Merhaba. Herkes vakit ayırıp fikirlerini paylaşmış, açıkçası ben sormuşum kadar sevindim. Şahsi düşüncem söylenenlere olabildiğince kulak asmak, burada hiçbirimiz 'Yazmanın 7 Altın Kuralı' gibi adları olan kitaplar, Türk ve Dünya Edebiyatı konusunda doktoralara sahip değiliz. Elbet kendi çapımızda yazıyoruz; ama en önemlisi okuyoruz. Bu nedenle de söylediğimiz her şeyin bir gerçekliği olacağı kesin.
Gelelim sorularına. Ben de elimden geldiğince kendi cevaplarımı vereyim.
1.) Bir hikaye, roman vs denemesinde yazdıklarımızın akıcı olmasını nasıl sağlarız?
Akıcılık için yukarıda söylenen 'ritim' konusu çok önemli. Aliterasyon gibi dilbilgisel olayları, yansıma sözcükler gibi dilbilgisel olguları da işin içine katınca, nerelere varabileceği, neler yapabileceği, nelere kadir olduğuna dair büyük ufuklar açıyor. Ritim konusunda sitede öneriyi ilk veren Darly Opus'un öykülerini okumanı öneririm. O bunu gerçekten iyi başarır. Dışarıdaysa ritim bilincini en iyi şiirlerden alırız. Daha doğrusu ritmin nasıl kullanıldığı ve neler başardığını böyle görürüz. Sadece küçük bir örnek olarak aşağıda Nazım Hikmet'ten 'Salkımsöğüt' şiirinin bir parçasını paylaşıyorum.
Nal sesleri sönüyor perde perde,
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!
Atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat...
Atları rüzgâr...
Atları...
At...
Benim lisedeki edebiyat derslerinde en sevdiğim örneklerden biriydi bu. Dizeler boyunca Atlıların koşarak uzaklaşması, cümlelerin kısalmasıyla pekiştiriliyor ve biz şiirin içinde okurken atlıların uzaklaşıp kaybolduğuna daha çok inanamazdık.
Bunun dışında akıcılık konusunda en önemli noktalardan biri noktalama işaretleri olsa gerek. Hatta daha da özel konuşmak gerekirse virgül. İster içimizden okuyor olalım, ister dışımızdan, beynimiz okuduğu şeyleri ayırmak, anlamak için noktalama işaretlerine ihtiyaç duyar? Soru işareti kullandığım için bir önceki cümleye 'acaba öyle mi?' etkisi geldi bir anda. Ama soru işaretini sallama, evet öyle.
Her zaman bilindik 'oku, baban gibi eşek olma', 'oku baban gibi, eşek olma' ikilisini vermeyeceğim; ama özellikle yeni yazarlarda uzun cümleler bol bulunur ve eğer cümleni gerekli yerlerde, okuyucuyu rahatlatmak için virgül ve noktalı virgüllerle donatmazsan okuyucu aynı cümle için tekrar tekrar başa dönmek zorunda kalır. Bu da akıcılığı bozar.
Bunun dışında söylenebilecek çoğu şey oldukça kişisel olacaktır. Kısa cümleler kullanmak, belirteçlerden uzak durmak benim için önemli olanlardan ikisi. Kısa cümleler diyorum; çünkü akıcılığı kolaylaştırır. İnsanlar kolay okur. Hızlıca geçer. Anlayamazlarsa geri dönmeleri kolay olur. Okumanın rahatlığı okudukları şeyin akıp gittiği yanılsamasını yaratır.
Belirteçlerden uzak durmaksa Stephen King'in 'Yazma Sanatı' kitabında gördüğüm ve mümkün olduğunca kullanmaya çalıştığım bir ilke. Gerekli olmadıkça belirteç kullanmanın aptalca olduğunu düşünüyor kendisi. Sinema-TV okuyanlar senaryo yazımından bilirler bunu, 'Osmantan Erkır, Müzeyyen Senar'a aşağılayarak baktı' cümlesindeki 'aşağılayarak' sözcüğünü beğenmeyiz.
Çünkü okuyucuya birinin nasıl düşündüğünü, nasıl hissettiğini, nasıl etkilendiğini farkedilebilir somut ayrıntılar yerine kıytırık tek bir sözcükle söylemiş oluruz. Bu cümleyi nasıl ele alabileceğimize bakalım.
Kıytırık Metin.
Osmantan Erkır, Müzeyyen Senar'a aşağılayarak baktı.
'Bir elmayı elinle ortadan ikiye yarman beni hiç etkilemiyor Müzeyyen' dedi.
Belirteçsiz Metin.
