Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Berweuli

Sayfa: 1 ... 4 5 [6]
76
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 25 Mayıs 2016, 12:56:46 »
Ben de merhaba diyorum ve bu güzel yorumunuz için öncelikle teşekkür ediyorum :). Her ne kadar bu hikayenin birkaç aylık ömrü olsa da uzun bir süredir yazıyorum ama daha kat etmem gereken bir hayli yolum var. Kayıp Rıhtım’ı yıllardır takip ederim ama bir öyküm dışında katılmaya ne fırsatım oldu ne de böyle uzun soluklu bir hikaye için cesaretim.

İyi olması temenniniz için de ayrıca teşekkür ederim :D ve görüşleriniz elbette ki önemli o yüzden değindiğiniz noktalara açıklık getirmeye çalışayım:

Önceden daha uzun cümleler kurardım, sanırım tasvir okumayı sevmenin getirdiği bir alışkanlık bu. Son zamanlarda sadeleştirmeye çalışsam da sonuç ortada :D Hikayem aslında her ne kadar bu güç sahibi insanlar arasındaki çatışmalarla geçecek olsa da arada ve yakında insanların da gidişata katıldığı ve onu etkilediği bölümler olacak. :) umarım o kısımları da beğenirsiniz ve emin olun Cadı’nın da bir sürü insani kusurları var.
 
Estağfurullah diyorum eksik gedik bulmadım yorumunuzda, umarım ben aklınızdaki sorulara cevap verebilmişimdir. Keyifli okumalar  :xD

77
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 25 Mayıs 2016, 10:09:02 »
Kiana, kampa döndüğünde kora dönmüş ateşlerin etrafında kalan birkaç Sedarlı askerin arasında, kendisini gizlemeye gerek duymadan, yürürken tüm gece boyunca içmiş adamların ondan çekinir hallerinden artık tiksindiğini hissediyordu. Birkaç saat sonra güneş bu ayyaş ordunun üzerine doğacak ve zaferlerini birkaç mil daha güneye taşıyarak kendilerine altın tepsi ile sunulan Uyvar kalesine varmak için yola çıkacaklardı.

Çadırına birkaç adım kala durdu ve dinledi. Aghon’un muhafızları yerlerine dönmemişti fakat içeride birisi vardı, bunu hissedebiliyordu.  Daria’nın bu saate kadar ayakta kalacağını zannetmiyordu, kim bilir hangi sefil askerin koynundaydı. Sarhoşluğun verdiği delilikle onu da Daria gibi zanneden bir ahmakla karşılaşmak umuduyla hışımla içeri girdi. Böylelikle Ingrum’ın ayaklandırdığı öfkesini bu zavallı üzerine salıp rahatlayabilirdi fakat masanın yanındaki sandalyeye kurulmuş, uzun çizmelerini yanmaya devam eden sobaya doğru uzatmış Aghon’ı görünce bir an olduğu yerde dikildi. Adam sarı saçlarını küçük bir topuz halinde ensesine yakın toplamış ve kıyafetlerini değiştirerek kendisine çeki düzen vermişti. İri kılıcı her zamanki gibi yanındaydı, kemerinden sarkarak oturur vaziyette olduğu için yere değiyordu.

Kiana’nın gülümsemesi yanağının bir tarafına kayarken eldivenlerini tek tek parmaklarından uzaklaştırdı. “Yanlış çadırdasın sanırım.” dedi adama bakmadan pelerininden kurtulmak için uğraşırken. “Daira başka çadırda kalıyor.”

“Kendine haksızlık etmiyor musun?” diye sordu Aghon, kadının imasını anlayarak.

Adamın kalın sesinin kıvrımlarında gizlenen alayı yakalamak maharet işiydi fakat Kiana hızla bakışlarını kıyafetlerinden Aghon’a kaldırdı. Sobadan taşan ateşin ışığıyla gölgeler oynaşan adamın yüzünde çapkın bir gülümseme ile karşılaşmaya hazırlıklı değildi. Aylardır birlikte seyahat edip savaş meydanlarında zoraki bir ilişki içerisinde sıkışırken bile memnuniyetsiz bir ilgisizlikle birbirlerine tahammül etmişken bu da neyin nesiydi şimdi. Az önce sımsıkı kapalı olan aralarındaki a umursamazlık kapısını aralayan kendisiydi, bunun bilinciyle küfürlerin en alasını kendisine sıralarken geri kalanı sessizce adama gönderdi.

“Bilakis sana pek şans vermiyorum.” dedi Kiana, hislerini saklamanın en iyi yolu olarak açtığı kapıyı kapatmak yerine aralıktan sızıp geçmeyi seçerek. Pelerininden ve eldiveninden kurtulan kadın giysilerini sedire doğru fırlatırken büyük bir talihsizlikle Aghon’un yüzünden gelip geçen meydan okumayı kaçırmıştı.

Adam uzun bacaklarını kısa bir an esneterek uzatabildiği kadar gerindi ve sandalyeden kalkarak sessizce kadına yaklaştı. Kiana başını kaldırdığında kendi uzun boyuna rağmen önünde bir dağ gibi yükselen adamın yüzüne şaşkınla bakakaldı. Ateşin ışığı ile alev gibi yanan saçları Aghon’un yüzünü çevrelerken gözlerindeki karanlığı aydınlatamıyordu.

