Güzel yorumlarınız için teşekkür ederim milenya ve grikunduz.

imla hatası olmaması için yazdıktan sonra bir kaç kere kontrol ediyorum, sonra yaparım diye bırakmamaya çalışıyorum ama elbette gözümden kaçanlar da çok değil. Evet, Şamanik unsurlar ileri ki kısımlarda olacak. Salt batı tarzı bir cadı kavramı olmamasına çalıştım, doğudan da bir şeyler katmaya çalıştım, umarım başarabilirim. Bir bölüm daha gönderiyorum umarım beğenirsiniz

***
Tepelerin ardındaki geniş vadiye kurulan çadırların aralarına yakılan ateşler akşamın alacakaranlığında Sedar ordusunun büyüklüğünü gözler önüne seriyordu. Kiana, atını doludizgin sürerken etrafında dolanan hırçın rüzgârlar, giysilerini üzerinden çıkarmak için sabırsızlanan bir sevgili gibi buzdan parmaklarıyla pelerininden içeri sızıyorlardı. Çadırının sıcaklığına kavuşabilmesi için biraz daha sabretmesi gerektiğini biliyordu. Sabır övündüğü özelliklerinden biri olmamasına rağmen son zamanlarda katlanması gerekenleri düşündükçe biraz sonra yüzleşeceği General Beldon bunların arasında eğlenceli bile sayılabilirdi.
Yılın ilk karı bu seneden daha nazlı çıkmış ve güneş batmadan çok önce yağmayı bırakmıştı. Sanki insanların doyumsuzca akıttıkları kanla sulanan toprağı ve o toprağın üzerinde yatan cansız bedenleri örtmeyi utançla reddetmişti. Atları, eriyen karın geride bıraktığı çamuru hunharca döverken Cadı ve korumaları Sedarlıların kampına neşesizce girdiler. Yollarının üzerinden telaşla çekilen askerler, Zedanalılara karşı kazandıkları zaferlerini onlara gümüş bir tepside sunan Cadı’nın önünde ne bir tezahürat gösterebildiler ne de sevinçlerini açık edebildiler.
Kamptaki en büyük çadırın önünde atlarından indiklerinde Kiana, kulağına ulaşan cılız sızlanmaları arkasında bırakıp atının yularını seyislerden birisine fırlattı. 'Aciz korkaklar!' Zihninde yankılanan kelimelerin seyrinin yüzüne ulaşmasına izin vermeden, zorunluluklarından bir an önce kurtulup yalnız kalmak için generalin çadırına girdi. Onu takip eden Aghon’un varlığına ise gölgesi kadar ehemmiyet vermiyordu.
“Gördüğüm kadarıyla sağ salim dönmüşsünüz.” dedi General Bendol. Çadırının tek kapısı olan desenli kalın kumaşın aralanması ile başını parşömenlerin arasından kaldırmıştı. Savaş zırhını çıkarmaya vakit bulamayan adamın gelişi güzel sildiği belli olan yüzünde, ellerinde ve giysilerinde savaşın kirli izleri seçiliyordu. Otuzlarında olmasına rağmen tepesi seyrelmiş saçları ve zayıf yüzü ile olduğundan daha yaşlı ve mülayim görünüyordu fakat Kiana, generalin yumuşak görüntüsünün aldatıcı olduğunu çoktan öğrenmişti.
“Şüpheniz mi vardı, General?” dedi Kiana. Herhangi bir davet beklemeden çadırın ortasındaki masanın yanından dolandı ve yanan odunların kızarttığı metalin ayrı bir ışık kaynağı gibi durduğu sobanın yakınlarındaki bir sandalyeye kendisini bıraktı.
General Beldon, Aghon’un selamını başıyla kabul ederken Kiana ile konuşmasına rağmen askerine bakarak cevap verdi. “Elbette yoktu, Kral Mickal sizi en iyi askerlerine emanet etti.”
“Gereksiz bir işgüzarlık.” dedi Kiana sesindeki küçümseyici tonu saklamaya gerek görmeyerek. Islak pelerinini omuzlarından düşürüp sandalyenin arkasına atan kadın Aghon’u meydan okuyarak süzdü.
