76
Kurgu İskelesi / Ynt: a.y.n.a.
« : 29 Haziran 2016, 14:49:07 »
BÖLÜM: 10 KUŞATMA
Soğuk ve karanlık bir gece yaşamıştı, Yankı. Yaşamının en kötü gecelerinden biriydi bu. Üşümüştü ama bu, babasının odun kömür alamayıp sobayı yakmadan yattıkları gecelere benzemiyordu. O zaman hiç olmazsa sarılacak kardeşleri, üzerine örtebileceği ince bir yorganı olabiliyordu. Korkmuştu Yankı, yalnızca karanlıktan değildi bu korku. Yahut köşeden çıkıverecek iri bir fare korkusu değildi. Ne olacağının korkusuydu. Yalnızdı. Diğer bir köşede oturan İbrahim Bahadır vardı. İbrahim Bahadırı ne kadardır tanıyordu ki, olsun olsun bir kaç saat.
Bir kaç kere uyuklamıştı ama hemen uyanıvermişti ardından. Evini, ailesini, arkadaşlarını özlemişti ama nasıl dönebileceğini bilmiyor bir çıkar yol bulmak için düşünemiyordu. Yalnızca Tanrı’ya bir an önce sabah olması için dua ediyordu. Yukarıda olan o minicik pencerenin biraz aydınlanmasını bekleyip durdu. Gözleri pencerede uyuyakalmıştı.
Büyük bir gürültüyle uyandı Yankı. Nöbetçi kapıyı tekmeliyor bağırıp çağırıyordu. Önce İbrahim Bahadır kapının önüne koşmuştu. "Ne var ne oluyor" dedi. Konuşan dünden beri kendisiyle konuşan kişiydi ama konuştuğu dil başkaydı. Kendisini yakalayanların dili ile konuşuyordu. Nöbetçi havlar gibi hızlı ve boğuk yanıt veriyordu. Az sonra kapı açıldı. İçeri yüzünü dünden anımsadığı süslü elbiseli adamla bir kaç nöbetçi girdi. İbrahim, Yankı’nın kulağına eğildi. "Kale komutanı" dedi. "Ben sana söylemiştim, salıverecekler" Yine komutana döndü bir şeyler söyledi. İbrahim Bahadır’ın iki yanına birer asker geldi. Tam yürümek üzereydiler ki İbrahim durdu. Eliyle Yankı’ya "hadi" dedi.
Yankı, zindanın kapısından çıkıp onların ardınca yürümek üzereydi ki bir başka nöbetçi araya girdi, yürümesine engel oldu. İbrahim Bey, iki yanındaki korumaları iteledi. Doğrudan zindanın kapısına geldi geceyi aynı soğuk hücrede geçirdiği delikanlının koluna girdi. Önce onların dilinde bir şeyler söyledi Sonra Türkçe "O benim karındaşım, O da benimle geliyor" dedi. Korumalar Komutanlarına baktı. O da askerlerine tek bir kelime söyledi. İki nöbetçi kenarı çekilmişti. İki arkadaş kol kola Komutanın arkasından yürümeye başlamışlardı.
Dışarı ilk çıktıklarında gözleri kamaştı her ikisinin de. Sabah erken saatler olmasına rağmen güneş dünyayı kavurmaya başlamıştı. Bir zaman sonra kısık olan gözleri açılmaya çevreyi daha iyi görmeye başlamıştı. Nerede olduğunu anlamamıştı. Nöbetçiler onları derin ve su dolu bir hendeğin karşısında bırakmışlardı. Onlar iner inmez hendeği aşan tahta köprü yükselmeye başlamıştı. Zincir şakırtıları durduğunda ise köprü tamamen kalkmış koca bir duvar olmuştu. Yankı, geri dönüp çıktığı kaleye baktı. Bir minare boyu yüksekliği vardı duvarların Üzerinde askerler geziniyordu. Ayaklarının dibinde ise üç dört metre genişlikte derin bir hendek vardı. Hendeğin bir ucu doğrudan denize ulaşıyordu. Diğer ucunu göremedi ama o ucunda denize ulaştığını biliyordu. Biliyordu çünkü daha kalenin avlusuna çıkar çıkmaz deniz kokusunu almıştı. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Martılar çığlık çığlığa uçuşuyordu.
"Eskiden bu hendek yokmuş" dedi İbrahim bey. Babam ne zaman yukarı Amazon kalesini almış o zaman bu hendeği kazmış küffar." Yankı yanında yürüyen delikanlının gösterdiği yere bakınca fark etti tepedeki kaleyi. "Ben dememiş miydim" dedi bilgiççe gülerek. "Bunlar Ağamdan korkar sabaha kalmaz bırakırlar bizi diye" gülüyordu. Karşıya ulu bir kalenin kurulduğu dağın eteklerine doğru yürüyorlardı. Uzakta yamaçta evler, bahçeler ve tepede de kısmen yıkılmış kısmen sağlam kalmış surlar görünüyordu. Surlar ovanın bittiği tepenin başladığı yerden yükselmeye başlıyor tepedeki kaleye kadar sürüyordu. Bakımsız olduğu her halinden belliydi.
Uzaktan bir toz bulutu göründü. Bir grup atlı yanlarına doğru yaklaşıyordu. Yaklaşık bir kilometre ötede ise yer yer çadırlar göze çarpıyordu. Biraz dikkatli bakınca çadırlara girip çıkanlar belli oluyordu. Atlılar yaklaştı yaklaştı. "Umur Ağam beni karşılamaya geliyor her hal" dedi İbrahim bey. Atlılar yanlarına gelince durdu. En öndeki attan iri yarı bir yiğit yere atladı. İbrahim Bahadır’a doğru koşmaya başladı. İbrahim’de ona koşuyordu. Bir an kucaklaştılar. Bir birlerine sarıldılar.
"Eğer seni salıvermeselerdi o kaleyi başlarına yıkardım" dedi. İbrahim ise "Senin adını duyunca korkmayacak birini ne denizlerde ne de karada tanımıyorum" diye yanıtladı. Bir daha bir birlerine sarıldılar. Bir dakika sonra attan inen yiğidin bakışları biraz ilerde bekleyen Yankı’ya kaydı.
O zaman İbrahim zindandaki garip arkadaşını anımsadı. "Bu" dedi. “Yolunu kaybettiğini söyleyen bir garip çocuk bu, anne ve babasını bulmaya çalışıyor" dedi. Bir an Umur Bey "Çaşıt olmasın" dedi. İbrahim "Garibin biri ben kefilim kendisine" dedi. Kulağına eğilerek “Biraz da saf sanki” Grubun yanlarında gelen atlardan birisine atladı. "hadi" diye işaret etti Yankı’ya. Sonra bileğinden kavradığı gibi arkasına aldı.
