Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Berweuli

Sayfa: [1] 2 3 ... 6
1
Tartışma Platformu / Ynt: Wattpad
« : 04 Ocak 2018, 10:27:49 »
Hem kayıprıhtıma hem de wattpade hikayelerimi gönderen birisiyim. O platformda yazılanlara fazla vakit ayıramasam da gözüme çarpan beğendiğim bir kaç kullanıcı ve kitabının isimlerini buradan verebilirim. Takdir sizin :)
@TamKalgar - Sır Muhafızı
@Lythari - Cevher
@Zencefilos - Kar Köpükleri ve Kartela (Kendisi bir kaç aydır rıhtımın öykü seçkisine öykülerini göndermektedir.)

2
Tartışma Platformu / Ynt: Wattpad
« : 26 Aralık 2017, 10:31:41 »
İki yıldır wattpad içerisinde yazılarımı paylaşıyorum. Bu süre içerisinde belli bir kitleye sahip oldum ancak bu wattpad üzerinden yayınevlerine ulaşıp kitap olarak bastırabileceğim sayıya ulaşmadı. Zaten amacım da bu değildi. Yazdıklarımı oradan çekebilirdim ama yapmadım. Oranın bana bir yararı olmadığının farkındayım ama meydanı onlara bırakmamak da inat ettim :D  Bir kaç kişiyi kazandığımı düşünüyorum.
Ha şu var belli kalıplarda yazmadığınız sürece de wattpadde okuyucu bulmanız çok zor. Ne kadar iyi bir dil kullandığınız ya da Türkçe'yi ne kadar katlettiğiniz hiç önemli değil. Ya da fantastik veya aksiyon yazın yeter ki kahramanlarınız güzel kızlar kaslı erkekler olsun ve bol aşk, her türlü okunursunuz.

3
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 02 Ağustos 2017, 10:49:24 »
***

Arabaların yavaşlamasını fırsat bilen Mgeri, kendisini yukarı çekerek çingenelerin şifacısı Opampe’nin arabasına yerleştiğinde ufak bir çığlık arabanın sarsılmasına sebep olmuştu. Minta, önce şaşırsa da sonradan ziyaretçilerinin kim olduğunu anlayınca sevimli bir şekilde gülümserken kızın tepkisi ile yaslandığı yastıklardan başını kaldıran Uli, karşısında Mgeri'yi görünce kendini eski yerine bıraktı.

“Tüm gün at sırtında gezmekten yoruldum. Sevgili bayanlar, şurada azıcık nefeslenip kitabımı okumama izniniz olursa beni dünyanın en mutlu adamı edersiniz.” Mgeri bir saray adamına yakışır bir eda ile başını Minta’ya eğdi.

Küçük kızın kıkırdamasının artması Opampe’yi gülümsetirken ninesinin yanında oturan Oguz, omzunun üzerinden attığı yarım bakışı tamamlayarak tüm bedeni ile oturduğu sırada arabanın içine doğru döndü. “Tabii tabii geç otur, lütfen.”

“Saçın uzun diye fark edemedim delikanlı.” diyen Mgeri, durumun ciddiyetini geç de olsa idrak ederek hafifçe doğruldu.

Oguz’un bakışları Mgeri’nin omuzlarından aşağıda kalan her daim ensesinden topladığı uzun kahverengi saçlarında alayla dolaşırken dudağının bir ucu yukarı doğru kıvrılmıştı. “Sorun değil. Kız güzeli olduğumu söylerler.” dedi, oğlan alayla.Aynı anda Uli ve Opampe’den gülme ile öksürme arasında tuhaf sesler çıktığında da hiç bozuntuya vermedi.

Mgeri, ciddiyetle gülümserken “Çingenelerin arasında siyah bir kuğu gibi parladığına şüphem yok.” dedi kibar bir şekilde. Oguz'un aksine, at sırtındaki ağır yolculuğa rağmen genç adamın kıyafetleri,her daim temizliklerine dikkat eden çingenelerinkinden bile daha özenliydi; krem rengi gömleğinin üzerindeki toprak rengi yeleği siyah pantolonunun paçalarını içine soktuğu bakımlı çizmesi ile arabanın arkasından sarkıttığı bacaklarını üst üstte atmıştı. Yolculuğa çıktıklarından beri bıraktığı sakalının yüzündeki gölgesine rağmen hala yakışıklı görünen adam da aynı kendini beğenmiş ifade ile oğlana göz kırptı.

“Siz de kızıl arkadaşlarınız arasında aynı özel yere sahip olmalısınız.” Oguz, Opampe’nin yandan gönderdiği keskin bakışlara aldırmadan Mgeri’ye anlamlı bir şekilde gülümsedi.

Mgeri “Arte koyu saçları ile ibreyi benden yana kaydırsa da ben de fena sayılmam.” dedikten sonra, arabanın tentesini tutan geniş direğe sırtını rahatça dayadı. Genç adamın koltuğunun altına sıkıştırdığı kitabını özenle açması, Mgeri'nin arabadaki herkese sessizlik için bir uyarsıydı sanki. Oguz önüne dönerken Uli, genç adamı rahat bırakması için Minta’yı yanına çekti.

Yol bir süredir açık arazilerin arasından kıvrıla kıvrıla kuzey doğuya doğru gidiyordu. Bir önceki günün aksine güneş çayırlardaki otları ve çalılıkları kızdırırken kimi ferah kimi ağır, çeşitli kokuları da havaya salıyordu. Güneşin batıya meyletmesine rağmen arabanın tentesinin gölgesinde kalan Uli, geçen yaz çöl üzerinden kaçışlarını hatırlamadan edemedi. Sıcaklar arttığında ki önleri yazdı, yine aynı zayıflığa düşer miydi, bunu düşünmek bile istemiyordu. Mgeri, saatlerdir sanki dünyanın geri kalanını sayfaların ardından bırakmak ister gibi yüzüne kadar çektiği kitabın ardına gömülmüştü. Oguz Opampe’den aldığı yularları belirli aralıklarla atların sırtında şaklatırken tepelerinde dolanan bir karasineğin vızıltısında uyku ile uyanıklık arasında gözleri kapanan Uli, bir ara at sırtındaki Kızıl’ın, ardından Barva’nın, en son da Dadali’nin yanlarından geçtiğine yemin edebilirdi. Belki de çok sık görmediği rüyalarından bir parçaydılar.

“Ne okuyorsun?” diye soran Minta’nın yanından kalktığını Uli, hayal meyal fark etti.

“Biraz ondan biraz bundan.” dedi Mgeri, başını kitabından ayırmadan.

Minta cevabından emin genç adama uzanırken “Bakabilir miyim?” diye, hevesle sordu.

“Elbette.” Mgeri, kitabı küçük kıza verirken yaşlı şifacının ilgiyle kendilerine baktığını fark etti.

Minta, Mgeri’nin kaldığı sayfada parmaklarının izini sürerken kesik kesik sözleri Uli’nin kulağına ulaştı. Kızın kekelemeleri arasından “Kim… kimse… nin…” ve “bir a…gaç.” Hecelerini yakaladı.

“Okumayı bilmiyor musun?” Mgeri’nin sorusu kızın elindeki kitabın titremesine sebep olmuştu.

“Çok az. Annem kazadan önce öğretiyordu ama şimdi pek fırsatımız olmuyor.”

“İstersen sana öğretebilirim.” Mgeri kitabı kızın elinden aldı. “Ama önce sana biraz okuyayım ki ne kadar iyi bir okuyucu olduğumu ispat edeyim.”

Minta “Harika!” diye sevincini belli ederken yaslandığı Uli’nin karnına iyice yerleşmek için kıpırdandı.

Mgeri önce kurumuş boğazını öksürerek temizledi, sonra kaşlarından birini kaldırarak yüzüne haşin bir ifade getirdi ve okumaya başladı:

“Kimsenin uğramadığı, bir ağacın bile tutunamadığı bu ıssız yerde çok ama çok zengin bir adamın yaşadığı söylenirdi. Ne yazık ki kalbi de yaşadığı bu tepe kadar soğuktu. Yine de evinin bir odasına istiflediği altınların sıcaklığının söylentisi birçok kişinin iştahını kabartmaya yetiyordu. Gel gör ki bu kocakarı masalının ateşinin düştüğü yüreklerine söz geçiremeyen meteliksiz iki hırsız, kuzeydeki bu tepeyi aylar sonra bulmuşlar.

O gece ‘bekçim’ dediği rüzgârının sessizliğine uyanan ev sahibi, perdesini araladığında bahçesindeki rüzgârgülünün ilk defa kıpırdamadığını görmüş. Dört mevsim hiç esmekten vazgeçmeyen esintiyi uysallaştıran her ne ise yüreğine endişe düşmüş bir kere. Hazinesinin yerinde olmadığından şüphe etmese de bir defa daha görmeden uyuyamayacağını bildiğinden boynundaki altın zincire asılı anahtarı telaşla çıkarmış. Kapıyı aralamış ve ne görsün… altınları hala yerli yerindeymiş. Gülümseyerek tekrar uykusuna döneceği sırada, kendileri için kilidi açmasını bekleyen hırsızlar adamı odaya itip kapıyı üzerine kapamışlar.

Hazineyle birlikte ev sahibini odaya kilitlediklerinden emin bir şekilde adamın yemeğinden yiyip, şarabından işmişler ve yatağında uyumuşlar. Sabah olduğunda, rüzgâr ara verdiği görevine kaldığı yerden tüm şiddeti ile devam ediyormuş fakat odayı açtıklarında ne adamı bulabilmişler, ne de göz ucuyla gece gördükleri altınlardan bir dirhem… Adam koca bir oda dolusu altınla birlikte, kilitli odadan buhar olup uçmuş…”



Uli, adamın sesi yükselip alçalırken uykusu dağılmış ve kendisini Mgeri’yi dinlerken bulmuştu.

Okumanın bittiğini göstermek için kitabı kapatan genç adam, kitabı tekrar küçük kızın kucağına bıraktı. "Geri kalanını da sana bırakıyorum." Minta hevesle kaldığı yeri bulmaya çalışırken Mgeri “Yarın bu saatlerde Mekotoni sınırından girmiş oluruz.” dedi Opampe’ye.

Yaşlı kadın “Yollar daha düzgündür, umarım.” dedi, medeniyete yaklaşmış olmayı umarak.

“Oraya varmamız takriben bir hafta sürer ama Kadim Köprü’ye kadar yollar bundan daha iyi olmayacaktır.” diye açıkladı Mgeri.

“Peki, siz ne zaman ayrılacaksınız?” diye sordu Uli dayanamayarak. Civane'den ayrıldıklarından beri Moita'nın arkadaşlarıyla birlikte veda edecekleri anı merak edip durmuştu fakat şimdi Mgeri Mekotoni’ye girmekten ve birlikte yolculuk etmekten bahsediyordu.

“Neden ayrılalım ki?” Mgeri şaşkınlıkla bir Uli’ye bir Opampe’ye baktı.

Sanki bu her şeyi açıklıyormuş gibi “Krallıkta aranıyorsunuz.” dedi Uli.

“Bu sakalları boşuna uzatmıyorum.” Mgeri hala orada olup olmadıklarından emin olmak için çenesini yoklarken gülümsedi.

“Neden?” diye Uli ısrar etti.

“Elbette tanınmamak için.”

“Neden böyle bir riski göze alıyorsunuz?” Uli adamın anlamamazlıktan gelmesinden dolayı sesinin sert çıkmasına engel olamamıştı. “Orada Diyar’daki herhangi bir yerden daha fazla tehlikedesiniz.” Uli onlar için hissettiği endişesini dile getirirken arabanın Mgeri’den arta kalan açıklığında gözleri Kızıl birilerini aradı.

“Tam da dediğin gibi. Bizi en son arayacakları yer dizlerinin dibi.”

“Bizi kullanacaksınız yani.” Oguz sevimsiz bir ifade ile adamı süzüyordu.

“Ben olsam öyle demezdim.” Opampe, torunun sözlerini açıklamak ihtiyacı ile lafa girmişti. “Krallığın başkenti yerine Mekotoni’ye gitmek bize hiçbir şey kaybettirmez. Nerdeyse o kızıl şehirde gösteri yapmayalı altı sene oldu. Eminim, bizi özlemişlerdir.”

“Bir de bir sirkte bizi aramak kimsenin aklına gelmez.” diye ekledi Mgeri sırıtarak. "Bu elbette ki Moita'nın fikri.

Arabaya düşen sessizlik arasında Minta'nın yarım yamalak mırıldanmaları duyuldu bir süre.

Sonunda ilginç fikirlerini söylemekten geri duramayan Oguz, “Seni anne tarafımdan ikinci kuzenim olarak tanıtırız. Uli birinci kuzen, kusura bakmazsın artık.” diyerek tüm ihtişamlı huzuru bozdu.

Mgeri, sadece oğlanı başıyla selamladı.

“Ama… Diğerleri aramızda kabak gibi belli olacaktır.” Oguz kabak benzetmesi ile kızıl kafalarının uyumuna gülümsedi. “Zamanında Pulera’ya da önermiştim ama pek beğenilmemişti.”

Uli oğlanın ne önereceğini anlamasına rağmen Mgeri’nin yüzünde o dehşeti oluşturma şerefini Oguz’a bıraktı.

“Kahverengiyi sarıya boyamak zor mudur?” Oguz, masumca Opampe’ye gülümsedi.

Opampe “Zor ama imkânsız değil.” derken Mgeri’ye kuşku ile baktı.

“Barva’nın kısa saçları kolay da Dadali’nin uzun saçlarını sarıya dönüştürmek için ne kadar kök lazım?” Oguz ince hesapların peşinde ninesine sırıtırken baldırına yediği bir darbe ile kahkahasını koyuverdi.

Uli “İşin gücün dalga geçmek Oguz.” diye azarladı oğlanı.

“Lütfen iyi fikir aslında.” Mgeri Barva’yı sarışın hayal ederken Oguz’unkine denk bir kahkaha attı. “Güzel öneriler için teşekkürler gençler.” dedi arabadan inmeye hazırlanırken. Sonra Opampe’yi fark ederek ekledi. “Daima genç kalacaklar. Kitap sen de kalsın Minta, yarın alırım."

Mgeri, arabanın yanında kaybolurken Oguz arkaya, kızlara döndü tekrar. “O Kızıl Moita’yı sararmış görmek için sabırsızlanıyorum.” diye arzusunu keyifle dillendirdi.

Minta, içini çekerken mırıldandı. “Büyünce onunla evleneceğim.”

“Kiminle? Moita ile mi?” Oguz, şaşkınlıkla atları unutarak kafasını arkaya çevirdi.

“Hayır aptal. Mgeri ile.” Minta, kitabını oğlana doğru kaldırarak gösterdi.

Oguz, önüne dönmeden öfkeyle söylendi. “Ölümü çiğnemen lazım.”

“Yaaa! Opa?” Minta isyanla tek ayağını arabanın zeminine geçirdi.

“Ben çiğnerim kızım sen merak etme.” diyen Opampe tartışamaya son noktayı koydu.

Normalde kahkahalarla izleyeceği bu minik münakaşayı fark edemeyen Uli, Moita'nın tam bir deli olduğunu düşünürken onlar için endişelenmeden yapamıyordu. Kızıl'ın Krallığa ihanetten arandığını öğrendiğinde Durwa'ya söylediği sözler aklında dolanıp duruyordu. 'Zaten ölü bir adamı mı iyileştirdim ben şimdi?'




4
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 06 Temmuz 2017, 10:16:19 »
Nor Keyna, cadıların Kraliçe’sinin sarayının balo salonu, o gece dans eden çiftlerin zarif adımları yerine geniş masalara kurulmuş gösterişli bir ziyafetin ağırlığı altında eziliyordu. Kadınlar şık ve göz alıcı gece elbiseleri içerisinde, olduklarından daha kırılgan görünüyor, erkekleri ise kâh askeri takımları kâh kadınları kıskandıracak şatafattaki kıyafetleriyle birer beyefendi gibi görenlere medeni bir manzara sunuyorlardı. Aslında onların Kraliçe Britriel’in yüksek cadıları oldukları düşünüldüğünde göründükleri kadar nahif olmadıklarını kuzeyin her ferdi bilirdi.

Salonun yüksek kubbeli tavanının şaşaası ile tam bir tezat oluşturan sadelikteki camlarından içeriye sızan şafağın kızıl ışıkları iki gündür olduğu gibi bu akşamda salonu loş bir aydınlığa boyuyordu. Güneşin tüm yuvarlaklığı ile kuzey toprakları üzerine doğması için, güneyin iki gününe daha ihtiyacı vardı. Bu yüzden Kraliçe Biritriel, şafağı kutlamak için iki akşamdır Nor Keyna’nın balo salonunda cadılarına bir ziyafet sunuyor ve onlarla bir araya geliyordu.

Müzisyenler yumuşak nağmelerle gösterişli yemeklerin lezzetini arttırırken salonun uzak ucundaki çift kanatlı cam kapılar telaşla açıldı. Kraliçe’nin bir platform üzerinde yükseltilmiş masasının önüne kadar gelip, dizinin üzerine çöken Cilia, kalkması için verilecek komutu sabırla bekledi.

Ani sessizliğin ortasında, çalınan ezginin nağmeleri sebepsiz bir gerilim yaratıyordu. Kraliçe, fedaisini fark etmesine rağmen sağ tarafında oturan danışmanına eğilmiş altın başını konuşmasının sonu gelene kadar dişi cadıya çevirmedi. Sonunda tüm salon gibi bakışları Cilia’nın diz çökmüş ince uzun bedenine ve kuzeyin toprakları kadar soğuk ve katı yüzüne çevrildi.

“Ne var Cilia? Şöleni böldüğüne göre önemli bir şey olmalı.”

Cilia doğrulduğunda pelerininin çamura bulanmış eteklerini ve aynı şekilde lekeli çizmelerini gözler önüne serdi. Kendisini ilgiyle izleyenleri göz ucuyla görüyor olsa da üzerindeki bakışlara aldırmaksızın Kraliçe’nin masasının kurulu olduğu yüksek platforma çıkabilmek için merdivenleri hızlı adımlarla aştı. Fedaisi, Biritriel’in kulağına eğildiğinde rüzgârın ruhuna sahip olsalar dahi herhangi bir erkek cadı onları dinlemeye cüret etmedi.

Kiana, Kraliçenin masasının sol ucunda Reinferd’in laubali bakışları altında önündeki tabaktaki tatlıyı karıştırmakla meşguldü. Bütün akşam boyunca aklı salondan çok uzakta olduğundan yanındaki adamın ilgisi her zaman olduğu gibi bu akşam onu rahatsız etmiyordu.

Kraliçe Biritriel, hışımla ayağa kalktı. Cilia bir adım geri çekilirken müzik susmuş ve Kraliçe’nin masası haricinde salonun her yerinde dolanan bakışlar Ecelerine çevrilmişti.

“Gelin!” dedi Kraliçe.

Merdivenlerden inip salondan çıkan Ecelerini adım adım takip eden cadıların manalı ve meraklı bakışlarının aksine dilleri suskundu.

Altın tahtın önünde iki gruba ayrılan cadılar, Kraliçe’nin oturmasını bekledi. Cilia en arkadan gelerek onları, peşinde iki cadı muhafızın kıskacından kurtulmak için kıvranan bir tutsakla takip ediyordu. Tahta yakın merdivenlerin dibinde Reinferd’in kulağına fısıldadığı sözleri geçiştirmeye çalışan Kiana, bir anda tüm bakışların kendisine döndüğünü hissetti. Önce Kraliçe’nin dik dik gerisindeki bir noktayı süzdüğünü gördü. Ardından dönerek Ecesinin nereye baktığını anlamaya çalıştı.

Sonunda, muhafızların arasında artık hareketsiz kalan çilli gencin yalvaran bakışları ile karşılaştı.

Kiana “Kieran!” diye fısıldadı. Bir adım önce çıkarken sakin kalmak için kendisini zorladı fakat kardeşinin yapmış olabilecekleri nedeniyle göğsünün üzerine çöreklenen yılan kalbini sıkıştırıyordu.

“Kraliçem.” dedi Kiana bir nefeste. Tahtın hizasına gelerek mavi gece elbisesinin izin verdiği ölçüde Ecesinin önünde tek dizinin üzerine çöktü. Bir elini gri mermere dayarken saygısını göstermek ve merhamet dilemek için başını mümkün olduğunca eğdi.

“Evet, Cilia, seni dinliyorum.” dedi Kraliçe Biritriel sabırsızlanarak. Biraz sonra duyacaklarını tahmin ediyor olmanın öfkesi, gözde cadısının kendisine seslenişini göz ardı etmesine sebep olmuştu.

“Iranero’ya girmeye çalışırken yakaladık Kraliçem.” Cilia sözlerine başladığında salonda duyulan hayret nidalarına korku dolu soluklar eşlik etmiş ve Kieran’a çevrilen bakışlarda onun akıbeti için hissettikleri acımalar yüzeye çıkmıştı.

Kiana duyduğu suç isnadı ile başını kaldırmadan “Kraliçem.” diye fısıldadı korkuyla.

Kraliçe’nin tahtın kolçaklarına yapışan elleri öfkeyle sıkıldı. “Doğru mu bu?”

Cilia, muhafızlara Kieran’ın ağzını kapatan örtüyü açmasını işaret etti.

Yalan söylerse Kraliçe’nin bunu anlaması için etkili yöntemleri olduğunu bilen Kieran çenesini gururla kaldırırken “Iranero’ya girmemizin neden yasak olduğunu söylediğinizde, ancak o zaman itiraf ederim.” dedi dişlerinin arasından.

Salon genç cadının akılsız cüreti yüzünden Kraliçe’nin uyanmış öfkesinin daha da yükselmesinden korkarak adeta nefesini tuttu.

Kiana, sakin kalabilmek için gözlerini kapatıp derin bir soluk aldı. “O ne dediğini bilmiyor Kraliçem. Birilerinin etkisi altında, lütfen tecrübesizliği ve aptallığı yüzünden yaptıkları ile onu yargılamayın.”


