bütün bu hareketin içinde kaybolmuş, şaşkın ve aklı çok dolu haldeydi. Bir kaç kez aklına Daros geldiyse de içinde onunla ilgili endişeler eskisi kadar güçlü değildi. Bir şekilde onun durumunun gerçekten haytai bir tehlikede olmadığına inanıyor ve Efendi'nin verdiği sözü tutup onu serbest bırakacağına inanıyordu.

Peki şimdi ne olacaktı.. Bu yeni haliyle işlerin gidişi onun bütün beklentilerinin dışındaydı. Evet bir köleydi ama bu o kadar da kötü durmuyordu, şimdilik. Her şeyin nasıl bu kadar süratle değiştiğine inanamadı Baia. Daha sabah uyandığında hala günün sonunu göremeyeceğine, kurban edileceğine inanıyordu. Bu rüya mıydı? Aklı hala karışıktı. Sadece anı yaşıyordu.

Yemek sorunsuz geçti. Efendi ve Günbatımı çok fazla yemediler ama insana çok benzeyen krom golemlerin servis yaptığı muhteşem yemekerin hepsinden biraz yediler ve şarap içtiler. Kızlar ve sukubus ise kesinlikle aç kurtlar gibi yediler. Elbette çok görgülü ve zariftiler ama tabakları resmen sıyırdılar ve yenilerini istemekten hiç utanmadılar. Günbatımı'nın alaylarına ve kahkahalarına, atışma ve gülüşmelere bakılırsa bu sık yaşanan aile içi atışmalardandı. Baia kendini gülümsemekten ve eğlenmekten alamadı.

Yemek boyunca çok defa Efendi ile gözgöze geldiler. Diğerleriyle de çok defa gözgöze geldi ama Efendi ile bu sayı daha fazlaydı. Yine de hepsi nazik olmaya ve bakışlarını çok uzun süre ve rahatsız edici biçimde onun üzerinde tutmamaya çalışıyordu. Bu Günışığı'nın hoşuna gitmişti ve farkında olmadan gülümsedi.

Başını kaldırdığında yine Efendiyi kendisine bakarken gördü ama bu defa ikisi de bakışlarını kaçırmadı. Efendi gülümsüyordu. Yaralı ve çirkin suratı gülümsüyordu ama bu defa her nasılsa yüzündeki ifade şeytansı değildi. Sadece gölgeli, karanlık bir tat vardı gülümsemede..

Bakışmaları çok uzun sürmedi. Efendi içkisine geri döndü ve az sonra da kibarca iyi geceler dileyerek sofradan ayrıldı.

Birkaç saat sonra yemek ve sohbet Günbatımı'nın önderliğinde sona erdirilmiş ve herkes hareketli bir günün ardından istirahat için odalarına çekilmişti.

*************************

Smir gece yarısı Daros'un tutulduğu zindana indi. Zindan duvarına mağlup biçimde çökmüştü aygır. Yorgun genç adamın el ve ayak bileklerinde, boynunda prangalar takılıydı. Işıldayan kara rünlerle işliydi bu prangalar. Büyü kırıcı önleme sihirleriyle kaplıydı genç adam. Zincirleri büyüyle güçlendirilmiş mithrildendi. Epey bir mücadele etmiş, bağırıp çağırmış, dua edip tanrılara yalvarmış, ağlamış ve sonunda da bitkin düşmüştü. Ne ermiş büyüleri ne de tanrıları onu bu cehennemin dibinde duymuyor gibiydi...

Smir, bu yenik genç adama baktı. Bir yere kadar ona saygı duyabilirdi ama oradan sonra ondan iğreniyordu. Yaklaştı. Daros onu fark etti ve hışımla ayağa fırlayıp üzerine atladı. Gölgelerin içindeki koca demir yumruk daha o Smir'e ulaşamadan Daros'a ulaştı. Kael'in dokunuşu ile Daros geriye uçmuş ve ağzı burnu kan içinde duvara bindirmişti.

Smir küfürlerle mırıldandı. Sihirli emriyle zincirler sıkılaştı ve genç adamı ayakta duvara yapıştırdı. Smir bir sessizlik büyüsü ile Daros'un açmaya çalıştığı dudaklarını kapattı. İğrenme ve ithamla konuşmaya başladı.
"Genç aygır. Bütün tecrübesizliğinin ve gençliğinin gölgesinde koca bir aptalsın. Kibirlisin. Bencilsin. Atgözlüklü bir ahmaksın. Düşünmekten aciz, sabit fikirli, inatçı, gururlu bir hayvansın. Evet. Hayvansın. "
"On Beş Kasaba için bir Bakire.. Aygır. Daha geçen yıl bir ork akıncı ordusu geçitten sızdı ve Kasabalara yönelmeye çalıştı. Öncüleriniz benim ordumun onlarla çarpışmasına şahit oldu. Hikayeyi dinlemedin mi? Sağır mı oldun? Benim ordum olmasaydı o gece kaç Bakire babasız, kardeşsiz, annesiz, kocasız kalacaktı? Hiç düşündün mü Aygır?"
"O gece kaç bakire siz daha kıçlarınızı kaldıramadan ork inlerine kaldırılıp tecavüze uğrayacaktı?! Hiç düşündün mü, On Beş Kasaba için Bir Bakire demek, ne demek? Bu sözün gerçek anlamını kavrayabiliyor musun aygır? Yoksa sadece bacaklarının arasından sarkan erkeklik kılıcınla mı düşünüyorsun?"

"Bir hayvanla bir kişi arasında çok ince bir çizgi vardır Aygır. Çizgiye dikkat et. Çoğu kişi çizgiye o kadar yakın yaşam sürer ki ne zaman hayvanların tarafına geçtiğini fark edemez. Kişi olarak kalabilmek emek ister aygır. Kişi olarak kalabilmek kendi bencilliğinden, kibirliliğinden ve ahmaklığından fedakarlık ister. Yüreğin var mı aygır? Düşünmeye, aklını kullanmaya yüreğin var mı? Kendinle yüz yüze gelip kendini yenebilecek kadar yüreğin var mı? Şunu bil ki kişinin verdiği en büyük kavga kendine karşı verdiği kavgadır. Kendine acımayı aşmaya gücün var mı? Yüreğin var mı aygır?"

"Göreceğiz aygır," diye kendi kendine şeytanca gülerek mırıldandı Smir..

Smir daha yeni yatağına uzanmış ve uykuya dalmış Baia'nın yanına sessizce yanaştı. Genç kız onun için seçtiği geceliği giymişti.

Smir gülümsedi. Ay ışığının aydınlığı yatağın üzerine vuruyordu. Uyuyan Bakirenin saf güzelliği ne kadar da davetkardı. Bu anın tılsımını bozmamak için sessizce ve çok yavaşça hareket etti. Yatağın kenarına sessizce oturdu ve izledi.

Genç kızın nefes alışverişini dinledi. Göğsünün her nefeste şişip inmesini izledi. Burun deliklerinin yavaşça içeri dışarı hareketini izledi. Saçlarını izledi.

Elini yavaşça uzattı ve güzel saçlarının üzerinde okşar gibi gezdirdi. Saçlarından yavaşça omzuna aktı elli. Smir bir iblis gibi görünebilirdi ama elleri hassas ve becerikli ellerdi. Eli yavaşça ve zarafetle hareket etti. İnce ve son derece şeffaf görünüşlü geceliğin askısını yavaşça kaydırdı. Baia yavaşça kıpırdandı uykusunda. Smir durdu.

Eller bu defa yavaşça ve hissettirmeden kızın üzerindeki örtüye uzandı. Biraz da büyünün de yardımıyla örtü yavaşça ve işkence gibi bir seyir zevki sunarak aradan çekildi. Beyaz geceliğin süslediği bu genç ve körpe beden Smir'in atmayan kalbini attıracak kadar çarpıcıydı. Ayışığı ve gölgelerin içinde cennetten inmiş bir melek gibi duruyordu Baia..

Smir yavaşça ayağa kalktı ve geri çekildi. Pencerenin yanına gitti. Emriyle birlikte odadaki mumlardan bazıları yumuşak bir ışık verecek kadar bir aydınlıkla tutuştu.

Smir fısıldadı. Sesi zarif ve yumuşak bir dokunuş gibi dokundu Baia'ya.. Baia gözlerini irkilerek açtı. Bir anlık bir minik çığlıkla inledi.

"Korkuttuğum için özür dilerim," diye konuştu Efendi Smir. Sesinde gülümseme vardı ve bu yine yemekteki gölgeli gülümsemeydi.

"Sadece alışık değilim. Geceleri odamda bir erkek ile uyanmaya.." diye açıklamaya çalıştı Baia. Bu doğruydu. Onu korkutan Smir'i görmek değil, uyanmak olmuştu. Hala üzerinde büyük bir gerginliğin izleri vardı.

"Ah, beni bir iblis olarak değil de bir erkek olarak görmen ne kadar da hoş," diyerek güldü Smir. İşte bu biraz daha şeytanca ve oyunbaz bir gülüştü. Bu ton hem Baia'nın kanını dondurmuş hem de onun heyecanlandırmıştı. Smir'i artık daha iyi tanıyordu ve tanıdığı şeyden hep daha az korkardı.

"Buraya geliş nedenim.."  diyerek pencereden döndü ve Baia'ya doğru bir adım attı Smir.

Baia hala omzundan düşmüş ve göğsünün meme ucuna kadar büyük bir kısmnı açığa çıkarmış geceliğine dokunmamıştı. Ne de üzerinden sıyrılmış örtüye ve uzun bacaklarını dizinin çok üstüne kadar ortaya çıkartan kıvırılmış gecelik eteğine dokunmuştu. Şaşkınlıktan mı yoksa korkudan mı üzerini düzeltemiyordu.

Ya da belki de efendisine itaat konusunda iyi eğitilmişti ve söylenmeyen istekleri de duyup onlara göre hareket ediyordu. Şu anda, burada Smir'in ondan ne istediğini anlamak için çok fazla zekaya zaten gerek yoktu..

Baia Smir'in sözünü saygıyla kesiyor ve araya giriyordu.
"Benim için geldiniz Efendim. Sizin için kanımı sunabilir miyim?" diyerek yatağın içindeki duruşunu bozmadan boynunu yana çevirdi. Şeker'in oyunbaz biçimde ona öğrettiği şekilde kanını Efendi'ye sundu.

"Bu doğru. Senin için geldim," diyerek konuştu Smir. Yumuşakça Baia'ya yanaştı. Yanına oturdu usulca. "Seni istiyorum Bakire Baia. Ama sadece kanını değil, dişiliğini de istiyorum. Eğer onu alma şerefini bana bağışlarsan, senden bekaretini ve bu gecelik aşkını istiyorum."

Bu ilk anda kesinlikle çok gelecek bir şeydi ve Smir de bunun farkındaydı. Ama zamanı kısıtlıydı ve hem bir ders vermek istiyordu hem de bu kızı çok isityordu. Onu bakışlarını, masumiyetini köprüde ilk gördüğü andan bu yana içinde kabaran arzu gerçekten çok güçlüydü. Onu çok istiyordu.

"Efendimiz.." diye inledi Baia.. Boynunu ve kanını hala sunuyordu ama bakışları korkuyla aşağıya çevrilmişti. Sesi titriyordu.

O anda bir şey oldu. Smir kokuyu duydu. Hiç yanılgısı yoktu. Bu heyecandı. Dişiliğin uyanış kokusuydu bu. Genç kızın kalbinin atışının hızlandığını ve kalbinin çılgınlar gibi attığını duyabiliyordu. Damarlarında akan kanın hızını ve derinleşen nefesinin burun deliklerinden ve ağzından solurken çıkardığı fırtına gibi sesleri duyuyordu. Bu sesler Smir'i davet ediyordu. Bu genç beden onu davet ediyordu ama bunu sözlerle de duymaya ihtiyacı vardı yoksa fetih tamamlanmış olmayacaktı, ders olmayacaktı.

Smir kendi bedeninin kontrol altında tuttuğu uyanışını kasıtlı olarak bıraktı. Oturduğu yerde bol pantolonunu üzerinde bir çadır süratle büyümeye başladığında bunun göz ucuyla Baia'nın da dikkatini çektiğini gördü. Sessizce durdu. Onun nefesi, gözlerinin kaçamak bakışlarını ve boynunu izledi. Boynuna kapanıp dişlerini geçirmemek ve zevk efsununun en kuvvetlilerini onun bedenine salmamak için kendi arzusunu zor tutuyordu.

Kızın içindeki karmaşayı görebiliyordu. Kızın üzerindeki ifade suçluluktu. Bu onun için pek çok defa yanlış ve günahtı. Ve en çok da Daros'u sevdiği için günahtı. Bu suçtu. İhanetti.

"Aygır.. Onu seviyorsun.. Peki gerçek mi aşkın? Yoksa gençlik aşkı mı? Küçümsediğimi sanma ama gençlik aşkı bir oyuncak gibidir. Büyüyünce oynayacak oyunlar değişir, oyuncaklar değişir. Oyunun kuralları değişir.. Test etmek ister misin? Büyüdün mü? Sorunun cevabını sen bilmiyor olabilirsin Baia, ama bedenin biliyor. Teslim ol bedenine. O sana cevabını versin. Gerçek aşk bedensel arzuların ve kaprislerin çok üzerindedir. Gerçek sevgiyi bedensel zevklerle yok edemezsin, bastıramazsın. Cevabı öğrenmek ister misin? Aşkın gerçek mi?"

Nasıl? Der gibi endişe ve soruyla, merakla bakıyordu Baia..

"Bir gece için... Bu gece için... Benimle kaybol. Gecenin sonunda gerçek seni bul... Bazen kim olduğumuzu bulmak için önce kendimizi kaybetmemiz gerekir... Eskilerin söylediği gibi... Gerçek seni özgürleştirecek.. Bırak gerçek seni kucaklasın.. Gerçekten korkma. Ne kadar tatlı olursa olsun en büyük düşman yalanın taa kendisidir."