Komutan da atına atlamıştı. Bir işareti ile gurup geri döndü. Tozu dumana kataraktan geldiği yöne yol almaya başladı. İbrahim Bey önce az önce çıktıkları kalenin dibine yaklaştı. Atını şaha kaldırdı. Yukarıda kendisini izleyen kıza el salladı. Ardından önde dörtnala giden gruba yetişebilmek için atını topukladı.
Delikanlı, nasıl olup da fark edemediğine hayıflanıyordu. Belki yukarıdan surların üzerinden bakmış olsaydı anlardı. Kale yani İbrahim beyin deyimiyle liman kalesi karanın denize bir burun olarak uzadığı yerde kurulmuştu. Bu burunun kara ile tek bağlantısını hendekle kopardıklarında bir tür ada gibi olmuştu kale Kalenin kara yönünde ise yaklaşık bir kilometre uzağında Aydın oğulları kaleyi kuşatma altına almışlardı. Kocaman çadırlar bir yay gibi sarıyordu kaleyi. Denizin bir ucundan başlayıp diğer ucuna doğru çepeçevre kuşatıyordu.
Yankı, attan çadırların kurulduğu yerde indi. Yanlarına yedi sekiz yaşlarında bir çocuk geldi. Yabancıyı göstererek sordu "Amca kim bu" İbrahim bir kahkaha attı. "Hundi" dedi çocuğu kucakladı. Kısa saçlarını parmaklarıyla karıştırdı sevecen bir şekilde. Sonra yere indirdi. Bak Yankı, sana küçük bir arkadaş vereyim, merttir, cesurdur. Yaşından umulmayacak işler becerir. Üstelik buraları çok iyi bilir. Kendisi Umur Ağa’mın çocuğudur. Yankının yanına yaklaştı, kulağına "Ağamın en büyük kızıdır, değme erkek çocuklarına taş çıkarır. Kız olduğunu hiç hissettirmezsen çok iyi arkadaşlık yapar" dedikten sonra "Bu benim zindan arkadaşım Yankı" diye tanıştırmayı tamamladı. "Kendisi buralı değil, evini obasını kaybettiğini söylüyor." Eliyle az önce çıktıkları kaleyi göstererek "Şu işi bir sonuçlandıralım sonra bu konu ile ilgileneceğiz" dedi. Biraz bozuldu Yankı. Kendisine küçük bir çocuk vermişlerdi gözcü olarak. Ama yapabileceği herhangi bir şey yoktu.
"Ehh hadi bakalım biraz dolaşalım..." adını anımsayamamıştı. "Adım Hundi. Hundi Melek. Amcamın kulağına neler söylediğini biliyorum. Ben bir kızım, babamın hiç erkek çocuğu yok. Bu nedenle bir erkek gibi davranım bu boşluğu kaldırmaya çalışıyorum. Bu ben dahil herkesin hoşuna gidiyor" dedi. Biraz sustular. "Söyle bakalım Yankı ağa. Nereleri gezmek istersin"
Rasgele yürümeye başladılar. Her yan hareketliydi, atlar gidiyor geliyordu İnsanlar çadırların arasında bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Kadınlar yanan ocakların başında yemek yapmaya çalışıyordu. Çocuk, İbrahim'in peşindeydi sürekli. Kendini bu kalabalıkta iyice kaybolmuş gibi hissediyordu. "Neler oluyor" diyebildi. "Bende bilmiyorum" dedi İbrahim. Babam ve gazileri gelecekmiş Zannediyorum bir kurul yapılacak." Yankı’nın çocuk aklına öğretmenlerinin zaman zaman yaptıkları toplantılar geldi. O zaman bu akşamda bir toplantı olacaktı. Omzunu silkti. Bu telaşta kendisini düşünmesini bekleyemezdi tabi. Çadırlardan birine girmek üzereyken İbrahim bahadırın kolunu yakaladı.
"Biz Hundi ile biraz dolaşsak bize kızar mısın" dedi. İbrahim yanında duran kendisinden bir kaç yaş küçük çocuğun yüzüne baktı. "Dolaşın, dolaşın ama sağda solda çok soru sorma. Senin bir çaşıt olabileceğini düşünüyorlar hala. Üstelik yanındakinin boyuna posuna bakma ne istersen ona sor. O doğma büyüme buralıdır " dedi.
Önce çadırları geçtiler. Büyük ağaçlar vardı, bazen tek tek bazen kümeler halinde yükseliyordu. Çadırların bir bölümü bu ağaçların altında kurulmuştu. Bazı ağaçların altında ise atlar ve develer bağlanmıştı. Ötelerde evler görünüyordu, kaleye yakın yerdeydiler. Belli ki kalenin koruması altında olmak istiyorlardı. Yankı, yanında gezen kıza evleri sorduğunda "O evlerde buraların yerlileri oturuyordu. Hıristiyanlar yani. Umur ağam kuşatma başlatınca bir bölümü kaleye sığındı diğerleri göçtü gitti" dedi.
Biraz ileride devasa bir aracı yürütmeye çalışan bir grup gördüler. "Mancınık" dedi Hundi. Delikanlı, çok kısa kesilmiş saçlı çocuğa bir kere daha baktı. Korumasıyla gözcüsüyle iyi geçinmeliydi. Mancınığa yaklaştılar. Bilgisayar oyunlarında gördüğü araçların gerçeği önünde duruyordu. Mancınığın en azından kendi boyunda dört tekerleği vardı. Tamamen ağaçtan yapılmış dev aracı, önünde bağlanmış beş altı öküz ağır makineyi çekmeye çalışıyorlardı. Dört tekerleğinde başında bir grup erkek, hayvanlara yardım olsun diye itmeye çalışıyorlardı. Santim santim ilerletebiliyorlardı.
"Bunu, İlhanlı valisi Temürtaş Bey göndermiş" dedi Hundi Melek. "Bunun gibi bir tanede dün geldi" Eliyle sağ taraflarında bir yerleri gösteriyordu. Liman kalesinin yakınlarında bir grup ağacın altında bir benzerini gördü Yankı. "Zamanının tankları" diye düşündü. Dört tekerleğin taşıdığı arabada dik duran dev bir kaşık vardı. Kaşığın içerisine konulan ağır taşları ve gülleleri uzağa fırlatıyor olmalıydı. Kaşığın hemen altından başlayan bir halat tabana tabandaki dairesel kesitli bir başka kalasa sarılmıştı. Bu kalasın sol ve sağ yanlarında kaşığı geren iki kol bulunuyordu. Önlerinde dikine duran bir tahta perde ise karşı taraftan gelecek olanlara karşı koruyor olmalıydı mancınığın askerlerini.
Sol tarafında eski ama oturulan evler vardı. Bir an oraya gidebilirim diye düşündü. Vazgeçti. Yanında bu ufaklık oldukça rahat hareket edemezdi. Ama bir yandan da Umur Beyin kızına kimse bir şey sormazdı. Bir tür izin kağıdı gibi. İleride, tepenin üzerine kurulmuş bulunan kaleyi gösterdi."Ne dersin kaleye çıkalım mı?" Çocuk omuz silkti. “Uzak, yürüyebilecek misin” Yavaş yavaş o yöne ilerlemeye başladılar. Kaleden bakınca nerede bulunduğunu daha iyi anlayabilirdi.