Beline dolanan nasırlı ellerin sertliği ile biraz sonra başına gelecekleri geç fark eden Kiana “Sen ne halt…” derken kelimeleri dudaklarını örten sıcak dudakların arasında boğuldu. Başını geriye çekmeye çalıştı ama o anda ensesini tüm hâkimiyeti ile kavrayan iri elin baskısı buna engel oldu. Herhangi bir istilayı önlemek için Kiana dudaklarını sımsıkı kaparken bir büyü sözcüğünü fısıldaması ve adamı kendinden uzaklaştırması imkânsız hale geliyordu. Çaresizce kurtulmak için elleriyle adamın göğsünü itmeye çalıştı ama bu aralarındaki mesafenin daha da kapanmasına sebep oldu.

Aghon’un Cadı’ya bu ziyareti planlarken ki amacı kesinlikle bu değildi. Çadırının önüne diktiği iki adamına saatlerce önce sızmış halde rastladıktan sonra kampın hiçbir yerinde kadını bulamayınca hissettiği öfke ile buraya gelmiş ve sabırla dönüşünü beklemişti. Adamları kadını ormanda ararken bir tilki misali Kiana’nın çadırına döneceğinin bilincinde onu beklemişti.

Fakat şimdi kollarındaki ince bedene sarılırken hissettiklerine de hazırlıklı değildi. Tüm orduyu korku ile titreten kadının kendi kollarından kurtulmak için çırpınışları ile eğlenen Aghon’un kısa bir an ayırdığı dudaklarından boğuk bir kahkaha döküldü. Amacından bu kadar fazla saparken Cadı’yı daha da fazla kızdırmayı göze alarak “Haklıymışım kendine haksızlık ediyorsun.” diye mırıldandı. Kadının siyah gözlerinde yanıp sönen ateşi gördüğünde sözlerinin yarattığı hiddeti gördü.

İnce kollar geniş göğsünden itip adamı kendinden uzaklaştırırken birbirine kilitlenmiş dudaklar nihayet serbest kalmanın rahatlığı ile öfkeyle büküldü. “Lanet olası, yan!” diye buyuran Kiana, ellerinde beliren alevleri az önce sıcaklığı ile ısındığı bedene gönderdi. 

Alevden dalgalar etrafında turlayıp yok olurken Aghon’un kılı bile kıpırdamamıştı. Kiana gördüklerine inanamayarak tekrar gürledi. “Ateşin efendisi!” bu kez öncekinin iki katı bir alev adamın etrafını sardı fakat aynı şekilde denize düşen bir meşale gibi kısa bir sürede yok oldu.

Aghon, “Genelde…” dedi ve bir an durarak öfkeyle soluyan kadını süzdü. “Kadınlar beni yakmaya çalışmazlar, kendileri yanarlar.”

Kiana, orduları bile dize getiren büyüsü yerine yüzyıllar boyunca kadınların başvurduğu klasik yöntemi kullandı ve üç adımda aşıp önüne geldiği adamın yüzüne okkalı bir tokadı yerleşti.

Aghon’un tokat karşısında milim oynamayan yüzünde alaycı bir gülümseme ortaya çıkarken “İşte şimdi bir kadın gibi davranmaya başladın.” diye mırıldandı.

“Nesin ya da ne değilsin bilmiyorum ama ne yaktığın kadınlar umurumda ne de sen.” derken Kiana’ın içindeki soluğu öfkeyle dışarı bıraktı. “Defol git çadırımdan.”

Aghon, kadını birkaç saniye süzdükten sonra tek kelime etmeden çıkışa doğru ilerlerdi. Çıkmadan önce geri dönerek, “Bir daha adamlarımı atlatıp da ortalardan kaybolma. Ölmüşsün kalmışsın umurumda değil ama senin yüzünden o muhafızların başına geleceklerden ben sorumluyum.” dedi.

78
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 20 Mayıs 2016, 12:34:26 »
Güzel yorumlarınız için teşekkür ederim milenya ve grikunduz. :) imla hatası olmaması için yazdıktan sonra bir kaç kere kontrol ediyorum, sonra yaparım diye bırakmamaya çalışıyorum ama elbette gözümden kaçanlar da çok değil. Evet, Şamanik unsurlar ileri ki kısımlarda olacak. Salt batı tarzı bir cadı kavramı olmamasına çalıştım, doğudan da bir şeyler katmaya çalıştım, umarım başarabilirim. Bir bölüm daha gönderiyorum umarım beğenirsiniz :)

***

Tepelerin ardındaki geniş vadiye kurulan çadırların aralarına yakılan ateşler akşamın alacakaranlığında Sedar ordusunun büyüklüğünü gözler önüne seriyordu. Kiana, atını doludizgin sürerken etrafında dolanan hırçın rüzgârlar, giysilerini üzerinden çıkarmak için sabırsızlanan bir sevgili gibi buzdan parmaklarıyla pelerininden içeri sızıyorlardı. Çadırının sıcaklığına kavuşabilmesi için biraz daha sabretmesi gerektiğini biliyordu. Sabır övündüğü özelliklerinden biri olmamasına rağmen son zamanlarda katlanması gerekenleri düşündükçe biraz sonra yüzleşeceği General Beldon bunların arasında eğlenceli bile sayılabilirdi.