Baia için bu an ve şu ucunda durduğu uçurum gerçekten de o kadar çok açıdan o kadar çok yanlıştı ki.. Bunun tarifi yoktu. Ama yine de içinde bir yangın yanıyordu. Bedeni ve aklı tutuşmuştu ve kalbi hem korku hem de heyecanla yanıyordu. Ölüm korkusu, yaşam sevinci, yeni bir ev, Efendi Smir, kızıl dolunay, Daros, aşk, bilinmez ve özgür irade..

Her şey çok karışıktı. Bu kadar karışık olmamalıydı. Her şey daha basit olmak zorundaydı. Bilmek zorundaydı. İçinde yanan bu ateşi söndürmek zorundaydı. Bu sorunları tek tek çözmek ve hepsini bilmek zorundaydı. Bütün bu korkularını tek tek feth etmek zorundaydı.. Bunlar aklında fırtınalı bir girdap ile dönüyordu...

Baia kararını vermişti. Dişiliğini bildi bileli bir kurban durumundaydı ve söz hakkı olmamıştı. Burada söz hakkı vardı ve onu kullanacaktı, onu özgürleşmek için kullanacaktı. Bilmek zorundaydı, emin olmak zorundaydı.

"Al beni,  Efendim," diye kararlı ve arzusuyla, korkusuyla barışmış bir sesle inledi Baia. "Buradan," diyerek boynun işaret ettii, "ve buradan.." diyerek heyecanlı ve melodik bir sesle, bacaklarının kıvranmasıyla iyice ortaya çıkmış  dişiliğinin dudaklarını işaret etti.

Smir gülümsedi ve heyecanla, nazik bir şiddetle genç kızın üzerine kapandı. Dişlerini gösterek sivriltti. "Bu biraz bile acımayacak, ilk seferinde sana çok nazik davranacağım Günışığı, zevk efsununun tadını çıkar, ben senin tadını çıkaracağım. Sabaha kadar pek çok küçük ve büyük kıyamet yaşayacağız. Sabah olduğunda, özgür olacaksın" dedi ve inleyen kızın boğazına dişlerini açlıkla geçirdi Smir.

Baia daha ilk temasla birlikte Smir'in boynuna ve beline ellerini dolayıp onu kendine farkında olmadan çekti. Bedeni kontrolü bırakması için onu çok zorluyordu ve Baia da bedenine her an daha fazla teslim oluyordu. Bu çok ama çok iyiydi, çok güzeldi. Zevk yangını kanında akıyor, bedenini sarıyor, kalbi çıldırmış atlar gibi dört nala gidiyordu. Isırışın acısını duymuştu ama acıyı kaplayan efsun o kadar güzeldi ki acı sadece aldığı zevki arttırmaya yaramıştı. Baia kesik nefeslerle kontrolsüzce inlemeye başlamıştı. İlk birleşme şoku genç kadını şehvetle ele geçirmişti.

Kan ağzına fışkırıp dolarken acemi vampirlerin yaptığı dağınık, kirli işlerden çok uzaktı Smir'in öpücüğü. Smir'in dudaklarından dışarıya tek bir damla kan sızmadı. Baia'nın boynundan dakikalar sonra dudaklarını çektiğinde şifa efsunun dokunuşu sayesinde kızın boynunda bir diş izi bile yoktu. Smir bu gece ona çok iyi bakacaktı.
 
Gerçekten de Smir'in söyldiği kıyametler  sabaha kadar sürdü ve sabah güneş doğarken Bakire Baia artık bir bakire değildi. Hem de hiçbir şekilde, bedenini hiçbir yerinden bakire değildi.

Sabahın ilk ışıklarından önce Kael emirlere uydu. Gizli gözetleme deliğinin arkasında gözü yaşlı, çaresizce başı öne eğik Daros'u yığıldığı yerden kaldırdı. Golemden beklenmeyecek ölçüde nazik bir dokunuştu bu. Bir an için Golem ve Aygır gözgöze geldi. Golem'in gözlerinde gördüğü şey neredeyse sıcak bir dostluktu ve bu o anda Aygır'ı bütün o duygu karmaşasından bir an uzaklaştırıp şaşırttı. Prangalara vurulmuş genç savaşçı ve gardiyanı beraberce zindana yürürken sessizliği neredeyse dostça paylaştılar.

Gece dört nala gitmişti. Smir, kanını emdikten kısa bir süre sonra ,Baia'ya kendi kanıyla karışmış kanından bir yudumu, kalbine yakın yerden kestiği bir kesikten geri emdirmişti. Bu kan değişimi kuvvet efsununun doğrudan uygulanması idi ve Baia o andan sonra ışıldayan gözleriyle gecenin içinde daha bir atılgan ve hevesli olmuştu. Yorulmaya başlayan genç, narin bedeni o andan sonra genç bir kaplan gibi canlanmış ve güçlenmişti.

Sabah yaklaşırken ikiside çıplaklıklarının içinde bir altta, bir üstte, bir önde, bir arkada dans edip durdular. Bedenleri açlıkla birbirine karıştı ve bulaştı. Zevk çığlıkları, inlemeler, haykırışlar, nefeslerin senfonisi hiç durmadı. Kudurmuş bir eğlenceydi bu.

Smir'in bakirelerle ilk gecesindeki törende kullandığı hançeri güneş doğarken kınından çıkmıştı. Hançer Baia'nın kalbine tam da son ve en büyük zevk kıyametinin zirvesinde saplanmıştı. Bu hançerin vuruşu soyut bir vuruştu. Ete ve kana, kemiğe dokunmadan, duygulara vuran bir vuruştu bu. Bu Smir'in yasak büyüsüydü. Bu onun adağı, bu onun kurbanıydı.

Smir'in hançeri öyle bildik hançerlerden değildi ve özel büyüler için kullanılan bir silah, daha doğrusu bir araçtı. Daia'nın kalbine giren hançer sadece kızın aklında ve bedeninde patlayan zevk ve mutluluk kıyametlerine daha bir şiddet katıp onu çılgınlığın uçurumundan aşağıya acımasızca fırlatmıştı.

Smir törenin bu zirve anında hançerden akıp içine, ölü kalbine dolan güçle haykırırken Baia yere baygın yığılıyordu. Bu kadarı genç kadın için çok fazlaydı, bedeni ve ruhu yorgunluğun en uç sınırlarından uykuya doğru düşüyordu. Hem de çok derin bir uykuya.

Smir sarsılıyor ve acıyla, zevkle inleyip haykırıyordu. Odanın içinde karanlık ve sıcak bir güç odaya sinmiş bütün gecenin duygularını ve tenlerindeki aşk kalıntılarını emiyordu.. Vampir ve uğursuz bir açlıkla, şehvetle bütün gecenin birikmiş izlerini emip duyguların kalıntılarını toparlıyordu karanlık.

Bu uğursuz, karanlık doruk bir dakika kadar sürdü ve sonra zamanı geldiğinde Smir elindeki hançeri kendi kalbinin hemen üzerine, göğüs kafesine vurdu. Koca bir yarık açıldı orada.

Smir elini soktu ve ölü olan ama şimdi bu gecenin ve ilk gece ayininin sonunda yine atmakta olan kalbini eline aldı. Söküp çıkardı. Zevk şimdi acıların en korkuncuna dönüşmüştü ve Smir kendinden geçerek, elinde kendi göğsünden söktüğü kalbiyle yere yüz üstü yığıldı..

Elinde hala atmakta olan kalp bir kaç kısa an içinde simsiyah kararıyor ve kristalleşiyordu. Ama hala o halinde bile içten bir güçle sessizce atıyordu.

Sabah bu zevk ve büyü gecesinin sonunda Baia uyanmadan önce Smir çoktan gitmişti. Oda gecenin izlerini hala kısmen taşısa da Baia gecenin son kısmını ne duymuş ne de ona dair bir iz görmüştü. Bu Smir'in sırrıydı.

*************************
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir (7. Bölüm)
« Yanıtla #6 : 17 Haziran 2012, 21:33:55 »

Sabah Baia giyinirken kendini Kızıl Dolunay'da kurban edilen bir Bakire gibi hissetmiyordu. Bir bakire değildi, bu doğruydu. Gece bir şey kaybetmişti ve bir şey bulmuştu.

Bekaretini ve saflığını kaybederken yeni bir görüş kazanmıştı. Dünyaya gözleri daha bir açık bakıyordu ve olayları başka açılardan da görebiliyordu. Pek çok şey daha berrak hale gelmişti. Smir'in kastettiği bu muydu bilmiyordu ama Baia hayatının bir dönemini kapattığını ve yeni dönemine bambaşka biri olarak adım attığını hissediyordu.

Üzerinden zincirleri alınmış ve rahatlamış bir Baia idi burada balkondan çevreyi izleyen.. Başını güneşli yaz göğüne çevirdi ve mavi gökyüzüne gülümserken çiçek kokularını içine çekti. Yaşamak güzeldi.

O günün gecesinde Baia ve Daros yüzüyüzeydi. Köprünün bir ucunda Erbrom beklerken diğer uçta iki genç, Efendinin izniyle yanlarında Kael ile yürüyordu sessizce...

"İkimizde çocuk değiliz artık Daros. Sen artık bir Paladinsin."
"Ve sen de artık bir bakire değilsin, bir kadınsın. Efendi'nin cariyesisin," diye itham etmeden sadece soğuk gerçeği söyledi Daros.
Baia cevap vermedi. Yolları burada ayrılmak zorundaydı. İmkansızlığın içinde bir hayali ve bir umudu paylaşmıştılar. Ama sorumlulukları ve gerçeğin acı kıskaçlarını aşmayı başaramamıştılar.
"Seni hiç unutmayacağım Baia, Kızıl Dolunay'dan önceki Baia'yı hiç unutmayacağım."
"Ben de Kızıl Dolunay'dan önceki Daros'u unutmayacağım. Seni hiç unutmayacağım," diye bütün kalbiyle söyledi Baia.

Ve böylece ayrıldılar. Ne son bir öpücük ne de son bir dokunuş oldu. Daros arkasını döndü ve yanında eşlik eden kocaman bir Kael ile uzun köprüyü taa en karşıya dek yürümeye koyuldu.

Onlar yürürken Efendi izledi ve Baia sessizce bir damla gözyaşı döktü. Efendi anlayışla ve gülümseyerek başını salladı gizli pencerede.

"Dersini aldın Aygır," diyerek büyü ile fısıldadı Smir.
"Sen de istediğini alacaksın Efendi. Senin ne istediğin biliyorum artık."
Smir aradaki büyülü bağ ile ulaşan sesi biraz merakla karşıladı.
"Neymiş istediğim Aygır?"
"Ceza. Sen cezalandırılmak istiyorsun. Bu sana sunulacak, endişe etme," derken bunu söyleyen genç adamın sesi bir an için zihninde değişmiş ve içinde ezgiler taşıyan çok başka ve güçlü bir sesle karışmıştı.
Smir güldü ama bu alaylı bir gülüşten ziyade bir meydan okumaydı.
"Sabırsızlıkla bekleyeceğim.

Köprünün ortasına geldiklerinde Kael durdu ve elinde taşıdığı kındaki kılıcı Daros'a uzattı. Gümüşkıvılcım'dı kılıç.
"Çok güzel bir kılıç. Bana vururken zarar görmemesine sevindim," diye safça ve içtenlikle söylemişti golem. Sesi güçlü ve metalik tınılıydı, zarif ve güzeldi. Gözlerinde düşmanlık nedir bilmeyen bir sakinlik ve gülümseme vardı. Bir golem değil de ruhu olan bir canlı gibiydi Kael..

Daros şaşkınlık dolu bir gülümsemeyle karşılık verdi ona.
"Teşekkürler. Adın Kael, değil mi?
"Evet," diye ilgiyle cevap verdi Kael.
"Teşekkürler Kael," diyerek içtenlikle teşekkür etti ve kocaman kule gibi goleme dostça elini uzattı.
El sıkışmaları ilginç ve garip olduğu kadar da sıcaktı.
"Gülegüle."
"Hoşçakal."

Köprü uzadı ve Erbrom yanında bir yedek atla gelip tek başına Daros'u karşıladı.

Kısaca bir şeyler konuştular Daros at binerken.. Sonra atlarını sürdüler ve tırısa kalmış bir koşuyla yollarını Kızıl Mızrak Şatosu'ndan uzağa çizdiler..

Daros'un ayrılışından bir kaç gün sonra Şato'da yaşam kızların normal dediği hale geri dönmüştü. Baia süratle uyum sağlıyor ve günlerini kızlarla dolaşıp öğrenerek, daha yakından tanışarak, gecelerini de genelde Efendi'nin yanında geçiriyordu.

Efendinin ilk birkaç geceden sonra kanını ya da dişiliğini istemesi daha seyrekleşmeye başlamıştı ve kızlar bunun normal olduğunu söylüyordu. Efendi gelgitliydi ve bu aralar uğraştığı başka büyücüsel işleri de vardı. Baia zamanla hepsini öğrenecek ve düzende kendine yer edinecekti.

Smir yalnız başına laboratuvarında oturuyor ve bir düzine kitabın saçıldığı çalışma masasında bir kitaba gömülmüş okuyordu.

Kael son gelen birkaç eşyaya yer açıyor ve indirilmiş kitaplardan işi bitenleri geri koyuyordu.
Gölgeörücünün aklına yaklaşan buluşması geldi. Ve Rom'u hatırladı. En son haber aldığından bu yana yirmi seneden çok zaman geçmişti. "Bağlantı kurma" ve "arama büyülerinin" tamamı boşa çıkmıştı. Son denemesini de altı ay kadar önce yapmıştı.