On on beş dakika sonra toprağa karışmış birçok mermer kalıntıların bulunduğu bir yere vardılar. Mermerler taşlar oraya buraya savrulmuş gibi duruyorlardı. İçlerinde hala sağlam yapılarda vardı. Geniş bir yere yayılmış olan bu kalıntılar eskiden buralarda yaşanıldığını gösteriyordu. "Biz buraya namazgah diyoruz" dedi. Burada Rumlardan da Cenevizlilerden de eski insanlar yaşıyorlarmış" dedi. Yüz metre kadar ilerilerinde sağlam duran iki mermer yapıyı göstererek. Bir tapınak bulduk. Yani eski bir tapınak Bizden önce gelenler Camiye çevirmişler. Sonra kilise olmuş. Dedem Aydın oğlu Mehmet buraları alınca yine cami yapmış" Çevreye biraz bakındıktan sonra yollarına devam ettiler. Yukarıya kadar uzun bir yolu vardı.
Artık yokuş çıkmaya başlamışlardı. Her adımda biraz daha yukarı çıkıyordu, her adımda yukarıdaki kale biraz daha yakınlaşıyordu. Bir ara durup dinlenme gereği duydu. "Biraz dinlenelim mi" dedi. Kız eliyle yukarılarda bir yerleri göstererek "Şurada ağaçların altında suyu çok güzel olan bir kuyu var. Biz "Ballıkuyu" diyoruz. İstersen orada soluklanırız" dedi. Adımlarını biraz sıklaştırdılar. Beş dakika sonra işaret ettikleri düzlüğe varmışlardı.
Dakikalardır çıktıkları yokuşta küçük bir düzlüktü kuyunun olduğu yer. Servi, kavak çam ağaçları koru gibiydi. Mermer taşların arasında dairesel bir yükseklik gördüler. Ballıkuyu olmalıydı. Duvarın üzerinde bir ağaç kova ve uzun bir ip vardı. "Bu mevsimde su biraz çekilmiş olur" dedi ve kovayı kuyuya salladı. Bir dakika sonra kova buz gibi su ile dışarıdaydı. Yankı, kızın kuvvetine şaşırdı. Aynen Hundi Melek’in yaptığı gibi kovanın kenarından içti. Gerçektende çok güzel bir tadı vardı suyun. Bir ağacın dibine oturdular. İşte o zaman manzaranın güzelliğini farketti. Uzaklarda dün gece zindanında sabahladığı liman kalesi görünüyordu. Yüksek duvarlarıyla sahilin bekçisi gibi duruyordu. Deniz, güneşin ışıkları altında pırıl pırıl parıldıyordu.
Birden gözleri ışıldadı. Kalenin çevresi irili ufaklı teknelerle çevrilmişti. Beş altı tane büyük yelkenli saydı. "Diğerlerini saymasına gerek yoktu çünkü sayılamayacak kadar çok sayıdaydılar. Kale ile aralarında beş altı yüz metrelik mesafede duruyorlardı. “Bunlar Umur Gazinin değil mi?" dedi. Küçük çocuk bir an söyleyip söylememesi gerektiğini düşündü.
"Sana niye söyleyeyim ki. Ya sen bir casussan? Ya Zaccaria ya da komutan Humbert aramıza giresin diye zindana attırdıysa" dedi. Evet, kuşkular daha bitmemişti anlaşılan. Bir zaman sessizlik oldu.
"Bak Hundi" dedi. "Ben de en az senin kadar Türküm. Sen nasıl burada doğup büyüdüysen bende benim dedelerimde buralarda doğup büyümüş. Yalnızca ben ailemi arkadaşlarımı kaybettim. Onları nasıl bulacağımı onların oraya nasıl döneceğimi bilmiyorum. Bir zaman sizlerin konuğunuz olacağım ve beni bulmaları için Tanrı’ya dua edeceğim." Gözleri tekrar dolmaya başlamıştı. Ağlamak üzereydi. "Hiç bir şeye karışmak istemiyorum. Yalnızca gözlemlemeyi neler olup bittiğini anlamayı istiyorum." Başını öne eğdi. "Belki bir gün geri dönersem bu öğrendiklerim işe yarar." Geri dönebilecek miydi acaba?
"Tamam, tamam inandım" dedi Hundi Melek. Senin geri dönmen için yardımcı olacağım. İstediğin bilgileri de vereceğim. Kuşatmamız denizde de devam ediyor. Büyük olanlar kadırga. Babamın hiç kadırgası yok. O gördüklerin Saruhan Beyinin kadırgaları, destek için gönderdi. Kayıklar ve ığırbarlar bizim. Menteşe beyinde var aralarda ama çoğu bizim; yani babamın ve Hızır amcamın. Yankı, tekneleri gözleriyle izledi. Dikkatle bakınca teknelerin üç dört kilometre solda toplandığını fark etti.
Küçük çocuk, bir zamandır beraber yürüdüğü delikanlının nereye baktığını anlamıştı. "Orası küçük bir koydu. Babam Selvan Hoca nın önerisi üzerine oraya bir tersane yaptı. Eliyle tersane olan yerin yukarılarını gösterdi. Yemyeşil ağaçlarla kaplı tepeler geniş ormanlar vardı. “Oralarda ağaç ve kereste bol, bu gördüğün teknelerden çoğunu da Selman Hoca inşa etti. Şu kuşatma işi biter bitmez çok daha büyüklerini yapacağını söylüyor. Gözlerini oradan ayıramıyordu. Orada irili ufaklı tekneler orayı kendisine merkez edinmiş gibi toplanmışlardı. Kürekli olanları, tek direkli yelkenli olanları vardı. Kimi yelkenlerini açmış denizin üzerinde süzülüyordu. Liman kalesini karadan yarım daire şeklin saran kuşatma hattı denizden tamamlanıyordu. Bir zaman hiç konuşmadan yalnızca manzarayı seyrettiler.
"Hadi ben acıkmaya başladım" Yankı, kendisine her dakika daha yakın olan küçük çocuğa baktı. "Biraz daha dur" dedi. Bu yaşadıklarını belleğine iyice yerleştirmesi gerekiyordu. Küçük kız yerinden kalktı. "Hadi hadi" dedi. Biraz da Amazon kalesinden izlersin hem oradan manzara daha iyi görünür. Yerlerinden doğruldular. Yavaş yavaş yokuşu çıkmaya tekrar başladılar. Son bir bakış attı yola çıktıkları noktaya. Birbirinden yüz metre kadar aralıklı iki mancınığı gördü ağaçların arasından. Anlaşılan biraz önce taşıdıklarına tanık olduğu dev mancınık yerine yerleştirilmişti. Sağında ve solunda daha küçükleri iki hat boyunca uzanıyordu. Yapılan tüm bu hazırlıkların bir hücum hazırlığı olduğunu anlayabilmek için uzman olmaya gerek yoktu.