Kraliçe gözde cadısına bakmadan tahtından kalktı ve üzerinde durduğu platformda birkaç keskin adım attı. “Aptal ya da değil Phemedes’de hatta kuzeyde, her çocuk Iranero’ya girmemesi gerektiğini bilerek doğar, sevgili Kiana. Eğer bu yaşa kadar öğrenemediyse ben öğretmesini bilirim.” Kolunu ileri uzatan kadın dişlerinin arasından “Hem de kendi ellerimle.” dedi.

Muhafızlar ellerinden koparılan Kieran’ın yolundan hızla çekildiler. Genç cadı doğrudan Kraliçe’nin ellerine çağrılırken Kiana panikle doğruldu.  Şölende Kraliçe’nin yanında oturan ve tüm akşam boyunca Biritriel’in ilgisinin çoğuna sahip olan kumral adamın eli kardeşi için kaygılanan cadının kolunu yakaladı.

Kieran’ı boynundan kavrayıp ayaklarını yerden kolayca kesen Kraliçe, “Şimdi söyle bakayım seni Iranero’ya girmen için kim gönderdi?”

Kraliçe’nin adeta bir pençe gibi boynunu sıkan elinden kurtulmak için çırpınan Kieran, değil konuşmak bir nefeslik hava için ölüyordu.

Kiana onu tutan ellerden kurtulup bir kez daha diz çöktü. “Lütfen Kraliçem, onu affedin.” diye yalvardı. “Her şeyi yaparım. Onun yerine de yaparım. Ecem lütfen…”

Kraliçe, aniden Kieran’ın boğazını bıraktı ve bir adım geriye çekilerek Kiana’ya hoşnutsuzlukla baktı. “Senin zayıf noktan çocuğum, kalbin. Ne meçkeyler katılaştırabildi onu ne de kardeşinin aptallıkları.” diye mırıldandı. Ardından onları can kulağı ile dinleyen, Kieran’ın infaz edilme ihtimaliyle bile ağızlarının suyu akan tebaasına döndü. Onlara bu zevki tattırmak başka bir zaman ve başka şartlar altında hoşuna giderdi fakat daha iyi bir fikri vardı.

Kraliçeleri “Herkes çıksın!” diye buyurduğunda tüm salon hayal kırıklığı ile kapılara doğru hareketlendi.

Kiana’nın başından ayrılmaya yeltenen kumral adama “Sen kal Talon.” diye buyurdu. “Kiana, sevgili cadım sen de ayağa kalk, sinirlerimi bozuyorsun.”

Talon itaatkâr bir şekilde geri döndü ve cadıya yaklaşarak kalkmasına yardımcı olmak için elini uzattı. Kiana ise ayağa kalkar kalkmaz adamın elinden kurtulup öksürerek boğazını açmaya çalışan kardeşinin yanına koşmuştu.



Ilık sular tüm bedenini örtüp onu havadan yoksun bıraktığında küvetin yanlarından tutup kurtulmak için çırpındı fakat başıyla karnına bastıran güçlü eller, onun bu girdaptan çıkmasını engelliyordu. Ciğerlerine çektiği suyun acısını, o esnada sol göğsüne bağlanan görünmez ipin diğer yandan çekilmesi bastırdı.

Kiana, suyun dalgalı yüzeyinden Talon’un tepkisiz yüzünü seçebiliyordu. Adam boğulduğunu görmüyor muydu? Onu kurtarması gerekiyordu, küvetin ahşap zemini sırtını acıtana kadar onu dibe bastırması değil.

Talon’un yumuşak kahverengi bakışları aniden kırmızıya döndüğünde Kiana, can havliyle kurtulmak için çırpındı. Adamın birer pençeye dönüşen elleri karnını yardığında onu boğan sular kızıla dönerken çığlığı tüm kuzeyi çınlattı.

Panikle gözlerini açtığında Aghon’un onu kapattığı buzdan kamaradaydı artık. Dişleri takırdıyor, keskin soğuk sudan çıkmış ıslak kıyafetlerini buza çeviriyordu. Buraya nasıl geldiğini anlamaya çalışırken göğsüne sokulan çocuğun da onun gibi titrediğini hissetti.

“Üşüyorum.” dedi kardeşinin cılız sesi.

Başını eğen Kiana, Kieran’ın on yaşındaki hali ile yüz yüze geldi. Morarmaya başlayan ufacık dudakları ve solgun yanaklarında birer leke gibi duran çilleri ile ona yalvaran kardeşine hızla sarıldı. O esna da kamaranın kapısının önünde bir hayvana ait olduğu anlaşılan tehditkâr bir feryat ile Kiana, korkuyla bağırdı.

“Yardım edin! Lütfen yardım edin!”


***

Omuzlarından tutulup sarsıldığında hala birilerinin onları kurtarması için yalvarıyordu. Üşüyordu ve birazdan kapıyı kırıp girecek olan canavarların varlığı korkuyla titremesine neden oluyordu.

“Geçti, sadece kâbustu.”

Onu teselli eden sözlerle birlikte kolları arasına alan sıcak bedenin varlığı ile yavaş yavaş ısınmaya başlasa da hala uyku ile uyanıklık arasında bir yerlerdeydi. Sesinin ve kokusunun tanıdığı birisi gelip onu kurtarmıştı fakat kardeşi için artık çok geçti.

Kiana günlerdir ilk defa duygularına engel olmadan ağladığının farkında değildi. Kieran ile aralarındaki kan bağının koparıldığını ve kardeşinin öldüğünü öğrendiği zamandan beri etrafında dönüp duran dünyaya cansız oyuncak bir bebek gibi bakmıştı. Gözlerinin önündeki perdenin yırtılıp gözyaşlarının serbest kalması için bir kâbus yeterli olmuştu.

“Geçti artık, ben yanındayım.” diye mırıldandı Aghon, Kiana’yı hafifçe sallarken.

Kiana o boğuk sesi bir daha duyduğunda sahibini kavramak da gecikmedi. Onu kucaklayan göğsü hızla itti. Doğrulup geriye çekilirken yatağının başucundaki ahşap oymalı başlığa sırtını dayadı. Sicim gibi inen gözyaşlarının arasında mum ışığı ile aydınlananın kendi odası olduğunu gördü ve yatağının yanında diz çökmüş Aghon’un allak bullak olmuş yüzü ile karşılaştı.

Tekrar hıçkırmaya başlayan Kiana’ya uzanan Aghon’u durduran kadının sözleri oldu.

“Sakın bana dokunma.”

Aghon çaresizlikle yatağın kenarına çöktü. “Biliyorum ne söylesem anlamsız ama Kieran…”

Kiana “Onun adını ağzına alma.” dedi hıçkırıkları arasında.

“Bilseydim, eğer bana söylemiş olsaydın kardeşinin ölmesine izin vermezdim.” Aghon kadını yatıştırabilmek için sakin bir şekilde tane tane konuşuyordu.

“Şuanda onu bana getirebilir misin?” diye hıçkırdı Kiana. Aghon’un, yüzündeki kederi görmesine daha fazla dayanamayan Kiana başını kendisine doğru çektiği dizlerine gömdü ve kırık dökük bir sesle fısıldadı. “Yapamayacağını biliyordum.”

Aghon, Kiana’ya yaklaşıp omzuna dokundu.

Kiana irkilerek geri çekildi. Nefret ve öfkeyle dudaklarını sımsıkı kapamadan önce “Onu geri getirmediğin sürece seni görmek istemiyorum!” diye bağırdı. “Anlıyor musun? Senin yüzünü görmek istemiyorum!”

5
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 26 Mayıs 2017, 16:26:15 »
Daire şeklindeki geniş oda, dört katlı taştan kulenin en üst katındaydı. İç duvarları ahşapla kaplı,  süssüz ve örtüsüzdü. Bahar aylarının, ne yapacağı belli olmayan genç bir kız gibi ayarsız havası ateş yakılmasını zorunlu kılıyordu fakat şöminedeki közler artık küllerin altında yok olmak üzereydi. Saatler önce harlanmış ateş iri çam dallarını büyük bir iştahla yutarken sessiz odayı dolduran çıtırtılarla geriye hoş bir koku bırakmıştı fakat şimdi varlığı unutulmak üzereydi.

Batan güneşin kubbeli pencereden içeri sızan kızıl renkleri ortamı aydınlatmaya yeterli değildi. Oda birkaç dakika sonra tamamen alacakaranlığa gömülecek olmasına rağmen bir mum yakmaya niyetli kimse de yoktu.

Tek kişilik alçak yatak boştu fakat göle bakan pencerenin önüne çekilmiş, yastıklarla destekli ahşap sandalyede oturan kadın, uzun bir süredir saçının teli dahi kıpırdamadan neredeyse eşyalarla bütünleşmiş bir şekilde oturuyordu. Siyah kıvırcık saçları omuzlarına düşmüş, yün şalının üzerine dağılmıştı. Fersiz gözleri bir noktaya kilitlenmiş boşluklarla doluydu.

Odanın dışından gelen sarsak adımlar ahşap merdivenleri gıcırdatarak çıkmaya başladığında güneş ağaçların ardında artık kaybolmuştu. Sarmal merdivenlerin bitimindeki giriş kısmı kısa bir an aydınlandı ve Marag’ın genç ve güzel yüzünün yansıması bir görünüp hızlıca kayboldu. Yaşlı kamın ağır adımları tutsak cadının odasına girerken tereddütsüz ve korkusuzdu.

Marag eşyaların bir gölge gibi belirsiz ve olduklarından daha büyük göründükleri odanın ortasında durup hoşnutsuzlukla odayı süzdü. “Beni şaşırtmanı ummuştum ama yanılmışım. Daria bütün gün o sandalyede oturduğunu söylerken abartıyor sanmıştım.”

Marag, cevap olarak ilgisiz koca bir sessizlik ile karşılanmayı elbette bekliyordu. Bu yüzden şömine demiri ile sönmeye yüz tutmuş korları karıştırdı, ardından yanına istiflenmiş birkaç odunu yeniden canlanan alevlere attı. “Bu ışık yeterli değil.” diye mırıldandı kendi kendine. Şöminenin üstünde, ahşap duvarın bir parçası gibi görünen rafın üzerinde kalın ve renkli mumlar diziliydi. Yaşlı kam şöminede tutuşturduğu ince dal parçası ile teker teker mumları yakarken hoşnutlukla iç geçirdi.

“Karanlıktan hoşlanmıyorum, oldum olası da hoşlanmadım.” 

O esnada kapı yavaşça açıldı ve Daria ona yol veren kamın yanından geçerek taşıdığı tepsi dolusu tabak çanak ile içeri girdi. Genç kızın bakışları hala sırtı onlara dönük Kiana’yı buldu. Onu bıraktığı gibi hala o sandalyede oturuyordu. Kederle içini çekti.

“Tepsiyi yatağa bırak kızım.” Marag, Daria’yı şefkatle izlerken kızın, cadı ile birlikte Genç Orman’da geçirdikleri bu bir hafta boyunca hanımıyla birlikte yas tuttuğunu ve zayıfladığını açıkça görebiliyordu. Gözlerinin altındaki gölgeler ve çökük yanakları ile tam bir yorgunluk tezahürüydü. “Git biraz dinlen Daria, hanımınla bir süre ben ilgileneceğim.”

Daria, Kiana’dan bir itiraz beklerken kısa bir an kapının önünde kararsızlıkla dikildi fakat tıklattığında açılan kapıdan çıkarken hanımı kadar dilsiz görünüyordu.

Yaşlı kam başka bir sandalyeyi diğer pencereye yaklaştırıp oturdu. Kıyafetleri temiz, özenli fakat sadeydi; uzun sarı elbisenin üzerine el örgüsü bir şal almış, gri beyaz saçlarını tek bir örgü ile başının etrafına dolamıştı. Mavi taşlı küpeleri ise tek süsüydü.

Uzun süren bir sessizliğin ardından “Lafı dolandırmayacağım, Kiana.” dedi Marag bakışlarını ağaçların ortasında, karanlık koca bir delik gibi kalan, gölden çekmeden. Açıklığın kenarındaki tek katlı ahşap yapıların ışıkları birer birer yanmaya başlamış ve suların etrafını ateş böcekleri gibi çevrelemişti. “Aghon benden seninle ilgilenmemi rica etti.”

Hızlı bir baş hareketini işiten Marag, genç kadına bakmamakta ısrarlı bir şekilde konuşmaya devam etti. “Zamana ihtiyacın olduğunu söylemem pek fayda etmedi.” İçini çeken Marag, başka kelime etmeden uzun bir süre oturdu.

Ziyaretinin kâfi geldiğine hükmederek yerinden kalkıp kapıya doğru ilerlerken “Burada tutsak değilsin, kızım. İstediğin zaman gidebilirsin.” Yatağın yanındaki tepsiye hızlıca bir göz attı. “Sadece söylemen yeterli.”

***
“Daria metanetli bir kız.” Marag çivit mavisi gözlerini öğlen güneşinin altında parlayan durgun sularda gezdirdi. Bu kez yanında işleme gergefini de getirmiş olan yaşlı kam iğnesini kumaşa saplarken gölün kenarında iki kadınla konuşan genç kızı gülümseyerek izledi. “Arkadaş bulmakta zorlanmıyor, hiçbir zaman yalnız kalmayacağına eminim.” Buruşuk dudaklar memnuniyetle kapandı.

Marag, Kiana’yı ziyaret etmeye başlayalı beş gün geçmişti. Yaşlı kamın tahmin ettiği gibi kederli kadın ne ayrılmayı talep etmiş ne de odasını terk ederek dört duvardan dışarı çıkmıştı. Sadece Daria’nın yakınlığını ve şefkatini kabul ederken Marag’ın ilgisine karşı kayıtsız kalmıştı.

“Onun üstesinden geldiği zorlukları bilemezsiniz.” Kiana, bakışlarını gölün kenarında şimdi Orist ile dikilen kıza çevirdi.

“Bunu gözlerinde görmek zor değil.” Marag içini çekerek tekrar eline aldığı iğne ve kasnağı ileriye doğru tutarak pencerenin aydınlığından faydalandı. İşlediği desenlerin güzelliğinden emin bir şekilde gülümserken kumaşa saplanan iğne darbelerinin sesine çekilen ipliğinki karışıyordu.

“Şaşırmadınız.” diye belirtti Kiana.

“Konuşabildiğinden emindim.”

Marag, bakışlarını desenlerden genç kadına çevirdi.

Solgunluğuna ilaveten somurtkanlığını dikkate almadığında Kiana, düne göre daha canlı görünüyordu.

“Nasıl?” Kiana, o anda en önemli şey oymuş gibi kendini işlemesine vermiş olan yaşlı kadını süzdü.

“Çünkü kan bağını kopardığımız esnada sesini kullanmanı engelleyen büyüyü ben kaldırdım.” dedi Marag, genç kadına kısa bir bakış atarak.

“Ama neden?”

“Büyük bir kayıp yaşadın ve yasını tutabilmen için bağırman çağırman hatta seslice ağlaman gerekebilirdi.” Marag, elleri hızlıca işlerken konuşmaya devam etti. “Ama sen hiçbirini yapmadın. Günlerce o sandalyede oturdun.”

Kiana, tekrar bakışlarını kaçırırken “Bu konuda konuşmak istemiyorum.” dedi kederle. Yaşlı kadının merhameti, günlerdir onu terk eden gözyaşlarının saklandıkları yerlerden çıkmak için zorluyordu.

“Elbette.” dedi Marag ve odada sadece kumaşı delen iğne ipliğin sesleri duyuldu.

Açık pencereden içeri giren bahar esintisi, çiçek kokularını kulenin penceresine kadar getiriyordu. Hatta günlük işlerini yapan kamların aşina olmadığı sesleri ile birlikte Daria’nın kırık dökük cümleleri de Kiana’nın duymazlıktan gelemeyeceği kadar netti. Kardeşi ölmüştü, bu fikri sakince düşünmekte zorlansa da rüzgârın ruhunun varlığı onu terk etmemişti. Bu da işini daha da zorlaştırıyor ve her an bağın öbür ucunda Kieran’ın acısını bulacakmış gibi hissettiriyordu.



“Kiana, giderse onunla gideceğim.” Daria’nın kararlı sesi Orist’in itirazlarına karıştı.

“Onun yanında tehlikedesin.”

“Bana ihtiyacı var.” diye itiraz etti genç kız.

“Soydaşları seni aralarına almayacaklardır.” dedi Orist sıkıntıyla. “Eğer Kiana’yı yeniden kabul ederlerse tabii.”

“Ne demek istiyorsun?” Daira korkuyla adamın kolunu kavradı.

“Cadıların ona karşı hiçte anlayışlı olmayacağını söylüyorum. Onlar için Kiana artık bir hain.”

Daria kollarını korkuyla titreyen gövdesine sararken “Umurum da değil.” dedi.

Orist, reddedilmenin hışmıyla kızı gölbaşında bırakıp ayrılırken öfkeyle Cadı’nın tutsak edildiği kuleye hızlı bir bakış attı. Geniş yüzünde birer leke gibi kalan gözleri iyice kısılmıştı.

“Orist…” Kiana adamı umursamadan Daria’yı endişe ile izledi. Avucuna doldurduğu taşları göle fırlatan kızın hayal kırıklığı yaşadığı belliydi. “Orist bir kam değil.”

“Evet, değil.” Marag, sorarcasına Kiana’ya baktı.

“Nasıl sizinle yaşayabiliyor?”

Cadıların arasında bir insanın varlığı Orist’in az önce Daria’ya da dediği gibi ezilecek bir böcek hissi oluştururdu. Phemedes’e bir insanın girmesi yasaktı fakat Mickal gibi onları kullanmak istediklerinde insanlarla iletişime geçmekten sakınmazlardı.

“O muhiplerden.” dedi Marag. Kiana’nın hiçbir fikri olmadığını anlayınca “Yani, kam değil ama bizim sırlarımızı bilen ve onları saklayan dostlarımızdan birisi.” Kiana’nın bakışlarını takip etti ve genç kızı izlediğini gördü. “Tıpkı Daria gibi.”

“Ayrıldığımda sizinle kalmasına izin verir misiniz?” Kiana, gözlerinin dolduğunu hissediyordu. “Emin ellerde olduğunu bilmek içimi rahatlatacak.”

Marag kirpiklerinin arasından cadıyı süzerken “Onu burada tutmak zor olacak.” dedi. “Fakat istediği kadar kalabilir.”

Yine aralarına giren uzun bir sesliğin ardından “Sen de kalabilirsin Kiana.” diyen Marag, işlemesini kucağına bıraktı. “Gitmekte acele etme.”

“Sadece birkaç gün daha.” Kiana, şalına sarılırken üşüdüğünü hissetti. “Sonra beni bir daha görmeyeceksiniz.” Uyku tekrar gözkapaklarına kapanmaları için baskı yaparken genç kadın karşı koyamadı.


6
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 26 Mayıs 2017, 16:23:17 »
Eski Borçlar

Çingenelerin Reisi, büyük çadırda kendisine doğru gelen adamı izlerken gülümsedi. Onunla tanıştığı zamandan beri çok değişmemişti. Kabilesindekiler gibi uzun boylu olmasına rağmen adamlarından daha iri gövdesi, kendinden emin yürüyüşü ve elbette kızıl uzun saçlarıyla, kesmemek de inat ettiği kızıl sakalları Civane’de bir yabancı olduğunu hemen ele veriyordu.

Yedi yıl önce gösterilerini tamamlayıp Civane'ye dönüş yolunda önlerini kesen, etraflarını saran ve tüm gösterilerinin kazancına el koymak isteyen eşkıyaların arasına Barva ve bir bölük adamı ile dalan Moita’nın, oğlu Vasili ile sırt sırta dövüşmesini hatırladı. Çok sık olmasa da daha önce karşılaştıklarından daha kalabalık bir grup olmasalardı, rahatlıkla baş edebilecekleri soyguncuların karşısında bir yanı dağ tepe olan yolda, arabalar ile ne geriye kaçma ne de ilerleme şansları yokken diğer yanlarındaki ağaçlık arazide şansları hiç yoktu. Ta ki bu kızıl adam ve askerleri dışarıdan eşkıyaların arasına dalana kadar.

Aldığı haber ile yanına çağırdığı Moita'yı, hızlı bir selamlamanın ardından çadırın daha tenha bir noktasına yönlendiren Livan "Rahatınız yerinde mi?" diye sordu, ev sahibi olmanın verdiği endişe ile.

Birkaç gün sonra gösterilerini yapacakları şehre gitmek için yola çıkacak olan çingeneler, yolculuk için toparlanmalarının telaşesinde bile talimlerine devam ederlerken hokkabazlar, cambazlar ve hayvan terbiyecileri grup grup büyük çadırın içine yayılmışlardı.

 Moita, gözüne ilişen Uli'nin kafeslerle çevrili platformda iki kaplanın karşısındaki duruşuna bakarken "Uzun zamandır evimizde hissetmemiştik. Arkadaşlarım adına müteşekkirim."  dedi düz bir sesle. İlgisini tekrar Livan'a çevirdiğinde yüzü gibi sesi de daha canlıydı. "Gelenin gitmeyeceğinden korkmuyor musunuz?" diye sordu Reis'e alayla.

"Kalanlardan gayet memnunuz." diyen Livan başıyla şimdi kollarını göğsünde kavuşturmuş olan Acar'ın karşısında, az önce sarışın adamın sergilediği gibi, bir gösterinin olmazsa olmazı olan abartılı bir selamın kıvrak el hareketlerini yapmaya çalışan ama bir türlü beceremeyen Uli'yi işaret etti. "Böyle değerli bir misafiri çingenelere kaptırmayacak kadar akıllı olduğunu zannederdim. Yaşlandıkça ahmaklaşıyorsun dostum."

Moita, Uli'nin başarısız selamı karşısında ufak tefek kızın arkasına geçerek esmer başını, koca eli ile dizlerine kadar eğmeye zorlayan Acar'a kaşlarını çattı. Livan'ın Uli hakkında ima ettiği sadece kaplanlarla arasının iyi olması mıydı? Her ne kadar çölü geçerken Barva'nın bir sözü ile keşfettiği, Durwa ile birlikte kendisinden sakladıkları birçok bilinmeyen gibi ok yarasının normal zamanından çok önce nasıl iyileştiğini Uli’ye hiç bir zaman sorma şansı olmamıştı. İki haftadır Civane'de olmalarına rağmen şenlik gecesinin ardından sanki birbirlerini görmeye tahammülleri olmayan kavga etmiş çocuklar gibi birbirlerinden uzak duruyorlardı.