Osmantan Erkır'ın gözleri küçüldü. Çenesini kaldırdı. Ağzının kenarıyla gülümsedi. Müzeyyen Senar'la konuşan dudağı kıvrılmıştı.
'Bir elmayı elinle ortadan ikiye yarman beni hiç etkilemiyor Müzeyyen' dedi.
Bir anda Osmantan'ın aşağılayışı etten, kemikten bir harekete bürünmüş oldu.
2.) Okuyana zevk ve merak duygularını nasıl aşılarız? Bu sorunun cevabı sende; çünkü her yazarın ayrı taktikleri vardır bunun için. En bilinen örnek 'Cliffhanger' kavramıdır. Kavram çok basit. Eski dizilerde (ve hala bazı yeni Türk dizilerinde, ad vermek istemiyorum; ama Dila Hanım diye bir şey var mesela) karakterimiz örneğin kaçıyor olurdu. Bir uçurumun kenarına kadar kaçar ve ayağı kayardı. Düşerken zar zor bir dala, bir ağaç köküne tutunur asılı kalırdı uçurumun kenarında. 'To Be Continued'u çakarlardı devam edecek diye. Ertesi hafta o diziyi izlemek zorunda kalırdık; çünkü uçurumdan düştü mü yoksa kurtuldu mu öğrenmemiz gerekirdi. İşte, 'cliffhanger' dediğimiz şey bölümün sonunu o uçurumun kenarında bitirmeye verilen ad.
Çoğu yazar, özellikle de fantastik yazarlar bunu yaparlar. Bölümlerin sonunu öyle bir bitirirler ki sen yemeğe, okula, işe gitmeden önce bir bölüm daha okumak istersin; çünkü merak ediyorsundur.
Polisiye romanları genellikle merak etkenini olabildiğince ön planda tutarak okuyucunun ilgisini kazanır. Belki o kadar çok 'cliffhanger' yoktur; ama hiç dikkat ettin mi sır perdesi en son aralanana kadar sorulan soruların sayısı sürekli olarak artar.
Kitabın başında tanık olduğumuz cinayetle birlikte sorduğumuz soru 'Müzeyyen Senar'ı kim öldürdü?' iken, gittikçe yeni sorular eklenir. 'Osmantan o gece orada ne arıyordu?', 'Yarıya ayrılmış elmanın diğer yarısı nerede?', 'Polis o soruyu sorduğu zaman Kıvanç Tatlıtuğ neden gözlerini kaçırdı?', 'Angelina Jolie neden akşam ne yediğiyle ilgili yalan söyledi?', 'Olay yerindeki tüylü kelepçenin anlamı nedir?'
200 sayfalık bir romansa, ilk sayfada 1 olan soru sayısı 150. sayfada 20 olur. Bu da ilk başta 1 şey merak eden okurun 150. sayfada 20 şey merak etmesi demektir. Bu da ilgiyi ayakta tutar. Okur soruların cevabını almak için sürekli bir sonraki sayfayı çevirir.
Daha az genel geçer olan; ama kullanılan yöntemler de vardır; ama bu dediğim gibi oldukça kişiseldir. Örneğin, George R. R. Martin ana karakterlerin de ölebildiğini tekrar tekrar göstermiş ve böylece tekinsiz bir roman yazmıştır. Okurken sürekli tetikte hissedersiniz; çünkü çok sevdiğiniz o karakter başka bir karakterle kapışırken 'gerçekten de bir sonraki sayfada ölecek olabilir'.
3.) Düz yazılarımızda süslü kelimeler mi önem arz eder yoksa kurgu mu? Bu sorudaki gibi bir 'şu mu, bu mu' durumundan bahsediyorsak ceva her zaman 'kurgu' olacaktır. Bana kalırsa şu altın kuralı unutma: Öykü her zaman önce gelir. Tabii, kendi farklı altın kuralların olabilir; ama ben yazılarımı buna göre yazmaya çalışırım. İnanılmaz bir karakterim olabilir, işte fantastik bir hikayeden bahsediyorsak harika bir dünya kurmuş olabilirim. Başka işim yokmuşçasına 79 yeni dil oluşturmuşumdur, sayfalar dolusu notlarımda ağızlardan salya akıtacak ayrıntılar vardır; ama öyküm her zaman önce gelir.
O yüzden de amcasının tarlasında çalışan yetim OSMANTAN bir gün aslında tüm dünyayı kurtaracak olan seçilmiş savaşçı olduğunu öğrenir, yola çıkar, yolun başında ölmeye çok yaklaşır; ama atlatır, hikayenin ortasında kaslı ve güçlü bir savaşçı olur, sonra da her yerin tek hakimi kötü kral ERKIR'ı alt ederse, benim için işlemez. Çünkü öykümde aradığım şey yoktur.