Kaleye vardıklarında öğle olmuştu. Doğrudan Umur beyin yani Hundi Meleklerin evine gittiler. Evde kendilerini iki kız çocuğu daha bekliyordu. Ama onlar Hundi melek gibi değildi. Azize Melek ve Gürcü Melek; sevimli iki çocuk ablalarının iki yanında dönüp duruyordu. İçeri girdiler. Ev koskoca bir bey evi olmasına rağmen çok sadeydi. Geniş bir salona girdiler. Ortada kırmızı renkli bir Yörük kilimi vardı. Duvar kenarlarında alçak divanlar salonu çepeçevre sarıyordu. Yastıklar kar gibi bembeyazdı. Pencereler küçüktü ama işlemeli perdelerle örtülmüştü. Buralara ilk geldiği ev olarak anımsadığı kaledeki eve hiç mi hiç benzemiyordu.
Salonun tam karşısında yaşlı bir adam oturuyordu. Sedirin üzerine bağdaş kurmuş hafiften gür bıyıklarını buruyordu. Hundi Melek yaşlı adamı görünce koşarak kucağına atıldı. "Dedem" deyip yanaklarını öpmeğe başlamıştı. Dedesi de "Benim erkek torunum" diye seviyordu Hundi meleği.
Yankı bir an kapıda bekledi. Ne yapacağını bilemedi. Dün geceki veya bu sabah ki şaşkınlığı yoktu ama yinede buralara bu insanlara o kadar uzaktı ki. Yaşlı adam "Gel yiğidim" demese kapıdan dönüp gidecekti. Ağır adımlarla içeri girdi. Bir yandan kafası sürekli işliyordu. Hundi Melek bu yaşlı amcaya "dedem" diyorsa yüksek olasılıkla Umur beyin ve İbrahim'in babası olmalıydı. Yani Aydın oğlu Mehmet Bey. Yaklaştı. Karşısında tarih vardı ve yaşıyordu, yaşlı adamın elini öptü, işaret ettiği yere oturdu.
"İbrahim Bahadır, bana durumu anlattı" dedi. "Gel. Birde senden dinleyelim öykünü" O sırada içeri bir başkası girdi. Umur Bey kadar yapılı değildi ama Umur Bey’den daha yaşlı duruyordu. "Baba, hazırlıklar tamam, Karasi Beyinin söz verdiği destek de geliyor" dedi. Yaşlı adam kendinden umulmayacak bir çeviklikte kalktı. "Evlat öykünü dinlemek isterdim ama kısmetse başka sefere" dedi çıkarken. Dış kapıdan çıkarken Mehmet beyin yaşlarında bir kadın arkalarından seslendi. Mehmet Bey, yemek hazırdı" dedi. Ama ne Mehmet Bey’in nede diğer adamın bir şey duyacağı yoktu. Onlar çıkınca durumu kavrayamamış olan Yankının eline küçük bir el asıldı.
"Hadi biz de bakalım" dedi. Hundi Melek ile dışarı çıktılar. Yolda "dedenin yanına gelen o adam kimdi" diye sordu Yankı. "O, büyük amcam Hızır, Ayasuluğ Beyi" yanıtını aldı. Beş dakika geçmeden Amazon kalesinin batı surlarının üzerindeydiler. Uzakta denizle göğün birleştiği yerde siyah lekeler vardı. Yankı, elini siper ederek biraz dikkatli bakınca lekelerin yelkenli tekneler olduğunu anladı. Hızır Beyin sözünü ettiği destek olmalıydı. O ara kalenin camisinden ezan sesi duyulmaya başlamıştı, öğle olmuştu.
Uzaktan gelen yelkenlileri izleyenler sadece Amazon kalesindekiler değildi. Aşağıda liman kalesinde de bir gurup surlara çıkmış olan biteni anlamaya çalışıyordu. Dük Zaccaria, bir yanında kale korumalarının komutanı Humbert diğer yanında bir gurup asker uzaklara, yaklaşan yelkenlilere bakıyorlardı. "Cenova bizi unuttu ama Umur’a destek yağıyor. Küçük Asya’yı ele geçirebilmek için nasıl da birbirlerine arka çıkıyorlar" dedi. Bakışlarını üç dört kilometre ötelerinde teknelerin yığınlaştığı yere çevirdi. Bir nevi ortak deniz gücü oluşturdular. Aydın oğulları, Menteşeoğulları, Saruhan’lılar ve şimdi de Karasioğulları."
Surların üzerinde yürümeye devam ettiler. Geriye kara cephesine döndüler. Üç yüz metre ilerilerinde iki kocaman mancınık karşıladı kendilerini. "Bunlar ne zaman geldi" dedi öfkeyle dük. Bu öfkenin kendisine yönelik olmadığını bilse de yinede rahatsız oldu Komutan Humbert.
"Bu sabah." diyebildi. "Bize gözdağı vermeye çalışıyorlar" diye ekledi. Bir kaç metre önlerinde de bir sıra daha küçük mancınık eşit aralıklarla bir yarım daire şeklinde yerleştirilmişti. Aralarında uzun uzun merdivenler vardı. "Bunlar bize bir mesaj" dedi Dük. "Hazırlıkların tamamlanmak üzere olduğunu anlatmak istiyorlar."
Mancınıkların gerisinde ağaçların altında karınca yuvasını andıran bir çalışma daha vardı. Eliyle orayı göstererek;
"Orada ne yapıyorlar" dedi. Sesi deminki gibi öfkeli değildi ama yine de Humbert’i tedirgin etmeye yetmişti. "Sabahtan beri uğraşıyorlar. Şey... Benim tahminime göre bir köprü ya da araba hazırlıyorlar" dedi. Bu defa Dük Zaccaria, yalnızca kafa sallamakla yetinmişti. Onlar surlarda gezinirken bir asker koşarak geldi
"Efendim Dük" dedi soluk soluğa. "Efendim, birini yakalamışlar sizin konutunuzun yakınlarında" dedi. "Allah kahretsin" dedi.
Surlardan aşağı inmeğe başlamışlardı. Göreceklerini görmüştü zaten. "Yol geçen hanına döndü bizin konut" dedi sinirleri iyice artmıştı. "Yine aynı çocuk mu?" Haberi getiren asker sorunun kendisine olduğunu anlamıştı
"Biliyorum efendim. Bana bu haberi size iletmemi kızınız prenses söyledi" diyebildi.
"Şimdi nerede peki"
"Sanıyorum korumaların koğuşunda" diyebildi. Düküne öfkeliyken yanlış yanıt vermenin ne anlama gelebileceğini biliyordu. Üç dakika geçmeden korumaların koğuşuna varmışlardı. Dük Zaccaria içeri hışımla girdi. Bu kere karşısında Umur’un kardeşi olan genç değil kendi yaşlarında biri vardı.