"Söz verdiğim gibi onu sağ salim hapishaneden çıkardım ve size bırakarak onun için en iyisini yaptım. Önümdeki manzara da bunu kanıtlıyor." dedi Moita, kızı işaret ederek. Sonradan aklına gelen ne ise alt dudağının altındaki sakalını çekiştirirken hınzırca gülümsedi. "Aslında haklısın galiba, kesinlikle Uli'yi size bedelsiz bırakarak aptallık ediyorum."

Livan'ın kaşları beklentiyle yükselirken "Düşündüğüm şey ise, az önce seni kesinlikle küçümsemişim."  dedi.

"Barva'yı da damat olarak alırsanız ödeşmiş oluruz." diyerek sırıtan Moita, Acar ve Uli'ye sırtını döndü.

Livan kahkahaları arasında başını itirazla sallayarak "Başıma bela sarma dostum."  Dedi boğuk bir sesle.  Gülmesi sona erdiğinde tekrar eski ciddiyetine döndü. "Ne konuştunuz, ne karar verdiniz bilmiyorum. Eğer Pulera bizimle kalmak isterse her zaman memnuniyetle karşılanacaktır."

Reis'in Uli'ye Pulera diye hitap etmesi ile irkilen Moita, kızın kendi ismi yerine çingenelerin ona verdikleri ismi kullanmayı tercih ettiğini çoktan öğrenmişti öğrenmesine de onu o şekilde çağırmak içinden gelmiyordu.  "Aslında pek bir şey konuşmadık, konuştuğumuz kadarından çıkardığım ise, sizinle kalmak istediği. Gördüğüm kadarıyla da burada gayet mutlu." diyen Moita, sözlerinin aksi olan hoşnutsuzluğunu yüzünden kolayca uzaklaştırdı.

"Kesin ahmaksınız." dedi Livan kendi kazancının neşesi ile. "Böyle bir şifacıyı, böyle bir yeteneği ..."  Bir an durup Moita'nın kuşkuyla kısılmış gözlerini süzdü. "Bilmiyorsunuz değil mi? Siz de kızın ailesi gibi elinizdekinin kıymetini bilmiyorsunuz."

"Bildiğim bir kaç şey var ama uzun süredir ne olduğundan emin değilim." Moita başını inanmazlıkla sağa solla sallarken mırıldandı. "Durwa ve Uli'nin ağızları bu kadar sıkı olmasa sizin bildiklerinizden de şüphe edeceğim."

Livan,  Moita'nın sözleri üzerine "Bilmece gibi konuşuyorsun." dedi şaşkınlıkla.

"Sen mi, ben mi?" dedi Moita, aynı belirsizlikle.

Aylar önce yine bu çadırda Boz'un yere serili hali, Uli'nin bacağı kanlar içindeki Oguz'u kaldırmaya çalışması Livan'ın gözlerinin önüne gelince, birbirine geçmiş iki esmer başı ve yaşadıkları ile irileşmiş gözlerdeki korkuyu tarif etmek istemiyordu ama olanları Moita'dan gizlemek gibi bir niyeti de yoktu. "Pulera kendiliğinden anlatmadı elbette. O zamanlar Dina bile kerpetenle ağzından laf alıyordu."

"Haftalarca..." Kendini düzeltme ihtiyacı duyan Moita, ufak bir kahkaha attı ve ardından "Günlerce aynı hücreyi paylaştık. Konuşmayı ne çok sevdiğini iyi bilirim." dedi alayla.

"Vasili'yi bile zorladığını düşünürsek, senin hiç şansın yokmuş." diyen Livan, kaşları hayretle kalkan adamın her şaşkınlığı ile keyifleniyordu. Kızla Moita arasındaki ilişkiyi tam kavrayamasa da başlarda Uli'nin çingenelerle arasında var olan mesafenin birlikte hapishaneden kaçmalarına rağmen Kızıl ile aralarında hala durduğu belliydi. Acar'ın Boz tarafından yaralanmasından itibaren Uli'nin ve Oguz'un Boz ile imtihanlarını, sonunda sirkte gösteriye çıkmayı kabul etmesine kadar olanları Moita'nın önüne döktü.

Atlamadan fakat abartmadan anlatılanlar Moita'nın yüzünde düşünceli ifadelerin artmasına sebep olurken Reis ile izledikleri Acar ve Uli kaplanları kafeslerine sokmuş, vahşi hayvanları ehlileştirdiklerini söyleyen gösterilerin vazgeçilmezi kamçılarını ellerine almışlardı. Uli'nin kamçıyı, elinde bir yılan tutuyormuş gibi tiksinerek kaldırması üzerine Acar, kızınkinden daha uzun ve kalın kamçısını sarışın başının üzerinde maharetle savurdu. Havayı yaran derinin keskin sesi tüm çadıra anında yayıldı. Uli, adamı taklit etmeye çalışarak kamçılı kolunu tepesinde savurdu fakat cılız bir kaç spiralin ardından deri ölü bir inleyişle her seferinde kızın ince bileğine dolandı.

Onları izleyen Moita, hafifçe gülümserken buldu kendisini. Az önce kendisini dokunarak iyileştirdiğini öğrendiği Uli'nin ellerinin bir kamçıyı beyhude yere tehditkâr bir hızla hareket ettirmesini bekliyorlardı. Acar'ın ikinci örneğinin ardından Uli öfkeyle kamçısını ileri savurdu fakat farkında olmadan elini kendisine doğru çekmesi ile hızını koruyan uzun derinin ucu kızın yüzünü yalayıp kaçtığında Moita istemsizce ikiliye doğru hareket etti. Kızın yanındaki genç adam Uli'nin görülmemesi için sırtını çadıra gererken yumruklarını sıktığını fark ederek gevşetti. Artık kızı korumak onun görevi değildi.

Uli'nin yanağına yayılan kızıl çizgiyi gömleğinin kolu ile silen Acar'ın yakışıklı yüzü endişenin izleri ile gerildi. Fakat saniyeler içinde iyileşen yara hiç var olmamış gibi kapandığında bu hayranlığa dönüşmüştü. Sanki Livan bilinçli olarak onu kızın kafesinin yakınına sürüklemiş gibi tüm çadırdan esirgenen her türlü ifadeyi yakalıyordu.

Moita derin bir soluğu içine hapsederken Livan'ın öksürüğü ile nerede olduğunu hatırladı. Oguz'un şölende Uli ile dans ederken oğlanın yüzünde gördüğü hayranlığın bir benzerini şimdi Acar'da görüyordu. Günlerdir her karşılaştıklarında kendisi de kıza bu şekilde mi bakıyordu, peki ya şimdi? Reis'e dönmeden önce var olup olmadığından emin olamadığı hayranlığı sildiğini umduğu bir kaş çatışı yüzüne yerleştirmişti.

Adamın yüzündeki bilmiş ifadeyi silemeyeceğini bilse de "Hapishanede beni de iyileştirmişti." dedi Moita, sesinin normal çıkması iyiye işaretti. "Fakat bunu fark ettiğimde iş işten çoktan geçmişti. Uli’ye sorma fırsatı bulamamıştım. Aklımı kaçırmadığımı bilmek güzel."

“O yollardan biz de geçtik dostum.” diyen Livan,  gömleğinin içinden çıkardığı mührü kırılmış parşömeni adama uzattı. "Aslında seni bunun için çağırmıştım. Beklediğimiz haber geldi."

Parşömenin kıvrımlarını açan Moita yazılanları okumakla uğraşmadan hızlıca en sondaki imzayı buldu. Çingeneler bu yaz her nerede gösterilerini sunacaklarsa onun yerine bu yaz Mekotoni'ye gitmeleri için Reis'e ricada bulunduğunda, kısa bir istişarenin ardından şehre giriş izni almak için Livan iki adamını göndermişti. Soysuz kuzeninin imzasına bakarken Moita’nın bir çizgi halini alan dudaklarından "Bu yardımınız asla unutulmayacak, Reis." sözcükleri döküldü.

Mekotoni'ye, çingenelerin kafilesinin arasına gizlenerek girmek ve dört yıl önce hain ilan edilerek kaçmak zorunda oldukları kendi şehirlerine fark edilmeden sızmak her ne kadar her birine zor gelecek olsa da artık daha fazla etrafta amaçsızca dolanmanın faydasızlığı ortadaydı. Olaylar Mekotoni'de başlamıştı çözümü yine orada olmalıydı, en azından son birkaç aydır böyle hissediyordu. Yuzini Kralı Aurang'a ültimatom gönderecek kadar gözü kara iseler o da bir tilki misali evine dönmekte hiç bir sakınca görmüyordu. Soysuz Ladre ile yüz yüze geleceği an için sabırsızlanırken parşömeni sıkarak buruşturmaktan çekinerek Reis'e uzattı.

"Sizin ki hiç bir zaman unutulmadı." diyen çingenelerin Reis'i Moita'ın omzuna bir kaç kere vurarak sözlerini pekiştirdi.

Duyduklarından sonra yalnız kalarak düşünme ihtiyacı ile Livan'dan izin isteyip çadırın çıkışına doğru ilerleyen Moita, Uli'ye kaçamak bir bakış atmadan geçemedi. Kızın kamçısını iki eli ile önünde kavramış kendisini izlediğini görünce başıyla küçük bir selamı esirgemedi.

Kıstığı koyu renk gözlerinin üstünde kaşları merakla çatılmış olan Uli de Kızıl'a aynı şekilde karşılık verdi. Çoktan ayrılacaklarını düşündüğü Moita'nın Reis ile ne konuştuğunu tahmin dahi edemese de bildiği, sirkin bir hafta içinde Başkent'e gitmek için yola çıkacağıydı. Belki Kızıl ayrılmak için onların da yola çıkmasını bekliyordu. Aksi takdirde bir hain olarak arandığı Krallığa onlarla birlikte girecek kadar deli olmaları gerekirdi.


***
Son yarım saat içinde tüm olanların sorumluluğundan kendini azat eden yağmur, çingenelerin işini daha da zorlaştırmak için olanca şiddeti ile yağmaya devam ediyordu. Dağ yolu boyunca inci bir gerdanlık gibi dizili çingenelerin arabaları, yollarda geçirdikleri dört gün boyunca sarf ettikleri çabalarının aksine artık hareket etmiyordu.

Arabalarının korunaklı tentelerinden çıkan kadınlar ve gençler ıslanmaya aldırmadan, yolun sağ tarafındaki bayıra doğru meyletmiş, atları alınmış bir arabanın etrafını çeviren erkeklerini merak ve endişe ile izliyorlardı. Gözlerine dolan yağmurun görüşlerini zorlamasına, asıldıkları urganların ellerinden kayıp avuçlarını yaralamasına aldırmadan, organize bir şekilde, safkan iki gösteri atını taşıyan arabayı aşağıya kaymaması için yerinde tutmaya çalışıyorlardı. Dina’nın sarıp sarmaladığı Tena, güzelliğini bozmaya gücü yetmeyen yağmurun altında endişeli bir şekilde diğerlerinin atları kurtarma çabalarını izliyordu.

Arabalarını çeken iki boz atın yularlarına yapışmış olan Uli, Opampe'nin yanında dikilirken erkelerin sarı ve kumral saçlı kafalarının arasında kızıl bir başı seçti, Barva da kuzeninin yakınındaydı. Uli kendi gerginliğini bir nebze de olsa azaltabilmek için arkasında huysuzlanan atın burnunu okşadı. Bir yandan da sanki en ufak detayı kaçırırsa araba atlarla birlikte yuvarlanacakmış gibi erkeklerin çabalarının karşılığında zorlanan bedenlerini ve suratsız yüzlerindeki ciddi ifadelerini izlerken atları kurtarmalarını ümit ediyordu. Yağmura çıkmasına izin verilmeyen Minta, tentenin ön tarafından bir kaplumbağa gibi dakikada bir başını dışarı çıkararak son durumu sorması Opa'sını çileden çıkarmak üzereydi.

Kurtarılmaya çalışılan atlar bağlı oldukları arabanın için de huzursuzca kıpırdandıkça ahşap tekerler milim milim kaymaya başladığında dışarıdaki telaş da arttı. Hayvanları çözmek için bir kişiyi içeriye göndererek arabanın ağırlığına daha fazla yük katmaya cesaret edemedikleri gibi bir çocuğu huzursuz hayvanların toynakları altında ezilme riskine de razı değillerdi.

Vasili’nin verdiği emir ile üç urgan daha arabanın ahşap zeminine ve tekerleklerin bağlantı noktalarına geçirildi, ardından her urgana en az üç adam sahip çıktı. Dengeyi sağlamak için arabanın tavanlarından tutturulan halatlara da yapışan çingenelerin arasından Vasili’nin bir kolu hazır olmaları için yukarı kalktı.

Vasili “Hep birlikte!” diye gürlerken adamlar urganlara kâh sıkıca yapıştılar kâh bileklerine birkaç kez daha doladılar. Genç adamın kolunun inmesi ile adamların ayaklarının altından kayan çamurun ve çakılların direncine karşı, her birinin üzerlerine yapışan ıslak giysilerinin içinde şişen kaslarını ortaya çıkararak, arabanın içindeki atların korkulu kişnemelerine karışan birbirlerini şevke getirmek için attıkları naraların arasında araba santim santim yukarıya çıkıyordu.

Sonunda dört teker de yola sağ salim ayak bastığında herkes rahatlayarak derin bir nefes aldı. Bu arada Oguz, Uli’den atların yularını devralması için Opampe tarafından çoktan çağırılmıştı.

Atlara ve Minta'ya göz kulak olmak için arabanın yanına geldiğinde Oguz, “Şifacılar iş başına.” derken Uli’ye göz kırptı.

Opampe, eline birkaç temiz bandaj ve küçük ahşap bir kutu tutuşturduğunda Uli, urganları çıplak elle çekmekten yaralanan adamların arasında Dina ve Opampe’yi takip ederken buldu kendisini. Yandaki bir çingeneye yönelen Opampe’nin silueti önünden çekildiğinde yol yol derisi açılmış ve kanamaya başlamış bir çift iri el ile burun buruna geldi.
Başını kaldırdığında kaşlarını çatmış bir çift mavi gözün onu kuşkuyla süzdüğünü gördü. Uli, günlerdir itinayla kaçtığı adamı karşısında bulunca yönünü değiştirmesinin çok manidar kaçacağını bildiğinde bandajı ve krem dolu kutuyu Kızıl’ın yüzüne kadar kaldırdı.

“Bakıyorum da hapishanedeki işine burada da devam ediyorsun.” diyen Moita, burnunun dibindeki kızın ellerini yaralı elinin tersi ile yavaşça indirdi.

Kızıl’ın sorduğu soruda hiçbir kötü niyet yoktu belki ama adamın sesindeki bir şeyler Uli’yi rahatsız etmişti. “Krem sürüp ele bandaj sarmakla şifacı olunsaydı, Oguz çoktan şifacıydı.”

Moita’nın dudağı yana doğru kayarken “Eline kırbaç alan herkesin kendisini hayvan terbiyecisi sanması gibi mi?” dedi kıza alayla.

Uzun boylu adama dik dik bakmak için kafasını geriye atan Uli, artık yağmurun yağmadığını fark etti. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırırken “Yağmur dinmiş.” diye mırıldandı.

Moita da farkında olmadan Uli’yi taklit ederek kafasını altında bulundukları dalların ve yaprakların arasından gökyüzüne çevirdi. Bir yandan “Lafı değiştirme.” diye alayla konuşurken bir yandan da ellerini yumruk yaparak göz önünden kaldırdı.

“Değiştirmiyorum.” diye homurdanan Uli, Kızıl'ın yanlarına düşmüş ellerine kaşlarını çatarak baktı. “Benden Tena gibi bir sirk yıldızı olmayacağını elbette biliyorum. Bunu hatırlatmana ihtiyacım da yok.” diye itiraf ederken buldu kendisini.

Kızın asılan yüzü karşısında az önceki sözlerine pişman olan Moita “İkinizin tarzı biraz farklı.” dedi ihtiyatla. Aklından geçen ‘Senin ki ne kadar dehşet verici olsa da daha etkileyici.’ dememek için dudaklarını sımsıkı kapadı. Her geçen gün öğrendiklerinden sonra Uli'ye öfkeli olması gerekiyordu, teselli etmesi değil.

“Gösteriye katılmamı teklif ettiklerinde bir şekilde işe yaramak istedim sadece. Diyar'ın en ünlü hayvan terbiyecisi olmayı değil.” diye açıklayan Uli, hala yumruk halinde olan Kızıl’ın eline uzandı.

Kızın dokunuşundan tiksinirmiş gibi ellerini daha da arkaya kaçıran adam “Gerçekten bir işe yaramak istiyorsan diğerleri ile ilgilenebilirsin. Küçük bir kaç sıyrık var sadece, benimle oyalanmana gerek yok. Bandajları verirsen ben bile hallederim.” dedi aksi bir sesle.

Kızıl’ın yüzüne çevrilen Uli'nin bakışları önce şaşkınlığın izleri ile büyüdü ardından kuşkunun ağırlığı ile kısıldı. Moita hapishanedeyken onu normalden daha hızlı iyileştirdiğini anlayamamıştı fakat Livan ya da diğerleri adama bir şeyler duyurmuş olabilir miydi? Bunu anlamanın bir yolu vardı. Adamın sol eline doğru bandajları uzatırken “Sen bilirsin.” dedi umursamaz bir havada.

Moita kızıllıkları yumruğundan taşan elini kıza uzatırken Uli, adamın üzerine yapışmış gömleğini göğsüne kadar sıyırdı. Neredeyse bir yıl önce iyileştirdiği, sağ koltuk altında olması gereken yara izi yerine karşılaştığı pürüzsüz tenin üzerinde istemsizce ince esmer parmaklarını gezdirdi.

Moita, ne olduğunu anlayamadığı bu ani saldırı karşısında karnını içine çekerken sıcak parmakların teninin üzerinde gezinmesi ile irkilerek geriye bir adım attı. “Ne yaptığını zannediyorsun, Uli?” Adam, kızın ismini söylerken daha fazlasının kaçmaması için dişlerini sıkmıştı.

Yüzünü buruşturan Uli, “Pulera.” dedi. "Benim ismim Pulera."

"Her neyse." dedi Moita geçiştirerek. Uli elini üzerinden çektiği için bir nebze de olsa rahatlamıştı.

Uli, adamın dokunuşundan neden bu kadar rahatsız olduğunu anlayamazken sakinliğini korumaya çalışarak son bir çaba ile Kızıl'ın ağzından tekrar laf almayı denedi. "Ok yarana bakıyordum sadece. Gördüm ki hiç iz kalmamış. Şanslıydın, ilk geldiğinde yaranın halini hatırlıyorum da iltihabı kurutabilmemiz bir mucizeydi." dedi hiçbir şey olmamış gibi sakin bir şekilde.

"Şanslı mı?" Moita, öne bir adım atarak sindirmek istercesine önünde bir dev gibi dikildiği Uli'nin yüzüne doğru eğildi. "Acar ve Oguz gibi şanslı mı?" Sözleri ile kızı şaşırttığı için memnun bir şekilde gülümsedi. "Elinde şu bandajla dolaşıp şifacı rolü oynuyorsun ama aslında bu da kocaman bir yalan. Evet, Livan'dan tüm o iyileştirme öykülerini dinledim. Bana ne zaman söylemeyi düşünüyordun? Ya da şöyle sorayım benden daha neleri saklıyorsun Uli?"

Üzerine bir heyula gibi dikilen adamdan kaçmak yerine Uli, "Sen tam bir nankörsün." dedi tüm kelimelerin üzerine basa basa. Konuşurken bir yandan da dokunuşundan sürekli kaçınan Kızıl'ı daha da sinirlendirmek için adamın göğsünü işaret parmağı ile dürtüyordu. "Durwa ve ben olmasaydık en iyi ihtimalle Rebu seni almaya gelmeden önce o hücrede ölüp gidecektin ya da Rebu seni tıpış tıpış astırmaya götürecekti."

"Oguz ya da Acar gibi etrafından pervane olmadığım için mi nankör oluyorum?" diye gürleyen Moita, çingenelerin ve arkadaşlarının işlerini güçlerini bırakıp onları dinlediğinin farkında değildi.

Uli "Ne?" diye inledi. Duydukları karşısındaki şok ile parmağı adamın göğsünde asılı kalmıştı. "Ne dedin sen?" derken bu kez öfkeyle avuç içini sert bir şekilde az önce parmağının ayrıldığı noktaya vurdu.

"Dokunup durmasana be kızım." diyen Moita, kızın elini yakalamak için başarısız bir hamle yaptı.

Uli, bir adım geri çekilirken "Bir zamanlar evlattık şimdi de kızın mı oldum?" diye sordu alayla.

Mgeri yanlarına gelerek etraflarındaki insanların işleri güçlerini bırakıp onları izlediğine dikkat çekmek için öksürürken ikisi de şaşkınlıkla nerede olduklarını hatırlayarak kendilerini pür dikkat dinleyen yüzlere telaşla baktılar.

Uli, az ilerilerinde Dadali'yi gördü önce; kadın Barva'nın elini sarmayı bırakmış, muhtemelen herkesin içinde kuzenini azarladığı için kaşlarını çatmıştı. Opampe, onlara doğru önündeki çingeneleri azimle aşarak gelirken sanki iyi bir ev sahibi olamayıp misafirin çocuğunu azarlayan Oguz'a bakar gibi ona öfkeyle bakıyordu. Dina, Tena'yı teselli etmeyi bırakmış şaşkınlık ile gülme arasında gidip gelen yüzünün kaslarına hâkim olmaya çalışıyordu. Yanındaki Tena'ya ise sırf kadının güzel yüzündeki alaycı ifadeyi görmemek için bakmak bile istemiyordu.

Mgeri "Siz iyi bir hücre arkadaşı değil miydiniz?" diye sorduğunda, ikisi de hışımla genç adama döndüler.

"O zaman da böyle huysuzdu bu." dedi Moita bir nefeste.

Uli, Opampe gelmeden kendisini arabaya atmak için bandajı ve kremi Mgeri'nin eline tutuşturuverdi. "Bir tavsiye, elleri yerine bence ağzını bandajla." dedi ve ardına bakmadan kendi arabalarına doğru ilerledi. Opampe’den kaçış olmadığını bilse de en azında bütün o azarları Moita’nın önünde yemektense kaçmak en iyisiydi.