Yılın ilk karı bu seneden daha nazlı çıkmış ve güneş batmadan çok önce yağmayı bırakmıştı. Sanki insanların doyumsuzca akıttıkları kanla sulanan toprağı ve o toprağın üzerinde yatan cansız bedenleri örtmeyi utançla reddetmişti. Atları, eriyen karın geride bıraktığı çamuru hunharca döverken Cadı ve korumaları Sedarlıların kampına neşesizce girdiler. Yollarının üzerinden telaşla çekilen askerler, Zedanalılara karşı kazandıkları zaferlerini onlara gümüş bir tepside sunan Cadı’nın önünde ne bir tezahürat gösterebildiler ne de sevinçlerini açık edebildiler.

Kamptaki en büyük çadırın önünde atlarından indiklerinde Kiana, kulağına ulaşan cılız sızlanmaları arkasında bırakıp atının yularını seyislerden birisine fırlattı. 'Aciz korkaklar!' Zihninde yankılanan kelimelerin seyrinin yüzüne ulaşmasına izin vermeden, zorunluluklarından bir an önce kurtulup yalnız kalmak için generalin çadırına girdi. Onu takip eden Aghon’un varlığına ise gölgesi kadar ehemmiyet vermiyordu.

“Gördüğüm kadarıyla sağ salim dönmüşsünüz.” dedi General Bendol. Çadırının tek kapısı olan desenli kalın kumaşın aralanması ile başını parşömenlerin arasından kaldırmıştı. Savaş zırhını çıkarmaya vakit bulamayan adamın gelişi güzel sildiği belli olan yüzünde, ellerinde ve giysilerinde savaşın kirli izleri seçiliyordu. Otuzlarında olmasına rağmen tepesi seyrelmiş saçları ve zayıf yüzü ile olduğundan daha yaşlı ve mülayim görünüyordu fakat Kiana, generalin yumuşak görüntüsünün aldatıcı olduğunu çoktan öğrenmişti.

“Şüpheniz mi vardı, General?” dedi Kiana. Herhangi bir davet beklemeden çadırın ortasındaki masanın yanından dolandı ve yanan odunların kızarttığı metalin ayrı bir ışık kaynağı gibi durduğu sobanın yakınlarındaki bir sandalyeye kendisini bıraktı.

General Beldon, Aghon’un selamını başıyla kabul ederken Kiana ile konuşmasına rağmen askerine bakarak cevap verdi. “Elbette yoktu, Kral Mickal sizi en iyi askerlerine emanet etti.”

“Gereksiz bir işgüzarlık.” dedi Kiana sesindeki küçümseyici tonu saklamaya gerek görmeyerek. Islak pelerinini omuzlarından düşürüp sandalyenin arkasına atan kadın Aghon’u meydan okuyarak süzdü.
“Üzerine titrendiği için mutlu olmayan bir kadın, aklın alıyor mu Aghon?” dedi Bendol ilgisini tekrar önündeki kağıda bir şeyler yazmaya verirken.

Aghon girişin yakınında, General'e saygısından hazır olda beklerken bir eli kılıcının kabzasını sıkıca kavramıştı. Adamın yüzündeki sakin ifade, kadının bakışları ile kesiştiğinde “Söz konusu kadınlar olduğunda, karşımdaki çok güçlü bir cadı olmasa dahi, kesin konuşamıyorum, Efendim.” dedi o kalın sesi ile.

Kiana, adamın kahverengi gözlerindeki nefretle birlikte yanan gizli ışığı yakalarken "Anlamadığınız şeylere o kalın kafanızı yormayın derim." dedi alayla. Eldivenlerinden kurtardığı ellerini sobaya doğru uzatırken bakışlarını uzun parmaklarına dikti. Ne adamın cevabı ile ilgileniyordu ne de General'in huzurunda bir askerini aşağılamaktan çekiniyordu.

General Bendol'dan gelen belli belirsiz öksürük sesi ile Aghon, kılıcının kabzasını sıkan parmaklarını gevşetti.

"Kral Mickal'a iletmemi istediğiniz bir şey var mı?" dedi Beldon başını yana eğerken bakışlarını kadına yöneltti. Gümüş hokkanın başında bekleyen diviti Kiana’nın cevabı için sabırsızlanıyordu.

"En derin sevgilerimi iletin." dedi Kiana, kendisini izleyen Generale.

"Elbette." diyen General ince dudaklarında belirsiz bir gülümseme ile önüne döndü. "Kralımızın da aynı muhabbet ile size karşılık vereceğinden eminim."

Çok kısa bir an kâğıdın üzerinde gezinen divitin sesinden başka bir şey duyulmadı. Kiana rahatsızca kıpırdanırken generalin arkasındaki mumun titrek ışığına dikti karanlık bakışlarını. Alevler çok kısa bir an parlayıp yükselirken sessizce içini çekti. Ne yaptığını fark ettiğinde General'i hızla kontrol etti, adam hala sevgili Kral'ına kazandığı savaşın detaylarını yazmakla meşguldü. Bakışları az yukarıya kaydığında Aghon'un çatılmış kaşlarının altında merakla parlayan gözleri ile karşılaştı.

O esnada katladığı kağıdın üzerine döktüğü erimiş mum damlalarını izleyen General "Bir kaç gün içinde ordu Uyvar Kalesine ilerleyecek. Çok fazla bir direnişle karşılaşacağımızı sanmıyorum ama yine de bize eşlik etmenizi umuyorum." dedi.