Bu yazdıklarımdan 'klişeden kaçının' sonucu çıkmamalı. Benim 'klişeyle' bir derdim yoktur. Hatta 'Klişeler bir nedenle klişe olmuştur' sözünü de benimserim; ama uğraştığımız şey klişe de olsa bir 'kanca'sı olmalı. Kancası dediğim, yani okuru bir kanca gibi tutup çekecek bir şeyden bahsediyorum. Neil Gaiman'ın 'Mezarlık Kitabı'nı ele alalım. Klişenin önde bayrak sallayanıdır. Adı da dahil olmak üzere 'Orman Kitabı'ndan cukkalanmıştır. Neil Gaiman da bunu söyler, kitabı, hikayeyi Orman Kitabı'ndan cukkaladım, der. Ormanda yalnız yetiştirilen çocuk yerine mezarlıkta yalnız yetiştirilen çocuk olmuştur. Tarzan'larda, mitlerde, sayısız kitaplarda gördüğümüz bir olgudur; ama yine de yeriz; çünkü farklı şekilde pişirilip servis edilmiştir. Öyküde bizi kancalayan şeyler vardır.
Geceyi delerek gelen bir bıçak ve onun getirdiği bir dizi şey...
Öykü her zaman önce gelir.
Gelelim süslü sözcüklerine. Ben çok severim. Okumayı da, kullanmayı da. Ama hem yeri, hem de ayarı olması gerekir. Osmanlıcadan bize kalmış hem fonetik olarak hem de anlam olarak harika olan pek çok sözcük var; ama eğer ayarında kullanmazsan çok fazla olur, yine akıcılığı böler. Kitabın bir anda Ahmet Hamdi Tanpınar kitabı olur. Halbuki insanlar Tanpınar okumak için senin kitabını almazlar, Tanpınar okumak için Tanpınar kitabı alırlar.
Yine önceden bahsedildiği gibi bir de sözcüklerin de hikayeye ve yazım tarzına uyması gerekir. Şimdi hatırlamıyorum; ama sitemizde çok güzel bir örnek vardı bununla ilgili. Bir bilimkurgu öyküsüydü, yüzyıllar sonrasında, distopik bir dünyada geçiyordu. Dinler yok olmuştu. Yabancı adlara sahip iki karakter konuşuyor, üçüncü bir kişiden bahsediyorlardı. Biri diğeri için 'meczup' diyordu.
Ya da belki tam böyle olmamıştı; abartıyor olabilirim; ama sonuç olarak öykü distopikti. Din yoktu ve birinin 'meczup' olmasından bahsediliyordu. Yazar deli, çılgın demek için böyle bir sözcük kullanmak istemişti. Farklı, değişik bir şey olacaktı, iyiydi, hoştu... ama bir sorun vardı. Meczup sözcüğü tasavvuf kökenliydi. Allah aşkından çıldıran kimse anlamına gelmekteydi. Öykünün hiçbir yerine uymuyordu.
ÖYKÜ
HER
ZAMAN
ÖNCE
GELİR.
4.) Süslü kelimeleri kullanabilme becerisini nasıl kazanırız, kurgu kabiliyetimizin gelişmesi için ne yapabiliriz (Kitap okuma dışında)?Kitap okumanın dışında yapacağın şey yazmak olurdu herhalde. Başka pek bir şey gelmiyor aklıma; ama kendine egzersizler verebilirsin. Örneğin benim Kayıp Rıhtım seçkisinde yayımlanan 'Pazuzu' adlı öyküm tamamen bir egzersiz sonucu doğmuştu. Beni disiplinli yazmaya itecek bir şeye ihtiyacım vardı. Hiç korku öyküsü yazmamıştım ve denemek istiyordum, hoooop seçkide 3 ay boyunca yayımlanacak 3 bölümlük bir korku öyküsü yazmaya karar verdim.
Yaz, kısa yaz, uzun yaz, aslında uzun yazma, kısa yaz, tekrar yaz. Yaz, yazdığını bitir, bir daha yaz. Yazdıkça yeni şeyler deneyesin gelecek zaten. Bu sefer şöyle bir şey deniyeyim kurguda. Hmm, bu sefer kötü adamın ana karakterin babası olduğunu öykünün sonunda değil de başında öğrenelim... gibi gibi...
Bir de benim için sözcükler konusunda işe yarayan bir şey 'eşanlamlılar sözlüğü' almak oldu. Utanmadan da söylüyorum, ne zaman yazarken hmm, yok yahu, bu sözcüğü kullanmayayım desem, sözlükten bakıyorum daha ilginç bir eşanlamlısı var mıymış diye.
İşte böyle şeyler.