Mgeri, gülmesini saklamaya gerek duymadan kızın ardından bakarken "Çok değişmiş değil mi? İyi bir beslenme ile sağlığına kavuşsa bile güzel olmayacağını düşünüyordum o zamanlar ama gayet de hoş bir genç kız olmuş." dedi beğeni dolu bir sesle. O esnada, kumaşların hızla elinden çekilmesi ile genç adam bakışlarını Uli'den koparabildi.

Dadali, Moita'nın bir elini sert bir şekilde kavrarken söyleniyordu. "Tüm çingenelere rezil ettiniz bizi. Ben Barva için endişelenirken sen Moita, hiç kadın görmemiş bıyıksız veletler gibi, kızla didiştiğinin farkında mısın?" Genç kadın, elini kurtarmaya çalışan kuzeninin canının yanmasına aldırmadan hızla doladığı dar kumaşa sıkı bir düğüm attı. Adamın diğer elini aynı şiddetle yakalarken Mgeri'ye döndü bu sefer. "Seni de tebrik etmek lazım."

Mgeri ellerini havaya masumca kaldırırken "Ben ne yaptım şimdi?" diye sızlandı. "Aralarına girmeseydim nerdeyse birbirlerinin gözlerini oyacaklardı."

"Daha ne yapacaksın? Arkadaşına çanak tut ki daha beter olsun." diyen Dadali Moita'nın diğer elini de sıkıca düğümlediğinde koca kızıl adamdan acılı bir inleme duyuldu.

"Neyin çanağı?" diye soran Moita, genç kadına öldürecek gibi bakıyordu.

Dadali yerinden ve sinirinden taviz vermeden Mgeri'ye bakarak "Yok bu kadarını da beklemiyormuş, yok hoş bir genç kız olmuşmuş."  dedi alayla. "Sanki tüm Diyar'da çingenelerden başka kadın kalmadı."

Moita, kuzeni tarafından kendisine ve Mgeri'ye itham edilen suçlamalar karşısında sudan çıkmış balık gibi bir kaç kez ağzını açıp kapattı.

Mgeri, "Ama Uli çingene değil ki." dedi az önceki safça düşüncesini koruyarak.

"Kapa çeneni Mgeri!"

Dadali ve Moita aynı anda aynı sözleri sarf ederken yine uyumlu bir şekilde farklı yönlere dönüp uzaklaştıklarında arkalarından baka kalan Mgeri "Ne dedim ben şimdi?" diye çaresizce arkalarından seslendi. İkisinin de yeterince uzaklaştıklarından emin olsa da hain gülümsemesini saklamak için başını eğip eliyle ağzını örttü. O sırada omzuna dolanan kalın kolun bitimindeki sarılı elin sahibi ile göz göze geldi.

"Bu sefer sevgili ablamı kızdırmak için ne yaptın bakalım?" Barva bir Moita'ya bir Dadali'ye bakarken kaşları endişe ile çatılmıştı.

"Ablanın etrafımızdaki dişi sineğe bile tahammülü yok." dedi Mgeri ağır kolun altından kurtularak.

 İkili kafilenin önlerindeki atlarına doğru yürürken "Sorma günlerdir başımın etini yiyor." diyerek içini çeken Barva’nın iri omuzları üzerindeki yüzü bezginlikle düşmüştü.

Mgeri "Tena’nın abilerine yakalanmadığınız sürece bence sorun yok dostum." diyerek Barva'nın durumunun vahametini vurgularken arkadaşının omzuna desteklemek için bir kaç kez vurdu.

"Bence en kısa zamanda onu evlendirmek lazım." Barva ciddiyetle içini çekerken düşünceli bir şekilde ileriye diktiği gözlerini kısmıştı. "Böylelikle kocasının başının etini yemekten bizimle uğraşacak vakti kalmaz." Bulduğu çözümün dâhice olduğunu düşündüğü koca adamın dişlerini göstererek sırıtmasından kolayca anlaşılıyordu.

"Tam yerindeyiz. Bu kadar yakışıklı, güçlü erkeği başka nerede bulabiliriz ki?" diye alayla söylenen Mgeri, neden kendi sözlerine gülemediğini anlayamadı. "Fakat bunu ona teklif edecek kişi ben değilim, dostum. Çünkü kellemi omuzlarımın üstünde istiyorum."

7
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 18 Mayıs 2017, 16:33:54 »
Uli, küçük el aynasından nasıl olduğuna bakmaya çalışıyordu fakat daracık alanda gördüklerinden hoşnut kalmamıştı. Çingenelerin arasında bulunduğu aylar boyunca Opampe’nin ısrarlarına direnmeyi başararak elbise giymekten kurtulmuştu fakat bu akşam için kapana kısıldığını hissediyordu. Minta’nın onu taklit ettiği konusunda yaşlı şifacının tüm uyarına rağmen yıllardır erkek gibi görünmek için uğraşmanın etkisiyle, pantolondan vaz geçememiş ve bu da Minta’nın cambazlık antrenmanları haricinde de pantolonla gezmeye başlamasına sebep olmuştu. Evde üç erkekle yaşadığından şikâyet eden Opampe, bu gece de pantolon giyerse şölenden sonra onu eve almayacağına dair yemin etmişti.

Dina’nın gönderdiği elbise hiç olmazsa sevdiği mavi renkteydi. Arkada, belinden aşağıya inen kalın kuşağı hoşnutsuzlukla çekiştirdi. Etekleri biraz fazla mı uzundu? Kıyafetin Üst kısmını da içine tıkıştırdığı gömleğe rağmen dolduramamıştı. Boynunun hemen altında bitmesine rağmen göğüs kısmındaki bolluğun düzgün durması için yakasını yukarı doğru çekiştirdi. Kendisini, ablasının elbisesini giymiş gibi hissediyordu. Üstelik alçak topuklu ayakkabıları da ayaklarını acıtıyordu. Sinirle onları ayağından fırlattı. Yatağına hışımla otururken kabarık etekleri etrafında balon gibi şiştiler. Açıkta kalan çırpı bacaklarına dehşetle baktı. Ya takılıp düşerse ve şimdi olduğu gibi bacakları açılıp herkese rezil olursa? Ayak parmaklarını hoşnutsuzlukla oynatırken az önce çıkardığı pantolonunu özlemle süzdü. Sakardı ve elbisenin eteklerine takılıp gece boyunca en azından on kere düşeceğinden emindi. Daha fazla düşünmeden elbisenin altına pantolonunu hızla geçirdi. Deri uzun çizmelerini yatağının altından çıkardı. Uzun geniş etekleri pekâlâ ikisini de saklayabilirdi. Minta hızla odasına girdiğinde son anda etekleri ile çizmelerini örttü.

Masumca Minta’ya döndüğünde küçük kızın da en az kendisi kadar halinden memnun olmadığını anladı. Boyu kısa gelen elbisenin etekleri dizleri ile ayak bilekleri arasında kalırken, manşetleri de el bileklerine ulaşamıyordu. “En son bu elbiseni ne zaman giydin?” diye sordu merakla. Anlaşılan on bir yaşındaki Minta’nın hızla uzadığını kimse hesaba katmamıştı.

“Geçen seneki şölende.” diyen Minta eteklerini iki yandan açarak Uli’yi alayla selamladı.

Küçük kızı neşelendirmek için göğsünün altından elbisesini öne çekerek sırıttı. “Benim de senden bir farkım yok ufaklık.” dedi kendisini de teselli edemediğinin farkında olarak.

Kendi derdinden Uli’nin elbisesini fark etmeyen Minta, kızı ilk defa görüyormuşçasına iri mavi gözlerini şaşkınlıkla açtı. “Bence çok güzel olmuşsun! Tena’nın elbisesi sana çok yakışmış.”

“Bu elbise Tena’nın mı?” Uli, duydukları ile elbiseyi üzerinden çıkarıp atma isteğini zorlukla engelledi. Onu her gördüğünde yaptığı gibi bu gecede elbisesini onun üzerinde görünce kadının alayla gülümsemesini ve küçümseyen bakışlarını gözünün önüne getirebiliyordu. Opampe’nin elbisenin Tena’ya ait olduğundan bahsetmemesi oldukça sinir bozucuydu. Yaşlı şifacı, Tena ile birbirlerinden hoşlanmadıklarını fark etmemiş miydi?

“Dina, bu elbisenin Tena’nın on beş yaşından kalma olduğunu söyledi.” Minta, hiçbir şeyin farkında olmadan anlatmaya devam ediyordu.

“Bunu sana Opampe mi söyledi yoksa Dina mı?”

“Yoo! Konuşurlarken duydum.” Minta masumca gülümsedi.

“Yine kapı dinledin öyle değil mi?”

Minta sırıtırken Uli’nin arkasına geçerek kuşağını kendince düzeltmeye çalıştı. “Sana Tena’dan daha çok yakıştı bence.”

“Tena’yı bu elbiseyle görmüş gibi konuşuyorsun.” Oguz kapının pervazına yaslanmış keyifle önündeki manzarayı seyrediyordu. İkisini böyle şık elbiseler içinde görme şansı bir sonraki senenin şölenine kadar olmayabilirdi. Esmer tenini ve gece kadar kara saçlarını ortaya çıkaran kırmızı gömleği ve siyah pantolonuyla yakışıklı göründüğünün farkındaydı.

Minta, Uli’nin beline tutunarak kızın arkasından Oguz’a dil çıkardı. “Sanki sen gördün de.”

“Elbette gördüm ufaklık. Sen daha ortalarda yokken ben buralardaydım, unuttun mu?”

 Konuşuncaya kadar süren bir yakışıklılık, diye içinden geçiren Uli, “Unuttunuz mu ben hala buradayım. Tartışmayı keser misiniz?” aralarına ümitsizce girmeye çalıştı. Ne kadar kırıcı olabileceklerinin fakında değiller miydi?

“O zaman sen söyle. Pulera’ya mı yoksa Tena’ya mı daha çok yakışmış?” Minta, kızın sözlerine aldırmadan Uli’nin yanına geçerek küçücük ellerini Opampe’yi taklit edercesine kalçasına dayayıp genç adama meydan okudu.

Oguz, karar vermeye çalışarak Uli’yi bir süre ilgiyle süzerken genç kız sıkıntıyla kıpırdandı.

“Üzgünüm Pulera ama elbise sahibine daha çok yakışıyor.”

Uli, bu kadar yeter diye düşünürken Minta’yı kapıya doğru sürükledi. “Şu kapımı tıklatmadan odama dalma alışkanlığınızdan vaz geçin yoksa Acar’a en büyük kilitlerden birisini taktırırım, haberiniz olsun.” Oguz’u da göğsünden itip dışarı çıkardıktan sonra hızla kapısını çarptı.

“Sana yakışmadığını söylemedim ki.”

Oguz’un kapının ardından durumu kurtarmaya çalışan sözlerini duyunca Uli “Size fikrinizi soran olmadı.” diye bağırdı.


***   

Şölenin yapılacağı büyük çadıra doğru yürürlerken Opampe’nin hiçbir şeyi kaçırmayan bakışları altında eteklerini çok fazla kaldıramadığından, Uli grubun arkasında kalmaya çalışıyordu. Çadıra varana kadar pantolonunu saklayabilirse, üstünü değiştirmek için onu eve gönderemezdi. Oguz, arkadaşlarının tüm çağrılarını evin tek erkeği olarak bayanlara refakat etmesi gerektiğini söyleyerek reddetmiş, arsızca sırıtarak babaannesinin koluna girmişti. Önünde yürüyen yaşlı kadının torununun kollarındaki mutluluğunu izlerken Uli keyifle gülümsedi. O esnada eteklerine takılıp sendelediğinde çizmelerini gören Minta’nın çığlığını kızın ağzını eliyle kapatarak durdurdu. Ne olduğunu anlamak için kendilerine bakan ikiliye masumca gülümsediler. Çadıra yaklaştıkça artan kalabalığa karıştıklarında Uli rahat bir nefes aldı.

Büyük çadırı, uzun direklere asılmış rengârenk fenerler aydınlatıyordu. Bir köşeye kurulan, yiyecek ve içeceklerin sunulduğu geniş masalar, şölene yeni gelen kalabalığın büyük bir kısmını etrafına toplamıştı. Bazıları, henüz müzik ve dans başlamadığından dans için ortaya konulmuş tahtadan büyük pisttin etrafına kurulu sıralara oturarak sohbet ediyorlardı. Opampe’nin dediği gibi, çingenelerin güzellikleri ile dillere destan kadınları en güzel kıyafetleri ile salınırken, heybetli ve uzun boylu erkekleri de bu gece için bir o kadar özenle giyinmişlerdi. Bu kadar sarı saçın ve beyaz tenin arasında Oguz ile birlikte sütteki sinek kadar belirginiz, diye düşünen Uli pistin kenarındaki sıralardan birine otururken elbisesine rağmen neşeyle gülümsedi. Burada hiç olmadığı kadar mutluydu ve çingeneler onu aralarında istedikleri sürece ayrılmaya da niyeti yoktu.

Elbisesinin üzerinden pantolonunun cebindeki yüzüğü yokladı, oradaydı ve sahibine verilmeyi bekliyordu. Bu akşam fırsatını bulur bulmaz onu Kızıl’a verecek ve bu sorumluluktan da kurtulacaktı. Bu düşünceyle rahatlayarak diğerlerinin, yakında yeniden yollara düşecek olan sirkin gideceği yerler hakkındaki sohbetlerine dinlemeye koyuldu.



Uli, Oguz ve arkadaşlarının getirdikleri elma şırasını içerken pistte dans edenleri izliyordu. Pistin diğer ucundan kendisine bakan Tena’nın o kalabalık arasında bile onu fark etmesiyle gerildi. Güzel kadının, önce biçimli kaşları şaşkınlıkla havaya kalkmış, ardından dolgun dudakları alayla kıvrılmıştı. Turkuaz, saten elbisesi, genç kadının beyaz omuzlarını ve gerdanının cömert bir bölümünü açıkta bırakırken ince belinin altından genişleyen etekler ekrunun ve turkuazın birbirine karıştığı tüllerle bileklerine iniyordu. Uzun boyunu ortaya çıkaran altın sarısı saçlarını kalçalarının üzerine özgürce salmıştı. Sıkıntıyla içini çeken Uli böyle bir kadının kendisi ile ne alıp veremediğini anlayamıyordu. İstenebilecek her şeye sahipti; etrafında erkeklerden oluşan büyük bir hayran kitlesi vardı, kadınların bile onu memnun etmek için çabaladıklarına birçok kere şahit olmuştu. Sirkin en can alıcı gösterisinin yıldızıydı.  İstediği, kaplanı Okro’nun ilgisiyse ‘onu da bana bırak!’ diye içinden söylendi.

Uli, manzarasının önünü kapatan bir çift siyah pantolonlu bacağa homurdandı. “Senin hiç işin yok mu Oguz? Bütün akşam, istediğin bir şey var mı deyip kafamı gagaladın. Gölge etme yeter artık.”

“Bu gece siz bayanların hizmetindeyim.” Sağ elini karnına bastırıp hafifçe eğilen oğlan çapkınca gülümsedi.

“Evin erkeği pozların benim üzerimde işe yaramaz. Git ninenin üzerine titre.” Uli oğlanın bacaklarından tutarak yana itmeye çalıştı. Başarılı olamayınca başını kaldırıp tehditle kara gözlerine baktı. “Eğer çekilmezsen bacaklarını bir kere daha kırarım, bu defa hiç yürüyemezsin.”

“Yapamazsın, sen kimseyi incitemezsin bunu hepimiz biliyoruz.” diye sırıtan Oguz, yine de temkinle bir adım geri gitmeyi de ihmal etmedi.  “Eğer dans defterin dolu değilse ki olmadığını hepimiz biliyoruz, bir sonraki dansın benimle.”

Uli, gözlerini kısarak elini oğlanın bacağına doğru uzatırken donup kaldı. “Ne? Unut bunu.”

“Bütün akşam o sıraya yapışıp kaldın. Burada dans etmeyen tek kadın sensin. Minta’dan sonra tabii ki.” Uli’nin yanında oturan küçük kıza alayla göz kırptı.

“Danslarınızı bilmiyorum.” Uli, oğlanın buna hiçbir itirazının olamayacağını bilerek dişlerini göstermeden gülümsedi. “Hadi önümden çekil de dans edenleri izleyeyim.”

“Ben sana öğretirim.” Oğuz kollarını göğsünde çapraz bağlayarak olduğu yere kendisini sabitledi.

“Öğretmek için biraz geç kaldın. Bir sonraki şarkı birazdan başlar. Bu kadar kısa bir sürede Daim bile bana dans etmeyi öğretemez.” Uli, çalgıcıların en sağında, flütünü kucağına indirerek muhtemelen bir sonraki şarkının komutunu veren adamı başıyla işaret etti.

Oguz, Uli’nin kulağına eğildi. “Elimi tuttuğunda bildiğim her şeyi öğrenebilirsin.” diye fısıldayan oğlan, ne demek istediğini kızın anladığını biliyordu. Uli’nin elini tuttu ve kızın şaşkınlığından yararlanarak ayağa kaldırdı.

Önce şaşırsa da Oguz’un fikrini denemek için duyduğu sabırsızlıkla “Bekle!” diyen Uli eteğinin bir ucunu kaldırarak çizmelerinin ve pantolonun görünmesine aldırmadan kuşağına kıstırdı. Yanında Opampe’nin kızgınlıkla soluduğunu duyunca dönüp yaşlı kadına gülümsedi. O arada müzisyenlerin yeni bir şarkıya başlayacaklarını gösteren nağmeler duyuldu ve Oguz onu piste sürükledi.

Karşılıklı duran çiftlerin arasına karıştıklarında Oguz’un ellerini tutarak gözlerini kapadı.
Oğlanın bedeninin şimdiden bir sonraki adım için hazırlığını hissedebiliyordu; kolları ve bacakları öne çıkmak için sabırsızlanırken bedeni dimdikti. Oguz yapabileceğinden emin bir şekilde kızı izliyor ve onun da görebilmesi için daha başlamadan zihninde tüm dansı tekrar ediyordu. Müziğin sesi birden arttığında tüm çiftlerle birlikte hareketlendiler. Bazen hafif, çoğunlukla hızlı adımlarla birbirlerinin etrafında döndüler. Kâh birbirlerinden uzaklaştılar kâh yaklaştılar. Uli,  Oguz’a dokunarak hareketlerini önceden tahmin ederken onu belinden yakalayıp havaya atıp tutacağını anladığından panikle gözlerini açıp hafif bir çığlığın dudaklarından kaçmasına engel olamadı. O sırada etrafındaki bütün çiftlerin aynı heyecanla hareket ettiklerini görmek ve Oguz’un dokunuşuyla adımlarını doğru bir şekilde attığını bilmek Uli’ye neşeyle kahkahalar attırıyordu.



“O esmer oğlanla dans eden Uli değil mi?” Arte, çadıra girer girmez diğerlerinden ayrılarak yiyeceklerin sunulduğu masalara ikinci bir akşam yemeği için hızlıca uğramış, daha sonra elinde bir kupa bira ile arkadaşlarının dikildiği yere gelmişti. Siyah saçlı iki kafayı bir kere daha dikkatlice inceledi. “Evet, o. Ne kadar da değişmiş, neredeyse tanıyamayacaktım.” Kendisine kuşkuyla dönen üç çift gözün farkında olmadan konuşmasını sürdürdü. “O elbiseyi ona kim giydirmiş öyle. Dadali bir kadın olarak sen daha iyi anlarsın ama bir tuhaflık yok mu?” Arte, genç kadına dönüp baktığında Dadali’nin yorum yapamayarak sözü edilen çifti şüpheyle süzdüğünü gördü. Moita ve Barva’nın ona tuhaf bir şey görmüş gibi baktıklarını fark edince “Ne yani siz tanımadınız mı?” diye genç adam alayla sordu.

Barva dirseğinin desteği ile “Senin kaplanlı kız yoksa Uli mi? Ama Uli erkek değil miydi yahu?” diyerek Mgeri’ye döndü.

“Evet o.” Mgeri sırıtmasının belli olmasına artık aldırmıyordu. Hep beklediği anın geldiğinin bilinci ile Moita’ya dönmüştü. Adam’ın yüzü saçları gibi kırmızıya dönerken mavi gözlerinde önce bir öfke kıvılcımı parlamış ardından hızla kaybolmuştu. Mgeri’nin beklediği tepki bu değildi. Yıllardır tanıdığı arkadaşının da gerçeği öğrendiğinde en az kendisi gibi eğleneceğini hatta kızın geçirdiği değişim karşısında hayran kalacağını düşünmüştü.

 “En başından beri onun Uli olduğunu biliyordun değil mi?” Barva, Mgeri’ye çıkışırken bir yandan da hışımla kalabalık çadırda gözleri ile Livan’ı aradı ve onun kadar uzun boylu bir adamı bulmakta zorlanmadı. Reis Dina’nın omzuna kolunu dolamış birkaç kişi ile ayaküstü sohbet ediyordu. “Hadi seni anlıyorum Mgeri, züppe herifin tekisindir, bizimle eğlenmek için hiçbir fırsatı kaçırmazsın ama Livan’ı hangi ara kendine benzettin?”

Mgeri “Reis’in espiri anlayışını küçümsüyorsun. Bunun için benim teşvikime ihtiyacı yoktu.” dedi Barva’yı ayıplayarak. “Gözlerine bakmak bile onun Uli olduğunu anlamak için yeterliyken Arte daha buradan tanıdı.” Mgeri, müzikle birlikte danslarını bitirip sıralara doğru gülerek yürüyen çifti takip ederken mırıldandı. “Gözünüzün önündekini göremediğiniz için bence alay edilmeyi hak ediyorsunuz.”

“Biraz da biz eğlenelim.” Bütün konuşma boyunca sessiz kalan Moita yaslandığı fenerin direğinden doğrularak Arte’nin kulağına eğildi. Bira kupasını telaşla Barva’nın eline tutuşturan genç adam, yüzünde keyifli bir ifadeyle çalgıcıların yanına seğirtti. Parmakları enstrümanlarının üzerinde gezinen adamlar, Arte ile konuşan Daim’in bir hareketi ile başlamak üzere oldukları melodiyi hemen terk ettiler. Ardından baş müzisyen Daim’in, Moita’ya gönderdiği baş selamını sadece arkadaşları fark etti.