General'in sözlerinin bir rica olmadığının farkında olan Kiana, "Uyvar'da çok kalmaya niyetim yok General. En kısa sürede Laracal'e dönmeyi planlıyorum." dedi.

"Uyvar Kalesi'nde daha rahat edersiniz." diye ısrar eden General, mühürlediği parşömeni Aghon'a uzatırken "Moreno'yla gönder." diye emretti ve rahatça sandalyesine yaslandı.

Aghon başıyla selamlayarak çadırdan çıktığında General ile başbaşa kalan Kiana öfkeyle dudaklarını sıkıyordu. İşini bitirmiş olan General nihayet ilgisini kadına çevirmişti fakat şimdi de Kiana'nın adamla çene çalmaya gönlü yoktu.

"Kralına söyle bütün kışı bu rezil topraklarda at sırtında geçirmeyeceğim. Siz güneyde ne halt ederseniz edin fakat peşinizde bir çoban köpeği gibi dolanmaya hiç niyetim yok General." dedi Kiana dişlerinin arasından.

"İstesem de Kralıma söylediklerinizi iletemem, gördünüz ulağı az önce gönderdim." dedi General Cadı'nın çıkışından etkilenmeyerek.

"Tekrar gönderin." Sözlerine ayağa kalkarak nokta koyan Kiana, sobanın ısısı ile nerdeyse kuruyan pelerinini omuzlarına gelişigüzel attı ve çadırdan ayrılırken ardında General'i kıpkırmızı bir yüzle bıraktı.

***

Önüne konumlanmış iki muhafızın arasından çadırına hışımla girdiğinde dilinin ucuna kadar gelen fakat yutmak zorunda kaldığı sözler midesinden boğazına doğru acı bir tat bırakıyordu. Eldiven ve pelerinini, üst üste atılmış kürkler ve yastıklardan yapılma alçak bir sedire fırlatırken kendisine hizmet eden kızın yokluğunu fark etti. Köşedeki yanmayan sobanın görüntüsü odayı olduğundan daha soğuk hissettiriyordu. "Yan!" diye soludu cansız metalin yanından geçerken.

Parça parça kürklerle kalınlaştırılmış çadırın bezden duvarları arasındaki geniş alanı ikiye ayıran perdeyi aralayıp arka bölüme geçti fakat orada da yer yatağından ve giysi sandığından başka bir şey bulamadı.  "Daria!" diye öfkeyle seslendiğinde sözleri bezden duvarların ötesine geçmeyecek kadar alçaktı. Bir kaç dakika sonra ön bölümden gelen gürültü ile Kiana hışımla döndü.

Daria, Cadı gelmeden önce yakması gereken sobanın gürül gürül yandığını görünce kucakladığı odunları korkuyla düşürmüştü. Uzun boylu kadının perdenin ardından çıkması ile ağzında bir şeyler gevelemeye başladı. "Özür dilerim. Özür dilerim,  döndüğünüzü fark edemedim."  

Kiana bir şey söylemeden önce kızın dağılmış saçlarını ve gelişigüzel iliklenmiş elbisesinin düğmelerini süzdü. Yere diktiği bakışlarının altında kirpiklerinin gölgelediği yanağının bir bölümü berelenmişti. "Bendol'ün sefil askerlerinin fahişeliğini yapmak için burada değilsin, Daria. Onun için başka bir çadır var zaten." dedi sesini yükseltmeye gerek duymadan.

İması bile kızı titretmeye yetmiş, kıpkırmızı kesilen Daira'nın dudakları itiraz etmek için aralanmıştı. Elinin bir hareketiyle kızı susturan Kiana "Laracal'e döndüğümüzde kendine yeni bir yer bul, yoksa ben senin için bulurum." dedi.


Ölülerini gömen, esirlerini ise tepelerindeki bezden başka bir şeye sahip olmayan çadırdan bozma alanlara mahkûm eden Sedarlılar, tekrar yağmaya başlayan kara aldırmadan ateşlerin etrafına toplanarak zaferlerini kutluyorlardı. Çalgıcıların savaş ezgilerine karışan vatan özlemi yüklü türküleri eşliğinde çok içmişler, çok gülmüşler az da olsa dövüşmüşlerdi.

Ağlamaktan başka bir iş tutamayan kızı gözünün önünden gönderdiğinden beri geçen iki saati çadırının yalnızlığında geçiren Kiana’nın sarhoş nidalarını işitmek için keskin duyularına ihtiyacı yoktu. Yarı uzandığı sedirden doğrulduğunda uykunun bu gece için gözlerinden çok uzaklarda konakladığını kabul etmek zorunda kalmıştı. Gece kadar kara kalın elbisesini, kara ormanın kara kurtlarının kürkünden dikilmiş kara pelerini ile örttü. Kumaştan kapının önünde dikilerek dışarıyı dinledi.
 
Aghon’un tüm itirazlarına rağmen çadırının önünde tuttuğu iki muhafızın nefes alış verişleri soğuk havada kesik kesikti. “Cadı uyudu galiba. Yarım saattir içeriden hiç bir ses gelmiyor.“ diye fısıldadı biri. Çadır bezinin ardında, Cadı’nın ince dudaklarından gözlerine ulaşmayan bir gülümseme ile onları dinlediğinin farkında değildi.

“Cadı’nın uyuyup uyumaması ne değiştirir? Nasıl olsa şafağa kadar buradan ayrılamayız.”dedi diğeri. Bu nöbetten herhangi bir kaçışın olmadığını kabullenmenin rahatlığı sesine sinmişti.