Romulion'un ölmesine ihtimal vermiyordu Smir. Çırağını iyi yetiştirmişti ve Rom çetin bir çevizdi. Üstelik ölmüş olsaydı aramaları esnasında bunu hissetmesini sağlayacak bir iki işarete rastlaması gerekirdi.. Hayır Rom ölmemişti. Peki hangi cehennemin dibindeydi bu lanet Çırak!

Romulion da zaman zaman kendi arayışının peşinde "boyutlararası geçişleri" kullanıp başka düzlemlere gitmesiyle bilinirdi ama Smir buna dair bir izi de bulamamıştı. Çırağının çok gizli bir işe karıştığını ya da başının ciddi bir belada olduğu için saklandığını bile düşünüyordu Smir.

Yine de bir kez daha denemek istedi. Ayağa kalktı ve laboratuvarında bu tür aramalar için hazırladığı "güçlendirme çemberinin" içine girdi. Büyüsünü söylerken çember ışıldamaya başlamıştı.

Romulion koca bir çölün ortasındaki küçük bir vahanın yanıbaşındaydı. Gece soğuktı ve çöl rüzgarı esiyordu. Palmiyenin gölgesinde durmuş ayşığının vaha sularında ışıldamasına dalmıştı. Yüzünde huzura benzeyen ince bir gülümseme, sanki tatlı bir uyuşukluk, bir sarhoşluk vardı.

Yanında, uzak bir köşede tatsızca somurtan "sukubusu" ve onunla muhabbet açmaya çalışan kocaman "kılıç ifriti" vardı. "İmpi" ve "cehennem devi" yanlarında "karanlık deviyle" daha uzak bir köşede aylaklık ediyordu. Sukubus haricinde diğerleri için sıkıntı diye bir sorun yoktu ama Disana gerçekten sıkıntıdan patlıyordu. On Yedi yıl boyunca Efendileri Romulion'dan hiç haber alamamıştılar ve sekiz ay önce döndüğünden bu yana da sarhoş gibiydi.

Uzun beyaz saçları rüzgarda dalgalanırken Rom başını kaldırdı. Yüzünde şaşırmış ve şimdi yeni hatırlayan bir ifade vardı. Güneş yanığı esmer teninde ışıldayan mavi gözleriyle gülümsedi. Ayağa kalktı. Orta boydan biraz daha uzun ve yakışıklı bir insandı Romulion. Genç duruşu aldatıcıydı, gölgeörücüler hep yavaş yaşlanırdı, diğer büyücülerden bile daha yavaş.. Bir gölgeörücü için çok sağlıklı ve çekici bir duruşu vardı Romulion'un..

Disana ona hevesle baktı. Döndüğünden beri Rom'dan gördüğü en büyük hayat belirtilerinden biriydi bu canlı gülümseme.

"Efendi Smir, Usta," diyerek güldü Romulion. Büyülü bir çağrı alıyordu, Disana bunu fark etmişti ve rahatlamayla gülümsedi sukubus. Smir'in adının geçmesi ifritin içini umutla doldurdu. Nihayet bu gemiyi yeniden yola sokacak bir rüzgara dair bir şey oluyordu. Smir...


Romulion çağrı büyüsüne cevap verdiğinde Smir'in korkunç suratına kocaman bir sırıtış yayıldı. İşte Rom buradaydı ve üstelik hissettiği cevabın ezgisine bakılırsa iyi durumdaydı.

Romulion iblis evcillerini "gölgeler boyutu" olarak anılan güvenli bölgeye dinlenmeye gönderdikten sonra ulaşım büyüsüne başladı. Büyülü sözcükleri emirle söyledi ve Smir'e bir talep gönderdi. Smir'in Şatosu'nun içi bir yana, birkaç fersah yakını bile ondan izin almadan ulaşım büyüleri yapılmasına imkan olmayan bir alandı. Smir'in kendi sabit korumaları ve Şato'nun kendi temel korumaları çok geniş bir alanda büyülü bir güvenlik çemberi kuruyordu.

Smir'in talebi hemen kabul edildi ve yol gösterici büyülü semboller ile Romulion'un ulaşım büyüsü tam Smir'in onu beklediği yere yönlendi.

"Çilekeş Romulion! Rom!" diyerek neşe ve heyecanla karşıladı Smir!
"Selam sana, Usta," diye gülümseyerek karşıladı Rom. Smir'i sanki asırlardır görmemiş gibi hissediyordu. Bıçağın iki yüzü de keskindi. Hem Smir yönünden hem de Rom yönünden bu aslında doğruydu. O kadar uzun zaman olmuştu ki...

İki gölgeörücü sıkıca kucaklaştılar. Bu gölgeörücüler, hatta usta-çırak olanlar, için bile son derece alışılmadık bir tabloydu. Bir gölgeörücünün çırağı olmak bazen çırağın hayatına mal olurdu. Bazen de ustanın hayatına. Bu lanetli bir birliktelik idi.

"Seni görmeyeli uzun zaman oldu Rom. Ulaşma çabalarım hep sanki yokmuşsun gibi boşa çıktı. Hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Nerelerdeydin?!

Rom gülümsedi. Bu sahneyi birkaç kez daha yaşamıştı. Sıradaki soruları da tahmin edebiliyordu.
"Unuttum, Usta."
Smir şaka mı yapıyor yoksa söylemek istemiyor mu diye Rom'a baktı ama yüzünde samimiyeti gördü. Ciddi ve biraz da huzur-hüzün karışımı, hem rahatlamış hem de yaşlanmış bir ifadeyle bakıyordu Rom.

Smir onun gerçekten unuttuğunu anlamıştı.
"Hatırlamayı denedin mi?" diye merakla ve ne düşüneceğinden emin olamaz biçimde sordu.
"Elbette. Unutmanın bir bakıma daha iyisi olduğunu içimde hissettiğim halde hatırlamayı denedim. Ama başaramadım. Büyüyü de denedim."
"Başkalarından yardım almayı denedin mi?" diye sordu Smir.
Rom gülümsedi. Açıkça geliyordu teklif.
"Dostlarımdan bazıları denedi. Ama aldıkları cevap.. Pek beklemedikleri bir şeymiş gibi hissettim. Pek konuşmaya gönüllü değillerdi.. Ben de sormadım. Ortak bir noktada buluştuk. Artık böyle iyiyim, Usta."
"Yine de, istersen bir denemek isterim, Rom?" diye sordu Smir.
"Elbette. Hiç sorun değil. Yalnız dikkatli ol. Bazı arkadaşlarım zorladılar ve biraz acılı biçimde başarısız oldular."
"Acı bizim için hiç sorun olmadı Çilekeş çırağım," diyerek güldü Smir. Dosta güven, düşmana dehşet verecek bir kahkaha izledi bu sözleri.
Rom başını sallayarak güldü.

Smir ellerini Rom'un başına yerleştirerek bir kez daha denedi. İlk başarısız denemenin ardından bu defa temasla güçlendiriyordu büyüyü.

Smir kavgayı görebiliyordu. Rom ve yanındaki kalabalık arkadaş gurubu derin yeraltı denizlerindeki bir adadaydı. Cüce paladin Althar ve kardeşleri akıncı Bolthar ile silahşör Hunthar, insan paladinler Bulutz, Lokka ve Karlitta, gölgeörücü Eris, büyücü Cens, bir holen olan suikatçi-hırsız Jakk Perfekto Triksturm, ünlü bir cüce savaş rahibi olan Berd Sarhoşsakal, Lin Yeşilpınar adında bir elf druid... Eski, kocaman bir tabyanın kocaman koridorlarında korkunç bir savaş vardı. Uğursuz, kirli ruhların ve ölülerin ayaklanıp iblislerle birlikte karşılarına çıktığı bir kavgadaydılar.

Yollarının sonunda istediklerini almaya çok yaklaşmıştılar ama gurup gücünün sonuna dayanmıştı. Tam o anda, o geldi. Bir "gazap efendisi" güçlü bir büyülü tuzağın parçası olarak çalışan geçit yarığından önlerine atlamak üzere hareketleniyordu. Bir gazap efendisi gurubun gücü tazeyken bile tek başına onu zorlayacak bir büyük bela demekti, şimdi ise felaketleriydi. Rom hiç düşünmeden, arkadaşlarının önüne atladı ve gazap efendisi daha geçitten yarı geçmişken onunla çarpıştı. Ne yaptığını o kısacık anda kimse anlayamamıştı ama Rom bir an içinde geçidin diğer yanındaydı ve Gazap Efendisi de o yana geri çekiliyordu.

Arkadaşları Rom'un arkasından bağırırken ve gurubun yarısı yaralı bir cüceyi zar zor zaptedip peşinden sürüklenirken Rom cüce silah arkadaşına fısıldıyordu. Smir sesi duymadı ama dudakları okuyabiliyordu. "Onu tutacağım. Benim için bir ara geri dön, Althar. Ama şimdi, GİT LANET OLASI CÜCE!!!"

Sonrasında geçit yarığı kapanıyor ve Romulion ile gazap efendisi gözden kayboluyordu. Smir bu noktadan ileri gidemedi. Orada hep karanlık vardı.

Sessiz, ılık ve yalnızdı karanlık... Karanlığın böyle olmaması gerekiyordu!! Burada kocaman bir terslik vardı. Smir çok zorladı. Yakın zamanda kendini bu kadar zorladığı bir yer daha olmamıştı. Yaralanmış ve çetin bir kavga vermiş olsa bile geçen günkü büyük dehşetkanatlar kavgası bile onu bu kadar zorlamamıştı.

Bütün bu zorlanmanın içinden bir anda aydınlık; Gözü acıtan ve insanı kör eden bir aydınlık, içine düştü. Sonra da içine dolan koca bir korkuyla beraber süratle bütün o geldiği yolu karanlığın içinden geriye sürüldü. Smir, Rom'un zihninden geri atıldı. Hem de başdöndürücü bir hız ve güçle.

Smir ayakta sarsıldı ve sendeledi. Rom'un şakaklarına dokunan parmak uçları gümüş alevlerle yanıyordu... Kutsal akateşti bu...

"Sen ne b...ka bulaştın böyle Rom?" diye farkında olmadan seslice sordu Smir. Parmaklarında yanan gümüş alevler ve Rom'un zihninden kalmış acılı hatıralar içinde geçmişten kalmış kendi hayaletlerini diriltiyordu.

Rom güldü.
"Hatırlamıyorum. Unuttum, Usta," diyerek biraz rahatsız, biraz mutlu güldü gölgeörücü.

(devam edecek)
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir (8. Bölüm)
« Yanıtla #7 : 19 Haziran 2012, 21:17:43 »
Smir ve Rom birkaç dakika bir şeyler içip soluklanırken konuyu dağıttılar.
"Saçların iyice beyazlamış Rom."
"Sen de iyice deri değiştirmişsin, hem seni biraz daha kambur gördüm Usta," diye takıldı Rom. İkisi de bedeller ödüyor ve nişanlar taşıyordu. Bu gölgeörücüler arasında iyi niyetlerin söylendiği dostça bir konuşmaya en yakın şeydi.

İkisi de kahkahalarla güldüler.

İçtiler ve beraberce eski günlerden konuştular. Beraberce geçirdikleri ve eğlendikleri günleri hatırladılar. Smir, Rom'a yeni goleminden söz etti ve onu Kael ile tanıştırdı. Rom tarifsiz etkilenmişti.
"Dörtlü'yü gönderdikten sonra yerine bir şey koyacağını biliyordum usta ama Kael eşsiz bir yaratım. Gözleri, gözleri... İnanılmaz. Bunu nasıl başardın Usta!?"
"Hepimizin sırları var Rom. Bazılarının zamanı var, bazıları bizimle yok olup gidecek."
"Bu zamanı olanlardan olsa iyi olur, Usta," diyerek güldü Rom. Smir de onunla güldü.

Romulion da ona geçit büyüleri üzerinde yaptığı araştırmalardan ve arayışlarından söz etti. Geçitler şu son dönemde, yani hatırlayabildiği son dönemde, vaktinin çoğunu alan bir arayış olmuştu. Rom diğer diyarlarla kopan bağın bir şekilde yeniden kurulabilmesi için uğraş veren Demir Cemiyetiyle bağlantılıydı. Üyesi olduğu savaş gurubu Demir Cemiyeti adına görevlere çıkan bir kahraman gurubuydu.

Konuşmaları bir süre daha oradan ve buradan devam etti. Sonra sessizlik daha çok öne çıkmaya ve ikisinin de düşünceleri derinleşmeye başladı. Uzun zamandan sonra konuşmuş, iki dost ve usta-çırak olarak hasret gidermiştiler. Birbirlerini yeniden tartmış ve yeniden değerlendirmiştiler. Yani yapılması gereken bütün ön çalışma yapılmıştı.

Bu ikisi önemli ve gerekli bir durum olmadan pek biraraya gelmezdi. Aralarında güçlü bir dostluk vardı ama zaman içinde, ikisi de güçte yükseldikçe, bir şekilde bir mesafe de ellerinde olmadan oluşmaya başlamıştı. İkisi de bazen buna tam anlam veremese de ikisi de bunu kendi yabaniliğine veriyordu.

"Peki Usta, hoşbeşi tamamladık. Güldük, eski günleri andık. Yenilerden haberleştik. Şimdi tükür içindekini," diyerek kendisine takıldığı üslupla Ustasına takıldı Rom.

Smir koca bir kahkaha attı. Neşeli ve aynı anda da gergin bir kahkahaydı bu.

"İyi bir öğrenciydin Rom. Sen en iyi çırağımdın."
"Elbette. Farkındayım. Diğer ikisini öldürdüğünü söylediğinde en iyisi olmaktan başka çarem kalmadığını anlamıştım," diye gülerek açıkladı Rom. Gerçekten de öyleydi.