“Üzerine titrendiği için mutlu olmayan bir kadın, aklın alıyor mu Aghon?” dedi Bendol ilgisini tekrar önündeki kağıda bir şeyler yazmaya verirken.
Aghon girişin yakınında, General'e saygısından hazır olda beklerken bir eli kılıcının kabzasını sıkıca kavramıştı. Adamın yüzündeki sakin ifade, kadının bakışları ile kesiştiğinde “Söz konusu kadınlar olduğunda, karşımdaki çok güçlü bir cadı olmasa dahi, kesin konuşamıyorum, Efendim.” dedi o kalın sesi ile.
Kiana, adamın kahverengi gözlerindeki nefretle birlikte yanan gizli ışığı yakalarken "Anlamadığınız şeylere o kalın kafanızı yormayın derim." dedi alayla. Eldivenlerinden kurtardığı ellerini sobaya doğru uzatırken bakışlarını uzun parmaklarına dikti. Ne adamın cevabı ile ilgileniyordu ne de General'in huzurunda bir askerini aşağılamaktan çekiniyordu.
General Bendol'dan gelen belli belirsiz öksürük sesi ile Aghon, kılıcının kabzasını sıkan parmaklarını gevşetti.
"Kral Mickal'a iletmemi istediğiniz bir şey var mı?" dedi Beldon başını yana eğerken bakışlarını kadına yöneltti. Gümüş hokkanın başında bekleyen diviti Kiana’nın cevabı için sabırsızlanıyordu.
"En derin sevgilerimi iletin." dedi Kiana, kendisini izleyen Generale.
"Elbette." diyen General ince dudaklarında belirsiz bir gülümseme ile önüne döndü. "Kralımızın da aynı muhabbet ile size karşılık vereceğinden eminim."
Çok kısa bir an kâğıdın üzerinde gezinen divitin sesinden başka bir şey duyulmadı. Kiana rahatsızca kıpırdanırken generalin arkasındaki mumun titrek ışığına dikti karanlık bakışlarını. Alevler çok kısa bir an parlayıp yükselirken sessizce içini çekti. Ne yaptığını fark ettiğinde General'i hızla kontrol etti, adam hala sevgili Kral'ına kazandığı savaşın detaylarını yazmakla meşguldü. Bakışları az yukarıya kaydığında Aghon'un çatılmış kaşlarının altında merakla parlayan gözleri ile karşılaştı.
O esnada katladığı kağıdın üzerine döktüğü erimiş mum damlalarını izleyen General "Bir kaç gün içinde ordu Uyvar Kalesine ilerleyecek. Çok fazla bir direnişle karşılaşacağımızı sanmıyorum ama yine de bize eşlik etmenizi umuyorum." dedi.
General'in sözlerinin bir rica olmadığının farkında olan Kiana, "Uyvar'da çok kalmaya niyetim yok General. En kısa sürede Laracal'e dönmeyi planlıyorum." dedi.
"Uyvar Kalesi'nde daha rahat edersiniz." diye ısrar eden General, mühürlediği parşömeni Aghon'a uzatırken "Moreno'yla gönder." diye emretti ve rahatça sandalyesine yaslandı.
Aghon başıyla selamlayarak çadırdan çıktığında General ile başbaşa kalan Kiana öfkeyle dudaklarını sıkıyordu. İşini bitirmiş olan General nihayet ilgisini kadına çevirmişti fakat şimdi de Kiana'nın adamla çene çalmaya gönlü yoktu.
"Kralına söyle bütün kışı bu rezil topraklarda at sırtında geçirmeyeceğim. Siz güneyde ne halt ederseniz edin fakat peşinizde bir çoban köpeği gibi dolanmaya hiç niyetim yok General." dedi Kiana dişlerinin arasından.
"İstesem de Kralıma söylediklerinizi iletemem, gördünüz ulağı az önce gönderdim." dedi General Cadı'nın çıkışından etkilenmeyerek.
"Tekrar gönderin." Sözlerine ayağa kalkarak nokta koyan Kiana, sobanın ısısı ile nerdeyse kuruyan pelerinini omuzlarına gelişigüzel attı ve çadırdan ayrılırken ardında General'i kıpkırmızı bir yüzle bıraktı.