İşareti alan Moita, dalgın bir şekilde etrafını inceleyen Dadali’ye elini uzattı. “Dans edelim mi?” İri cüssesini saray adamlarını kıskandıracak bir kıvraklıkla genç kadının önünde eğdi.

Çadırı dolduran tanıdık melodi ile irkilen Dadali, şaşkınlık ve heyecanla Moita’nın uzattığı eli kendisininki ile doldurdu. Uzun zamandır duymadığı evinin müziği ile genç kadın piste yürürlerken kuzenine kocaman bir gülümseme bahşetti. Pistte yeni parçayı sabırsızlıkla bekleyen tüm akşam boyunca dansa doymamış çingeneler, duydukları yabancı müzik karşısında tek tek gerileyerek pisti boşaltmışlar ve yerlerini merakla ikiliye bırakmışlardı.



Uli, Minta’nın dansları hakkındaki heyecanlı sözlerini dinlerken ortaya yürüyen çifti hayretle süzdü. Tüm akşam boyunca müziğe eşlik eden konuşmaların uğultusu susmuş bütün çadır izleyecekleri dansa odaklanmıştı.

Boyu neredeyse erkeğinkinin omuzlarına gelen, örgülü kızıl-kahve saçları sırtında salınan Dadali, beyaz gömleğinin üzerine giydiği dizlerine kadar pantolonunu örten kahverengi, uzun yeleğinin içinde bile dişiliğini yansıtarak, Moita’nın karşısında dans ediyordu. Moita, Dadali’nin her bir adımına eşlik ederken savaş meydanlarının acımasızlığı ile ünlü komutanı olduğunu unutturuyordu.
Uli, onları izlerken nefesini tuttuğunu fark etti. Kat ettikleri o yol boyunca yarı baygınken bile Dadali’nin böyle gülümsediğini görmemişti. Daima ciddi, endişeli, çoğunlukla da mutsuzdu. Moita’nın ise inatçılığını, hapishane de bile kendisini ümitsizliğe bırakmadığını hatırlıyordu.  Mgeri gibi ensesinden bağladığı kızıl saçlarına ve sakallarına uzun zamandır makas değmediğini fark etti. Fenerlerin loş ışığında mavilikleri belli olmasa da bakışlarının sitemle onun üzerinde oyalandığını fark etti. Kızıl saklandığı için ona kızgın mıydı? Uli huzursuzca kımıldandı ve bakışlarını yüzüğü yoklayan eline indirdi.

Dadali ve Moita, müzikle birlikte adımlarını da yavaşça sonlandırdıklarında çadırda coşkulu bir tezahürat koptu. Övgü dolu alkış ve bağırışlar arasında pistten birbirlerine sarılarak indiler.

Dadali, Arte ve Mgeri’nin yanında kardeşini göremeyince “Barva nerede?” diye sertçe sordu.

Mgeri, sıkıntı ile yaslandığı direkten uzaklaşırken “İçecek bir şeyler getirmeye gitti.” dedi. Başını yemek masalarının tarafına çevirip koca adamı göremeyince masumca ellerini açıp kadına sırıttı.

Dadali “Sen de inandın mı?” diyerek Mgeri’ye çıkıştı.

Sırıtan adamın kandırılmadığı açıktı.

“Seni uyardım, Barva rahat durmayacak diye.” Dadali, öfke ve kaygıyla tüm çadırı taradı ama kardeşinin koca kızıl-kahve kafasına rastlayamadı. Ne tesadüf ki Tena da görünürlerde yoktu.

“Barva sınırını bilir merak etme.” dedi Moita kadını sakinleştirmeye çalışarak.

“Ben onu aramaya gidiyorum.” dedi Dadali, kuzenine inanmayarak.

O esnada, Mgeri, kadının kolunu yakalayarak “Dans edelim.” dedi.

“Şimdi dansın sırası mı?” diye söylenen genç kadın tekrar çıkışa hamle yaptığında belini kavrayan güçlü kollar onu pistte sürüklemeye başlamıştı bile.

“Eğer sen benimle dans etmezsen, bu akşam evde kalmış kızlar gibi köşede oturup kalırım.” dedi Mgeri çapkınca gülümseyerek.

Adamı göğsünden itmeye çalışırken bir an duran Dadali, “Kuzey sana yaramamış, özgüvenin yerlerde.” dedi ve ekledi. “Madem öyle bunu arkadaşıma bir yardım olarak görüyorum.”

Çingenelerin danslarına ayak uydurmaya çalışan Mgeri ve Dadali’yi izlerken gülümseyen Moita, kendisine yöneltildiği belli olan çekingen soru ile döndü.

Kızıl’ın cevap vermeden kendisini süzdüğünü görünce Uli “Hemen ayrılacak mısınız?” diye sordu tekrar.

“Sorduğun şölen ise hayır.” dedi Moita, bakışlarını kızarmaya başlayan kızdan çekmeden.

Arkalarından gelen öksürük sesi ile ikisi de Arte’ye döndüler. “Ben… gidip bir şeyler atıştırsam iyi olacak.”

Yanlarından ateşten kaçar gibi ayrılan Arte’ye bakan Uli bir an ne diyeceğini bilemedi. Ardından Moita’ya dönerek “Konuşabilir miyiz?” diye sordu.

“Bu gürültüden çıkalım.” dedi Moita, kısaca.

Çadırdan çıktıktan sonra Kızıl, yorum yapmadan hayvan barınaklarına doğru yürümeye başlayınca Uli de itiraz etmeden adamı takip etti. Şölen sebebiyle çadırın dışına da fenerler asılarak tüm kasaba olabildiğince aydınlatıldığından önlerini rahatça görebiliyorlardı. Adama yetiştiğinde Uli ne söyleyeceğini, nasıl lafa başlayacağını bilemedi önce. Sonunda boğazını temizleyerek “Dadali’nin böyle dans edebildiğini bilmiyordum.” dedi. Kızıl için bir şey söylemediğini fark edince telaşla ekledi. “Bu konulardan pek anlamam ama sen de iyiydin.”

Moita “Öyle mi?” dedi kaşlarını çatarak. Bu arada durmuş Uli’nin yüzünü daha iyi görebilmek için ufak tefek kızın üzerine eğilmişti. Aylar sonra karşılaşıp danstan mı bahsedeceklerdi?

Uli bir adım gerilerken beceriksizce eteğine takıldı, dengesini bulmaya çalışırken omuzlarından tutan güçlü ellerin yardımıyla son anda düşmekten kurtuldu. “Hep Opampe’nin yüzünden…” Yüzüne bu kadar yakın duran mavi gözlere bakarken ne diyeceğini bilemez şekilde yavaşça sustu.

Moita “Ne Opampe’nin yüzünden?” diye mırıldandı. Hala Uli’yi tuttuğunu fark edince yavaşça ellerini kızın omuzlarından çekip doğruldu. Gözlerini kızdan kaçırırken sıkıntıyla ensesini ovuşturdu. ‘Yeni yetme bir oğlan gibi ne geveliyordu böyle.’

“Elbise tabii ki…” derken Uli sırtındaki bağcıkları sabırsızlıkla çekiştirdi. Daha fazla bu elbiseye katlanamayacaktı. Bir türlü çözülemeyen düğümlere içinden lanet okurken Kızıl’ın dehşetle kendisine baktığını fark etti.

Moita “Ne yapıyorsun?” diye telaşla sordu.

“Bu aptal elbiseden kurtulmaya çalışıyorum.” Uli adamın önüne gelerek sırtını döndü. “Yardım eder misin? İplikler iyice düğüm oldu, açamıyorum.” Kızıl’ın neden bu kadar telaşlandığını anlayamıyordu. Beklemekten sıkılıp adamı görebilmek için başını çevirdi. “Elbisenin altında gömleğim ve pantolonum var.” diye açıkladı.

“Dans ederken görmüştüm.” diye söylenen Moita, hızlı bir şekilde dolaşan düğümü çözerek bağcıkları gevşetti. Bir gören olursa yanlış anlaşılabileceğini düşünerek etrafı hızlıca kolaçan etti. Kafeslerdeki hayvanlardan başka şahitleri yoktu.

Uli omuzlarından kayan elbiseyi göğsünden ve belinden sıyırdı, ayaklarının dibine bıraktı.

Moita “Siz de esmer oğlanla fena dans etmiyordunuz…” dedi kıza dönerek ama yaptığı bir hataydı.  Fenerin ışığından kızın açıkta kalan esmer omuzlarına bakmamaya çalışarak başını tekrar kafeslere çevirdi.

Uli, elbisenin yakasından görünmesin diye aşağıya indirdiği gömleği boynuna kadar çekti, pantolonunun içine soktuğu kısımları dışarı çıkartarak kalçalarının üzerine bıraktı. “Sizin kadar iyi değildik. Oguz kısa bir süre içinde bir şeyler öğretmeye çalıştı.” Kısa sürenin danstan birkaç saniye öncesi olduğunu anımsayınca kendi kendine gülümsedi. Moita’nın onun haricinde her yere baktığını görünce “Artık dönebilirsin.” dedi kızararak. “Oguz Opampe’nin torunu.” Konuşmaya devam etmesi gerektiğini hissediyordu. “Opampe de çingenelerin şifacısı.”

Ufak tefek kızın bol beyaz gömleği ve pantolonunu, çenesinin altındaki koyu renk saçlarını, küçük esmer yüzünü süzerken hapishanedeki halinden, bir oğlan çocuğundan farklı olmadığını kendisine inandırmaya çalışan Moita “Opampe’nin kim olduğunu biliyorum.” Diye homurdandı.

Kızılın sert sesi ile bocalayan Uli “Çingenelerle birbirinizi bu kadar iyi tanıyor musunuz?” diye sordu merakla.

Moita “Elbette.” derken kaşlarını öfkeyle çattı.

“Düşünmüştüm ki…” Uli duraksayarak dudağını ısırdı. Kızıl neden bu kadar öfkeleniyordu ki.

“Düşünmüştün ki önüme ilk çıkan çingenelere bırakarak senden kurtuldum ve arkama bile bakmadan yoluma devam ettim.” Moita, kendisine hakaret edilmişçesine kıza doğru tehditkâr bir adım attı.

Uli yerden aldığı elbiseye bir kalkan gibi sarılırken “Öyle demek istemedim.” diye itiraz etti.

“Durwa ile bana o kadar güveniyordunuz ki bir kız olduğunu bile söyleme zahmetine bile girmediniz.”

Uli “Sormadın ki...” diye söze başlayacak oldu fakat hala konuşmaya devam eden adamı durduramadı.

“Beni o hapishaneden, belki de muhtemel bir darağacından kurtaran Durwa’ya bir söz verdim.” Moita sıkıntıyla elini kızıl saçlarının arasından geçirdi. “Kim ne derse desin, ben verdiğim sözü tutarım.” Her bir kelimeyi vurgularken kıza meydan okuyarak baktı fakat Uli kızarmasına rağmen omuzlarını ve çenesini dikleştirerek kahverengi gözlerini ona dikmişti. Cebinden çıkardığı bir şeyi, küçük eline aldığı iri avucuna hışımla bıraktığında Moita bocaladı.

Uli hızla elini çekerken “Dina bu yüzüğü almaya geleceğine dair söz verdiğini söylemişti.” dedi titrek bir gülümsemeyle. Kızıl’ı işaret ederek “Ve geldin de.” diye mırıldandı. “Beni bıraktığınızı öğrendiğimde sana çok kızdığımı itiraf etmeliyim ama şimdi farklı hissediyorum. Burada çok mutluyum, bu yüzden de sana müteşekkirim.” Kızıl’ın bir şeyler söylemek için hareketlendiğini hissedince izin vermedi. “Verilen söz kadar emanet edilenler de benim için önemlidir. Seninle konuşmak istememin sebebi de buydu.” Moita’nın şaşkınlıkla baktığı altın yüzüğü işaret etti. “Durwa’ya verdiğin sözü yerine getirmiş sayabilirsin kendini, burada emniyette ve mutluyum. Artık ben de emanetimi teslim ettiğime göre… artık ikimizin de içi rahat olabilir.”

Daha fazla konuşmayı anlamsız bulan Uli, Moita’yı beklemeden adamdan uzaklaştı. Her bir adımı öfkeyle toprakla buluşurken söylenmemek için dudaklarını sımsıkı kapamıştı. Çadıra dönmek istemiyordu, Opampe dönmeden eve gitmek yararına olsa da Okro’nun yanına gitmeye karar vererek hışımla sağ döndüğünde meşalelerin uzağında kalan iki kafes arasındaki boşluğu dolduran bedenlere tosladı.

Tena’nın sarı saçları Barva’nın kollarına mı dolanmıştı? Uli gördükleri karşısında birkaç adım gerilerken arkasından gelen ses ile bu kez kıstırıldığını anladı.

“Dadali seni arıyordu Barva.” Moita, sanki öfkesini kuzeninden çıkarmak istercesine konuşmuştu.

Arkasındaki sesin sahibine bakmak yerine Ul, gözlerini Tena’ya dikmişti. Genç kadını İlk defa başını öne eğmiş görüyordu. Tüm etrafında dolanan hayranlarına rağmen Tena’yı hiçbir zaman flört ederken görmemişti, azarlar, kapris yapar ama daima erkeklerle mesafesini korurdu. ‘Demek Barva yüzünden’ diye düşünürken Uli, kendi hallerine bırakmaya niyetlendiği sırada Barva’nın yorumu ile dondu kaldı.

 “Bence Mgeri’den sonra Arte’den sen de ders almalısın, Kuzen.” Barva, en iyi savunma saldırıdır taktiğini uygulayarak pişkince Moita’ya yönelmişti. Ayrıca Uli’nin ardından koşturan kuzeninin görüntüsü koca adamı neşelendirmişti.

Moita “Barva!” diyerek dişlerinin arasından kuzenini uyardı.

Kızıl’ın kızgın nefesini ensesinde hisseden Uli Barva’nın ne ima ettiğini anlamasa da kendisi ile ilgili olduğunu hissetmişti. Hışımla birkaç adım atıp Tena’ya elbisesini iade ederken “Elbise için teşekkürler.” diyerek üçünü kafesler arasında baş başa bırakarak uzaklaştı.

8
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 12 Mayıs 2017, 09:51:46 »
Altın Yüzük

Aylar sonra…

Üzerine düşen gölgeye duyduğu hoşnutsuzlukla mırıldandı. "Minta gelmek istemediğimi kaç kere söyledim." Uli, güneşe verdiği yüzünü Okro'nun göğsüne gömerek uzandığı yerde yan döndü. Minta ve diğer çocukların çayırda oynama isteklerini reddederek öğleden sonra tembellik yapmak istemişti. Okro'nun kafesine kaçarak sessizliği garantiye aldığını düşünmüş olsa da yanılmıştı işte.

Gölge ısrarcı varlığını sürdürürken Okro'nun gittikçe artan hırıltısı kaplanın karnından doğru kızın kulaklarını tırmalıyordu. Eğer Minta ya da diğer kızlar yakınında olsaydı kaplanı bu kadar gergin olmazdı. Uli, hızla dönerken elini gözlerine siper etti fakat tek görebildiği güneşi arkasına almış bir erkek siluetiydi. Ziyaretçisinin bir yabancı olduğunu ondan önce anlayan Okro, doğrularak gölgeyi tehdit etmeye başladığında bahtsızlığına söylenerek ayağa kalktı.

Karşısında bir yabancı vardı ama aynı zamanda tanıdıktı da geliyordu. Uli, adamı daha önce nerde gördüğünü hatırlamaya çalışırken "Minta olmadığın kesin." diye mırıldandı. Okro'yu sakinleştirmek için artık kendisi gibi ayaklanmış kaplanın sırtındaki altın sarısı tüyleri okşarken zihni de hapishaneden kaçtıkları geceye gitti. Labirentten uzakta onları tarlaların bitimindeki ağaçlıkta bekleyen Mgeri şimdi karşısındaydı. Kahverengi uzun saçlarını yine ensesinde toplamış, yine temiz ve güzel giyinmişti. Yakışıklı yüzünde bu sefer züppelikten çok yorgunluk ve ona duyduğu merak vardı.

Uli, şaşkınlığını saklamak için pantolonunu döverek üzerine yattığı kafesin zeminine serpilmiş samanlardan kurtulmaya çalıştı. Yüzüne sevimli bir ifade takınarak "Yolunuzu mu kaybettiniz?" diye sordu. Onu tanıdığını belli etmek o anda içinden gelmemişti.

Çingenelere hiçbir şekilde benzemeyen kızın kim olduğunu tahmin etmek Mgeri için kolay olmuştu; esmer teninde küçük kahverengi gözleri rahatsız edilmekten dolayı keyifsizce parlıyordu. Uli'yi çingenelere bıraktıklarında kısacık kirli ve darmadağın olan saçları tatlı bir koyu kahveye dönmüş ve omuzlarına ulaşmıştı. En şaşırtıcı olan ise o zamanlar bir kemik torbasından farkı olmayan kızın yerinde şimdi yeller esiyordu. Vücudu dolgunlaşmış ve genç bir kadının hoş kıvrımlarına ulaşmıştı yine de o iri kaplanın yanında dikilirken olduğundan daha da ufak görünüyordu. Mgeri, Moita'nın akıbeti konusunda endişelendiği kızın yeni halini gördüğünde yüzünün alacağı şekli görmek için sabırsızlanıyordu.

Bir an kendi düşüncelerine dalan Mgeri, kızın kendisinden cevap beklediğini fark etti. "Tamo'nun atları ahırlara götürmesine yardım ediyordum. Kaplanla seni görünce..." Eliyle kafesi işaret eden Mgeri keyifle gülümsedi. "...bakmadan geçemedim. Bir kaplanın koynunda uyuyan birisine her zaman rastlanmıyor". Kızın değişimi hoşuna gitmişti ama kaplanla olan yakınlığını oldukça kafa karıştırıcı bulmuştu. Bu her zaman rastlanacak bir durum değildi hatta hiç değildi.

Uli kafesin kapısına uzanırken "Biraz uzaklaşın. Okro'nun sizden hoşlandığını sanmıyorum." diyerek adamı uyardı. Adamın yeterli mesafede durduğuna kanat getirdikten sonra Okro'nun kafasını okşayarak gideceğini haber verdi. Kaplan az önce kalktığı yere uzanırken hoşnutsuzluğu gözlerine yansımış, en azından Mgeri öyle olduğunu hissetmişti.

Uli, adamdan ne kadar çabuk kurtulursa o kadar rahatlayacağını hissediyordu. "Yolu bulabilecek misiniz?" Öyle olduğunu umut ettiği sessinden fark ediliyordu.

Mgeri kararsızlıkla etrafına bakarken mırıldandı. "Zannetmiyorum." Durumdan eğlendiğini belli eden bir gülümse dudaklarında belirdi.

Uli içini çekerek sonunda kaderine razı oldu. Yolu gösterir ve ardından Mgeri'den kurtulurdu. Neden kendini tanıtmadığını bilmiyordu ama Moita ya da diğerleri ile karşılaşmaya hazır olmadığını hissediyordu.

Mgeri kafesler arasında yürürlerken gittikçe uzayan sessizliği merakla böldü. "Kusta'nın bu kadar yetenekli bir çırağı olduğunu bilmiyordum."

"Kusta iyi bir öğretmendir." Uli'nin keyfi de genç adamın aksine hızla kaçıyordu.

"Gerçekten de iyi bir öğretmen olmalı, bilmediklerini bile öğretebiliyor."

Uli aniden durarak Mgeri'yi şaşırttı. "Ne demek istediğini açıkça söyler misin?" Tüm resmiyeti elden bırakan Uli kollarını göğsünün üzerinde birleştirirken tehditle adamın önünde dikilmişti.

Mgeri iki elini havaya kaldırarak masumiyetini ispatlamaya çalıştı. "Beni tamamen yanlış anladın. O kadar kent gezdim, o kadar inanılmaz şey gördüm ama senin gibi vahşi bir hayvanla uyuyan hiç kimseyi görmedim."

Kendilerine yaklaşan kalabalığı gözünün ucuyla fark etmesine rağmen Uli gelenlere aldırmadı. İşaret parmağını Mgeri'nin göğsüne birkaç defa vurdu ve "Gördüklerinden başkalarına bahsedersen seni o vahşi hayvana yem ederim." diyerek adama açık bir tehdit savurdu. Ardından adamın cevabını beklemeden arkasını döndüğünde Livan ve yanındakilerle yüz yüze geldi.

Şahit olduklarından dolayı her birinin yüzündeki şaşkınlık alaycı gülüşlerle yer değiştirirken "Aslında iltifat etmeye çalışıyordum." diyen Mgeri'nin cılız savunması arkadan Uli'nin kulağına ulaştı.

Reis'in yanındakilerin Moita ve arkadaşları olduğunu görünce Uli yanaklarına hızla hücum eden kanı, öfkesine vermelerini umarak Livan'ı başıyla selamladı. Misafirlere kısa bir bakış atmakla yetindi ve hızla yanlarından uzaklaşmayı tercih etti. Kendini Minta ve çocukların oynadıkları çayıra atarken hala talihine söyleniyor bir gün için bu kadarının fazla olduğunu düşünüyordu.



"Her kuşun eti yenmiyormuş dostum." Barva, elinden kaçırdığı kızın arkasından bakarken üzgün görünmemesine rağmen sevgili arkadaşını omzuna vurarak teselli etmeye çalıştı.

"Kıza asılmıyordum." dedi Mgeri kendi haline gülmesine rağmen omzunu silkerek Barva'nın ağır elinden kurtuldu.

Dadali'nin "Asılamadığına biz de şahit olduk." diyen acımasız yorumuyla Barva keyifli bir kahkaha attı.

Moita az önce yanlarından öfkeyle geçen kızın arkasından merakla bakıyordu. Bir yerlerden hatırladığını düşünürken Mgeri'ye döndü. "Arte'den biraz ders alsan fena olmaz." dedi genç adamın kız tavlama konusundaki başarısızlığıyla alay ederek.