"Öyle değildi bir kere. Yapma Rom. Onları beni öldürmeyi beceremedikleri için öldürdüm. Aslında, hayır. Bunun için değil. Ahmak oldukları ve benim zamanımı boşa harcadıkları için öldürdüm. Daha bir iki güçlü büyüyü yapabilmeyi öğrendikleri anda beni öldürebileceklerine inanacak kadar ahmaktılar. Kendime çok kızdım. Bu yüzden onları öldürdüm."
"Kendi ahmaklığına kızıp çıraklarını öldürdüğünü söylüyorsun. İnsanın kusurlarını görüp itiraf edebilmesi büyük bir olgunluk. Ustam olduğun için hep gurur duydum, Smir."
"Bana tatlı tatlı hakaret ediyorsun, Rom," diye sitemle kızdı Smir.

Bir kez daha dost kahkahalarla güldüler..

"Tükürme zamanı ne yazık ki geliyor Rom. Gece bir yerde bitmek zorunda ve sabah gelmeden ben bu konuşmayı bitirmek istiyorum. Bir randevum var ve yola çıkmadan önce halletmem gereken işler var. Seninle konuşup halletmemiz gerek işler var. Senden iyilikler isteyeceğim, sevgili Çırağım, arkadaşım Çilekeş Romulion."

Bunu öyler ciddi ve içten söylemişti ki Rom'un ağzından hiç düşünmeden ve samimice çıktı cevap.
"Elbette, Smir Usta. Elimden gelen her şeyi yaparım."
"Büyük sözler verme Rom."
"Kişi, sonunda, sadece elinden geleni yapabilir, Usta. Bundan ötesini zaten yapamayız. Seni dinliyorum."


Smir gülümsedi. Çırak dese de Çırak artık çırak değildi. Kendiyle gurur duymadan edemedi. Romulion da bir Usta olmuştu.
"Al bu emaneti Rom. Bunu açıp okuman gereken bir zaman var. Yakında gelecek o zaman. Geldiğinde büyük bir şey olacak ve sen o anda anlayacaksın. Çok ama çok yakında. Bunu bilmeni istiyorum," diye konuşuyordu Smir. Elindeki mühürlü bir zarfı Romulion'a uzatıyordu.

"Nedir bu Usta?" diye sordu Rom.
"Mirasım, diyebilirim sanırım," diye kısaca söyledi Smir.
"Ölmeyi mi planlıyorsun Usta?" diye kızgınca sordu Rom.
"Saçmalama Rom. Bu sadece gelen zor günlerde aklımı biraz daha ferahlatmak için aldığım bir önlem. Gelen günler çok zorlu olacak Rom. Bunu sen de iliklerinde duyuyor olmalısın, buna hazırlanmalısın. Bir şey geliyor hem de sessizliğin arkasından gümbür gümbür geliyor. Değişim geliyor..."

Rom Başını salladı. O da diğer Büyükustalar gibi bir tekinsizliğin büyünün bütün katmanlarında dalgalandığını hissediyordu. Güç, büyük bir dalgalanmaya hazırlanıyordu.

"Kızıl Mızrak Şatosu'nun Efendiliğini sana bırakıyorum Rom. Bana bir şey olursa ve Şato Efendisiz kalırsa, Kael'in sana ulaşması için gerekli düzenlemeleri yaptım. Sana ayrıntıları o taktirde anlatacak." Smir geri çevrilme şansı bırakmadan bir görev gibi söylemişti bu vasiyetini.

Romulion bu konudan pek memnun değildi. Bu Şato'nun Efendisi olmanın tarihini ve anlamını biliyordu. Onyedi yıllık karanlık ve hatırlanmayan bir boşluğun üzerine bu birden çok ağır gelmişti.

"Sen onlara benden çok daha iyi bir Efendi olursun, Rom."
"Ben bunu istemiyorum."
"Ne istiyorsun?"
"Bilmiyorum."
"Ben ne istediğini biliyorum. Sen bağışlanma istiyorsun Rom. Ama ilk önce sen kendini bağışlamadan asla bu isteğine kavuşamayacaksın. Bunu derinlerde, içinde, sen de çok iyi biliyorsun. Ama yılların laneti içinde yıllarla birlikte; seninle birlikte büyüyor. Bu o kadar kolay değil. Biliyorum. Kendini bağışlamalısın Rom. Bunu iyi düşün. Yıllar önce yaptığını düşündüğün hata hata bile değildi; günah olduğunu düşündüğün şey günah değildi."

"Sonunda senin için her şeyin çözüldüğü an bu karar anı olacak; Kendini bağışlayacak mısın yoksa içindeki karanlığa köle olmaya devam mı edeceksin," diye konuştu Smir.

"Sen kendini bağışlamadığın için mi bu haldesin Usta? Birbirimizden pek o kadar farklı değiliz," diyerek konuştu Rom. Smir'in de yıllardır üzerinde taşıdığı yükler vardı.

Smir doğuştan kötü değildi. Kötü olarak anılması için yeterince cinayeti, neden olduğu felaketleri vardı geçmişinde. Kimileri ona canavar bile diyebilirdi. Smir bir kez savaş meydanına çıktığında oradaki tezahürler ile çok daha karanlık ve batık bir kişi oluyordu.

Smir durdu ve gülümsedi. Daros adında aptal bir gencin sözlerini düşündü. Gerçek kimin ağzından çıkarsa çıksın gerçekti. Bu, bu kadar basitti.

"Farklıyız Rom. Ben bağışlanma değil ceza arıyorum. Ve bu yüzden sen benden daha iyi bir efendi olacaksın. Kendini zorlama Rom. Sen bunun için doğmuşsun. Kolayca başaracaksın. Hem daha vakit var, yakınlarda büyük ihtimalle ölmeyeceğim," diyerek Rom'un acı çekmesinden zevk alan kocaman bir kahkahayla güldü Smir.

Rom, o anda, Ustasının başına ördüğü bu çorap yüzünden hiç ama hiç mutlu değildi. Ve Smir de yakınlarda ölmeyeceğini hissettiği için çok karışık duyguların girdabındaydı.

"Bizler güçlendikçe lanetimiz de büyür. Gölgebüyüsünün ilk kuralı budur Rom. Gücümüz lanetimizdir. Bizi izler, açığımızı kollar. En sadık yoldaşımız, eğer onun üzerinde tam bir irade ile hakim değilsek, en çok ihtiyaç duydyğumuz anda bizi sırtımızdan vurur. Bizi ele geçirir. Acımız ve korkularımız; İçimizdeki şeytanlarımız, bizi ele geçirir."

"Bu uzun bir yol Rom. Yaşam bazen güneşli bir gün, bazen de yağmurlu."

"Bu uzun yolda ben, uzun zamandır yağmur altında gidiyorum. Hep böyle değildi. Güneşli günler gördüm. Evet, hem de ne güneş... Belki de karanlığı bu kadar derinleştiren biraz da bu; Güneşli bir günün ne demek olduğunu çok iyi bilmek.. Ve ondan sürgün edilmek ise bir cehennem. Bu cehennemden çıkmak için kişinin göze almayacağı risk var mı? Bilmiyorum, cevap vermek istemiyorum."

Smir'in aklı gölgelere bulanmıştı ve şimdi yılların kargaşası gelgitlerle ortaya dökülüyordu. Smir dalgınca ve sakin bir tutkuyla oradan oraya savrulup içini döküyordu.

"Ben bu uzun yolda bir şey kaybettim Romulion. Güçte yükselirken bir şeyler kaybettim. Yoksa güçte derinlere batarken mi demeliydim..."

"Yaşlı Cuthrhun Üstad'ın dediği gibi belki de... Güç seni içten çökertiyor, asıl olan ruh belki de... "

"En iyi çabalarım, en büyük umutlarım boşa çıktı. En sevdiklerim beni yarı yolda bıraktı. Bir ömür verdiklerim bana sırt çevirdi. Mücadelemi anlamadılar, kavgamı paylaşmadılar."

"Yalnızlık derin ve soğuktu. Öfke vardı. Ne kadar çabalarsam çabalayayım hep reddedildim, hep bozguna uğradım."

"Karanlık beni sardı. Hiç ışık yoktu. Ben onlar için savaşırken uğrunda savaştıklarım beni görmedi, yüzünü öte yana çevirdi. Terk edilmişlik, yüz çevrilmişlik, reddedilmişlik.. Sonu olmayan karanlık bir denizde hiç bir yere varmadan boşa kürek çekmek... Ve derin bir kanayan yalnızlık yarası.. Öfke nefrete yanarken içim nasıl kükredi bilemezsin. Dönüm noktası buydu."

"Unutma, düşmanlarımız arkamızda bıraktıklarımızdan beslenip büyür. Ben arkada bırakıldım Rom. Hissettiğim şey varolşumun her zerresiyle buydu. Yalnızlık. Yine de uzun süre ışıktan yüz çevirmedim. Sadece, ışık için çarpışırken ışığın erdemlerine sahip olmak gerekmediğine hüküm verdim. Yeni bir yol seçtim."

"Bozulma kaçınılmazdı."

"Yol uzundu, yol derinlerden geçiyordu. Yol karanlıktı, Rom. Yol yalnızdı. Bozulma çok kolaydı..."

"Açlık, çok büyüktü," diye neredeyse acıyla inleyerek, çaresizçe söyledi Smir'in sesi.. "..İhtiyaç çok büyüktü. İrademe yenildim belki de.. Belki de, belki de demek yanlış. Tutunmaktan vazgeçtim.. belki de.. Belki de son gücüm bitti, bu kadardı...Teslim oldum galiba. O dönüm noktasında. Teslim mi oldum? Belki de kendimi bilerek mi bıraktım? Bilemiyorum ki... Nasıldı? O lanet, o şefkatli, o en büyük fahişeye; kendine acımanı sağlayıp seni sevgiyle kucaklarken, boğazına dişlerini geçirip bütün zehrini içine boşaltan, bağımlılık yapan o kendi iç pisliğime, teslim oldum..."

"Kişiler yitebilir Rom, kişiler zayıftır. Kişiler mükemmellikten çok uzaktır. Fikirler yitmez, fikirler ölmez. Kişilere değil, savundukları fikirlere sarıl, hem de sonuna dek."

"Karanlığa, kedere, umutsuzluğa, yalnızlığa, öfkeye ve en sonunda da yolun gittiği yerde kaçınılmaz biçimde; Nefrete, teslim oldum."

"Bu teslimiyetten geriye sadece hayatı kucaklayabildiğim hastalıklı, kırık, batık anlar kaldı. Sefil zevklerin, aşırı heyecanların, dinmeyen arzuların, şehvetli çığlıkların girdabında kan ve ölümle yoğrulan bir çarpık varoluş... Bana kalan bu."

"Sanırım dönüştüğüm şey bu. Ya da hala dönüşüyorum.. Kirli Smir, Pislik Smir, Dönek Smir, Batık Smir, Düşmüş Smir..."

Odadaki karanlık katı bir gerçeklik gibi hissedilir seviyedeydi. Smir'in içindeki zehir sözcük olup havaya saçılırken Romulion bu zehiri nefesle içine çekip Ustasıyla paylaşıyordu. Keşke daha fazlasını yapabilseydi.

"Yalnızlık sonsuz değil, Usta," diye fakında olmadan hissizce konuşmaya başladı Romulion. Konuştukça bir şeyler hatırlıyor ve farkında olmadan gülümsemeye başlıyordu.

"Hepimiz ölümde biriz," dedi Romulion'un kudretli bir hüküm gibi çıkan yumuşak ve şefkatli sesi.

Bu söz tek başına Smir'in dikkatini çekmişti. Bu söz eski bir öğretiydi. Bugünlerde  Tanrıların Tanrısı Rhim'in öğretilerini yayan çok fazla takipçisi yoktu ama sözleri hala doğruydu.

Smir durdu ve düşündü. Rom; Çırağı ve ailesinden bir parça olarak gördüğü arkadaşıyla yolları nasıl da kesişmişti..

Şimdi buradan bakınca bazı şeyler başka açıdan daha farklı ve açıkça görülüyordu. Yolları kesişmişti. Varacakları yer aynıydı ama izledikleri rota farklıydı. Bunun açıklığını görmeleri ne kadar da zor olmuş, ne kadar da zaman almıştı.

Smir şimdi görebiliyordu. Biri giderken diğeri geliyordu. Aynı yolda aynı patikayı paylaşıyordular.

"Yol bir ve tek. Ölümde buluşacağız. Ölümde hepimiz biriz, Usta" dedi Rom.

"Senin geldiğin yere gidiyorum. Sen de benim geldiğim yere, Çırak," diye farkında olmadan yanıt verdi Smir.

Kader çok ilginçti.

"Kaderin askerleriyiz biz, Smir Usta. Sonuna kadar bu yolda yürümek bizim varoluş sebebimiz. Pişmanlığa yer yok."

Smir gülümsedi. Ayağa kalktı. Rom da onunla yüzleşti.

Dostça kucaklaştılar. Üzerlerine acı ve kederle beraber bir huzur da çökmüştü.

"Artık git Rom. Bir daha bu şekilde görüşebileceğimizi sanmıyorum. Eski öğrencim, en iyi Çırağım. Görüşsek bile bu çok farklı zeminlerde olacak kanaatindeyim artık. Bundan kaçınmaya çalışacağım. Sen de kaçın Rom..." dedi ve şakayla karışık, gülümseyerek ekledi Smir, "...kendi iyiliğin için..."

Rom gülümsemedi. Yüzünde acı ve hüzün vardı. Anlıyordu ama anlamak acıyı azaltmıyordu.

"Babam gibiydin," dedi Romulion. Sesi neredeyse ağlamaklıydı. Teşekkür ve koca bir sevgi vardı seste.

Smir içinde kocaman bir şeyin alev gibi parlayıp onu tatlı tatlı acıyla boğduğunu duydu. Gözünden iki kan damlasının yaş olup akmasını engelleyemedi, engellemedi.
"Sen de oğlum gibiydin."