Soğuk ve karanlık bir gece yaşamıştı, Yankı. Yaşamının en kötü gecelerinden biriydi bu. Üşümüştü ama bu, babasının odun kömür alamayıp sobayı yakmadan yattıkları gecelere benzemiyordu. O zaman hiç olmazsa sarılacak kardeşleri, üzerine örtebileceği ince bir yorganı olabiliyordu. Korkmuştu Yankı, yalnızca karanlıktan değildi bu korku. Yahut köşeden çıkıverecek iri bir fare korkusu değildi. Ne olacağının korkusuydu. Yalnızdı. Diğer bir köşede oturan İbrahim Bahadır vardı. İbrahim Bahadırı ne kadardır tanıyordu ki, olsun olsun bir kaç saat.
Bir kaç kere uyuklamıştı ama hemen uyanıvermişti ardından. Evini, ailesini, arkadaşlarını özlemişti ama nasıl dönebileceğini bilmiyor bir çıkar yol bulmak için düşünemiyordu. Yalnızca Tanrı’ya bir an önce sabah olması için dua ediyordu. Yukarıda olan o minicik pencerenin biraz aydınlanmasını bekleyip durdu. Gözleri pencerede uyuyakalmıştı.
Büyük bir gürültüyle uyandı Yankı. Nöbetçi kapıyı tekmeliyor bağırıp çağırıyordu. Önce İbrahim Bahadır kapının önüne koşmuştu. "Ne var ne oluyor" dedi. Konuşan dünden beri kendisiyle konuşan kişiydi ama konuştuğu dil başkaydı. Kendisini yakalayanların dili ile konuşuyordu. Nöbetçi havlar gibi hızlı ve boğuk yanıt veriyordu. Az sonra kapı açıldı. İçeri yüzünü dünden anımsadığı süslü elbiseli adamla bir kaç nöbetçi girdi. İbrahim, Yankı’nın kulağına eğildi. "Kale komutanı" dedi. "Ben sana söylemiştim, salıverecekler" Yine komutana döndü bir şeyler söyledi. İbrahim Bahadır’ın iki yanına birer asker geldi. Tam yürümek üzereydiler ki İbrahim durdu. Eliyle Yankı’ya "hadi" dedi.
Yankı, zindanın kapısından çıkıp onların ardınca yürümek üzereydi ki bir başka nöbetçi araya girdi, yürümesine engel oldu. İbrahim Bey, iki yanındaki korumaları iteledi. Doğrudan zindanın kapısına geldi geceyi aynı soğuk hücrede geçirdiği delikanlının koluna girdi. Önce onların dilinde bir şeyler söyledi Sonra Türkçe "O benim karındaşım, O da benimle geliyor" dedi. Korumalar Komutanlarına baktı. O da askerlerine tek bir kelime söyledi. İki nöbetçi kenarı çekilmişti. İki arkadaş kol kola Komutanın arkasından yürümeye başlamışlardı.
Dışarı ilk çıktıklarında gözleri kamaştı her ikisinin de. Sabah erken saatler olmasına rağmen güneş dünyayı kavurmaya başlamıştı. Bir zaman sonra kısık olan gözleri açılmaya çevreyi daha iyi görmeye başlamıştı. Nerede olduğunu anlamamıştı. Nöbetçiler onları derin ve su dolu bir hendeğin karşısında bırakmışlardı. Onlar iner inmez hendeği aşan tahta köprü yükselmeye başlamıştı. Zincir şakırtıları durduğunda ise köprü tamamen kalkmış koca bir duvar olmuştu. Yankı, geri dönüp çıktığı kaleye baktı. Bir minare boyu yüksekliği vardı duvarların Üzerinde askerler geziniyordu. Ayaklarının dibinde ise üç dört metre genişlikte derin bir hendek vardı. Hendeğin bir ucu doğrudan denize ulaşıyordu. Diğer ucunu göremedi ama o ucunda denize ulaştığını biliyordu. Biliyordu çünkü daha kalenin avlusuna çıkar çıkmaz deniz kokusunu almıştı. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Martılar çığlık çığlığa uçuşuyordu.
"Eskiden bu hendek yokmuş" dedi İbrahim bey. Babam ne zaman yukarı Amazon kalesini almış o zaman bu hendeği kazmış küffar." Yankı yanında yürüyen delikanlının gösterdiği yere bakınca fark etti tepedeki kaleyi. "Ben dememiş miydim" dedi bilgiççe gülerek. "Bunlar Ağamdan korkar sabaha kalmaz bırakırlar bizi diye" gülüyordu. Karşıya ulu bir kalenin kurulduğu dağın eteklerine doğru yürüyorlardı. Uzakta yamaçta evler, bahçeler ve tepede de kısmen yıkılmış kısmen sağlam kalmış surlar görünüyordu. Surlar ovanın bittiği tepenin başladığı yerden yükselmeye başlıyor tepedeki kaleye kadar sürüyordu. Bakımsız olduğu her halinden belliydi.
Uzaktan bir toz bulutu göründü. Bir grup atlı yanlarına doğru yaklaşıyordu. Yaklaşık bir kilometre ötede ise yer yer çadırlar göze çarpıyordu. Biraz dikkatli bakınca çadırlara girip çıkanlar belli oluyordu. Atlılar yaklaştı yaklaştı. "Umur Ağam beni karşılamaya geliyor her hal" dedi İbrahim bey. Atlılar yanlarına gelince durdu. En öndeki attan iri yarı bir yiğit yere atladı. İbrahim Bahadır’a doğru koşmaya başladı. İbrahim’de ona koşuyordu. Bir an kucaklaştılar. Bir birlerine sarıldılar.
"Eğer seni salıvermeselerdi o kaleyi başlarına yıkardım" dedi. İbrahim ise "Senin adını duyunca korkmayacak birini ne denizlerde ne de karada tanımıyorum" diye yanıtladı. Bir daha bir birlerine sarıldılar. Bir dakika sonra attan inen yiğidin bakışları biraz ilerde bekleyen Yankı’ya kaydı.
O zaman İbrahim zindandaki garip arkadaşını anımsadı. "Bu" dedi. “Yolunu kaybettiğini söyleyen bir garip çocuk bu, anne ve babasını bulmaya çalışıyor" dedi. Bir an Umur Bey "Çaşıt olmasın" dedi. İbrahim "Garibin biri ben kefilim kendisine" dedi. Kulağına eğilerek “Biraz da saf sanki” Grubun yanlarında gelen atlardan birisine atladı. "hadi" diye işaret etti Yankı’ya. Sonra bileğinden kavradığı gibi arkasına aldı.
Komutan da atına atlamıştı. Bir işareti ile gurup geri döndü. Tozu dumana kataraktan geldiği yöne yol almaya başladı. İbrahim Bey önce az önce çıktıkları kalenin dibine yaklaştı. Atını şaha kaldırdı. Yukarıda kendisini izleyen kıza el salladı. Ardından önde dörtnala giden gruba yetişebilmek için atını topukladı.