“Bu gece buradan ayrılsak bile bizi kimse fark etmez.” dedi ilk konuşan muhafız.

“Aghon’u o kadar hafife alma derim.” diye uyardı ikincisi.

Kiana bezin içinden, ilk konuşan muhafızın kulağına doğru fısıldadı. “Aghon görmez bile.” Muhafız, Cadı’nın sözlerini monoton bir sesle arkadaşına tekrarladı.

Kaşları çatılan diğeri tam ağzını açıp azarlayacakken dudaklarından “Haklısın, o da çoktan bir yerlerde sızmıştır.” diye arkadaşını destekleyen sözler döküldü.

Kapısından uzaklaşan çamurlu adımların seslerini dinleyen Kiana, başlığını örttü ve kara pelerinine “Gizle beni.” diye buyurdu. Şenliğin arasından bir gölge gibi geçerken atını almaya gerek duymamıştı zira kamptan çok uzaklaşmaya niyeti yoktu. İnsanlardan uzaklaşıp ağaçların arasında yavaşça yürümeye başladığında görünmezliğini üzerinden sıyırdı. Ufak bir açıklığa geldiğinde ağaçlardan fırsat bulamayan kar taneleri, burada ay ışığından daha fazla aydınlık bırakarak yere düşüyordu.

Dalların çatısı altından birkaç adımla ileri çıkan Kiana eldivenli elini gökyüzüne açarak avucuna konan kar tanelerini incelerken “Yine ne var Ingrum?” dedi sanki görünmeyen biri ile konuşur gibi. Ardından bakışlarını kaldırarak “Beni neden çağırdın?” diye sordu bıkkınlıkla.

Ağaçların arasından açığa çıkan bir karaltı buğulu sesiyle “Seni de görmek güzel, Kiana.” dedi. Kat kat kumaşlara sarınmış Cadı’nın aksine ince giyinmiş olan kadının koyu renk tuniği, erkek gibi giydiği siyah pantolonun üzerinden dizlerine ulaşan çizmeleri ile buluşuyordu. Başının üstünde dağınık bir şekilde topladığı simsiyah saçları açıktaydı, ne bir pelerine ne de eldivene ihtiyaç duymuştu. Abanoz teninde bir çift fener gibi parlayan ela gözleri ise sahip olduğu tek açık renkti. “Görüşmeyeli uzun zaman oldu.” dedi yabancı sitemkâr bir şekilde.

Ellerini iki yanına birleştiren Kiana, kendisine yaklaşan Ingrum’un her hareketini dikkatle izliyordu. “Altı ay benim için yeterince uzun değildi.” dedi memnuniyetsizlikle. Uzun boyuyla Kiana artık bir adım ötesinde duran siyahî kadına yukarıdan bakıyordu.

“Hala Mickal’ın yanındasın.” diyen Ingrum, Kiana’yı yargılayan bir tavır içerisindeydi. “Eskiden tanıdığım kadın, o sefil mahlûka bu kadar uzun bir süre katlanamazdı.”

“Her şeyin bir zamanı var Ingrum.” dedi Kiana umursamayarak. “Çıkarlarımla örtüştüğü sürece onun beni kullanmasına izin veriyorum sadece.”

“Senin çıkarların mı yoksa Britriel’in doyumsuz arzuları mı?” diye sordu siyahî kadın.
 
“Ecemin arzuları benim de arzumdur Ingrum, senin de inkâr etmek yerine boyun eğmen gerektiği gibi.” Kiana sesini yükselmeden kadının yüzüne doğru fısıldadı.

Kendisine sunulan öneriyi dudaklarını alayla büzerek karşılayan Ingrum “Kieran nerede, yanında mı?” diye sordu. Aniden konuyu değiştirirken iri ela gözlerini genişçe açmış ve sözlerini hazin bir hale sokmuştu.

Kiana bir an konuşmak yerine karanlıkta siyahî kadının yüzünün gölgelerinde gizlenen duyguları yakalamaya çalıştı. “Kieran’ı neden merak ediyorsun?” diye sorarken kaşlarını çatmıştı.
“Kardeşinin uzun zamandır Meridan’da olmadığını duydum. Belki seninle birliktedir diye düşünmüştüm.”

“Benimle değil ve nerede olduğu da seni ilgilendirmez. Sakın ona bulaşayım deme Ingrum. O senin işine yaramaz.” diye tehdit etti Kiana, önündeki kısa boylu kadına yukarıdan bakmaya devam ederek.

“Benim istediğim sensin Kiana, Kieran değil. Eğer sen yanımda olursan daha güçlü olurum ve istersen kardeşini de yanında getirebilirsin elbette.” diye dürüstçe Ingrum düşüncelerini açık etti.
“İstediğini alamayacaksın.”

“Britriel’in hırslarının peşinde koşmaya devam mı edecek? Sırf o istedi diye şu sefil insanların arasında yaşayıp onların tüm pis işlerini mi yapacaksın?” dedi Ingrum dişlerini sıkarak. Öfkesi ilk defa yüzüne yansıyor, adeta kar taneleri siyahi kadının tenine değmeden havada eriyordu.

“Onların değil Ecemin emirlerini yerine getiriyorum.” diyen Kiana daha fazla konuşmak istemediğini göstererek arkasını döndü. “Seni tekrar görmemek dileği ile Ingrum.”