Farkında olmadan bir kez daha kucaklaştılar. Bu defa baba-oğul gibiydi kucaklaşmaları... Derin nefeslerle sımsıkı kucaklaştılar.

Rom ayrılmak için Smir'den birkaç adım uzaklaştı. Kendini bu Şato'dan götürecek büyüyü tetiklerken son veda sözcüklerini söyledi. Gözünün önünde yarı iblis gibi görünen Smir bir anda sanki ışıldayıp değişiyor gibi gelmişti ona. Bir an için orada yıllar önceki Smir vardı sanki. Smir olmayan Smir. Bir dinadamı cüppesi içindeki, aydınlık yüzlü bir kişiydi bu hayal...
"Hoşçakal, Vrimos Ragos Interia," diyerek daha önce duymadığı ve bilmediği ama şimdi bildiği isimle konuşmuştu sözcükleri.

Smir çok şaşırmamıştı her nedense.
"Hoşçakal, Çilekeş Romulion. Benim adımlarımı izleme, evlat."

(devam edecek)
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir (9. Bölüm)
« Yanıtla #8 : 21 Haziran 2012, 22:33:54 »
********

Romulion gittikten sonra Smir bir süre kendine zaman verdi. Bu olmasını düşündüğünden biraz daha farklı geçen bir buluşma olmuştu. Kafasını toparlamak ve kendisini süratle hazırlamak için yalnızlığa ihtiyaç duymuştu.

Smir o günün akşamında yoğun bir iç hazırlıktan sonra kendini istediği seviyeye getirmişti. Son bilgiler de ajanları-casusları tarafından ona ulaştırılmıştı. Artık beklemenin gereği yoktu. Her şey çoktan hareket halindeydi. Bugünlerde hepsi dersler alıyordu ve ders alma sırası Armellion'daydı. Hem de iyi bir ders.

Smir derin bir nefesle iç geçirdi. Böyle olmak zorundaydı. Buna inanıyordu. Ama bunun için, içinin kırılmasına da engel olamıyordu. Bir yanı intikam için yanıp coşkuyla gülerken bir yanı kaderin onu getirdiği bu noktada yapması gereken bütün acı seçimlere ve alması gereken bütün sorumluluklara lanet ediyordu.

Efendi kendi Şato halkını topladığında bu durum kesinlikle çok resmi ve soğuk bir karşılaşma yaratmıştı. Biber'in ve Günbatımı'nın duruşları kadar Kael'in ilave savaş donanımlarını kuşanmış olması ve iskelet büyücülerin koca bir tabur halinde büyük salonda toplanması da işin cabasıydı.

Konuşması Şeker, Baharat ve Günışığı'na kısaca bir bakış attıktan sonra çok resmi ve çok kısa olmuştu.

"Bugün, Kızıl Şato Sakinleri için önemli günlerden birisi. Sizi karanlıkta bırakmayacağım. Geri dönmeyi planlıyorum. Ama bir yandan da dönemeyeceğimi düşünerek gerekli düzenlemeleri yaptım. Bunun anlamını hepiniz biliyorsunuz. Sizi yüzüstü bırakmadım, bırakmayacağım. Siz ailemsiniz. Ben olmadan belki daha bile iyi olacaksınız."

O bu son sözleri söylerken Şeker irkilerek derin bir nefes yutmuştu. Baharat'ın gözleri kontrol ettiği yaşlarla parıldamaya başlıyordu. Smir ciddi konuşuyordu. Çok ciddi. Bu sıradan tehlikeli durumlardan değildi. Baia zaten şok olmuş durumdaydı.

"Geri gelmeyi planlıyorum. Gelemezsem, Efendi Romulion'a bir vasiyetim var. Şato'nun Ruhu da bilgilendirildi. Yeni Efendi, Üstat Romulion olacak. Sizler de azad olacaksınız. Çıktığım yol büyük bir değişim getirecek. Başarıda ya da başarısızlıkta bu durum aynı kalacak. Şato, değişecek. Hayatlarımız değişecek. Sizlere bunu söylemek istedim. Ve tekrar görüşene dek hoşçakalın demek istedim."
"Hoşçakalın, canlarım," diyerek, cevap beklemeden, rünlerle ışıldayan bulut-disk bineğinin üzerinde süratle harekete geçti ve arkasında iskelet ejderlere binmiş iskelet büyücülerle devasa salondan ayrıldı, Smir.

Arkasından ağlayan Şeker'in gözyaşları hıçkırıklarıyla karışıyordu. Günbatımı Şeker'i teselli etmeye çalışırken Kael yanında beliren Karanlık ile Şato'nun dışına kanat açıyordu. Şato gergin ve gölgeli bir bekleyişin girdabında sessizce süzülmeye başlamıştı.

Dışarıda kraterin içinden yükselen uğultulu şarkıların tonu değişmiş ve yüksek perdeden, daha önce bu duvarların sadece birkaç kez duyduğu bir ezgiyi söylemeye koyulmuştu. Kraterin şarkısı kilometrelerce uzaktan bile kulağa gelecek kadar şiddetle uğulduyor ve duyanların iliklerini donduruyordu.

*****

Mirantis şehri, Armellion ülkesi sayılan Mil Armon bölgesinin uzağında kalan bir şehirdi. Bununla beraber bu toprak neredeyse onbinlerce yıldır Armellion'un kutsal şehirlerinden biriydi.

Eskiden yaşanmış bir büyük savaşta, tanrıların avatarları bu şehir için savaşmıştı ve bu topraklarda karanlık ile ışığın pek eşsiz, destansı karşılaşmalarından biri yaşanmıştı. Bu topraklarda onlarca iyi tanrı avatarının kanı, iblis askerlerin ve iblis tanrıların avatarlarının kanıyla karışmıştı.

Zafer ışığın olmuştu. Armellion Tarikatının Tanrısı; Armel, bu savaşta kahramanlığı ve fedakarlığıyla çok öne çıkan bir isim olmuştu. Tanrının inananları, destansı bir mücadele sonunda neredeyse tek bir şövalye geri kalmayana dek şehit düşmüştü. Bu topraklar o günden sonra Armellion ermişleri ve dinadamları için kutsallaşmış ve bir Hac Yeri halini almıştı.

Bu şehir, Avrin kıtasının merkezinin biraz kuzeyindeydi. Merkezi ve korunaklı bir konumda olmasının etkisiyle, pek öyle geniş ordulara sahip bir yerleşim değildi. Lakin sahip olduğu fiziki ve büyülü savunmalar yabana atılacak cinsten sayılmazdı. Çevresinde bir havagemisi filosu ve bir şeref ordusu yanında, sürekli burada eğitimde ve hac görevinde bulunana Armellionlu şövalyeler-dinadamları-ermişler bulunurdu.

Mirantis için şu anda bu koruma pek bir şey ifade etmiyordu. Orduların saldırısına çok hazır olan bu şehir, sinsi bir akın ile vurulduğunda, savunmasının ağında minicik bir yarık kolayca açılmıştı. Bu yarık, Smir'in "karanlık kayanyıldız" binek büyüsünün geçebileceği kadar genişti.

Neredeyse bir at arabasını rahatça içine alacak büyüklükteki "karanlıkküresi", mor ışıltılı kuyruğu arkasında yanarak, süratle içeriye dalmış ve şehir korumalarından sıyrılıp sokaklar seviyesine inmişti. Küre, orada gözden kaybolmuş ve şehir içinde büyük bir karışıklığın işareti olmuştu bu.

Şehirde bir "karaölüm nöbetçisi" (en güçlü ve belalı zombileri yaratan zorlu büyülerden bir tanesi, zombiler canlı hallerine yakın beceride büyü ve silah kullanabilir. Öldürdükleri, dakikası dolmadan onlar gibi olur. Tenleri-kılıkları simsiyah ve gözleri soğuk mavi ışıltılıdır) salgınının başlaması, iskelet büyücülerden yarım düzinesinin ortaya çıkıp iskelet bölükleri çağırmaya başlaması, göz açıp kapayana kadar olmuştu. Şehir, bir kuşatmaya haftalarca yani yardım gelene kadar, çok rahatça dayanabilirdi.. Ama içeriye sızan seçkin bir birliğin şehre ne gibi zararlar vereceğini tahmin etmek savunucu her komutanın kabusuydu.

Kabus burada esiyordu. İskelet büyücülerin süvariliğindeki İskelet Ejderhaların ilk hedefleri, geniş bir alana yayılmış Mirantis bölgesi köy ve kasabaları olduğu kadar havagemisi filosunun zayıf üyelerini de içeriyordu. Tarlalar, silolar, bahçeler ve insanların yoğun olduğu şehirlerin çevreleri ilk hedef seçilmişti. Smir savunucuların güçlerini bölmek ve zaman kazanmak için buraları vuruyordu.

Armellion kuvvetlerinin burada şok yaşadığını söylemek haksızlık olur. Armellion birlikleri uyanık ve disiplinliydi. Lakin şehre yapılan saldırının haricinde bunun yarısı kadar bir kuvvet de civardaki yerleşimlere dağılınca, komutanlar kendi güçlerini geniş bir alana yaymak zorunda kalmıştı.

Karada atlı ve buharlı süvari bölükleri süratle konumlanırken, havada da zırhlı grifonlar ve şahinatlar savaşa giriyordu. İskelet Ejderhalara ve iskelet grifonlara süvarilik eden büyücü iskelet lordların saldırısı savunucuları dışarıda fazlasyla meşgul ediyordu.

Şehrin içinde yönetim, sokaklarda patlayan ve dört bir yandan yangın gibi yayılan büyülü salgınla uğraşıyor ve gelmesi beklenen asıl saldırıya karşı, hedef noktayı korumak için son hazırlıklarını yapıyordu.

Evet, böyle bir saldırıyı, hatta bu kişiden geleceğini biliyordular. Şehirde bir kaç haftadır bulunan bir "misafirleri" vardı ve Smir bu "misafirle" ilgili olarak kısa sürede defalarca uyarıda bulunmuştu. Armellion bu uyarıları duymazdan gelmişti.

Gölgeörücü sokakları neredeyse tamamen kaosa bulamıştı. Bir süre için sokaklardaki bu karmaşa ve Katedrale akan kara zombi gurupları onu gereksiz küçük karşılaşmalardan uzak tutacaktı.

Smir dumandan bineğinin üzerinde giderken, etrafında dönen dokuz karanlık küre mor ışıltılarla yanıyordu. Bunlar silah kürelerdi. Zaman zaman Smir'in önüne atlayan Şövalye gurupları ve muhafızların üzerine mor ışıltılı siyah "gölgemızrakları" fırlatıyordular. Karanlık, korkutucu kükremeleri andıran seslerle uçuşan bu mızraklar, Katedrale yaklaştıkça daha da sıklıkla uçuşmaya ve karanlık bir senfoniyi söylemeye başladılar.

Smir'in evcilleri de artık sahnedeydi. Disana(sukubus) elinde kamçısı ve uzun ince kılıcıyla kana susamış bir zevkle, coşkuyla kesip biçiyordu. Şövalyelerden bazılarını büyüsüyle esir alıp arkadaşlarına saldırtıyor ve hatları karıştırıp kendi işini kolaylaştırıyordu.

Rahuul(kılıç iblisi) dört elindeki dört koca kılıçla, koca cüssesinden ve hantal görünüşünden beklenmeyecek bir hızda, danseder gibi dövüşüyordu Etrafına kopmuş kol-bacak-kellelerden ve uçuşan parçalanmış zırhlardan bir kasırga artığı kıyamet alanı seriyordu. Rahuul işini severek ve ciddiyetle, disiplinle yapıyordu.

Rullipin(imp ifritcik), hop orada hop burada, hoplayıp zıplayıp çatılara ve pencerelere konumlanarak, etrafa iyi nişanlanmış "ateştoplarını" yağdırıyordu. Toplu haldeki asker guruplarını uzun mesafeden seyreltip sadece seçkin birliklerin diğerlerine yaklaşmasına yardımcı oluyordu.

Alprocos(Cehennem devi), Smir'in önünü açan yürüyüşüyle ön safları parçalayıp dağıtıyordu. Güçlü "ateş patlaması yumrukları" ve geniş alanlı "şok tekmeleri" ile yol açıyordu. Önünde tahkimatlar ve mevziler dağılıp havaya uçuyor-saçılıyordu.

Grimmarz(karanlık devi) efendisinin yanıbaşındaydı ve ona dokunabilecek kadar yaklaşanları karanlık zincirleri ile kendisine çekip hareketlerini kısıtlıyor, onların saldırılarını kendi üzerine esir alarak karanlık kürelerinin ve Smir'in işini kolaylaştırıyordu. Vuruşları düşmanlarının aklını karıştırıp saldırılarını zayıflatacak karanlık ve soğuk tılsımlarla yüklüydü, bedeninden karanlık fısıltılar, soğuk ve canlıların aklını karıştıran siyah dumanlar tütüyordu.

Smir'in katedrale iyice yaklaşınca havaya savurup serbest bıraktığı silah kutuları yere düştüklerinde yeni savaşçılar da yükseliyordu. Bunlar Smir'in yarattığı ve sonradan kullanmak üzere depoladığı "bilimsel" golemlerdi. Çelikdevler. Dört metreye varan boyları ve çelikten bedenleri vardı. Bir deri bir kemik kalmış,  ağızsız-burunsuz bir insanı andıran silüetleri ile bu canavarlar bastıkları yeri inleterek hemen öne atılmıştı. Kızl gözleri ateş gibi yanıyordu. Ellerinde pençeler ve omuzlarında ileriye dönük, fırlatılabilir çiviler vardı.