***
Önüne konumlanmış iki muhafızın arasından çadırına hışımla girdiğinde dilinin ucuna kadar gelen fakat yutmak zorunda kaldığı sözler midesinden boğazına doğru acı bir tat bırakıyordu. Eldiven ve pelerinini, üst üste atılmış kürkler ve yastıklardan yapılma alçak bir sedire fırlatırken kendisine hizmet eden kızın yokluğunu fark etti. Köşedeki yanmayan sobanın görüntüsü odayı olduğundan daha soğuk hissettiriyordu. "Yan!" diye soludu cansız metalin yanından geçerken.
Parça parça kürklerle kalınlaştırılmış çadırın bezden duvarları arasındaki geniş alanı ikiye ayıran perdeyi aralayıp arka bölüme geçti fakat orada da yer yatağından ve giysi sandığından başka bir şey bulamadı. "Daria!" diye öfkeyle seslendiğinde sözleri bezden duvarların ötesine geçmeyecek kadar alçaktı. Bir kaç dakika sonra ön bölümden gelen gürültü ile Kiana hışımla döndü.
Daria, Cadı gelmeden önce yakması gereken sobanın gürül gürül yandığını görünce kucakladığı odunları korkuyla düşürmüştü. Uzun boylu kadının perdenin ardından çıkması ile ağzında bir şeyler gevelemeye başladı. "Özür dilerim. Özür dilerim, döndüğünüzü fark edemedim."
Kiana bir şey söylemeden önce kızın dağılmış saçlarını ve gelişigüzel iliklenmiş elbisesinin düğmelerini süzdü. Yere diktiği bakışlarının altında kirpiklerinin gölgelediği yanağının bir bölümü berelenmişti. "Bendol'ün sefil askerlerinin fahişeliğini yapmak için burada değilsin, Daria. Onun için başka bir çadır var zaten." dedi sesini yükseltmeye gerek duymadan.
İması bile kızı titretmeye yetmiş, kıpkırmızı kesilen Daira'nın dudakları itiraz etmek için aralanmıştı. Elinin bir hareketiyle kızı susturan Kiana "Laracal'e döndüğümüzde kendine yeni bir yer bul, yoksa ben senin için bulurum." dedi.
Ölülerini gömen, esirlerini ise tepelerindeki bezden başka bir şeye sahip olmayan çadırdan bozma alanlara mahkûm eden Sedarlılar, tekrar yağmaya başlayan kara aldırmadan ateşlerin etrafına toplanarak zaferlerini kutluyorlardı. Çalgıcıların savaş ezgilerine karışan vatan özlemi yüklü türküleri eşliğinde çok içmişler, çok gülmüşler az da olsa dövüşmüşlerdi.
Ağlamaktan başka bir iş tutamayan kızı gözünün önünden gönderdiğinden beri geçen iki saati çadırının yalnızlığında geçiren Kiana’nın sarhoş nidalarını işitmek için keskin duyularına ihtiyacı yoktu. Yarı uzandığı sedirden doğrulduğunda uykunun bu gece için gözlerinden çok uzaklarda konakladığını kabul etmek zorunda kalmıştı. Gece kadar kara kalın elbisesini, kara ormanın kara kurtlarının kürkünden dikilmiş kara pelerini ile örttü. Kumaştan kapının önünde dikilerek dışarıyı dinledi.
Aghon’un tüm itirazlarına rağmen çadırının önünde tuttuğu iki muhafızın nefes alış verişleri soğuk havada kesik kesikti. “Cadı uyudu galiba. Yarım saattir içeriden hiç bir ses gelmiyor.“ diye fısıldadı biri. Çadır bezinin ardında, Cadı’nın ince dudaklarından gözlerine ulaşmayan bir gülümseme ile onları dinlediğinin farkında değildi.
“Cadı’nın uyuyup uyumaması ne değiştirir? Nasıl olsa şafağa kadar buradan ayrılamayız.”dedi diğeri. Bu nöbetten herhangi bir kaçışın olmadığını kabullenmenin rahatlığı sesine sinmişti.
“Bu gece buradan ayrılsak bile bizi kimse fark etmez.” dedi ilk konuşan muhafız.
“Aghon’u o kadar hafife alma derim.” diye uyardı ikincisi.