“Kieran’ın yerini söylersen belki o beni dinlemek ister. Senin kadar güçlü olmasa da daima senden daha ılımlı bir cadı olmuştu.” diye seslenen Ingrum, beklenti ile gülümsedi.

Fırtına gibi, siyahî kadına dönen Kiana, hızla eldivenlerini çıkardı ve yumruk haline getirdiği elini açtığında avucunda beliren üç siyah taş alevler içinde kaldı. “Sana… Kieran’ı bu işe karıştırmamanı söylemiştim!” diye ormanı çınlatarak haykırdı. Ingrum’a doğru savurduğu taşlar kadının aynı hızla önünde beliren ateşten kalkanın önünde yön değiştirerek rüzgârda savrulan yapraklar gibi ağaçların arasına dağıldığında karanlığın içinden çığlıklar yükseldi.

Yanan taşlar, etrafında dolandığı ince bir bedeni kementle çekilir gibi ağaçların arasından açıklığa sürüklediklerinde Kiana, bu süre içinde kılını bile kıpırdatmayan Ingrum’a öfkeyle süzüyordu. Sıktığı yumruğu ile hala çığlıklar atan kızın etrafındaki görünmez ipler daralırken Kiana, Ingrum’un sol yanındaki harekete başını çevirdi.

Siyahî kadın bakışlarını Kiana’dan ayırmadan arkasına doğru seslendi. “Yerinde kal Derik.” dedi telaşsız bir sesle. Uzun boylu adam yarım kalan adımını geri çekerken elinin etrafını saran elektrik kıvılcımlarını temkinli bir şekilde taze tutuyordu.

Kiana, eziyet ettiği kızın acısına parmaklarını gevşeterek son verdi ve yeniden elinde beliren taşlarını kavradı. “Seni bir daha uyarmayacağım.” dedi Ingrum’a. Çığlıkları inlemelere dönüşen ve şimdi yerde iki büklüm kıvranan kızı süzdü, ardından kendisine nefretle bakan Derik’in üzerinde küçümseyen bakışlarını gezdirdi. Hiçbir şey söylemeden geldiği yoldan ağaçların arasında kayboldu.

“İyi misin Rina?” Ingrum ağaçların arasındaki boşluktan bakışlarını yerdeki kıza çevirirken dudaklarında keyifli bir gülümseme peyda oldu.

“Britriel’in kaltağı!” diye mırıldanan kız çözülüp yerde sırt üstü uzandı ve inleyerek gözlerini kapadı. Bakır rengi saçları otların arasına karışırken üzerine düşen kar taneleri ile soğuduğunu hissetti.
Yanına gelen Derik’e ve Severina’ya başıyla işaret eden Ingrum, “Ben alacağımı aldım.” diyerek Kiana’nın ters yönünde ağaçlara daldı.

Hızla ayaklanan Severina, kendisini toparlayıp Derik’in ardından koştururken “Ne oldu ben ne kaçırdım?” diyerek sızlandı.

“Kieran’ın taşları.” dedi Ingrum soruyu soran kız yerine Derik’e dönerek. “Kiana'da, ablasında.”

“Kieran’ı öldürdü mü dersin?” Derik, artık yanında yürüyen Severina’nın omuzlarına kollarını dolayarak kızı kendisine doğru çekti.

“Kimin umurunda?” diyen Ingrum, diğer yandan bakır saçlı kızın saçlarını karıştırarak keyifle güldü.




79
Kurgu İskelesi / Cadı
« : 17 Mayıs 2016, 14:11:51 »
CADI
Savaş Çığırtkanı


Önü keskin bir uçurum, arkası köknar ağaçlarının iç içe geçtiği küflü bir ormandı. Kışın ilk karı doğunun alçak tepelerine düşerken dizlerinin dibine yaktığı küçük ateş, döne döne düşen kar tanelerini iştahla yalayıp yutuyordu. Kalın elbisesi ve hayattayken bir kurdu zemheride bile sıcak tutan gri kürkü sırtında olsa da üşüyor, katlayıp üzerine oturduğu pelerinin yokluğunu şiddetle hissediyordu. Ellerini ateşe doğru uzatarak beyhude yere ovuşturdu. Birazdan diye düşündü, ne soğuk ne de iliklerime işleyen bu rüzgâr bana ilişemeyecek.

Yanındaki çantadan çıkardığı küçük bezden keseyi kucağına aldı. Ardından her biri bir ceviz büyüklüğündeki gece kadar siyah üç taşı avuçladı.  Bulunduğu yer yüksek olmasına rağmen uçurumun ardında neler olup bittiğini göremese de az sonra beklediği işaret gri gökyüzünde havalandı ve kırmızı tüylü bir ok başının üzerinden geçerek arkasındaki ağaca saplandı.

İşareti alır almaz başını eğdi, çenesine zar zor ulaşan siyah dalgalı saçları solgun yüzünü örtüyordu. İnce uzun bedeni ile bir ateşin önünde bağdaş kurmuş olan kadını izleyen birisi olsaydı, bu havada o tepede ne yaptığını anlayamayarak onun bir deli olduğuna hükmederdi. Neyse ki o, gözlerden uzak ama yapacaklarını da tüm vadiye ulaştıracak bir yer seçmişti kendisine.