Katedrale yaklaşırken yan sokaklardan kara zombilerin ve iskelet bölüklerinin kalın safları da onlara katılmaya başlıyordu. Smir'in ordusu karanlık ve yıkıcı bir çığ gibi ilerlerken katedrale yaklaştıkça savunmalar da sertleşiyordu. Karaölüm nöbetçilerinin ve iskeletlerin üzerine kutsal büyüler yangınlar gibi yağıp onları akalevlere buluyordu.

Yine de bu saldırıların gelişi sadece Smir'i gülümsetti. Karaölüm nöbetçileri çok zor ölürdü ve ölene kadar düşman safları epey yorulacak, meşgul olacaktı. İskeletler de yayları ve büyüleri ile karşı saldırıda etkiliydi. Bunlar olurken, o bu esnada kendi yolunu kapıdan içeri doğru açacaktı.

Smir ilerideki kapıyı gördü. Önündeki barikatlara ve şövalye muhafızlara, rahiplere doğru golemlerini ve ölüleri gönderdi. Bu esnada dokuz küre, bu savunucuların arkasında yükselen, Katedralin ana yapısının büyük kapısına acımasız bir saldırıya başladı. İsabetli ve nokta kadar hassas saldırılar, kapının menteşelerini koruyan noktalara acımasız bir şarkıyı haykırarak yorulmayan, coşkulu bir seranata başladı.

Katedral ortadaki devasa ana yapıdan dışarıya uzayan sekiz kocaman ve uzun kanattan oluşuyordu. Tepeden bakınca binanın silüeti, Armellion'un sekiz oklu gümüş yıldızıydı. Smir ana binayı zorluyordu.

İskeletler ve kara zombi büyücüler yan kanatlardan gelen saldırılara cevap verirken safları zayıflıyor gibi görünse de aslında arkadan sürekli takviye alıyordular ve taze birliklerden bir dalga şu anda burada bulunanlardan daha kalabalık bir halde Katedrale yaklaşıyordu. Şehirdeki kaos Smir'in beklentisinin ötesinde başarılı olmuş ve şehir merkezi süratle düşmeye başlamıştı.

Sonunda menteşeler iyice zayıfladı ve Smir elinden güçlü bir köztopu büyüsü gönderdi. Kapı kocaman ve yüksek bir kapıydı. Zırhlı bir kale kapısından daha güçlüydü çünkü bu katedralin derinlerindeki mahsenlerde çok kıymetli hazineler ve tutsaklar muhafaza ediliyordu.

Köztopu kapıyı alt kenarından vurdu ve menteşeler ile sürgüleri parçalandı. Kapı havada savrulup Smir'e doğru uçtu. Gölgeörücü elinin bir küçük hareketi ile kapıyı yana savurup binanın kanatlarından sağdakine yönlendirdi. Kapının vurduğu yerde beş büyü kullanıcısı savaşdışı kalmıştı. Şans Smir'den yanaydı. Ya da bu becerikli bir hareketti...

Smir açılmış kapının gölgeli aralığına doğru yürüdü. Kapı eşiği toz ve moloz ile kaplıydı.

Smir adının haykırıldığını zihninin içinde kocaman duydu. Seslenişi de tanıdı. Kaşları çatıldı. İçinden öfke yükseldi. Ses gökten geliyordu.

Yukarıdaki bir grifonun üzerindeki bir savaş rahibiydi bu. Bir tanıdık. Smir onunla daha önce birkaç kez karşılaşmıştı.

Rahibin elinden koca bir enerji mızrağı gümüş bir parıltıyla parlayarak fırladı.

Smir'in üzerinde bir anda "acıkalkanı" oluştu. Akmızrak süratle uçtu ve yıkıcı darbesiyle acı kalkanına çarpıp Smir'i sarstı. Smir acıyı bir sevgiliyi kucaklar gibi bütün benliğiyle, kabul ile kucakladı.

Aynı anda, ayna efsunuyla darbe Piskopos Limasis'in de üzerine vuruyordu.

Eğer bu kadar dehşetli bir hızla ve sert bir dalışla grifonunu Smir'e çevirmemiş olsaydı, ya da yere bu kadar yaklaşmadan büyüsünü göndermiş olsaydı belki hayatta kalabilirdi. Ama bu Piskoposun günü değildi. Acıkalkanının vuruşu üzerine patladığında darbe grifonuna da sıçramıştı. Kontrolsüz biçimde yere doğru çakılmaya geçtiklerinde, belki gerek yoktu ama Smir saldırısını ihtiyaçtan ziyade nefretten gönderdi.

"Geber, Limasis!" Smir'in "gazapışığı" büyüsü piskoposu grifonuyla birlikte havada parçalarken gölgeörücünün tek pişmanlığı ona daha uzun ve acılı bir ölüm verecek fırsatı yakalayamamış olmasıydı.

Limasis şu son yirmi yıldır Armellion hiyerarşisindeki en bağnaz, en fanatik, en kibirli, en acımasız ve hoşgörüsüz dinadamlarından biriydi. Okullarda ders vermesi ve etkili bir vaiz olması yüzünden kendi zehri geniş kitlelere bir hastalık-bir yangın gibi bulaşmış ve yayılmıştı. Smir bu adamdan çok ama çok nefret ediyordu.

Parçalanmış ceset kalıntıları dökülüp yere saçılırken Smir bir daha arkasına bakmadan yürüyüp Katedral kapısından içeri gölge kuşlar sürüsüyle birlikte yürüdü. Simsiyah ve bedensiz kuşlar canlıları hedef alan arayışları ve sadece element hasarından etkilenen dayanıklı doğalarıyla ilk savunma hattındaki şövalyeler için felaket oldular.

Kuşlar öldürürken ve ölürken Smir gözüne kestirdiği kilit noktalardaki büyü kullanıcıları ve silahşörleri "ölümün uzuneli" büyüsüyle kendine çekti! Silahşörler ve rahipler ayakları yerden kesilip karşı konulmaz bir hızla Smir'in çevresine çekilip atıldılar. Yere düşmeleriyle birlikte gölgeörücünün çevresindeki alan rengarenk yapışkan alevlerle bir fırına dönüştü. Hepsi tutuşmuş ve korkunç çığlıklarla ölümüne yanmaya başlamıştı. Acı çığlıkları korkunçtu!

Smir evcillerine emretti;
"Kapıda kalın. İşaretimi alana kadar tutun onları. Arkadan kimse gelmeyecek."
"Anlaşıldı, Smir. Kimse geçmeyecek," diye konuşan karanlık deviydi. Sesi çok uzaklardan gelen soğuk ve buz gibi, yabancı bir sesti. Yine de Smir'e güven veriyordu Grimmarz'ın sesi. Birlikte yıllardır yol yürüyordular, birlikte acı çekmiş, birlikte büyümüştüler. Öleceklerse birlikte ölecektiler. Karanlık devlerinin soğuk sadakati destansıydı.

Evcil iblisler kapıda koruma pozisyonu alırken ölüler ve iskeletler, içeriye sürülen öncü gurup haricinde, hep dışarıda pozisyon alıyordu. Hepsi kanatlardakileri meşgul etmek için diğer cephelere de yayılıp binayı işgale başlamıştı. Golemler Smirleydi. Onlar içeri girecekti.

Ayaklarının dibinde hala ateşler yanarken Smir bir kaç büyü kullanıcısı ve silahşörü daha yanına çekti. Ama şimdi diğerleri hazırlıklıydı ve iyice siper alarak bu tür bir saldırıya karşı daha hazırlıklıydılar. Smir en kritik ve en korunaklı gördüğü noktalara doğru nişan alarak güçlü bir "asit topu saçılımı" büyüsü söyledi. Asit toplarından bir rüzgar korunaklı siperle gibi yükselen mermer sütunlara ve duvar köşelerine vurdu. Balkon destekleri ve sütunlar şöktü, duvarlar delinip yıkıldı. Bölgesel küçük çöküntülerle bu koca giriş salonu yeniden ve Smir'in faydasına şekillendi.

Bu yeni haliyle salonda saklanacak yerler çok daha azalmıştı.

Smir hemen bir "zehir patlaması" büyüsü emretti. Bedeninden doğan bir zehir dalgası patlayıp vücudundan her yöne saçıldı. Yeşil ve sarı ışıltılı zerrecik patlamasının teması duvarlardan sıçrayıp saklananlara bile kısmen ulaşması çok yıkıcı olmuştu.

Zehir bu salonu yürüdü ve ilerledi. Sıradaki çok daha büyük bir salona yaklaşırken daha büyük büyülerini hazırladı. Canından fedakarlıkla bir büyü zinciri hazırladı ve içine zaman içinde öldüren sinsi büyülerden dört tanesini katıp bunu bir ışıma olacak şekilde ayarladı.

Smir üzerinde acı kalkanı ile koca salona girerken golemleri de fırtınalı bir hızla içeriye hücum etmişti. Bu salonda çok daha az şövalye ama daha çok rahip ve silahşör vardı. Golemler ilk hedef olarak büyü kullanıcılara ve silahşörlere saldırıyordu. Omuzlarındaki diken misiller parçalayıcı korkunç bir hızla, vızır vızır uçuşup vınlayarak kan arıyordu. Dikenler, kan buluyordu.

Gölgeörücünün çevresinde siyah dumanlar yayan karanlık bir yumak oluşmuştu. Şeffaf karanlık yumağının çevresinde sayısız uzun ve ince kol bir krakenin kolları gibiydi. Yılan gibi dansediyordu kollar. Smir'in çevresindeki şövalyeler ona koştukça hepsi bir bir bu kollara yakalanıyor ve kollardan fışkıran iğneli vantuzlar etlerine kadar batıp kanlarını emmeye başlıyordu. Smir'e can akıyordu.

Kolların vuruşları duvarları yıkıp sütunları kıracak kadar güçlüydü. Terasların üzerindekiler bunu kısa sürede far ettiler ve yıkılan teraslardan yere düşmeden havada kollara yakalandıklarında şaşırmak için çok az vakitleri vardı. Kollar hiç beklenmedik yerlerden dolanıp hedeflerini buluyor ve onlar daha ne olduğunu anlayamadan sarmalayıp dikenlerini geçiriyordu. Kısa süre içinde salondaki büyücüler ve silahşörler bu acılı ve hızlı ölümün pençesinde yakalanmış, kurutuluyordu.

Smir'in vampir yanı bu salonda bir ziyafet çekiyor ve buraya saldırırken tükettiği gücünün-sağlığının bir kısmını geri kazanıyordu. Kolların emdiği kan Smir'in bedenindeki atmayan kalbine dolup dönüşüyor, gölgeörücüyü tazeliyordu.

Rahiplerin büyüleri zayıf değildi ama Smir savaş alanlarında bir kaç ömür geçirmişti. Bir şövalyenin, bir silahşörün, bir rahibin, bir paladinin ve diğerlerinin... Zayıflıklarını ve güçlerini biliyordu. Güçlerini kullandırmadan en hızlı biçimde onlarla nasıl başa çıkacağını biliyordu. Çok daha genç ve tecrübesizken bile doğru taktiklerle kendinden güçlü ve kalabalık düşmanları yenmişti. Bunlar Smir için sedece zaman kaybıydı.

Smir de zaten fazla zaman kaybetmedi. Büyük salonda işi çabuk bitmişti. Mihrabın yanındaki küçük kapıdan bir küçük koridora ulaştı. Buralarda yolunu biliyordu. Savaşrahibi Vrimos Ragos Interia, bu Katedrale hacı olmak için gelmişti. 

Alt katlara giden gizli geçidin bulunduğu odanın önündeki büyülü koruma ve tuzakları aşması çok uzun sürmedi. Bunlara ve dahasına hazırlıklıydı. Kapıdan geçti ve yanındaki golemleriyle birlikte devasa yeraltı galerilerinin bulunduğu kraterler bölgesine doğru yumuşak eğimli tüneli yürüdü. Bütün bu katedral ve çevresindeki kütüphaneler, hastaneler, okullar, kışlalar, askeri tesisler eski savaştaki en sert çarpışmanın olduğu alanın üzerine inşa edilmişti.

Tünelin ucuna yanaştığında oradakileri görebiliyordu. Onu bekliyordular.

Yeraltı havzasının bir ucundaki bu kocaman teras misali bölge bir şehir meydanı kadar genişti. Yanlardaki benzer teras bölgelere ve çınıtılara uzayan yollar-köprüler ve merdivenler vardı. Bu havza kocaman bir kavşaktı ve yeraltındaki tüneller labirentinin göbeğindeydi. İşte bu alandaki her bir potansiyel mevzinin, kritik bölgenin üzerinde pozşisyon almış okçular, silahşörler, şövalyeler, rahipler, büyü kullanıcıları  ve az sayıda savaşçı golem vardı.

Asıl karşılama ekibi buradaydı. Onları görebiliyordu. Tam meydanın ortasında, karşısındaydılar. Beşli oradaydı. Smir eşikte durdu ve onların herbirinin gözlerinin taa içine tek tek baktı. Gülümsedi.

Piskopos Roschmors yüzündeki davetkar ve sabırsız gülümsemesiyle akbaba gibi duruyordu. Gerçekten de yaşlı ve yüzünde nurdan eser olmayan, itici görünüşlü sıska bir adamdı. Yanında bir şövalye lordu ve bir şövalye leydi, iki başrahip vardı. Bunlar Katedralin askeri ve ruhani olarak en büyükleri idi. Armellion şehrinin yüksek kademesi buradaydı.

"Size son bir kez sormak zorundayım," diyerek doğrudan konuya girdi Smir. Sıkıcı bir formalite olarak görse de bunu yapmak zorundaydı. Bazı kuralları yıkmayı çok sevse de Smir bazı yönlerden en kuralcılar kadar kuralcıydı. "...elinizdeki tutsağı bu şehirden daha güvenli ve uygun bir noktaya nakletmenizi tavsiye ediyorum. Tavsiye mi dikkate alacak mısınız?"