Hiç birinin Uli'yi tanımadığını fark eden Mgeri, Reis'e baktığında adamın bu durumdan çok eğlendiğini ve Uli'nin kimliğini açıklamak gibi bir niyetinin olmadığını anladı. Öyleyse şimdi kendisiyle acımasızca eğlenen arkadaşlarına bir yıl önce çingenelere emanet ettikleri oğlanın az önce yanlarından ayrılan kız olduğunu söylemeyecekti.

"Mgeri'ye biraz acıyın, çetin bir cevize çattı. Pulera'ya yaklaşmak o kadar kolay değildir. Hele ki bir erkeğin iltifatını kabul ettiğini hiç görmedim." diyen Livan, misafirlerini evine doğru yönlendirdi.

"Sinirleri sağlam olmalı." dedi Dadali takdirle.

"Öyle olmasaydı hayvan terbiyecisi olamazdı." diyen Livan'ın açıklaması herkesi şaşırttı.

"Atlardan ya da köpeklerden bahsetmiyor." Mgeri, kızı az önce kaplanla uyurken gördüğünü hayranlıkla anlattı.

"Kaplanları erkeklere tercih eden bir kadına daha önce rastlamadım."

Moita'nın takdir dolu yorumu üzerine ablasını süzen Barva bıyık altından gülerken mırıldandı. "Bana tanıdık geldi. Atmacaları erkeklere tercih eden birisini tanıyorum."

Dadali kardeşine alayla göz atarken "O ufak tefek kızdan aşağı kalmamı beklemiyorsunuz herhalde." diyerek Livan'ın açtığı kapıdan ahşap-taş binaya girdi.


***
Uli, Minta'yı yaşıtı kızlarla birlikte kasabanın gerisindeki ağaçlı tepenin eteklerine yayılan yeşil çayırda körebe oynarken buldu. Yanlarına yürürken tepelerden gelen rüzgâr ateş basmış yanaklarını serinletiyordu.

Mgeri ile karşılaştıklarında Moita'nın da kasabada olacağını tahmin etmesine rağmen yüz yüze geldiklerinde bocalamasına engel olamamıştı. Onu çingenelere bıraktıklarından bu yana geçen altı ayda hem fiziksel hem de ruhsal olarak çok değiştiğini biliyordu ama hapishaneden kaçırırken erkek sandıkları iskeletten farksız o kızı tanıyamadıklarını görmek kendisini nedense daha iyi hissettirmiş ve bundan utanarak kendini tanıtmadan yanlarından aceleyle uzaklaşmıştı.

Küçük kızların onlara katılması için yalvarmalarına fırsat vermeden aralarına neşeyle katıldı. Ebenin kim olacağına dair kızlar kendi aralarında tartışırken o da çingenelerin arasında uyandığı günü düşünüyordu. Moita'nın, onu çingenelerin insafına bıraktığını öğrendiğinde hissettiği kederi ve öfkeyi anlayan Reis'in karısı, onu teselli edeceğini düşünerek iyileşmesini beklemeden bir yüzük vermiş ve Moita'nın yüzüğü geri almak için geleceğini de sözlerine eklemişti. Gerçekten Kızıl sözünü tutmaya mı gelmişti? Şu ana kadar buna ihtimal bile vermemiş yüzük de aklından uçup gitmişti.

Önündeki gözleri bağlı küçük kızdan dalgınca kaçarken yüzüğü nereye koyduğunu hatırlamadığını fark etti. Aniden durduğunda körebe kız bu fırsatı kaçırmayarak Uli'yi belinden kıskıvrak yakaladı. Kızların sevinç çığlıkları arasında ebenin kollarından nazikçe kurtulan Uli, kendisine uzatılan göz bağını kızın boynuna doladı ve ardından hiçbir şey söylemeden kasabaya doğru hızla yürümeye başladı.

Minta "Nereye gidiyorsun?" diye ardından hayal kırıklığı ile bağırdı.

"Yapmam gereken bir şeyi unuttum." Uli, durmadan geriye dönerek seslendi. "Söz veriyorum bir dahaki sefere ebe hep ben olucam."

Ya yüzüğünü veremeden Kızıl giderse, bir kaçağın onun keyfini beklemeyeceğine emindi ama yüzüğü nereye koyduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. Eve geldiğinde nefes nefeseydi. Opampe alt kattaki odada yoktu, yukarıda da bulamayınca evde kimsenin olmadığını anladı. On dakika içinde altını üstüne getirdiği odasının ortasında, ellerini nefeslenmek için beline dayamış yaptığı karmaşaya bakıyordu. Dağılan yatağına, içindekileri dışarıya saçılmış köşedeki sandığına, çekmecelerindekiler üstüne boşaltılmış küçük masasına umutsuzlukla baktı. Yüzük yoktu.

Arkasından gelen hayret çığlığı ile Uli hızla döndü. "İşin bu muydu?" Odaya girerken Minta'nın şaşkınlığı neşeye döndü. "Söyleseydin ben de sana yardım ederdim." Masanın üzerindeki dağınıklıktan aldığı bir kitabı kısaca inceleyip yere sanki kazara düşmüş gibi bıraktı. "Eğlenceliymiş!" diye sırıttı. "Ben de odama gidiyorum."

Odadan çıkmadan önce Minta'yı kollarından yakalayan Uli gülerek dalgınlığından sıyrıldı. "Ne yapmaya çalıştığını biliyorum Minta ama bu defa beni kullanıp kendi dağınıklığına bahane bulamazsın." dedi. Yüzüğü bulamadı diye Kızıl kendisini tekrar hapse gönderecek değildi ya.

"Ne arıyordun peki?" diye sordu Minta merakla.

"Zincire takılı altın bir yüzük." Uli omuzlarını silkerken "Buraya ilk geldiğimde aklım pek başımda değildi. Belki de yolda düşürdüm. Hiçbir fikrim yok." diyerek etrafına umutsuzlukla baktı. Minta'nın yere attığı kitabı alıp masasının üzerine bıraktı, dağılmış yatağını düzeltmeye girişti. Sandığın içine eğildiği sırada omzuna birisinin vurduğunu hissetti. Küçük kızın odadan çıktığını hissetmiş ama döndüğünü fark etmemişti. Başını çevirdiğinde Minta'nın elinde sallanan zincirin ucundaki altın yüzüğe hipnotize olmuş gibi baktı.

"Nerden buldun bunu?" diye şaşkınlıkla soran Uli yüzüğü eline alırken sandığın önüne çökercesine oturdu.

Minta yanlış bir şey yapıp yapmadığından emin olamıyordu. "Bana sen verdin." dedi çekingen bir sesle.

"Ben mi? Saklaman için mi verdim?" Uli yüzüğü kıza verdiğini hatırlamaya çalıştı bir an sonra umutsuzlukla vaz geçti.

"Eline takmadan sürekli yüzüğe bakıyordun. Bakabilir miyim diye sorduğumda, benim olabileceğini söyledin." Uli'nin yanına oturan Minta, işlemelerle bezeli yüzüğün ortasındaki kırmızı taşa beğeniyle bakıyordu. Yüzüğü ilk defa görüyormuş gibi Uli de ilgiyle inceledi. Bir kadın yüzüğüydü. Kızıl'ın annesine mi aitti acaba ya da sevdiği kadına belki de eşine?

"Bana verdiğini hatırlamıyor musun?" diye sordu Minta düşüncelerini bölerek.

Hapishaneden ayrıldıklarından sonra ki bazı anıları çingenelerin ona verdikleri isim gibi sisler arasındaydı. "Hatırlamıyorum canım. Üzgünüm ama benim olmayan bir şeyi sana vermemeliydim. Şimdi senden geri alırsam bana kızar mısın?" Sarı saçlarını yanaklarına saçarak başını sallayan küçük kıza sevgiyle sarıldı. "Teşekkür ederim. Eğer bulamasaydım sahibi benden istediğinde ne yapardım bilemiyorum."

"Yoksa gidiyor musun?"

Kızın kurduğu bağlantıya şaşıran Uli cevap vermeye fırsat bulamadı.

"Kim nereye gidiyor?" Opampe kapıda durmuş odanın dağınıklığına şaşkınlıkla bakıyordu.

Yaşlı şifacıya doğru koşan Minta "Pulera gidiyor." diye sızlandı. Küçük kızın ağlamak üzere olduğunu gören Opampe sorarcasına Uli'ye döndü. Yaşlı kadın Moita'nın arkadaşlarıyla birlikte kasabalarına geldiklerini ve şuanda Livan'ın evinde olduklarını biliyordu. Kendisi de Uli'yi almaya gelip gelmediklerini merak etmişti fakat Minta'nın sözlerinden sonra kızında gelenlerden haberi olduğu anlaşılıyordu. Gitmek isterse onu kimse durduramazdı yine de giderse yaşlı kalbinin kırılacağını hissediyordu.

"Bir yere gittiğim yok Minta." diyen Uli, yaşlı şifacıya yardım çağrısı ile baktı. "Nerden çıkartıyorsun böyle şeyleri bilmiyorum."

Küçük kız "Yüzüğü buraya gelirken yanında getirmiştin. Şimdi de onu sahibine geri vermekten bahsediyorsun. O zaman gideceksin." diye öfkeyle söylendi.

"Siz beni kovana kadar buradan ayrılmaya niyetim yok Minta. Hem unuttun mu, ikimiz de bu yaz ilk gösterimize çıkıyoruz ve birbirimizi izleyeceğimize söz vermiştik." Uli, Minta'yı kollarını açarak yanında çağırdı.

Duydukları ile rahatlayarak, Minta ile sarmaş dolaş gülen Uli'yi hoşnutlukla izleyen Opampe "Hadi artık ayrılın kumrular. Şölene gitmeden önce şu odayı da toplayın." diye tembihlemeyi ihmal etmedi.

Yaşlı şifacı onları odadaki karmaşa ile baş başa bıraktığında Uli sandığa birkaç tunik pantolon ve gömlekten oluşan kıyafetlerini yerleştirirken Minta, masasını toplamaya girişti.

"Ne giyeceksin?" Minta aklına yeni gelen bu soru ile kıza heyecanla döndü.

Elindeki mavi tuniği açarak küçük kıza doğru tutan Uli sırıttı. "Bu nasıl?"

Minta'nın güzel yüzü beğenmediğini belli eden bir şekilde buruştu.

"Olmaz mı?" diye sormasına rağmen Uli tuniği dağınık yatağın üzerine atarak diğerlerinden ayırdı. Şimdi de ona uygun bir pantolon bulmalıydı. Topladığı kıyafetleri yeniden sandıktan çıkaran Uli, yaşlı şifacının azarı ile yerinden sıçradı.

"Ben size toplamanızı söyledim daha da dağıtmanızı değil."

Kapının önünde elleri kalçalarında dikilen Opampe'ye dönen genç kız "Bu kadar sessizce gelmeyi nasıl beceriyorsun anlamıyorum." diye sızlandı.

Yatağın üzerindeki tuniği fark eden yaşlı şifacı tıpkı Minta gibi yüzünü hoşnutsuzlukla buruşturdu. "O tuniği unut. Dina ile konuştum sana uygun bir elbise bulup gönderecek." Kızın itiraz etmek için ağzını açtığını fark ederek daha başlamadan susturdu. "Kadınlar bu gece için en şık elbiselerini giyerler, bu bir gelenektir. O yüzden itiraz istemiyorum."

Minta, tek taraflı tartışmanın bittiğini göstermek istercesine odadan ayrılan şifacının arkasından koştururken neşeyle sordu. "Ben de yeşil elbisemi giyebilir miyim?"

Uli, Opampe'nin cevabını duyamadı. Tekrar sandığın dibine keyifsizce çöktü. "Bir bu eksikti!"


9
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 12 Mayıs 2017, 09:47:47 »
Kosmen dalgaların kıyıyı dövdüğü sahilden denizin derinlerine doğru ilerledi ve sular kamların atasının beline kadar ulaştığında durdu. Ondan bir baş daha kısa olan Aghon, göğsüne vuran suyun gücünü hissedebiliyordu. Diğer kamlar, dalgalardan uzak durarak kıyıya toplanmışlar ve Kosmen’in ezeli düşmanlarından birini, bir cadıyı kurtarmak için sergileyeceği çabayı kaygı ile izliyorlardı. İtiraz etmeyi düşünmediler çünkü atalarının bir bildiği olduğuna dair inançları güçlüydü. Neler olduğuna akılları ermese de merhametleri yürekleri cadının kurtulması için dua etmelerini fısıldıyordu.

Kosmen karşısına gelip duran Aghon’a nazikçe Kiana’yı verdi. Soğuk su giysilerini aşıp tenine ulaştığında kendine gelen Kiana, aydınlanmış gökyüzünün önünü kapatan Aghon’un yüzü ve bakışları ile karşılaştı.

Aghon, acıyla kızarmış gözleri, kurumuş dudakları ile Uyvar Kalesinde rüzgârlı köprüden odasına kadar taşıdığı kadınla şuanda kendisine bakan arasında bir benzerlik aradı. Sonunda Kiana’nın dudaklarında belirmeye başlayan gülümsemeyi buldu fakat o da yeni bir acı dalgasının sessiz çığlığı ile yitip gitti.

Kosmen, her hangi bir uyarıda bulunmaksızın aceleyle Aghon’un kucağındaki cadıyı,  karnından ve başından bastırarak sulara gömdü. Suyun yüzeyinde Kiana’dan kırık dökük görüntüler Aghon’a ulaşırken nefes alamayan ve çırpınmaya başlayan kadını sıkıca tutmaya çalıştı.

Kosmen, cadıyı tekrar su yüzeyine kaldırırken  “Marag!” diye kıyıya seslendi. “Yardımına ihtiyacım var!”

Yaşlı kadının bükülü sırtı bir göz kırpma hızında düzleşti, titreyen dizlerine anında can geldi, kıyıdan derinlere her adımında yüzü onar yıl gençleşti. Kosmen’in yanına vardığında beyazları kaybolan kum rengi perçemler alnına düşüyor gök mavisi gözleri bir geç kız gibi bakıyordu.

Kosmen, sevdiği kadının gençleşmiş elini şefkatle kendi avucuna aldı ve karşılığında parlak bir gülümse kazandı. Marag’ın arkasına geçen uzun boylu kam, başı ancak omuzlarına gelen dimdik sırtı göğsüne yasladı ve kadının zarif elini Kiana’nın karnına yerleştirdi.

Hissettiği güç ile Marag kısa bir an başını kaldırıp Kosmen’in gözlerini yakaladı. Aynı kaygıların yansımasını gördüğü gözlerden bakışlarını indirdi ve derin bir nefes alarak “Başlayalım.” dedi. İndirdiği mavi gözleri güçle parlarken kesik kesik nefes almaya çalışan Kiana’yı sakinleştirdi.

Kosmen cadıyı bir kez daha denizin tuzlu suyu ile örtecek baskıyı yapmadan önce Cadı’nın dudaklarından sızan kızıllığı fark etti. Kan bağının diğer ucunda, millerce ötede Zedana topraklarında işkence gören kardeş bedenin ölüme yaklaştığını hissediyordu. Onun için yapabilecekleri bir şey yoktu, hükmü önceden verilmişti ve onlara kalan zaman ise dardı. Şuan sadece elleri altındaki cadıyı kurtarabilirlerdi.

 Kosmen’in suyun içindeki bedeni Denizlerin Babası’ndan yardım dilerken iki güçlü kamın arzusu Marag’ın çıplak ayaklarından Toprak Ana’ya ulaştı.

Aghon Kiana’nın çırpınışlarının durduğunu fark etti, sevdiği kadının gözlerinin suyun içinde kapkara birer cam parçasına dönüşmesini endişe ile izledi. Burnundan ve ağzından kaçan hava kabarcıklar ciğerlerindeki havanın tükenmesi ile önce azaldı ardından yok oldu. Aghon buna rağmen sudaki titreşimleri, gücü hissedebiliyordu, yavaşça parlayan bir ışık kucağındaki kadını bir zar gibi sardığında kollarındaki yük hafifledi, artık onu tutmasına gerek yoktu. Kiana suların kollarındaydı. Bir adım geriye çekilen genç adam; saydam kefeninin içinde teni solgun, bakışları gökyüzünde çakılı kalan Kiana’nın dudaklarından suya yayılan kanın zarın içinde hapsolduğunu gördü.

Marag ve Kosmen tutuşlarını hafifletmemişlerdi, gözleri kapalı tüm güçlerini kardeşlerin arasında gittikçe gerilen bağı koparmaya yönlendirdiklerinde, uzak ucun gittikçe zayıfladığını fark ettiler. Fakat iki kardeş arasındaki görünmez ipler iki yandan çekildikçe incelmesine rağmen diğer yandan gelen yakıcı bir arzu ellerinin altındaki cadının yaşam kaynağını da arsızca kendisine istiyordu.

Kosmen acele etmeliydi. Son bir çaba ile Marag’ınkinin üstündeki elini havaya kaldırdı ve çekişmenin şiddetini karşılamayı sevdiği kadına bıraktı. Kiana’nın alnındaki eli cadının başını biraz daha dibe bastırırken diğeri havada desenler çiziyordu. Anında çağrısına cevap veren deniz öfkeyle kabardı. Kadırganın yakınlarından kopup gelen dalgalar, güçle iki insan boyunu aştı ve kamların başlarının üzerinden aşarak onları suyla örttü. Sahile ulaştığında gazabı azaldığından normal boyutlarına ulaşmıştı.

Aghon gücünün kaynağı sular etrafında kabarırken sakinlikle yerini korudu.  Suyun içinde gözünün önünde ipek bir örtü gibi salınan Kiana vardı. Cadı’yı bırakmayan Marag ve Kosmen’in yukarıya doğru uzanan saçları özlemle birbirine dolanıyordu. Aghon’un, var olduğundan haberi dahi olmadığı kan bağı büyüsünü bozmaya çalışan atalarının o anda yaptıkları hakkında en ufak bir fikri dahi yoktu. Diğer kamların göremediği fakat şuanda suyun ve göz alan ışığın içinde kalan üçlüyü izlerken belki de geri kalan hayatı boyunca böyle bir şeye bir daha şahit olamayacağını hissediyordu.

Geldiği gibi hızla geri çekilen sularla birlikte ışık da yok olurken Marag, Kosmen’in yardımıyla Kiana’yı sudan çıkardı. Dört kolun kavradığı Cadı’nın dudakları kapalı, göğsü bir heykel kadar kıpırtısızdı. Aghon, Kosmen’in işareti ile Kiana’yı kucağına aldı ve suyun üzerinde tuttu. Birkaç saniye sonra kadının, öksürükle birlikte kan ve suyun sızdığı dudakları kıpırdadı fakat baygınlığı devam etti. Aghon, sıkı bir şekilde göğsüne bastırdığı Kiana’yı sahile taşımak için döndü.

Kosmen artık eski haline dönmüş Marag’ı belinden kavrayıp destek olurken “Zor da olsa bağı kopardık.” dedi Aghon’a.

“Peki, kardeşi?” diye sordu Aghon.

“Öldüğünü hissettim.” dedi Marag, yaşlı sesiyle. “Zavallıcık çok acı çekti artık ruhu huzur bulmuştur.”



***
“Üşümekten nefret ediyorum.”

Kapı hızla açılmıştı ve Kiana, ardından hiddetle dile getirilen hisler karşısında kımıldamadan geniş odada yanan hararetli ateşin karşısındaki ahşap koltukta sakince oturmaya devam etti.

Kieran’ın, arkasındaki kızın ileriyi işaret eden baş hareketini takip eden bakışları Kiana’yı buldu. Genç erkek cadının ovuşturduğu ellerinin hareketi yavaşladı ve sonunda durdu.

“Ah Kiana! Bu ne hoş sürpriz.” dedi Kieran, yüzü dışarının soğuğundan kızarmış yeni karşılaştığı ateşin sıcaklığı ile bu daha da şiddetlenmişti. Kısa siyah saçlarının altındaki solgun beyaz teninde yer yer kahverengi lekeler, elmacık kemiklerinin ve biçimli burnunun üstünde nokta nokta çiller vardı. Kar yanığı teni buğday rengi olmasına rağmen utandığında, kızdığında, mutlu olduğunda hatta soğukta ve sıcakta kızarırdı.

Kiana, erkek kardeşinin bocalayan yüzünden gelip geçen telaşı izlerken onun için duyduğu endişenin kalbini sıktığını hissetti. Bu kahrolası dünyada tek sevdiği varlığın kendini bilmez bir grup serserinin beynine doldurduğu saçmalıklar yüzünden ondan uzaklaştırılmasına izin vermeyecekti.

“Breella, bizi yalnız bırak.” dedi Kiana, ufak tefek kız yerine kardeşine bakarak.

Kieran Breella’ya gülümsedi ve “Gitsen iyi olacak.” dedi. Ardından “Ablamın bugün yine heyheyleri üzerinde.” dedi bakışları Kiana’nın üzerindeydi.

Breella, Kiana’dan bakışlarını kaçırdı, kendisi de aynı hızla yanlarından ayrıldı.

Kapı kapanırken Kiana “Gel de biraz ısın.” dedi. Sesi her zamanki sakinliğinde fakat daha şefkatliydi.

Kieran şömineye yaklaşırken Kiana’nın elbisesini alayla süzdü. Genç kadın, uzun siyah saçlarını süsleyen yakutların yardımıyla saçlarını özenle toplamıştı. Yüzü pudralanmış ince dudakları kırmızı bir boyanın yardımı ile dolgunlaşmıştı. Kolsuz kırmızı elbisesi ince belinden sonra ayak bileklerine kadar taşlı bir tül eşliğinde genişliyordu. Gümüş rengi beyaz kürk yakalı bir pelerin yatağının üzerine gelişi güzel atılmıştı.

“Çok şıksın.” Kieran ister istemez itiraf etmek zorunda kaldı. “Her zamanki gibi ölümcül bir şekilde güzelsin.” diye ekledi eğlenerek.

“Ölümcül kısmını sevdim.” dedi Kiana, gülerek. Kardeşi ile atışmayı özlediği için ifadesi yumuşamıştı.

Kieran “Bir yere mi gidiyorsun?” diye sordu fakat alacağı cevabı biliyordu.

“Evet, ama bu sefer sen de geliyorsun.” dedi Kiana, koltuğundan kalkarak.