Delikanlı, nasıl olup da fark edemediğine hayıflanıyordu. Belki yukarıdan surların üzerinden bakmış olsaydı anlardı. Kale yani İbrahim beyin deyimiyle liman kalesi karanın denize bir burun olarak uzadığı yerde kurulmuştu. Bu burunun kara ile tek bağlantısını hendekle kopardıklarında bir tür ada gibi olmuştu kale Kalenin kara yönünde ise yaklaşık bir kilometre uzağında Aydın oğulları kaleyi kuşatma altına almışlardı. Kocaman çadırlar bir yay gibi sarıyordu kaleyi. Denizin bir ucundan başlayıp diğer ucuna doğru çepeçevre kuşatıyordu.
Yankı, attan çadırların kurulduğu yerde indi. Yanlarına yedi sekiz yaşlarında bir çocuk geldi. Yabancıyı göstererek sordu "Amca kim bu" İbrahim bir kahkaha attı. "Hundi" dedi çocuğu kucakladı. Kısa saçlarını parmaklarıyla karıştırdı sevecen bir şekilde. Sonra yere indirdi. Bak Yankı, sana küçük bir arkadaş vereyim, merttir, cesurdur. Yaşından umulmayacak işler becerir. Üstelik buraları çok iyi bilir. Kendisi Umur Ağa’mın çocuğudur. Yankının yanına yaklaştı, kulağına "Ağamın en büyük kızıdır, değme erkek çocuklarına taş çıkarır. Kız olduğunu hiç hissettirmezsen çok iyi arkadaşlık yapar" dedikten sonra "Bu benim zindan arkadaşım Yankı" diye tanıştırmayı tamamladı. "Kendisi buralı değil, evini obasını kaybettiğini söylüyor." Eliyle az önce çıktıkları kaleyi göstererek "Şu işi bir sonuçlandıralım sonra bu konu ile ilgileneceğiz" dedi. Biraz bozuldu Yankı. Kendisine küçük bir çocuk vermişlerdi gözcü olarak. Ama yapabileceği herhangi bir şey yoktu.
"Ehh hadi bakalım biraz dolaşalım..." adını anımsayamamıştı. "Adım Hundi. Hundi Melek. Amcamın kulağına neler söylediğini biliyorum. Ben bir kızım, babamın hiç erkek çocuğu yok. Bu nedenle bir erkek gibi davranım bu boşluğu kaldırmaya çalışıyorum. Bu ben dahil herkesin hoşuna gidiyor" dedi. Biraz sustular. "Söyle bakalım Yankı ağa. Nereleri gezmek istersin"
Rasgele yürümeye başladılar. Her yan hareketliydi, atlar gidiyor geliyordu İnsanlar çadırların arasında bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Kadınlar yanan ocakların başında yemek yapmaya çalışıyordu. Çocuk, İbrahim'in peşindeydi sürekli. Kendini bu kalabalıkta iyice kaybolmuş gibi hissediyordu. "Neler oluyor" diyebildi. "Bende bilmiyorum" dedi İbrahim. Babam ve gazileri gelecekmiş Zannediyorum bir kurul yapılacak." Yankı’nın çocuk aklına öğretmenlerinin zaman zaman yaptıkları toplantılar geldi. O zaman bu akşamda bir toplantı olacaktı. Omzunu silkti. Bu telaşta kendisini düşünmesini bekleyemezdi tabi. Çadırlardan birine girmek üzereyken İbrahim bahadırın kolunu yakaladı.
"Biz Hundi ile biraz dolaşsak bize kızar mısın" dedi. İbrahim yanında duran kendisinden bir kaç yaş küçük çocuğun yüzüne baktı. "Dolaşın, dolaşın ama sağda solda çok soru sorma. Senin bir çaşıt olabileceğini düşünüyorlar hala. Üstelik yanındakinin boyuna posuna bakma ne istersen ona sor. O doğma büyüme buralıdır " dedi.
Önce çadırları geçtiler. Büyük ağaçlar vardı, bazen tek tek bazen kümeler halinde yükseliyordu. Çadırların bir bölümü bu ağaçların altında kurulmuştu. Bazı ağaçların altında ise atlar ve develer bağlanmıştı. Ötelerde evler görünüyordu, kaleye yakın yerdeydiler. Belli ki kalenin koruması altında olmak istiyorlardı. Yankı, yanında gezen kıza evleri sorduğunda "O evlerde buraların yerlileri oturuyordu. Hıristiyanlar yani. Umur ağam kuşatma başlatınca bir bölümü kaleye sığındı diğerleri göçtü gitti" dedi.
Biraz ileride devasa bir aracı yürütmeye çalışan bir grup gördüler. "Mancınık" dedi Hundi. Delikanlı, çok kısa kesilmiş saçlı çocuğa bir kere daha baktı. Korumasıyla gözcüsüyle iyi geçinmeliydi. Mancınığa yaklaştılar. Bilgisayar oyunlarında gördüğü araçların gerçeği önünde duruyordu. Mancınığın en azından kendi boyunda dört tekerleği vardı. Tamamen ağaçtan yapılmış dev aracı, önünde bağlanmış beş altı öküz ağır makineyi çekmeye çalışıyorlardı. Dört tekerleğinde başında bir grup erkek, hayvanlara yardım olsun diye itmeye çalışıyorlardı. Santim santim ilerletebiliyorlardı.
"Bunu, İlhanlı valisi Temürtaş Bey göndermiş" dedi Hundi Melek. "Bunun gibi bir tanede dün geldi" Eliyle sağ taraflarında bir yerleri gösteriyordu. Liman kalesinin yakınlarında bir grup ağacın altında bir benzerini gördü Yankı. "Zamanının tankları" diye düşündü. Dört tekerleğin taşıdığı arabada dik duran dev bir kaşık vardı. Kaşığın içerisine konulan ağır taşları ve gülleleri uzağa fırlatıyor olmalıydı. Kaşığın hemen altından başlayan bir halat tabana tabandaki dairesel kesitli bir başka kalasa sarılmıştı. Bu kalasın sol ve sağ yanlarında kaşığı geren iki kol bulunuyordu. Önlerinde dikine duran bir tahta perde ise karşı taraftan gelecek olanlara karşı koruyor olmalıydı mancınığın askerlerini.
Sol tarafında eski ama oturulan evler vardı. Bir an oraya gidebilirim diye düşündü. Vazgeçti. Yanında bu ufaklık oldukça rahat hareket edemezdi. Ama bir yandan da Umur Beyin kızına kimse bir şey sormazdı. Bir tür izin kağıdı gibi. İleride, tepenin üzerine kurulmuş bulunan kaleyi gösterdi."Ne dersin kaleye çıkalım mı?" Çocuk omuz silkti. “Uzak, yürüyebilecek misin” Yavaş yavaş o yöne ilerlemeye başladılar. Kaleden bakınca nerede bulunduğunu daha iyi anlayabilirdi.