Armellion'un elindeki tutsak, Smir'in düşüncesine göre, bu konumdaki bir şehirde bulunması her yönden yanlış olan bir tutsaktı. O kadim iblislerden birinin yarı-çocuğuydu. İlk kanı taşıyanlardan biriydi. Onun adı Namuk idi. Bozucu Namuk. Fitne, fesat, kıskançlık, şehvet, yalan, hırsızlık, kibir... Namuk bozucuydu. O, bozardı. Yavaş yavaş, ama kesinlikle. Namuk sabırlıydı, namuk dayanıklıydı, namuk sinsiydi. Namuk çok güçlüydü. Gücü kişilerin, kitlelerin içine hissttirmeden nüfuz etmesinde ve hissettirmeden onları değiştirip bozmasındaydı.


Şövalye lordu güldü. Rahipler rahatsızlık ve öfkeyle, sabırsızca kıpırdandı. Leydi hem arkadaşlarına hemö de Smir'e açık bir endişeyle bakıyordu. Smir biliyordu, Leydinin içinde fırtınalar esiyordu. Smir Leydinin kokusunu alıyordu.. Hmmmm, koku mis gibiydi. Dişiliğin ve eldeğmemişliğin koku da vardı. Smir ve Leydi'nin gözleri çakıştı. Gölgeörücü gülümsedi. Leydinin bakışları sertleşip kılıçlar gibi keskinleşti. Smir dudaklarını yılan diliyle, şehvetle yaladı. Kader çok şakacıydı.

"Kapana girdin Pislik. Yolun sonuna geldin Kirli Smir. Dönek Smir. Hain Smir!!! Burada seni gömeceğiz," diye meydan okuyarak, kasıtlı olarak tahrik etmek için konuşuyordu Lord.

"Gölge ışıktan doğar. Şu halinize bakın. Kendi ışığınızla gözleriniz kör olmuş. Nasıl bir kibir denizinde yüzdüğünüzün farkında değilsiniz. Namuk'u burada tutabileceğinizi düşünmeniz bile ne kadar kibirli olduğunuzun kanıtı. Armel bile, onu esir almaktansa kaçmasına izin vermişti. Size tevazu dersi vermeye geldim."

***********
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir (10. Bölüm - SON)
« Yanıtla #9 : 23 Haziran 2012, 17:25:18 »

Piskopos güldü. Yüzünde acımasız ve mutlu, sinsi bir gülümseme vardı.
"Seni bekliyorduk evladım. Tanrımız Armel'in eski bir evladının buraya geri gelişi ne büyük bir mutluluk. Yaklaş, tanrımız bağışlayıcıdır. Seni bile sevgiyle kucaklaya..."

"Yeter!" diye kükredi Smir ve daha az önce şehvetle gülümseyen adam orada yoktu şimdi. Smir'in duruşu ve bakışları bir anda Lordu bile korkutmuştu ve eli belindeki kılıç kabzasına sımsıkı yapışmıştı. Bütün havzada çekilen derin nefeslerin ve hazırlanan silahların ufak sesleri yankılandı...

"Tanrının adını ağzına alma! Onun ne olduğunu hepinizden iyi biliyorum! O savaşçıdır! Elinde adaletin kılıcıyla çarpışır! O bağışlayıcı değildir! Bu hakkı sadece mazlumlara vermiştir! Yalanlarına tokum, Piskopos. Kanını almaya geldim." dedi ve içeriye doğru yavaşça yürümeye başladı Smir. Kendinden emin ve hazır olabileceği kadar hazırdı.

Leydinin Smir'e bakışları şaşkınlık ve gerginlik doluydu.

"Hiç şansın yok! Buradan çıkışın yok! Öleceksin Düşmüş Smir! Burada cansız düşeceksin!!!" diye gürledi lordun sesi.

Rahipler ellerindeki koca asaları daha sıkı tutmaya ve yaklaşan kavga için duruşlarını sağlamlaştırıp  yayılmaya başlamıştı.

"Uğruna savaşılacak tek bir savaş vardır, şövalye. İmkansız olan savaş. Ben savaşmak için buradayım. Sonuna kadar," derken Smir içeriye adımını atıyordu...

Bu eşikten geçmeden önce biliyordu onu neyin beklediğini. Antibüyü muhafazaları bu havzanın her yanına saçılmıştı. Havza antibüyü ile kaplıydı!

"Ben kötüyüm Şövalye. Hatta Canavarlığa yaklaştığım anlar bile oldu. Ama aptal değilim. Kibirli değilim. Gücümün sınırlarını biliyorum. Gerçekten bütün bu ermiş şövalyeler, rahipler, dervişler, büyülü silah kullanıcılar ve tuzaklar varken, tek başıma Mirantis'e dalacağımı mı sandınız? Siz benden de beter düşmüşsünüz. Siz herkesi kendiniz gibi kibirli ve ahmak sanıyorsunuz. "

Antibüyü alanında adımlarken Smir içindeki büyülerin çekildiğini ve büyülü korumalarının düştüğünü hissetti. Üzerinde ve yanında taşıdığı büyülü nesneler sessizleşip yakınındaki bütün büyüler dağılıyordu. Smir ağır adımlarla tehdit etmeden içeriye yürüyordu.

Dağılan büyülere, üzerinde taşıdığı ve bu an için özellikle hazırlanmış "yarık tutucu" büyü de dahildi. Smir "bilimsel" tabir ettiği büyülü uğraşlarının sonucunda bir noktaya kadar büyük bir yol katetmişti. "Kan Kapıları'yla" ve "geçit büyüleriyle" bazı yönlerden henüz boy ölçüşemeyecek olsa da "bilimsel geçit" yöntemini epey geliştirmişti...

Şimdi "zaman tutucu büyü" ve "kolay taşıma büyüleri" ordadan kaybolurken  bu cihaz gerçek cüssesine büyüyor, yere ağırlığıyla yuvarlanıyor, çalışmaya kaldığı yerden devam ediyordu!! Cehennem düzlemlerinden birine açılan "bilimsel geçit", onu engelleyen büyülü duvar anitbüyü alanında yok olunca, şimdi antibüyü sayesinde açılıyordu.

Yarıktan dışarıya bendi yıkılmış bir şehvetle fışkıran kötülük döllerinin görüntüsü dehşet vericiydi.. Köztazıları, kuduz yarasalar, ejderköpekler, shafir ifritlerinden bölükler... Bu cehennem sakinlerinin gözlerinde yana açlık ve düşmanlık silah gibi vurucuydu. Buraya sadece parçalamaya, öldürmeye, yoketmeye, leşlerle ziyafet çekmeye gelmiştiler...

Gelen güruhun önünde duracak büyüleri antibüyü tarafından yutulan şövalyeler, silahşörler ve rahipler ilk an için kesinlikle devasa bir şaşkınlık ve dehşet darbesiyle vurulmuştu. Sonrasında hepsi eğitimlerinin, reflekslerinin, tecrübelerinin ve yüreklerindeki sadakatin yönetimi ele almasıyla emirler veriyor ve çarpışmaya giriyordu.

Piskopos ise hala şakın ve dehşet içindeydi. Bunun böyle olmaması gerekiyordu!

Smir bedeninde taşıdığı anlaşma nişanlarının ona verdiği ve "büyü" sayılmayan "doğaüstü fiziksel yeteneklerine" dönüyordu. Cüssesi büyüyor ve bedeni değişiyor, kanatları sırtından kocaman çıkarken, kuyruğu ve pençeleri uzuyordu. Vampirimsi ve iblisimsi yeteneklerinin çarpışmaya hazırlanması esnasında bir yandan da üzerinde taşıdığı riss kristalleri (Riss; İldar ve diğer zincir dünyalarında nadiren bulunan yarı canlı-yarı bilinçli bir kristal yaşam formu. Büyü benzeri kısıtlı yetenekleri usta büyücülere ve eğitimli zihinlere sunabilir) ile koruma ve saldırı ışımaları yaymaya başlıyordu. Smir açıkça kahkahalarla gülüyordu. Bu tam beklediği şekilde gelişiyordu. Burada bir kıyım olacaktı.

Bu havzada yaşanan tek kelime ile ifade etmek gerekirse, kıyımdı. Tek taraflı bir kıyım. Her an daha çok kuduz yarasa ve ejderköpek geçit-yarıktan içeri akıyordu. Yarık kısa süre içinde kapanacaktı, bilimsel yarıklar büyülüler kadar dayanıklı değildi. Ama şimdiye kadar içeriye dalga dalga akan karanlık seli bile yeterliydi.

Smir bizzat kavgaya girmiş ve ellerinde riss asaları tutup savaşan rahiplerin üzerine çökmüştü. Golemleri riss gücüyle desteklediği kendi fiziksel gücüyle sakatlayıp parçaladıktan sonra her şey çok daha kolay olmuştu. Gerisini "güruh" hallediyordu.  Pek çok defa yaralanıp pek çok silahşörün kanını şok edici hızlarda kuruttuktan sonra havzada işlerin gitgide yavaşladığını hissedebiliyordu.

Armellion savaşçılarının sesleri azalmıştı ve kavga artık sadece birkaç köşeye yoğunlaşmaya başlamıştı. Bazı yerlerde şövalyeler mevkilerinden geri çekilmek ve labirent misali dehlizlere; Büyü kullanbilecekleri yerlere kaçmak zorunda kalmıştı.

Piskopos da kaçmaya çalışmıştı. Leydi onu sürüklemek istemişti. Ama Smir oradaydı ve leydiyi kenara savururken dişleri vahşi bir öfkeyle Piskoposun boğazını parçalayıp boynunu kopacak gibi sallanır bırakmıştı. Adamın cesedindeki gözleri inanmayan bir dehşetle yerinden fırlayacak gibi açıktı.

"Onun pis kanını istemiyorum. Seninki bahse girerim çok tatlıdır, Bakire Savaşçı," diye şehvetle pis pis gülerek konuştu Smir. Kıskıvrak yakalayıp savunmasız bıraktığı güzel dişi savaşçının boynunu arzuyla yaladı. "Acıtmayacak, sana söz veriyorum," diyerek kahkaha attı ve kısacık kahkahadan sonra süratle dişlerini kadının boynuna geçirdi.

Acı ve zevk tılsımı aynı anda Leydiyi vurdu. Leydi sarsıldı ve hakimiyeti için, hayatı için boş yere savaştı. Bilincine hakim olmaya çalıştı. Boş yere. Kanı ve canı kısa birkaç saniye sonunda şok edici bir hızla, acımasız bir güçle damarlarından çekiliyordu. Leydinin gözlerindeki can ışığı sönüyordu.

Smir dişlerini kurumuş kadının boynundan çektiğinde, havzaya vahşi bir hayvan gibi kükredi. Karanlık tondaki kudretli sesi havzadaki güruhtan destek buldu ve benzer kükreme ve böğürtüler havzada yankılandı..

Smir o seslerle biraz kendine geldi. Etrafına bakındı ve savaşın kazanıldığını gördü. Ayaklarının dibinde yatan Leydiyi gördü ve aklı şimdi olanları bir kez daha düşündü.

Smir eğildi ve leydiyi yerden kaldırdı. Kadının boynuna koca ağzını bir kez daha kapattı. Dişler bir kez daha ete saplandı. Bu öpücük kısa sürdü. Efsun süratli ve güçlüydü. Hemen çalışacaktı. Smir geri çekildi. Birkaç saniye sonra, hızlı bir seri kasılmanın ardından Leydi gözlerini açmıştı.

Şaşkın ve dehşet içindeydi. Ölümü ve dönüşü yaşamıştı bu güçlü kollarda. Leş gibi kokan bu nefes, hem ölürken duyduğu son şey olmuştu hem de yaşama döndüğünde duyduğu ilk şey. Hem nefret hem de minnetle bakıyordu leydi. Gözlerinde yaş vardı. Ölümü ve dehşeti hiç bu kadar içinde hissetmemişti.

"Ben canavar değilim," diye savunmacı bir tonla ve sanki biraz da yaralı bir sesle, sanki kendini ikna etmek ister gibi söylemişti bunu Smir. Leydi bir şey demedi sadece Smir uzaklaştı ve o ayakta kalmaya çalıştı.

Smir, hızlı bir sıçramayla leydinin yanına geri geldi. Onu kollarına aldı. Kadınla birlikte havalandı. Yeniden guruplaşmak ve hayatta kalabilmek için, büyü kullanabilecekleri bir alana çekilen Armellion safların yolunun üzerine süzüldü. Kadını oraya bırakıp süratle kendi rotasına döndü. Armellion safları o bölgede süratle toparlanıp daha gerilere, savunulabilecek bir noktaya çekilmeye çalışıyordu.

Havzanın antibüyü alanından çıktıktan sonra Smir daha insansı haline büründü. Gölgeörücü disk-bineği ile çok hızlı ilerledi. Evcillerine işareti verip onları uzaklaştrıdı.

İlerledi. Aradığı yer derinlerdeki korunaklı bir mahsendi. Yolda bir düzine şövalye ve rahiple karşılaştı. Onlarla hiç vakit kaybetmedi. Kanalevi ve hastalık zinciri büyüleri kolayca işlerini bitirirken o ilerledi.

Namuk'un bulunduğu salonun girişini açması sorun olmadı. Hazırladığı büyü kristallerini çantasından çıkardı ve yerlerine yerleştirdi. Büyüyü tetikledi. Gerisi kendi kendine oldu. Bir dakika sürmeden karmasşık ve tuzaklı kilidi aşmıştı. İçerdeydi.

Namuk, kendisine çizilmiş gümüşten, kocaman bir çemberin içindeydi. Çelikten ve altından rünlerle işli çemberin içindeki dört metrelik iblis Smir'i gördüğünde biraz şaşırmıştı ama sonra kahkahalarla gülmeye başladı. Namuk ve Smir daha önce bir kez karşılaşmıştı. Namuk onu iyi tanıyordu.

"Yakalandığını duydum, Namuk," diye alayla konuştu Smir.