Kiana bezin içinden, ilk konuşan muhafızın kulağına doğru fısıldadı. “Aghon görmez bile.” Muhafız, Cadı’nın sözlerini monoton bir sesle arkadaşına tekrarladı.
Kaşları çatılan diğeri tam ağzını açıp azarlayacakken dudaklarından “Haklısın, o da çoktan bir yerlerde sızmıştır.” diye arkadaşını destekleyen sözler döküldü.
Kapısından uzaklaşan çamurlu adımların seslerini dinleyen Kiana, başlığını örttü ve kara pelerinine “Gizle beni.” diye buyurdu. Şenliğin arasından bir gölge gibi geçerken atını almaya gerek duymamıştı zira kamptan çok uzaklaşmaya niyeti yoktu. İnsanlardan uzaklaşıp ağaçların arasında yavaşça yürümeye başladığında görünmezliğini üzerinden sıyırdı. Ufak bir açıklığa geldiğinde ağaçlardan fırsat bulamayan kar taneleri, burada ay ışığından daha fazla aydınlık bırakarak yere düşüyordu.
Dalların çatısı altından birkaç adımla ileri çıkan Kiana eldivenli elini gökyüzüne açarak avucuna konan kar tanelerini incelerken “Yine ne var Ingrum?” dedi sanki görünmeyen biri ile konuşur gibi. Ardından bakışlarını kaldırarak “Beni neden çağırdın?” diye sordu bıkkınlıkla.
Ağaçların arasından açığa çıkan bir karaltı buğulu sesiyle “Seni de görmek güzel, Kiana.” dedi. Kat kat kumaşlara sarınmış Cadı’nın aksine ince giyinmiş olan kadının koyu renk tuniği, erkek gibi giydiği siyah pantolonun üzerinden dizlerine ulaşan çizmeleri ile buluşuyordu. Başının üstünde dağınık bir şekilde topladığı simsiyah saçları açıktaydı, ne bir pelerine ne de eldivene ihtiyaç duymuştu. Abanoz teninde bir çift fener gibi parlayan ela gözleri ise sahip olduğu tek açık renkti. “Görüşmeyeli uzun zaman oldu.” dedi yabancı sitemkâr bir şekilde.
Ellerini iki yanına birleştiren Kiana, kendisine yaklaşan Ingrum’un her hareketini dikkatle izliyordu. “Altı ay benim için yeterince uzun değildi.” dedi memnuniyetsizlikle. Uzun boyuyla Kiana artık bir adım ötesinde duran siyahî kadına yukarıdan bakıyordu.
“Hala Mickal’ın yanındasın.” diyen Ingrum, Kiana’yı yargılayan bir tavır içerisindeydi. “Eskiden tanıdığım kadın, o sefil mahlûka bu kadar uzun bir süre katlanamazdı.”
“Her şeyin bir zamanı var Ingrum.” dedi Kiana umursamayarak. “Çıkarlarımla örtüştüğü sürece onun beni kullanmasına izin veriyorum sadece.”
“Senin çıkarların mı yoksa Britriel’in doyumsuz arzuları mı?” diye sordu siyahî kadın.
“Ecemin arzuları benim de arzumdur Ingrum, senin de inkâr etmek yerine boyun eğmen gerektiği gibi.” Kiana sesini yükselmeden kadının yüzüne doğru fısıldadı.
Kendisine sunulan öneriyi dudaklarını alayla büzerek karşılayan Ingrum “Kieran nerede, yanında mı?” diye sordu. Aniden konuyu değiştirirken iri ela gözlerini genişçe açmış ve sözlerini hazin bir hale sokmuştu.
Kiana bir an konuşmak yerine karanlıkta siyahî kadının yüzünün gölgelerinde gizlenen duyguları yakalamaya çalıştı. “Kieran’ı neden merak ediyorsun?” diye sorarken kaşlarını çatmıştı.
“Kardeşinin uzun zamandır Meridan’da olmadığını duydum. Belki seninle birliktedir diye düşünmüştüm.”
“Benimle değil ve nerede olduğu da seni ilgilendirmez. Sakın ona bulaşayım deme Ingrum. O senin işine yaramaz.” diye tehdit etti Kiana, önündeki kısa boylu kadına yukarıdan bakmaya devam ederek.