Sağ avucunun içinde döndürdüğü taşların üzerine eğdiği başı bir iki saniye kıpırtısız kaldı. İnce dudakları sessiz sözlerle aralandı ve keskin bir nefes üflediği taşları huşuyla ateşe attı. Alevden dillerin kar tanelerini yararak havalanmalarını sessizce izledi. Ardından kıpırdadıkça dudaklarının arasından kaçan dumanla birlikte sözleri havaya karıştı. Keseden aldığı siyah bir saç tomarını alevlere atarken sesi ateşle birlikte hararetlendi. O anda rüzgar sanki birinden emir almışçasına şiddetlendi, kadının çevresinde bir tur attıktan sonra kar tanelerini de yanına katarak bir kuşun çevikliğiyle göğe fırladı. Kadın başını ve ellerini yukarı kaldırırken sesini daha da yükseltti. Artık haykırıyordu. Arzuladığı ne ise gelmesi için yalvarmıyor adeta onları tutkuyla emrine çağırıyordu.
Her sabah olduğu gibi güneş bu sabah da doğudan doğmuştu ama bulutların ötesine geçemeyerek dünyayı sıcaklığından ve aydınlığından mahrum bırakmıştı. Hava soğuk ve insanı yorganın altında kalmaya sevk eden bir kasvetle yüklüydü. Bunlar yetmezmiş gibi o anda kadının üstünde toplanan kara tekinsiz bulutlarla tepe ve önündeki vadi iyice karardı.

Bulutları ortadan yarıp ürpertici bir uğultu ile aşağıya inen rüzgar kadının önündeki ateşin üzerine kapandı ve sönmesi gereken alevler aynı anda daha da harlanarak yükseldi. Kadının emriyle siyah taşlar ileriye fırladı. “Gidin, geçtiğiniz yerlerde düşmanın yüreğine korku salın. Gidin ve dostlarımı şahlandırın, atlarını hızla, kollarını kuvvetle, yüreklerini ise çıktığınız ateşle canlandırın.”

Görünmez ama bir gece esintisi gibi hissedilen etkisi de taşları takip ediyordu. Kadın yerinde sessizce oturmaya devam ederken kırmızı ışıkların parladığı gözlerini tatminle ateşe dikti.

Beklediği etki kısa sürede kabarık saçlarının arasına gizlenen kulaklarına ulaştı. Sevgili taşları geçtiği yerlerdeki sesleri, acı dolu çığlıklara karışan zafer naralarını ona taşıyordu. Birbirleri ile çarpışan çelikler, kemikleri kılan baltalar, rüzgârları yaran mızraklar. Biliyordu ki vadide çarpışan iki koca ordu iç içe geçecek ama o ve büyüsü arkalarında olduğu sürece kazananlar her zaman olduğu gibi Sedarlılar olacaktı.  İzlemesine gerek yoktu: yine o kazanmıştı.

Ateş eski boyutuna dönse de artık üşümüyor, damarlarında dolaşan büyünün yakıcılığını hala hissedebiliyordu. Taşları savaş alanın üstünde dolandıkça ölümle yüz yüze gelen insanların korkularını yakalayacak ve içindeki ateş bir süre daha yanacaktı. 



Aghon, cüssesinden beklenmeyecek hafiflikte adımlarla sık ağaçların arasından tepeye tırmandığında kadını sönmeye yüz tutmuş ateşin önünde otururken buldu. Saatlerdir milim kımıldamamış gibi, kadının siyah saçları, kürklü sırtı ve dizlerinin üzerindeki elleri ince bir kar tabakası ile beyazlamıştı. Sanki çok uzun süre önce ölmüş de, bulunamayan bedeni burada kuruyup kalmış,  taştan bir heykeli akla getiriyordu.
Emirler basitti: Cadı’yı koru, ama dikkatini dağıtacak kadar yaklaşma, başkalarının yaklaşmasına da izin verme. Birçok kereler şahit olduğu bu sahnede her hangi bir terslik bulamayan Aghon geldiği gibi sessizce uzaklaştı.



Kiana, derin bir nefesle silkindi. Ellerindeki yumruları açtı, taşları her zamanki gibi geri dönmüşlerdi. Ne şekilleri ne de boyutları değişmemiş olsa da bir damar gibi içlerinde atan enerjiyi hissedebiliyordu. Öne eğildi ve güçlü bir şekilde üfledi; “Sön!” diye emretti. Kaybolan ateşten geriye kalan külleri birkaç dakika sonra kar örtecekti. Ancak kendisi gibi bir cadı burayı bulursa yaptıklarının izlerini takip edebilirdi, ölümlü zavallılar için basit bir kamp yerinden öteye geçemeyecekti.

Taşlarını ve bez kesesini çantasına yerleştirdi. Kenarları kalın kürklü peleriniyle başını ve tüm bedenini sardı. Ormanın içinde yürürken, sadece tepeleri beyazlayan ağaçların arasından, kadını ayırmak çok zordu. Koyu yeşil elbisesi ve pelerini ile yürüyen bir köknardan farkı yoktu. Uzun boyu hızını arttırıyor, sağlam bastığı ayakları kuru iğne yapraklarla kaplı eğimli zeminde adeta yürümüyor da kayarcasına ilerliyor izlenimi bırakıyordu. Sessiz adımları bir avcının zarafetine sahipti.