"Smir, şaşırttın beni," diye cilveli cilveli konuştu iblis. Namuk çift cinsiyetliydi. Hem güzel bir dişi hem de çekici bir erkek gibiydi. Sanki bedeni her an iki cinsiyet arasında yavaş yavaş arada bir yerlerde değişip duruyor ve kim nasıl isterse onu öyle görüyordu.

Namuk iğrençti. Namuk çok müstehcendi. Çırılçıplaktı ve hem dişiliği hem de erkrliği abartılı bir güzellikle, şiddetli bir baştan çıkarıcılıkla karşısındakilere hücum ediyordu. Sesi bile tehlikeliydi ve sözleri oyunbaz tınılarla akılları karıştırıyordu.

"Buradan çıkıyoruz, Namuk," diye konuştu Smir. Sesi duvar gibiydi. Rünlü çemberin çevresinde dolaşıp onu dikkatle inceliyordu.

"Ama Smir," diye cilveyle konuştu Namuk. Smir hemen lafını kesti. Sesi gülüyordu, Namuk'la alay ediyordu.

"Namuk, uğursuz bozucu efsunun bana işlemez. Boşuna konuşma."

"Seninle gelmiyorum Smir." diyen ses bu defa korkutucu derecede ibliçeydi. Yüz ve surat korkutucu biçimde çarpılmış ve bedeninin duruşu hem komik hem de yırtıcı bir şekil almıştı.

"Namuk sana fikrini sormadım. Söyledim. Eski günlerin hatırına bu kadarını borçluyum bir hanfendiye.

Namuk dişiselleşti ve cilveyle, gülümseyerek konuştu.

"Bize karşı savaşırken bizim gibi korkunç ve kötü bir şeye dönüştün. Şu haline bak Smir. Artık bizdensin. İblissin Smir! Bunun farkına ne zaman varacaksın?"

Smir büyülerini aklında hazırladı. Namuk'a baktı. Gülümsedi.
"Bozucu Namuk, üzgünüm. Bunun bir parçası olduğun için üzgünüm. Aslında seninle doğrudan bir sorunum yok. Kader işte. Yollar örülmüş, roller verilmiş. Hepimiz rolümüzü oynuyoruz."

Ses tonu ve konuşmanın gidişi bir anda İblisin hiç hoşuna gitmemeye başlamıştı.

Smir ona yaklaştı. Dudaklarında büyülerle çemberin dokuz halkasından en dıştakini aşıp sekizinciyle arasında durdu. Namuk öfkeleniyordu. Sordu.

"Sen neler saçmalıyorsun be! Aklında ne var Smir?" diye küfreden, hakaret eden küçümser bir tonla, saldırganca konuştu Namuk. İblisliği yine açıkça öne çıkıyordu.

Büyüyü hissetti Namuk. Teleport büyüsüydü bu.

İkisi birlikte Armellion'un büyülü nakliye çemberini kullanmış ve Namuk buraya getirilirken kullanılan terasa çıkmıştılar. Aynı korumalar burada da mevcuttu. Namuk hala esirdi ve Smir hala sekiz çemberin ötesindeydi. Korumalı alandaydı.

"Ölüme ve cehenneme her bir adımda daha çok yaklaştığım doğru, Bozucu Namuk. Belki birgün tamamen kötü olacağım. Belki bu güce, tamamen kötü olabilme gücüne sahibim. Ve belki şeytanın tahtına oynarım? Kim bilir?" diye alayla gülerek konuştu Smir.

Namuk gitgide sabırsızlanıyor ve öfkeleniyordu. Smir'in burada oluşu hesaplarında yoktu.

"Benim bildiğim, Namuk," diyerek gülümsedi Smir. Ve kendinden emin bir biçimde fiziksel özelliklerini serbest bırakarak sekiz çemberin merkezindeki Namuk'a yürüdü.

"Bu gece burada, kadim bir iblis ölecek,"

"Sen çıldırmışsın Smir! Buna ne gücün ne de cüretin yeter," derken Namuk'un sesi hem kahkaha atıyor hem de hezeyanlarla yükselip alçalıyordu. "Seni parça parça etmeden defol git ve işlerimden uzak dur insan kalıntısı Pislik!!!" derken ağzından kızıgın ve zehirli salyaları köpüklerle saçıyordu iblis.

"Armel seni neden katletmedi biliyor musun, Namuk? Ben biliyorum. Sen bir işaretsin. İlahi bir işaretsin. Seni bugün burada benim katletmem gerekiyor. Sen, ders olacaksın."
"Canın cehenneme, Smir!" diyerek kocaman pençe tırnakli elleriyle Smir'in boğazına yapıştı İblis.

Smir elleri kuvvetle boğazından ayırdı ve mengene gibi gücüyle öyle sımsıkı tuttu.

"Senin en büyük gücün dilinde, sabrında, dayanıklılığında Namuk. Asla fiziksel gücün ya da büyü kudretinle öne çıkamadın. Bu kavgalarda hep yenildin ve aşağılandın, sonra intikamını hep sabırla aldın. Benden intikam alamayacağını söylemek zorundayım. Ben arkamda canlı düşman bırakmayı sevmiyorum. Seni burada, şimdi bitiriyorum," diye anlatırken Smir ve Namuk gökyüzüne doğru süratle yükselmeye başlamıştı. Şehrin merkezinden gökyüzüne doğru yükseliyordular.

Havadaki savaş neredeyse bitmiş ve hava filoları da şimdi bu ikisine doğru dönmeye başlamıştı...

İlk başlarda sadece Smir'in gücüyle yükseliyordular sonra Namuk da kanatlarını açmıştı. Havada debelenerek ve tekmeler atarak kendini kurtarmaya çalışıyordu.

"SMİR!!! CANIN CEHENNEME SMİR!!!" diye bağırıp duruyordu Namuk. Bir iblisin öldürülmesi, hele ki Namuk gibi ilk kanı taşıyan kadim bir iblisin öldürülmesi çok zordu. Namuk ise özellikle dayanıklı bir iblisti.

"Beni öldüremezsin Smir!! Ben ilk kanı taşıyorum! Benim atam bir İLK!!!"

Smir'in gülüşü Namuk gibi bir iblisin bile kanını dondurmuştu.

"Öyleyse niye korku kokuyorsun Namuk? Kokun o kadar keskin ki cehennemdeki baban bile duyuyordur."

"Cehennme git Smir!" diye korkunç bir öfkeyle, lanetleyerek söyledi Namuk. Debelenmeyi bıraktı.

"Sıra oraya da gelecek. Her şey sırayla, Bozucu."

Smir bu an için hazırladığı büyüyü söylemeye başladığında Namuk da büyüyü duyuyordu. İblisin gözleri yerinden fırlayacak gibi açılmıştı. Bu büyünün ne olduğunu biliyordu.

"Sen gerçekten çıldırmışsın! İblislerin bile uyduğu kurallar vardır!"

Bunlar son sözleri oldu.

Smir'in bedeninden akan güç Namuk'u sarmalamaya ve onun çevresinde dönmeye başladı. Namuk az sonra büyüyen ve sürekli kontrolsüzce değişen bedeniyle Smirden uzaklaşıyordu. Namuk değişmeyi ve uzaklaşmayı sürdürdü. Bir dakika kadar sürdü bu durum.

Havadaki büyülü sesler sessizdi. Bir ezgi nabız gibi kuvvetle vurarak bütün şehir üzerinde, altında, çevresinde esiyordu. Soğuk, katı, keskin bir ezgiydi bu. Duyanları korku ve umutsuzluk alıyordu. Bir telaş ve acele hissi vardı havada.. Havada yas ve günah vardı..

Sonra, iblis, kapkara kararmış ve sessizleşip hareketsizleşmişti. Derken bir sessizlik anı geldi ve sonra koca bir karanlık patladı.

Karanlığın ardından koca bir ışık geldi. Fersahlarca öteye bile gözleri kanatan güçlü bir ışık vurdu.

Koca bir şehir olan Mirantis'in durduğu yerde şimdi kocaman, kapkara, uğursuz bir krater duruyordu.

Kael kuvvetli ışıktan az sonra, havadaki bütün büyülü ezgiler sustuktan hemen sonra uzaktaki gözetleme noktasından yola çıkmıştı.

Verilen emirleri açıktı. Karanlık'ın sırtındaki Kael ilk önce kraterin merkezine doğru yöneldi. İlk oraya bakacaktı. Ve orada buldu.

Bu, Smir'den geriye kalandı. Bu koca şehirden, hava filosundan ve iblisten geriye kalandı. Bu, Smir'in boynunda taşıdığı Kanayan Yürek Pandantifi'ydi. Yılların hasadının meyvesi olan pandantif içinde zayıf ama hala berrak bir kızıl nabızla atıyordu. Nabız çok yavaş ve zayıf olsa da orada olduğu da netti.

Kael hemen orada kendine verilen emirleri uyguladı. Beraberinde getirdiği büyülü kristalleri  yerleştirip yere tören çemberini çizdi. Sonra pandantifi çemberin ortasına yerleştirdi.

Tören için gereken büyülü sözcükleri fısıldadı. Pandantif bir emre itaat eder gibi havaya yükseldi. Gözlerin göremeyeceği bir hızla kendi çevresinde dönmeye başladı. Kristal yürek şeklindeki pandantif şimşek gibi çakarak patladığında içinden et, kan ve kemik karışımı bir yumak dışarı saçılıp yere döküldü.

Yerdeki inleyen ve haykıran kütle kısa süre içinde şeffaf siyah dumanlarla kaplandı ve şekil değiştirmeye, insansı bir şekil almaya başladı. Birkaç kısa an içinde şeklin oluşumu tamamlanmıştı ve insansı şekil bitkin, inleyen haliyle yerde yatıyordu.

Birkaç dakika geçmesi gerekti. Ancak o zaman toparlandı ve Smir kendine biraz olsun gelebildi.

Smir hiç ama hiç mutlu değildi. Bu büyüyü ilk kez yapıyordu ve sonuçları konusunda güçlü bir tahmini varsa da bu sonucu tam olarak bu şekilde beklemiyordu. İçin için farklı beklentileri de vardı. Anlaşılan kristalkalp büyüsünün muhafızlığı bu ölçüde bir yokoluş büyüsünün bile üzerindeydi.. Yaşam ne kadar güçlüydü.. Ya da ölüm Smir'e karşı ne kadar acımasızdı.

"Ölüm beni reddediyor..." diye nefretle tısladı Smir'in sesi. "Öyle olsun bakalım. Ölüm!! Sana Sesleniyorum!! Pişman olacaksın!!" diye korkunç bir düşmanlıkla haykırdı Smir. Şeytanca bir kahkaha krizine kapıldı.. Histerik, hasta kahkahalarla gülüp sarsılırken kapkara, çok büyük bir büyüye başladı Smir.

Yaptığı adak büyülerinin en büyüğü ve karanlığıydı bu büyü. Bu en yasak büyülerden biriydi ve  bütün iyi tanrıların gözünde çok büyük bir günahtı. Büyük Ruh Kapanı; Smir bu şehirde can veren bütün ruhların diğer tarafa geçiş yolunu kapatıyor ve yolculuklarına engel oluyordu. Onları tek tek yakalayıp kendine çekiyordu. Onları zincire vurup kendine köle ediyor,  Aradiyar'a sürüyordu.

Ölüm onu almıyor muydu? Demek daha yapacak işleri vardı. Öyleyse onları iyi yapmalıydı. Güç arzusu ve yıkım şehveti içini sardı. Düşmanlık hissi kocaman büyüdü. Smir'in gözleri kararırken ruhu nefretle çarpıldı. Ruhlar çevresinde dönüyor ve acı içinde inleyip ağlıyordu. Daha çoğu ona doğru girdaba kapılmışçasına çekiliyor ve yakalanıp esir ediliyordu. Smir gülüyordu! Smir, yaşam hasatlıyordu...

Yarı-İblisliğe giden uğursuz yolda en büyük adımı atıyordu Smir...

-Bitti-
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir
« Yanıtla #10 : 27 Haziran 2012, 11:29:36 »
Bu çok uzun ve çok güzel hikayeyi sonunda bitirebildim sevgili Althar. Aslında söyleyecek çok bir şey yok. Çok iyi yazıyorsun. Yeterince akıcı ve sürükleyici ama aynı zamanda oldukça süslü bir anlatımın var. Bunu okurken daha çok roman okuyormuşum gibi, bazı yerlerde film izliyormuşum gibi hissettim. Çünkü sadece uzunluğuyla değil, içeriği ve anlatımıyla romana benziyor ve bir film gibi gözlerimde hayat buluyor.

Çok ufak tefek birkaç şey var. ".." ya da "!!" gibi yanlış noktalama işaretleri ve "olucak" gibi birkaç kelime. O kadar güzel ki bu küçük hatalar da olmasa neredeyse mükemmel olacak. Bir de kalın harflerle yazdığın bölümler bence güzel durmuyor.

Başta sanki çeviri kurgular gibi gelmişti. "Lanet olasıca" falan, ama sonra Smir şunu söyleyince;

Alıntı
"Sen ne b...ka bulaştın böyle Rom?"

hem çok hoşuma gitti hem de çok güldüm :D

Bunu okuyunca "Susayanın Uyanışı"nı da okumayı çok istemeye başladım (ama keşke bu kadar pahalı olmasa ^^). Kalemine sağlık, elinden daha nice şeyler okuruz umarım.

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Yaşam Hasatlayan Smir
« Yanıtla #11 : 27 Haziran 2012, 23:27:14 »
Teşekkürler Galaxie.
İşaret ettiğin noktaları dikkate alacağım :) Kendimi eleştirdiğim ama yeterince düzeltemedim yerler var.
Öyküyü beğenmene sevindim. Yazmaya devam, zaten yazmayı bırakmak bir seçenek değil.
Selam ve saygılar.
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)