Kardeşinin yatağının önünden geçerken eteklerindeki taşlar mum ışığında yanıp sönüyordu. Odanın köşesindeki ahşap dolabın altın kulplarını tutarak kapaklarını iki yana açtı ve “Bakalım nelerin varmış.” diye mırıldandı.

“Hiçbir yere gelmiyorum.” dedi Kieran, öfkeyle.

Kiana, kardeşinin günlük kıyafetleri arasından yeni ve kaliteli bir takım bulmaya çalışırken derin bir soluk aldı.

Kieran, ablasının kendisini sakinleştirmeye çalıştığını biliyordu fakat hiçbir şey söylemedi.

Kiana, omuzlarında ikişer büyük altın düğmenin olduğu bir ceketi çıkararak inceledi. Önündeki üç sıra altın zincirin diğer yandaki düğmelere bağlandığı ceketin iki yanı üst üste gelecek şekilde geniş tutulmuştu. “Bu iyi.” dedi ve ceketle birlikte bir pantolonu yatağın üzerine koydu.

“Beni duymadın mı?” diyen Kieran, ceketi alıp ateşe atmamak için kendisini zorlukla dizginledi.

Kiana, dolabın dibindeki bir çift parlak çizmeyi çıkarıp yatağın ayakucuna bıraktı.

“Duydum ama şansını fazla zorlama Kieran.” dedi Kiana kendini zapt etmeye çalışarak.

“Nerede?” diye sordu Kieran dişlerinin arasından.

Kiana, meydan okuyarak kardeşinin karşısına geçip dikilirken  “Nor Keyna’da.” dedi.

Kieran, tıpkı ablası gibi ince ve uzundu, aynı şekilde dikleşti. “Bu sefer neyi kutluyoruz.” derken dudağının bir yanı hoşnutsuzluk ve alayla yükseldi.

“Ecenin kutlamalar için bir sebebe ihtiyacı yok.” dedi Kiana sabırsızlıkla. “Hadi giyin artık, bu akşam bana sen eşlik edeceksin.” Ecesinin kardeşi üzerinden ona yaptığı uyarı yüzünden apar topar şehirdeki evlerine gelmişti ve bu gece onu da mutlaka yanında götürecekti.

Kieran’ın kaşları nefretle yükseldi. “Britriel senin için birini bulamadı mı?”

“Alaron, batı sınırındaki teftişten hala dönmedi.” Kiana, kardeşinin imasını anlamamazlıktan geldi.

“Peki, Reinferd’in ne işi vardı?”

“Meçkeyler götürsün hepsini!” diye bağırdı Kiana nefretle. Kardeşi bilerek damarına basıyordu ve artık sabrı taşmıştı.

 “Sana neler yaptığını görmüyor musun? Seni, beni herkesi kullanıyor. Onları oyalaman ve kontrol etmen için seni Alaron’un, Reimferd’in ya da canı kimi isterse onun kucağına atıyor. Bunu izlemekten nefret ediyorum.”

Kiana, sinirden kıpkırmızı olmuş kardeşine gidip sarıldı. “Hayatımızı kurtardı. Bizi orada bırakabilirdi ama yapmadı. Lütfen bunu unutma.”

“Unutmama izin vermiyorsun ki.” derken sesi küçük bir oğlan gibi çatallaşmıştı. Kieran, ablasına sıkıca sarıldı.

“Sana ihtiyacım var Kieran, lütfen beni yalnız bırakma.” Kiana dünyada en çok sevdiği kişinin yanağına sesli bir öpücük kondurdu.



***
“Kieran.”

Kiana, derin uykusunda kardeşinin ismini sayıklarken yalnızdı. Üşüyerek üzerindeki örtülerin içinde iyice büzüldü. Bedeni kamların titiz bakımı altındaydı fakat kaybıyla baş edemeyen ruhu günler ve gecelerdir rüyaların arasında dolaşıyordu.

“Beni yalnız bırakma, lütfen.”

Kiana’nın sayıklamalarından habersiz Daria yanı başında uykuya yenik düşmüştü.
 

10
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Ynt: WOOL Serisi - Hugh Howey
« : 08 Mayıs 2017, 10:29:04 »
Merakla beklediğim bir kitaptı hatta Vardiya'yı alıp kitaplığımda bekletiyordum. Artık raftan indirip Toz'unu da alıp okuma vakti gelmiş. Ellerinize sağlık :)

11
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 26 Nisan 2017, 14:22:55 »
***
Kiana, hızla yol alan bir kayıkta Daria ile yan yana otururken daha birkaç saniye önce ayrıldıkları kadırgayı yoğun sisten dolayı göremiyordu. Hareket ettikçe önlerinde iki yana açılan sis hemen arkalarından tekrar kapanıyordu. Denizin nerede bitip kumsalın nerede başladığını kestirmek ise onun için çok güçtü fakat birbirine dokunmadan ilerleyen kayıklarda kürekleri çeken kamlar nereye gittiklerini çok iyi biliyor olmalıydılar.  Kiana ilerledikçe doğuda puslu, yeşil bir düzlüğün ucunda, turuncu bir ışığın yükseldiğini fark etti. Kısa bir süre sonra güneş, yeryüzünün gri alacakaranlığını aydınlatacak ve sise rağmen bir kez daha gün ağaracaktı.

Aghon karaya çıkacaklarını söylediğinden beri Kiana’nın zihni sürekli olarak Ecesinin onu kurtarmak için kendisine ne zaman ve ne şekilde ulaşabileceği ile meşgul olmuştu. Cadıların, denizlerde tartışmasız onlardan daha üstün olan kamlara, su üzerinde saldıracağını hiç düşünmemişti. Karada daha güçlü olan cadıları bulmanın beklentisi ile boşu boşuna gözleri sisleri delmeye çalıştı.

Kiana, mantıklı bir şekilde düşündüğünde kendisini kurtarmaya gelecek cadıların karada bile kamlara karşı şansı çok az olduğunu biliyordu. Çünkü yüzyıllardır zannettikleri gibi kamların soyu tükenmemişti. Lurd ve mürettebatı ile onu yakalayan ve gemiye getiren kamlar dört kayığı doldurmuş ve hızla sahile doğru kürek çekiyorlardı. Büyüsünün işlemediği Aghon, Bendol’ün ordusundaki gibi kam olduğunu gizlemeden rahatça dövüşecekti. Dilsiz olduğuna yemin edebileceği Ikar’ın bile ne kadar zorlayıcı olabileceğini görmüştü. Ne olursa olsun Ecesinin göndereceği cadıların sayısı onlardan daha az olacaktı ve kamlar onu serbest bırakmadığı sürece ellerinden kurtulamayacaktı.

Kiana tüm karamsar düşüncelerinden kurtulmaya çalışarak birkaç dakika sonra çıkacakları kumsala baktı. Yaklaştıkça, hareket halindeki karaltıların birer balıkçı olmadığını, onları karşılamaya gelen ve hatta gelişlerini dört gözle bekleyen kamlar olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi. Daha kaç kamla tanışacaktı ki? Fakat o anda bunun için kafa yormaya fırsatı olmadı, sırtında hissettiği sızıya ilk önce anlam veremedi fakat birkaç saniye sonra parmaklarının teker teker kırıldığını hissetti. Çığlık atamadığı için dudakları sımsıkı birbirini örterken titreyen sağ elini gözünün önüne kadar kaldırdı fakat hissettiği acıya rağmen kemikleri ve teninde herhangi bir hasar yoktu.

Daria, Kiana’nın sarsıntısını ve kendi eline tuhaf bakışını gördüğünde korkuyla fısıldadı. “Hanımım?”

Kiana, dalga dalga bedeninde açılan görünmez kesiklerin acısıyla soluksuz kaldı ve kayığın tahta sırasından kayarak Daria’nın ayaklarının dibine adeta yığıldı.

“Kiana!” Daria’nın çığlığı o anda tüm kürekleri durdurdu.

Kayığın yalpalamasına neden olarak önden arkaya gelen Aghon, “Ne oluyor?” diye sordu.

“Bilmiyorum.” Daria elini yakaladığı Kiana’nın tutuşunun sıkılığı karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. “Bir anda böyle oldu. Sanki acı çekiyor gibi.”

Kiana alnını genç kızın dizlerine dayamış ve hızlı hızlı soluk alıyordu. Aslında o neden bu durumda olduğunu çoktan kavramıştı; Mickal yine kardeşine eziyet ediyor olmalıydı. Neden, diye sordu kendi kendisine. Ecesi, daha birkaç saat önce kardeşini Mickal’ın elinden kurtaracağına dair ona söz vermişken bu işkence nedendi? Mickal, Kiana’ya duyduğu tüm öfkesini, öldüremese de elinin altındaki Kieran’dan mı çıkarmak istiyordu?

“Yine bir şeyler planlıyor olmalı.” diyen kamlardan birisi cadının inandırıcılığını alayla sorguladı.

Önden gelen yorum ile Aghon “Devam edin.” diyerek duran kayığı tekrar harekete geçirdi.

Kiana kayığın dibinde kıvrılırken karnındaki yanmanın şiddeti ile sarsıldı. Daria hızla elini hanımın kıskacından kurtardı, çünkü kemiklerini kıracak kadar şiddetli sıkmıştı.

Aghon, kadını omuzlarından kavrayarak yüzünü görmeye çalıştı. Terden saçları alnına yapışmış ve rengi solmuş yüzünde gözleri acıyla büyümüştü. Aghon, kürekleri hızlandırırken Uyvar Kalesinde bir kam kadının onu öldürmeye teşebbüs ettiği gece Kiana’yı aynı bu şekilde köprü üstünde bulduğunu hatırladı. O zaman da şimdi olduğu gibi çaresiz ve acı içerisindeydi. ‘Bir şeyler ters gidiyor, lanet olsun!’ Kayığın dibine oturan Aghon, Kiana’nın başını dizine yasladı. Kadın derin bir şekilde nefes alırken şimdi gözlerini kapamıştı.

“Çok korkuyorum.” dedi Daria, Aghon’a hissettiği kızgınlığı bir kenara bırakarak.

Aghon “Ben de.” diye mırıldandı.

O esnada kayığın altı yumuşak kumlara gömülmüştü. Artık yükselmiş olan güneş ve dağılmaya başlayan sis sayesinde görüşleri daha da netleşmişti. Kamlar bileklerine kadar gelen sulara aldırmadan kendilerini kayıktan dışarıya atarken sahilden onlara doğru gelen kişilerle birbirlerini tanıdıkları aşikârdı.

Lurd, hala kendinde olmayan Cadı’yı kucaklayıp kayıktan indiren ve kuru kumlara yatıran Aghon’a yetişti.

“Sorun ne?” diye sordu Kaptan, bir yandan da parmaklarını Cadı’nın çenesinin altına dayayarak kalp atışlarını kontrol ediyordu.

Daria, Kiana’nın diğer yanına diz çökerken ağaçlık alanda onları yakalayan kam grubundan Kiana’nın öldürülmesine engel olmaya çalışan kadını yanında buldu. Diğer kamların üzerinde hüküm süren gençliği geride bırakmış olan orta yaşlardaki kadın, Her bir yandan ördüğü ince sarı saç tutamlarını başının arkasında toplamış ve salmıştı. Göz kenarlarında ve dudağının iki yanındaki çizgilere rağmen hala güzel ve alımlıydı. Daria, Kiana’nın bileğini Lurd gibi kontrol eden kam kadını ilgiyle izliyordu.

“Bayılmış olmalı.” dedi kam kadın içini çekerek.

Yanlarından geçen bir kam genci, “Cadıların bu kadar zayıf olduklarını düşünmemiştim.” dedi.

Aghon, alayla sarf edilmiş sözlere aldırmadan “Maera, Kosmen’i bulabilir misin?” diyerek kam kadına döndü.

“Elbette.” dedi Maera.

Daria kam kadının, kumsalın gerisinde bekleyen atlardan birisine atlayıp diğerlerinden ayrılacağını düşünürken birkaç metre ileride bir dizinin üzerine çömeldiğini gördü. Bir mızrak gibi sivrilttiği elini beyaz kumlara sapladığında Daira yakalandıkları gece yanan kam gencinin de aynı şekilde Aghon’la iletişim kurarak yakalandıklarını haber verdiği görüntü gözünün önüne geldi.

 “Kosmen gelene kadar burada bekleyelim.” dedi Lurd, ayağa kalkmadan önce.

Lurd, kontrolü eline alırken hiç kimsenin sahilden ayrılmamasını emretti. Kendi adamlarının kayıkları suyun ulaşamayacağı bir noktaya çekmelerini sağladı ve hızla onları bulundukları yerin etrafına gözcü olarak yerleştirdi.

Cadıların ne düşündükleri belli olmazdı, Kiana’yı kullanarak bir baskın yapabilirlerdi. Denizde onu geçebilecek bir insan evladı olmadığı gibi hiçbir cadı da onun karşısında duramazdı fakat rüzgârı arkasına almış bir cadı dörtnala güneye inebilirdi. O yüzden Kiana’yı yurtlarına yaklaştırmadan burada sevgili kadırgası Göçebe’nin yakınlarında kalmak en iyisiydi.

Maera anayurtları ile iletişimini koparıp Aghon’a durumu haber vermek için döndü. “Kosmen buraya geliyor.”

Aghon, başını salladı fakat rahatlamaya fırsat bulamadan bayıldığı gibi aniden kendine gelen Kiana belli belirsiz inleyerek iki büklüm kıvrandı.

Dizlerini karnına çekip yan dönen kadın, Aghon’un elleri ile karşılaştı fakat yeniden başlayan eziyetlerin altında acıdan yaşaran gözleri adamın yüzünü tam olarak görmesini engelliyordu. Mickal, bu öfkeyle Kieran’ı öldürecekti. Kiana’nın kardeşine ulaşması imkânsızdı çünkü aralarında kurulan bağlantı tek yönlüydü. Eğer kendisi ölseydi bağlantı kopacak ama kardeşinden ödünç aldığı güçlerin hepsini Rüzgârın Ruhu, Kieran’a iade edecekti. Yakalandığında kendisini öldürmeye çalışırken denediği de aslında buydu. Kardeşi gücünü geri aldığında ne Mickal ne de yanındaki cadı korumaları onu durdurabilirdi ama ne yazık ki bunu bile başaramamıştı. Şuanda kardeşinin bedenine yapılan tüm işkenceyi kendi bedeninde hissettiği gibi eğer kardeşini öldürürlerse o da ölecekti. Bağları bu şekilde işliyordu ve görünen o ki Ecesi’nin kontrolünden çıkan Zedana Kral’ı Mickal, Sedar karşısında ordusunu yenilgiye terk ettiği için kardeşini, haliyle onu öldürerek intikamını almaya karar vermişti. Kiana, bunun işkence ile kalmayacağını biliyordu artık.

Daria’nın elini omzunda hissettiğinde telaşla kızın elini avucuna aldı. Kardeşinin kırılan parmaklarının acısı onunkileri titretirken kesik kesik yazdı. ‘İyi olacağım.’ Daria’nın yapabileceği hiçbir şey yoktu o yüzden kızı rahatlamayı denedi.

Kiana, genç kızın hemen yanında Aghon’un varlığını hissetti; adamın onu öpüşü, dokunuşu hatta o kalın sesi ile ismini fısıldayışı o kadar uzak görünüyorlardı ki hatırlamakta zorlandı.

İki kadının iletişimi Aghon’un gözünden kaçmamıştı. Kızın elini alarak Kiana’nın avucuna kendininkini koydu. “Neden böylesin?” diye sordu öfkeyle.

Kiana cevap vermek yerine zorla gülümseyerek adamın elini bıraktı ve diğer yana dönerek kıvrıldı. Tüm bedeninde parça parça hissedilen sancılara kırılan kolun acısı da eklendi.

Daria, Aghon’a Cadı Kraliçe ile konuştuklarını söyleyip söylememek arasında kıvranırken istese Kiana’nın da anlatabileceğini ama adama arkasını dönmeyi tercih ettiğini düşününce susmasının en iyisi olduğuna karar verdi.

Kiana, dakikalar boyunca kumların üzerinde kıvranmaya devam ederken kamlar belli mesafeden kadının acısını izliyorlardı. Hiçbir zaman tabiatlarında birisine haksız yere acı çektirmek ya da masumlara eziyet etmek olmamıştı. Yüzyıllardır saklandıkları köşelerde, sefalet içinde hayatta kalmaya çalışırken çocuklarına Cadıların onlara yaptıklarını anlatarak büyütmüş olmalarına rağmen önlerinde düşmanlarından birisinin acı çektiğini izlemekte zorlanan bazıları bakışlarını kaçırırken daha cüretkâr olanları Kiana’ya acıyarak baktılar.

Nihayet atların yaklaştığını duyduklarında Kosmen’in geldiğini anlayarak rahatlamışlardı. Liderleri ne yapılacağını bilirdi. Güçlü ve güzel kısrakların üzerinde, normalde ayaklarını dolandırması gereken kumlara rağmen rahatça yol alan üç kişi, atlarından iner inmez kamlar önlerinden çekildi. İkisi genç erkek, birisi de yaşlıca bir kadın, Aghon’un önünde yatan kadına yaklaşırken Maera’nın açıklamaları ile Cadı’nın sefil durumu karşısında şaşırmamışlardı.

“Kendisinden bir şey öğrenemediniz mi?” diye sordu yaşlıca kam. Kimi yerlerine renkli boncuk ve tüyler taktığı beyaz saçlarını iki örgü halinde toplamış ve bükülmüş sırtına salmıştı. Yüzünün ve ellerinin yıpranmış tenine kırmızı ve siyah renklerle boyamıştı. İnce bileğindeki ahşap takıların bir benzeri yılların yükü ile kısalmış boynunu süslüyordu. Yine de kısık gözlerinin mavisi hala keskindi.

“Hayır, Marag Ana. Söylemeyi reddediyor.” Aghon, yaşlı kamın yanındaki uzun boylu genç adama beklenti ile baktı.

Gri-beyaz saçlarını başının arkasında toplamış, çenesinde ve sağ şakağında soluk  mavi desenler çizili olan genç kam, herhangi bir şey söylemek yerine, Kiana’nın önünde çömeldi ve kadının alnına dayadığı eli ile kendisine bakmaya zorladı. Cadının, ışığı gittikçe zayıflayan gözlerinin boş bakışı üzerinde durdu, sürekli seğiren elini kavradı.

Lurd, “Cadı üzerinden yerimizi bulmaya çalışıyor olabilirler mi?” diyerek denizlerde geçen yılların vermiş olduğu şüpheciliği ile en kötüsünü dile getirmişti.

“Yerimizi bulmaları için bu zavallıya bu kadar acı çektirmelerine gerek yok, Lurd.” dedi Marag esefle. Diz çökmüş gence dönerek “Ne düşünüyorsun Kosmen?” diye sordu yaşlı kam.

“Emin değilim, Marag.” dedi Kosmen. “Şüphelendiğim şey ise…” Durup bir an Aghon’u ardından onun yanındaki insan kızı süzdü. “O kim?” diye sordu tuhaf bir ilgi ile.

“Hizmetçisi.” dedi Aghon kısaca.

Daria kıt aklıyla bile karşısındaki kişilerin alelade kamlar olmadığını hızlıca kavramıştı. Cadı Kraliçe karşısında ansızın çözülen dili büyük ihtimalle kamların lideri olan adamın bakışları altında düğümlenmişti. Aghon’un kendisini tanıtan kelimesi karşısında başını hızlıca sallayarak bekledi.

O anda acısı sebebiyle bilinçsizce büyüsünü kullanan Kiana’nın sessiz çığlığı kumsaldaki deniz kuşlarını havalandırmıştı. Kadın elini Kosmen’in tutuşundan kurtardı ve sol böğründeki görünmeyen bir yarayı nafile örtmeye çalıştı.

“Hanımının bu durumu hakkında bir şey biliyor musun?” Kosmen şüphesini doğrulama ihtiyacı ile Daria’yı sıkıştırmayı tercih etmişti.

“Ben…” Daria korkuyla kekeledi. Bakışlarını Kiana’ya indirdi fakat hanımının onu duyup görecek hali yoktu. “Ben emin değilim.” dedi.

“Daria ne biliyorsan söyle.” dedi Aghon hızla kızı kavrarken. “Onu kurtarmamıza yarayabilir.”

Ağlamaya başlayan kızın dudaklarından “Kieran.” ismi döküldü.

“Kieran da kim?” diye sordu Aghon Daria yine susunca.

Daria, hıçkırıkları arasında “Kraliçe’ye Kieran’ı kurtarması için yalvarmıştı.” dedi.

Aghon, Kiana önünde kıvrandıkça hissettiği korku ile Daria’yı sertçe sarstı. “Ne zaman oldu bu?” diye sordu kızın korkusunu daha da arttırdığını fark etmeyerek.

“Gemide.” dedi Daria ve Aghon’dan kurtulmaya çalıştı. “Erkek kardeşi Mickal’ın elindeymiş.” dedi.

“Bu bazı şeyleri açıklıyor.” dedi Kosmen düşünceli bir şekilde.

Marag, Daria’ya yaklaşırken “Aghon, kızı bıraksan iyi olur. Zaten perişan halde zavallıcık.” diyerek genç adamı uyardı.

Orist, Daria’ya uzanırken Aghon, iki elini de kızdan çekerek havaya kaldırdı. “Neyi açıklıyor?” diye sorarken bakışları Kosmen ile Marag arasında gidip geldi.

“Kan bağı büyüsü.” dedi Marag.

Kosmen “Pek vaktimizin kaldığını sanmıyorum.” derken Cadı’yı kucakladı. Kadının ince uzun bedenini sanki küçük bir çocuğu taşıyormuş gibi kolayca sulara doğru götürdü.

Aghon, endişe ile atasının koluna yapışırken “Bana söz vermiştiniz.” dedi. “Ona hiçbir şekilde zarar verilmeyecekti.”

Lurd, yetişip Cetlere saygısızlık yapmasını önlemek için Aghon’u durdurmayı çalıştı.

Marag suya girmeyip kıyı da beklerken “Biz sözümüzü tutarız, oğlum.” dedi.

Aghon, Kosmen’in ardından soğuk suya girdi.

“Bağı koparmazsak bu acıyı çekmeye devam edecek.” dedi Kosmen yanında yürüyen Aghon’a. “Ayrıca, Mickal’a işkencelerin yeterli geleceğini sanmıyorum.”