On on beş dakika sonra toprağa karışmış birçok mermer kalıntıların bulunduğu bir yere vardılar. Mermerler taşlar oraya buraya savrulmuş gibi duruyorlardı. İçlerinde hala sağlam yapılarda vardı. Geniş bir yere yayılmış olan bu kalıntılar eskiden buralarda yaşanıldığını gösteriyordu. "Biz buraya namazgah diyoruz" dedi. Burada Rumlardan da Cenevizlilerden de eski insanlar yaşıyorlarmış" dedi. Yüz metre kadar ilerilerinde sağlam duran iki mermer yapıyı göstererek. Bir tapınak bulduk. Yani eski bir tapınak Bizden önce gelenler Camiye çevirmişler. Sonra kilise olmuş. Dedem Aydın oğlu Mehmet buraları alınca yine cami yapmış" Çevreye biraz bakındıktan sonra yollarına devam ettiler. Yukarıya kadar uzun bir yolu vardı.
Artık yokuş çıkmaya başlamışlardı. Her adımda biraz daha yukarı çıkıyordu, her adımda yukarıdaki kale biraz daha yakınlaşıyordu. Bir ara durup dinlenme gereği duydu. "Biraz dinlenelim mi" dedi. Kız eliyle yukarılarda bir yerleri göstererek "Şurada ağaçların altında suyu çok güzel olan bir kuyu var. Biz "Ballıkuyu" diyoruz. İstersen orada soluklanırız" dedi. Adımlarını biraz sıklaştırdılar. Beş dakika sonra işaret ettikleri düzlüğe varmışlardı.
Dakikalardır çıktıkları yokuşta küçük bir düzlüktü kuyunun olduğu yer. Servi, kavak çam ağaçları koru gibiydi. Mermer taşların arasında dairesel bir yükseklik gördüler. Ballıkuyu olmalıydı. Duvarın üzerinde bir ağaç kova ve uzun bir ip vardı. "Bu mevsimde su biraz çekilmiş olur" dedi ve kovayı kuyuya salladı. Bir dakika sonra kova buz gibi su ile dışarıdaydı. Yankı, kızın kuvvetine şaşırdı. Aynen Hundi Melek’in yaptığı gibi kovanın kenarından içti. Gerçektende çok güzel bir tadı vardı suyun. Bir ağacın dibine oturdular. İşte o zaman manzaranın güzelliğini farketti. Uzaklarda dün gece zindanında sabahladığı liman kalesi görünüyordu. Yüksek duvarlarıyla sahilin bekçisi gibi duruyordu. Deniz, güneşin ışıkları altında pırıl pırıl parıldıyordu.
Birden gözleri ışıldadı. Kalenin çevresi irili ufaklı teknelerle çevrilmişti. Beş altı tane büyük yelkenli saydı. "Diğerlerini saymasına gerek yoktu çünkü sayılamayacak kadar çok sayıdaydılar. Kale ile aralarında beş altı yüz metrelik mesafede duruyorlardı. “Bunlar Umur Gazinin değil mi?" dedi. Küçük çocuk bir an söyleyip söylememesi gerektiğini düşündü.
"Sana niye söyleyeyim ki. Ya sen bir casussan? Ya Zaccaria ya da komutan Humbert aramıza giresin diye zindana attırdıysa" dedi. Evet, kuşkular daha bitmemişti anlaşılan. Bir zaman sessizlik oldu.
"Bak Hundi" dedi. "Ben de en az senin kadar Türküm. Sen nasıl burada doğup büyüdüysen bende benim dedelerimde buralarda doğup büyümüş. Yalnızca ben ailemi arkadaşlarımı kaybettim. Onları nasıl bulacağımı onların oraya nasıl döneceğimi bilmiyorum. Bir zaman sizlerin konuğunuz olacağım ve beni bulmaları için Tanrı’ya dua edeceğim." Gözleri tekrar dolmaya başlamıştı. Ağlamak üzereydi. "Hiç bir şeye karışmak istemiyorum. Yalnızca gözlemlemeyi neler olup bittiğini anlamayı istiyorum." Başını öne eğdi. "Belki bir gün geri dönersem bu öğrendiklerim işe yarar." Geri dönebilecek miydi acaba?
"Tamam, tamam inandım" dedi Hundi Melek. Senin geri dönmen için yardımcı olacağım. İstediğin bilgileri de vereceğim. Kuşatmamız denizde de devam ediyor. Büyük olanlar kadırga. Babamın hiç kadırgası yok. O gördüklerin Saruhan Beyinin kadırgaları, destek için gönderdi. Kayıklar ve ığırbarlar bizim. Menteşe beyinde var aralarda ama çoğu bizim; yani babamın ve Hızır amcamın. Yankı, tekneleri gözleriyle izledi. Dikkatle bakınca teknelerin üç dört kilometre solda toplandığını fark etti.
Küçük çocuk, bir zamandır beraber yürüdüğü delikanlının nereye baktığını anlamıştı. "Orası küçük bir koydu. Babam Selvan Hoca nın önerisi üzerine oraya bir tersane yaptı. Eliyle tersane olan yerin yukarılarını gösterdi. Yemyeşil ağaçlarla kaplı tepeler geniş ormanlar vardı. “Oralarda ağaç ve kereste bol, bu gördüğün teknelerden çoğunu da Selman Hoca inşa etti. Şu kuşatma işi biter bitmez çok daha büyüklerini yapacağını söylüyor. Gözlerini oradan ayıramıyordu. Orada irili ufaklı tekneler orayı kendisine merkez edinmiş gibi toplanmışlardı. Kürekli olanları, tek direkli yelkenli olanları vardı. Kimi yelkenlerini açmış denizin üzerinde süzülüyordu. Liman kalesini karadan yarım daire şeklin saran kuşatma hattı denizden tamamlanıyordu. Bir zaman hiç konuşmadan yalnızca manzarayı seyrettiler.
"Hadi ben acıkmaya başladım" Yankı, kendisine her dakika daha yakın olan küçük çocuğa baktı. "Biraz daha dur" dedi. Bu yaşadıklarını belleğine iyice yerleştirmesi gerekiyordu. Küçük kız yerinden kalktı. "Hadi hadi" dedi. Biraz da Amazon kalesinden izlersin hem oradan manzara daha iyi görünür. Yerlerinden doğruldular. Yavaş yavaş yokuşu çıkmaya tekrar başladılar. Son bir bakış attı yola çıktıkları noktaya. Birbirinden yüz metre kadar aralıklı iki mancınığı gördü ağaçların arasından. Anlaşılan biraz önce taşıdıklarına tanık olduğu dev mancınık yerine yerleştirilmişti. Sağında ve solunda daha küçükleri iki hat boyunca uzanıyordu. Yapılan tüm bu hazırlıkların bir hücum hazırlığı olduğunu anlayabilmek için uzman olmaya gerek yoktu.