Çok değil birkaç dakika sonra keskin duyuları, uzaklardan kılıcın ve kalkanın birbirlerini döven seslerini yakaladı. Onu, Mickal’ın Cadısı’nı korumakla yükümlü olan ufak birlik, bitmiş bir muharebeden kaçan ya da umutsuzlukla son güçleri ile önlerine gelene saldıran artçılarla karşılaşmış olmalıydılar. Yoksa Zadenalıların muharebe bittikten sonra bile kendisini arayacak kadar aptal olduklarını sanmıyordu.

Aceleye gerek yoktu. Mickal, korumalarının her birini başlarının çaresine bakabilecek maharette savaşçılardan seçmişti. Hele ki liderleri Aghon’un onu küçümseyen bakışlarını hatırlayınca ağırdan almakta hiçbir sakınca görmedi. Adam hiçbir zaman açıkça isteklerine karşı gelmemiş olsa da bir savaş meydanında düşmanıyla dövüşmenin zevkinden, Kiana’nın, bir cadının korumalığını yapmak için mahrum kaldığı için duyduğu hoşnutsuzluğu her fırsatta hissettiriyordu.

Sık dallardan yol bulup etrafına düşen kar tanelerini izlerken önünden aniden kaybolan ağaçlardan geniş bir çayıra adım attı. Tahmin ettiği gibi kısa bir süre önce geniş düzlükte küçük bir arbede yaşanmıştı. Korumaların, cansız bedenlerin arasında dolanmalarını kendini belli etmeden, sessizce kenardan izledi. Aghon yağmalama işini umursamaksızın düz bir kayaya oturmuş iri kılıcını kan lekelerinden temizliyordu. Dağılmış uzun sarı saçlarından adamın yüzünü göremese de her zamanki kibirli ifadesiyle kaşlarının çatılı olduğundan emindi.

Normal bir insanın duyma mesafesinden çok ötedeydiler. Fakat Kiana bir cadıydı ve korumaların sabırsızlıkla ‘lanet cadının’ neden hala gelmediğini birbirlerine sorduklarını duyabiliyordu. Aghon’un seslerini kesmeleri için cadının onları tepeden bile duyabileceğini hatırlatmasını işittiğinde keyifle gülümsedi. “Beni hafife almamakla akıllık ediyorsun Aghon.” dedi fısıltıyla.

Tüm korumaları gibi Aghon da giydiği siyah deri zırhının arasına serpiştirdiği çelikten parçaları, omuzluk ve kollukları bulutların arasından çıkmaya çalışan birkaç parça ışık huzmesi üzerlerine düştükçe puslu çayırlıkta bir işaret feneri gibi parlıyordu.

O esna da Aghon, kılıcını kaldırıp sağa sola doğru çevirerek temizlendiğinden emin olmak için kontrol ederken çelikten akseden ışık bir an Kiana’nın gözünü aldı ve keskin bir acı başına saplandı. Kaçınmak için bir adım geriye çekildiğinde varlığı Aghon tarafından fark edilmişti. “Tuhaf.” diye mırıldanan Kiana’nın arzusundan önce fark edilmesi ile açıklığa doğru ilerlemekten başka seçeneği kalmamıştı. Kendisini karşılayan Aghon’un başıyla verdiği selama karşılık verme zahmetine girmeden yanından geçti.

“Toplanın!” Aghon’un boğuk ve kalın sesi çayırda yankılandı. Adamları liderlerinin komutları ile hızlıca toparlanmaya başladılar.

Kiana etrafından dolanmak yerine cesetleri inceleyerek aralarından yürümeyi tercih etmişti.  Çayırda yatan on beş Zedanalı artık evlerine, kadınlarına ya da çocuklarına dönemeyecekti. Birinin önünde durdu; adamın kara saçlı kara bıyıklı yüzünün yarısı kendi kanıyla kızıla boyanmıştı. Solgun eli adamın alnına düşmüş saçları geriye taramak için uzandığı an Cadı ayak bileğine yapışan bir el hissetti. Ölü olması gereken adamın gözleri dehşetle açılmıştı. Aghon’un yanında hareketlendiğini fark eden Kiana elinin bir hareketi ile adamı durdurdu ve yaralının kulağına eğildi. “Şişşş!” diye fısıldadı. “Korkma!” sakince söylenmiş sözler adamı yatıştırırken kadın elbisesinin kolundan eline kayan küçük bir bıçağı Zadenalının boynuna yavaşça sapladı. Bileğindeki el gevşedi, ışığı sönen siyah gözler kapanamadan kadının başının üzerindeki bir noktaya sabitlendi. Kiana, Aghon’u şaşırtan bir şefkatle gözlerini kapattı. Ayağa kalkıp bileğini kurtardığında bıçak ortaya çıktığı hızla gözden kaybolmuştu.
 
Atların arasındaki siyah beygiri sabırsızca toprağı toynakları ile dövüyordu. Onların yanına yürürken hayvanların burunlarından havaya karışan nefesleri ve vücutlarından buharlarla çıktıkça Kiana’nın gözünde hava daha da soğuyordu.

Orist, oldukça iri yarı bir savaşçı, Aghon’un işareti ile kadının atına binmesine yardımcı olmak için eğildi. Eyerine yerleşen Kiana diğerlerinin atlarına binmesini beklemeden yola koyuldu. Savaş alanının gerisine kurulan kampa gidip ısınmak için sabırsızlanıyordu.

Sayfa: 1 ... 4 5 [6]