“Kardeşini öldürürse Kiana’ya ne olur?” diye sordu Aghon korkuyla. Aslında cevabı çok iyi biliyordu.

“O da ölecek.”

12
Genel Kültür / Ynt: Brandon Sanderson'dan dersler
« : 14 Şubat 2017, 15:45:17 »
Ama çevrilseydi ne güzel olurdu.  :uhe :uhe :xD

13
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 18 Ocak 2017, 09:22:09 »
***
Kiana, burnuna kadar çekili örtülerin altında huzursuzca kıpırdandı. Uykusu derin değildi ve o kadar gergindi ki bacaklarını, ayaklarını sürekli kıpırdatıyordu. Döşek görevi gören, üzerinde yattığı kürklerin altındaki sert zemin arada sırada sallanıyor ve sebebini anlayamasa da bu sarsıntıdan rahatsız oluyordu. Gözlerini açmak istemiyordu fakat zihni yavaşça uyanmıştı. Kötü bir rüya gördüğünü ayrımsadı, asırlar önce ortadan kaybolmuş kamların elinde tutsaktı, Ecesine ihanet ettirilmiş ve kardeşinin hayatını tehlikeye atmıştı.

Odasının kapısı vurulmadan açıldı ve tekrar kapandı. Kiana, Daria’nın ne zamandan beridir bu kadar pervasızlaştığına kafa yorarken kaşlarını çattı. Tam kızı azarlamak için ağzını açtığı sırada kötü bir rüyadan uyanmadığını, yaşadığı kâbusun aslında gerçek olduğunu kavradı. Gelen Aghon’dan görmek istemiyordu o yüzden uyuyor taklidi yapmaya devam etmeye karar verdi fakat yer yatağına yaklaşan adım seslerine bir eteğin hışırtıları karışınca örtüleri üzerinden hızla attı.

Daria buzun üzerinde dikkatle hareket ederken bastığı yeri görmek için ayaklarına bakıyordu. Kiana’nın doğrulmuş ana baktığını fark ettiğinde dişlerini göstererek gülümsedi. Bir şey söylemeden gerisin geri dönen genç kız, Kiana’nın üzerinde yattığı kumaş ve kürk yığınlarına tuhaf bir şekilde baktığını göremedi.

Kiana Aghon, onu buzdan hücresine kapatıp gittikten sonra masanın altına sığındığını hatırlıyordu. Çocukluğunun anıları zihnine işkence ederken üşüyerek titremesinin asıl sebebini ayırt etmekte zorlanmış ve bir süre sonra da uykuya dalmıştı. Yoksa bayılmış mıydı? Ne olduğunu hatırlamaya çalıştı fakat hiçbir şey bulamadı.

Daria buzdan kapıya tıklatarak açılması için sabırla bekledi. Buzlar yavaşça eridi fakat herhangi bir su damlası yere düşmedi. Ikar kapıyı aralayıp bedenini tam içeri sokmadan temkinle kıza baktı.

“Yiyecek bir şeyler getirir misiniz? Hanımım uyandı.” dedi Daria. Ikar’ın Aghon’u haberdar edeceğinden emin olarak.

Ikar sözsüz bir onayla başını salladı ve kapı kapanır kapanmaz buzla yeniden mühürlendi. Daria, adamın çok az konuştuğunu yeni yeni fark ediyordu. Bu duruma omzunu silkip Kiana’ya döndü ve döşeğe yaklaşırken “İki gündür baygındın.” diyerek açıkladı durumunu.

Daria gelip yatağa diz çöktüğünde “Senin için çok endişelendik. Hatta Aghon seni bulduğunda…”

Genç kadın, Kiana’nın tıslayarak nefesini içine çekmesi ve hanımının siyah gözlerindeki nefretin kendisini susturmasına izin verdi. İçini çekti, Aghon’un hanımını kaçırmasına hala kızgındı fakat son iki günde adamında en az onun kadar Kiana için korktuğuna şahit olmuştu.  Kendi yaptığı buzdan hücrede Kiana’yı baygın bulunca hemen onu getirtmişti. İki gün boyunca Kiana’nın başında onunla birlikte uyanmasını beklemiş yanlarından çok az ayrılmıştı.

Kamların kürek çektiği kadırga son hızla ilerlerken Daria’ya göre kimsenin aşağıda bir cadı olduğu gerçeği ile ilgilenecek ne hali ne de vakti vardı. Orist yanında olduğu sürece gemide rahatça dolaşmasına izin veriliyordu. Mutfakta ya da güvertede vakit geçirdiği kısa zaman dilimlerinde kam kendi işlerine bakıyorlar ona pek ehemmiyet vermiyorlardı. Elbette o yakınlardayken amaçlarından bahsedecek değillerdi fakat en azından Uyvar Kalesinde kendi insanlarının baktığı gibi ona nefretle bakmamışlar, itip kakmamışlardı.

Daria biraz da çekinerek “Bana iyi davranıyorlar.” dedi. “Aghon seninle ilgilenmem için beni getirttiğinde seni buzdan bir hücreye kapattığını görünce çok kızdım.  Ona üşümekten nefret ettiğini bile bile nasıl böyle bir şey yaptığını biraz fazla sert söylemiş olabilirim.” Daria kızararak gülümsedi.

Duydukları karşısında Kiana’nın ifadesi yumuşamış olsa da dudakları kıpırdamamış düz bir çizgi halinde kalmaya devam etmişti.

“Gemiyi yakıp herkesin hayatını tehlikeye atabilirmişsin. Benimki de dâhil.” Daria, hanımının yapabileceklerinin sınırı olmadığını pekâlâ biliyordu, hele böyle tutsakken yaralı bir hayvandan bile daha tehlikeliydi. Onun rahat durmasını, kaderini kolayca kabullenmesini elbette beklemiyordu ama bir gemi dolusu insanın, aralarında kamlar olsa da, ölümüne sebep olacağını düşünmek istemiyordu. Kiana, elini kavrayıp sıktığında bakışlarını kaldırdı ve hanımının kara gözlerindeki güveni yanlış anlamadığını umdu, sudaki bir dal parçası gibi buna sığındı.

“Yapmazdın, ölmeme izin vermezdin.” Daria rahatlayarak derin bir nefes aldı. “Ben de onlara aynen böyle dedim.”

Kiana, Daria’nın güvenine layık olmadığını biliyordu. Elinde olsa bu gemiyi kendisi ile birlikte batırırdı fakat kıza bundan bahsetmek yerine sıkıntıyla sırtını buzdan duvarına yasladı. Aghon, elinde fırsatı varken akıllıca davranmış ve onu kaçamayacağı bir hapishaneye koymuştu. Her ne kadar bu, adamın tahmin ettiğinden daha fazla elini kolunu bağlamış olsa da ona hakkını vermek gerekti. Aghon gibi düşmanın olsun dosta ihtiyacın yok Kiana, diye düşündü.

Cadı, sırtını örtmek için örtüleri çekiştirirken öncekinden daha kalın yine pantolon giydirildiğini fark etti. Üzerinde de gömlek yerine yünlü bir kazak vardı.

“Elbise ile üşüyeceğini düşündüm.” Kiana’nın üstündeki kıyafetlere kaşlarını çatarak bakmaya devam ettiğini gören Daria hızlıca açıklamıştı. Biraz daha yanaşarak gözleri kapıda hanımına fısıldadı. “Kaçma şansın olursa eteklerden daha kullanışlı olacaktır.” Kiana’nın keskin kulakları ona yaklaşmadan fısıldasa bile ne söylediğini duyabileceğini unutmuştu.

Kiana, sorun değil dercesine yavaşça kızın eline vurdu fakat geri çekemeden parmakları Daria tarafından yakalandı ve bir açıklama beklercesine baktı.

“Bu savaş başlamadan çok önce çalıştığım evin mutfağında sağır ve dilsiz bir kız vardı. Aynı yaşlardaydık. Onunla geceleri yatağa girdiğimizde oğlanlar hakkında konuşurduk.” Daria, parmağını hanımının avucunda gezdirmeye başladı. “Seyis yardımcılarının arasında yakışıklık bir oğlan vardı.”

Kiana’nın kaşları hafifçe yükseldi.

“Onu her gördüğümde elim ayağıma dolaşır ve mutfakta sürekli bir şeyler kırardım.” Daria’nın parmakları hareket etmeyi bıraktı. “O da bu zaafımı bilir ve bana gülerdi, gülünce ne kadar yakışıklı olduğunu da bilirdi.” Kiana’nın avucunu kadının kucağına bıraktı.

“Rhoda, arkadaşımın ismi bu. Onunla birbirimizin avucunda hoşlandığımız oğlanları anlatıp eğlenirdik. Avucuna da o oğlanın ismini yazdım.”

Kiana bakışlarını hala açık olan elinden Daria’ya kaldırdığında gülümsedi. ‘Berilac’ yazdığını anlamıştı. Akıllı kızım diye düşündü. Daria’nın elini kavradı ve ‘sonra’ kelimesini kızın avucuna harf harf döktü.

“Ah! Sonra mı ne oldu?” Daria omzunu silkti. “Kasabanın hancısının çirkin ve aptal kızı ile evlendi.”

Kapının buzları çözülürken iki kadın anlaşmış gibi ellerini bıraktılar ve sustular. Daria,  Ikar’ın içeri girmeden uzattığı tepsiyi alıp masaya yöneldi fakat Kiana’nın yerinden kalkmaya niyeti olmadığını fark edince mecburen yatağın üzerine yerleştirdi.

“Güç kazanmalısın.” dedi Daria, hanımının tepsiye kaşlarını çatarak baktığını görünce.

Kiana, ne faydası var diye düşündü. Yakında Mickal, cadısının kaçtığını ve ordusunun onun yokluğunda zor durumda kaldığını, belki de yenildiğini öğrenecekti. Adamın kardeşine yapabileceklerini düşününce zaten çok az olan bütün iştahı kaçıyordu. Belki Daria bir şeyler biliyordu. Kızın avucuna hızlıca bir şeyler karaladı.

“Savaşın sonucu hakkında herhangi bir şey duymadım. Kamlar biliyor olsalar bile bana söylemeyeceklerdir.” Daria aklına gelen yeni bir düşünce ile “Sen keskin kulaklarınla bir şey duymadın mı?” dedi.

Kiana başını olumsuzca sallarken kızın eline ‘buzdan duvarlar’ yazdı.

“Zaten sürekli baygındın.” dedi Daria hayıflanarak. Kiana’nın çatalı almaya herhangi bir niyeti olmadığını fark edince “Yemelisin.” diye söylendi.

Kiana, Daria’nın yüzünde beliren ciddi ifadeyi görünce, bu kız ne zamandan beri kontrolü eline aldı diye merak etti. Sanki huysuzluk yapan çocuk kendisi, onu koruyup kollamak için yanıp tutuşan kişi de Daria’ydı. Yıllardan beri birinin kendisi üzerine bu kadar titrediğini hatırlamıyordu. İnce parmakları çatalı kavrarken kız için bir şeyler yemeğe karar verdi.

Daria, Kiana’nın kuş kadar lokmalarını sayarken rahatlamış ve halinden memnun bir şekilde oturuyordu. Bu huzurun ne kadar süreceğini bilemese de işlerin daha kötüye gitmeyeceğine dair ufak bir umudun kalbine sızmasına izin verdi.

Neden sonra tepsiye düşen çatalın sesi ile daldığı düşüncelerden sıyrılan Daria, telaşla hanımına döndü. Kiana, çok uzakları dinler gibi kulağını dikmiş, bakışlarını kamaranın lombozlarından ayırmıyordu.

“Bir şey mi oldu?” diye Daria endişe ile sordu.

Kiana, belli belirsiz fısıldanan isminin daha da yüksek sesle tekrarlandığını bir kez daha duydu. O Ecesine ulaşamazdı ama cadıların Kraliçesi ona ulaşmıştı işte. Aghon, yanılıyordu Ecesi onu bırakmayacaktı. Ayağa kalkmadan önce üzerindeki örtülerden kurtuldu. Ayaklarının çıplaklığına aldırmadan lombozlardan birine yanaştı. Buzdan dolayı açması imkânsızdı fakat ismini artık daha net duyabiliyordu. Kalbi heyecandan kafesteki bir kuş gibi çırpınırken çaresizlikle onu çağıran Ecesine cevap vermeyeceğini hatırladı.

Meraklanan Daria da yanına kadar gelmişti. “Bir şey mi duydun?”

Kiana, yapılabilirliğini sorgulamakla vakit kaybetmeden avucunu Daria’nın kulağına dayadı. Kızın büyüyen gözlerinden ve kapanıp açılan dudaklarından Ecesini onun da duyduğunu anladı. Hızla boştaki elinin parmakları genç kadının boğazına, ses tellerinin üzerine yerleşti. Eğer dokunuşuyla duyabiliyorsa belki konuşmasını da sağlayabilirdi.

Cadının soğuk parmaklarının tenindeki dokunuşundan çok yaşadıklarının etkisiyle titreyerek “Neler oluyor?” diye soran Daria şaşkınlıkla soludu.

Kiana, Ecesinin Daria’yı duyup duymadığından emin olamadığı bir dakika boyunca cadı kraliçenin çağrısı kesildi. Ya tepki vermekte çok geç kalmıştı ya da Kraliçe Daria’yı duyamamıştı. Fakat Elini çekeceği esnada Ecesinin sesi cılız da olsa tekrar ulaştı.
“Sen kimsin? Kiana nerede?”

Kiana, Daria’yı konuşması için teşvik ederken kızın duyduğu sesin etkisiyle titrediğini fark etti. Elini kızın kulağına biraz daha bastırarak başını yapabileceğine dair aşağı yukarı salladı.

“Yanımda.” Daria o kadar kısık ve titrek bir tonda konuşmuştu ki Kiana bile duymakta zorlandı. “Yanımda.” dedi tekrar daha yüksek bir şekilde.

 “Neden Ecesi ile konuşmuyor.” Kraliçe’nin rüzgârla karışık ses tonu yalancı bir sakinlik taşıyordu.

“Eminim o da konuşmak isterdi.” Daria korkuyla yutkundu. Kuzeyin cadılarının Kraliçesi ile mi konuşuyordu. Kim derdi ki mutfakta bulaşık yıkayan Daria, cadılar ve kamların arasında kalacak ve bu insanüstü toplulukların arasındaki en korkulan kişi ile konuşacaktı.

“Sen de kimsin?” Kraliçe sabrının sonuna gelmek üzereydi.

Kiana bunu anladığından Daria’nın avucuna bir şeyler karaladı ve elini tekrar kızın boğazına götürdü.

“Şey… Ben Kiana’nın hizmetçisiyim.” Daria derin derin soluyarak korkusunu yenmeye çalıştı. “Kamlar hanımımı kaçırdılar ve…” Kiana ile göz göze geldi. “Sesini şuanda kullanamıyor.”

İki dakika süren bir başka sessizliği Kiana ve Daria bakışarak geçirdiler.

“Özür dilerim. Sanırım inandıramadım.” Daria cadı kraliçenin kendisini duymasından korkarak fısıldamıştı.

Kiana, kızın avucuna ‘sorun değil.’ diye yazdı. Çıplak ayaklarından bedenine yükselen soğuğu yeni yeni hissediyordu. Aldırmamaya çalıştı, hayal kırıklığının yanında soğuğun sivrisinek ısırığından farkı yoktu.

Dışarıda güçlü bir rüzgâr esti, gece gündüz hareket halindeki kadırga sağa sola yalpaladı.  Kiana tam elini Daria’nın kulağından çekmek üzereyken Kraliçe’nin sesi tekrar duyuldu.

“Ah sevgili Kiana. Ben de sandım ki…” Kraliçe’nin içini çekme sesi rüzgârın nefesi gibi kulaklarına doldu. “Neyse boş verelim bunlara, hepsi Mickal’in uydurmasıymış.”

Daria, korkuyla Kiana’ya baktı. Ne demeliydi? Aghon’dan bahsedemezdi değil mi?

Kiana’nın aceleyle avucuna yazdıklarına baktı önce anlamakta zorlandı fakat Cadı’nın eli boynunu kapladığında endişeyle yutkundu.

“Kieran’ı Mickal’in elinden kurtar.” dedi Daria. Sonra bir Kraliçe ile konuştuğunu hatırlayıp “Lütfen efendim.” diye ekledi. Kieran’ın kim olduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu ama Kiana’nın gözlerindeki korku onu da aynı endişelere sürüklemişti. “Kiana’yı zorla kaçırdılar ve hapsettiler. Onun hiçbir kabahati yok efendim.” Daria daha fazla dayanamayarak kadını koruma ihtiyacıyla açıklamak için atılmıştı.

“Kendine sadık bir hizmetkâr edinmişsin, Kiana.”

Kraliçe’nin sözleri ile rahatlayan Daria, Kiana’ya gururla gülümsedi.

‘Ah aptal kız’ diye düşündü Kiana. ‘Kraliçe’nin takdirini kazanmak istemezsin emin ol.’

“Mickal kontrolüm altında. Seni de en kısa zamanda kamların elinden kurtaracağım. Neredesiniz, bana yerinizi söyle.” Kraliçe’yi göremeseler de taş zemini arşınlayan adımların sesleri geriden kulaklarına ulaşmıştı.

“Bir gemideyiz. Bizi güneye götürüyorlar.”

“Sramars Okyanusunda olmalısınız.” Kraliçe savaş meydanının yerini hesaba kattığında nereden okyanusa çıkabileceklerini bulduğunu düşünüyor olmalıydı.  “Gemi de kaç tane kam var?” Kraliçe nefretle soludu.

Kiana sorarcasına Daria’ya baktı. Yakalandıkları gece karanlıkta kaç kişi olduklarını anlayamamıştı ama iki kayıkta Aghon ile birlikte en az on kam vardı. Lurd’un onlardan birisi olup olmadığından emin değildi ya da mürettebatından. Fakat gemi bu kadar hızlı gidebildiğine göre tayfalar arasında da kam olmalıydı.

Daria avucuna yazılan sayıya baktı. “Yirmi.” diye fısıldadı Kraliçe’ye. Orist’i ve diğerlerini ele vermenin getirdiği suçluluk hissi ile yüzü kızardı. Bu gemi de ona kötü davranılmamıştı. Bendol’ün ordusu ile dolaşırken yaşadıklarını hesaba katınca uzun süreden beri ilk defa bir insan gibi muamele görmüştü. Hanımının kendisini gözettiğini biliyordu ama o da ilk başlarda kendisini kullanmıştı her ne kadar şimdi ona karşı iyi olsa da Cadılar onları bulup Kiana’yı kurtardıklarında ne olacaktı?

“Sevgili Cadım, seni kurtaracağım. Korkma.”

Kiana acele ile kardeşinin ismini Daria’nın avucuna yazdı.

“Peki Kieran?” Daria boğazındaki elin titrediğini hissediyordu. “Onu da kurtarın lütfen efendim. Hanımım çok endişeli.”

“Merak etme insan.” Kraliçe’nin ilk defa güldüğü duyuldu. “Ben sözümü tutarım.”

Daria “Teşekkürler.” diye mırıldandı fakat karşı tarafın duyduğundan emin değildi.



Dışarıdaki rüzgâr yavaş yavaş durdu fakat çok geçmemişti ki buzdan kapı çözüldü ve apar topar kamaraya giren Aghon iki kadını yatakta oturup sohbet ederken buldu. Ne yöne estiği belli olmayan yelkenleri döven rüzgârın normal olmadığını fark etmekte çok geç kalmıştı. Kiana’nın sesi olmadan diğer cadılarla iletişim kuramayacağını biliyordu fakat diğerlerinin onunla konuşmayı denemiş olmaları muhtemeldi. Kiana’nın cevap veremeyecek olması ise içini rahatlatmaya yetmiyordu.

Kiana’nın uyandığını Ikar haber vermişti fakat kadınları rahat bırakmayı tercih etmişti. Onu görmek istemediklerinden emindi ve şuanda ona bakışlarından da bunu çok açık bir şekilde görebiliyordu. Hiçbir şey söylemeden çıktı ve kapıyı ardından buzla kapladı.



Kraliçe Biritriel, sarayının gri mermerlerini arşınlarken kabarık elbisesinin kuyruğunu ve mücevherlerle omuzlarına tutturulmuş pelerinini arkasında sürüklüyordu. Tahtı, yüksek tavanlı geniş odanın diğer ucundaki bir yükseltinin üzerinde altından pırıltılar saçıyordu. Mozaiklerle renklendirilmiş pencerelerden giren güneş ışınları kuzeyin soğuk havasını yumuşatmaya yetmiyordu. İki muhafız taht odasının kapısının önünde taş heykellerden ayırt edilemeyecek şekilde dikiliyordu. Odanın ortasındaki alçak zemini çevreleyen on siyah mermer sütunun arasındaki üç cadı sabırla Kraliçe’lerinin söyleyeceklerini beklediler.

Sonunda Kraliçe, gelip önlerinde durduğunda “Egzor’a haber verin.” dedi. Bir karara varabilmiş olmanın rahatlığı ile tahtına yürüyüp oturdu. Altın sarısı saçları tahtın pırıltıları arasında kadını oturduğu yerle adeta bütünleştirmişti.

Kiana’dan ölü kamı teslim olan cadılardan Lentis öne çıkarak Kraliçesinin önünde eğildi ve heyecanla Egzor’a söylemesi gerekenleri duymayı bekledi.

“Mickal, Kieran’ı öldürsün.” Kraliçe, nahoş bir şeyi başından savıyor olmasına rağmen öfkeliydi. Planları istediği gibi gitmemiş, Mickal’in ordusu geri çekilmek zorunda kalmış, Lurd ise elinden kaçmıştı. Şimdi de gelişmesinde büyük emek harcadığı cadısını gözden çıkarıyordu.

Lentis ifadesiz yüzünü taht odasından çıkana kadar korudu fakat köşeyi döndüğünde Kiana’nın öldürülme emrini aldığını bilerek keyifle gülümsedi.

14
Tebrikler emeğinizin karşılığını alırsınız umarım. :))
Darısı bizlerin de başına :D

15
9. Yıl / Ynt: Kayıp Rıhtım 9 Yaşında!
« : 02 Ocak 2017, 09:38:35 »
Nice yıllara :D

Sayfa: [1] 2 3 ... 6