Kaleye vardıklarında öğle olmuştu. Doğrudan Umur beyin yani Hundi Meleklerin evine gittiler. Evde kendilerini iki kız çocuğu daha bekliyordu. Ama onlar Hundi melek gibi değildi. Azize Melek ve Gürcü Melek; sevimli iki çocuk ablalarının iki yanında dönüp duruyordu. İçeri girdiler. Ev koskoca bir bey evi olmasına rağmen çok sadeydi. Geniş bir salona girdiler. Ortada kırmızı renkli bir Yörük kilimi vardı. Duvar kenarlarında alçak divanlar salonu çepeçevre sarıyordu. Yastıklar kar gibi bembeyazdı. Pencereler küçüktü ama işlemeli perdelerle örtülmüştü. Buralara ilk geldiği ev olarak anımsadığı kaledeki eve hiç mi hiç benzemiyordu.
Salonun tam karşısında yaşlı bir adam oturuyordu. Sedirin üzerine bağdaş kurmuş hafiften gür bıyıklarını buruyordu. Hundi Melek yaşlı adamı görünce koşarak kucağına atıldı. "Dedem" deyip yanaklarını öpmeğe başlamıştı. Dedesi de "Benim erkek torunum" diye seviyordu Hundi meleği.
Yankı bir an kapıda bekledi. Ne yapacağını bilemedi. Dün geceki veya bu sabah ki şaşkınlığı yoktu ama yinede buralara bu insanlara o kadar uzaktı ki. Yaşlı adam "Gel yiğidim" demese kapıdan dönüp gidecekti. Ağır adımlarla içeri girdi. Bir yandan kafası sürekli işliyordu. Hundi Melek bu yaşlı amcaya "dedem" diyorsa yüksek olasılıkla Umur beyin ve İbrahim'in babası olmalıydı. Yani Aydın oğlu Mehmet Bey. Yaklaştı. Karşısında tarih vardı ve yaşıyordu, yaşlı adamın elini öptü, işaret ettiği yere oturdu.
"İbrahim Bahadır, bana durumu anlattı" dedi. "Gel. Birde senden dinleyelim öykünü" O sırada içeri bir başkası girdi. Umur Bey kadar yapılı değildi ama Umur Bey’den daha yaşlı duruyordu. "Baba, hazırlıklar tamam, Karasi Beyinin söz verdiği destek de geliyor" dedi. Yaşlı adam kendinden umulmayacak bir çeviklikte kalktı. "Evlat öykünü dinlemek isterdim ama kısmetse başka sefere" dedi çıkarken. Dış kapıdan çıkarken Mehmet beyin yaşlarında bir kadın arkalarından seslendi. Mehmet Bey, yemek hazırdı" dedi. Ama ne Mehmet Bey’in nede diğer adamın bir şey duyacağı yoktu. Onlar çıkınca durumu kavrayamamış olan Yankının eline küçük bir el asıldı.
"Hadi biz de bakalım" dedi. Hundi Melek ile dışarı çıktılar. Yolda "dedenin yanına gelen o adam kimdi" diye sordu Yankı. "O, büyük amcam Hızır, Ayasuluğ Beyi" yanıtını aldı. Beş dakika geçmeden Amazon kalesinin batı surlarının üzerindeydiler. Uzakta denizle göğün birleştiği yerde siyah lekeler vardı. Yankı, elini siper ederek biraz dikkatli bakınca lekelerin yelkenli tekneler olduğunu anladı. Hızır Beyin sözünü ettiği destek olmalıydı. O ara kalenin camisinden ezan sesi duyulmaya başlamıştı, öğle olmuştu.
Uzaktan gelen yelkenlileri izleyenler sadece Amazon kalesindekiler değildi. Aşağıda liman kalesinde de bir gurup surlara çıkmış olan biteni anlamaya çalışıyordu. Dük Zaccaria, bir yanında kale korumalarının komutanı Humbert diğer yanında bir gurup asker uzaklara, yaklaşan yelkenlilere bakıyorlardı. "Cenova bizi unuttu ama Umur’a destek yağıyor. Küçük Asya’yı ele geçirebilmek için nasıl da birbirlerine arka çıkıyorlar" dedi. Bakışlarını üç dört kilometre ötelerinde teknelerin yığınlaştığı yere çevirdi. Bir nevi ortak deniz gücü oluşturdular. Aydın oğulları, Menteşeoğulları, Saruhan’lılar ve şimdi de Karasioğulları."
Surların üzerinde yürümeye devam ettiler. Geriye kara cephesine döndüler. Üç yüz metre ilerilerinde iki kocaman mancınık karşıladı kendilerini. "Bunlar ne zaman geldi" dedi öfkeyle dük. Bu öfkenin kendisine yönelik olmadığını bilse de yinede rahatsız oldu Komutan Humbert.
"Bu sabah." diyebildi. "Bize gözdağı vermeye çalışıyorlar" diye ekledi. Bir kaç metre önlerinde de bir sıra daha küçük mancınık eşit aralıklarla bir yarım daire şeklinde yerleştirilmişti. Aralarında uzun uzun merdivenler vardı. "Bunlar bize bir mesaj" dedi Dük. "Hazırlıkların tamamlanmak üzere olduğunu anlatmak istiyorlar."
Mancınıkların gerisinde ağaçların altında karınca yuvasını andıran bir çalışma daha vardı. Eliyle orayı göstererek;
"Orada ne yapıyorlar" dedi. Sesi deminki gibi öfkeli değildi ama yine de Humbert’i tedirgin etmeye yetmişti. "Sabahtan beri uğraşıyorlar. Şey... Benim tahminime göre bir köprü ya da araba hazırlıyorlar" dedi. Bu defa Dük Zaccaria, yalnızca kafa sallamakla yetinmişti. Onlar surlarda gezinirken bir asker koşarak geldi
"Efendim Dük" dedi soluk soluğa. "Efendim, birini yakalamışlar sizin konutunuzun yakınlarında" dedi. "Allah kahretsin" dedi.
Surlardan aşağı inmeğe başlamışlardı. Göreceklerini görmüştü zaten. "Yol geçen hanına döndü bizin konut" dedi sinirleri iyice artmıştı. "Yine aynı çocuk mu?" Haberi getiren asker sorunun kendisine olduğunu anlamıştı
"Biliyorum efendim. Bana bu haberi size iletmemi kızınız prenses söyledi" diyebildi.
"Şimdi nerede peki"
"Sanıyorum korumaların koğuşunda" diyebildi. Düküne öfkeliyken yanlış yanıt vermenin ne anlama gelebileceğini biliyordu. Üç dakika geçmeden korumaların koğuşuna varmışlardı. Dük Zaccaria içeri hışımla girdi. Bu kere karşısında Umur’un kardeşi olan genç değil kendi yaşlarında biri vardı.