“Benim istediğim sensin Kiana, Kieran değil. Eğer sen yanımda olursan daha güçlü olurum ve istersen kardeşini de yanında getirebilirsin elbette.” diye dürüstçe Ingrum düşüncelerini açık etti.
“İstediğini alamayacaksın.”
“Britriel’in hırslarının peşinde koşmaya devam mı edecek? Sırf o istedi diye şu sefil insanların arasında yaşayıp onların tüm pis işlerini mi yapacaksın?” dedi Ingrum dişlerini sıkarak. Öfkesi ilk defa yüzüne yansıyor, adeta kar taneleri siyahi kadının tenine değmeden havada eriyordu.
“Onların değil Ecemin emirlerini yerine getiriyorum.” diyen Kiana daha fazla konuşmak istemediğini göstererek arkasını döndü. “Seni tekrar görmemek dileği ile Ingrum.”
“Kieran’ın yerini söylersen belki o beni dinlemek ister. Senin kadar güçlü olmasa da daima senden daha ılımlı bir cadı olmuştu.” diye seslenen Ingrum, beklenti ile gülümsedi.
Fırtına gibi, siyahî kadına dönen Kiana, hızla eldivenlerini çıkardı ve yumruk haline getirdiği elini açtığında avucunda beliren üç siyah taş alevler içinde kaldı. “Sana… Kieran’ı bu işe karıştırmamanı söylemiştim!” diye ormanı çınlatarak haykırdı. Ingrum’a doğru savurduğu taşlar kadının aynı hızla önünde beliren ateşten kalkanın önünde yön değiştirerek rüzgârda savrulan yapraklar gibi ağaçların arasına dağıldığında karanlığın içinden çığlıklar yükseldi.
Yanan taşlar, etrafında dolandığı ince bir bedeni kementle çekilir gibi ağaçların arasından açıklığa sürüklediklerinde Kiana, bu süre içinde kılını bile kıpırdatmayan Ingrum’a öfkeyle süzüyordu. Sıktığı yumruğu ile hala çığlıklar atan kızın etrafındaki görünmez ipler daralırken Kiana, Ingrum’un sol yanındaki harekete başını çevirdi.
Siyahî kadın bakışlarını Kiana’dan ayırmadan arkasına doğru seslendi. “Yerinde kal Derik.” dedi telaşsız bir sesle. Uzun boylu adam yarım kalan adımını geri çekerken elinin etrafını saran elektrik kıvılcımlarını temkinli bir şekilde taze tutuyordu.
Kiana, eziyet ettiği kızın acısına parmaklarını gevşeterek son verdi ve yeniden elinde beliren taşlarını kavradı. “Seni bir daha uyarmayacağım.” dedi Ingrum’a. Çığlıkları inlemelere dönüşen ve şimdi yerde iki büklüm kıvranan kızı süzdü, ardından kendisine nefretle bakan Derik’in üzerinde küçümseyen bakışlarını gezdirdi. Hiçbir şey söylemeden geldiği yoldan ağaçların arasında kayboldu.
“İyi misin Rina?” Ingrum ağaçların arasındaki boşluktan bakışlarını yerdeki kıza çevirirken dudaklarında keyifli bir gülümseme peyda oldu.
“Britriel’in kaltağı!” diye mırıldanan kız çözülüp yerde sırt üstü uzandı ve inleyerek gözlerini kapadı. Bakır rengi saçları otların arasına karışırken üzerine düşen kar taneleri ile soğuduğunu hissetti.
Yanına gelen Derik’e ve Severina’ya başıyla işaret eden Ingrum, “Ben alacağımı aldım.” diyerek Kiana’nın ters yönünde ağaçlara daldı.
Hızla ayaklanan Severina, kendisini toparlayıp Derik’in ardından koştururken “Ne oldu ben ne kaçırdım?” diyerek sızlandı.
“Kieran’ın taşları.” dedi Ingrum soruyu soran kız yerine Derik’e dönerek. “Kiana'da, ablasında.”
“Kieran’ı öldürdü mü dersin?” Derik, artık yanında yürüyen Severina’nın omuzlarına kollarını dolayarak kızı kendisine doğru çekti.
“Kimin umurunda?” diyen Ingrum, diğer yandan bakır saçlı kızın saçlarını karıştırarak keyifle güldü.