Kayıt Ol

Kartalın Ruhu (Tamamlandı)

Çevrimdışı cankutpotter

  • ****
  • 1233
  • Rom: 14
    • Profili Görüntüle
    • Büyülü Kale, Hayallerinizin adresi.
Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #45 : 23 Nisan 2015, 13:47:40 »
Selam dostum. :)
Öncelikle ellerine sağlık, çok güzel bir bölüm olmuş. Hikâye ilginçleşmeye başladı, En baştaki rüya sahnesinde bir anormallik olduğunun farkındayım. Bebeğin daha birkaç aylıkken konuşması, üstelik Ghia'nın da rüyasıyla ilgili çekincelerinin olması birtakım şüphelerimi güçlendiriyor.
Yanlış hatırlamıyorsam daha önce Bakeanların aslınd barışçıl bir toplum olduğunu söylemiştin. O halde bu durumun sebebi ne acaba?
Neyse, devamını merakla bekliyorum, görüşmek üzere...
İnsan, hayalleriyle vardır.

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #46 : 23 Nisan 2015, 14:08:16 »
Yanlış hatırlamıyorsam daha önce Bakeanların aslınd barışçıl bir toplum olduğunu söylemiştin. O halde bu durumun sebebi ne acaba?
Neyse, devamını merakla bekliyorum, görüşmek üzere...

Bu durum biraz insan doğasıyla alakalı. Çoğunluk olma, baskın olma içgüdüsü insanları uç noktalarda davranmaya itebiliyor bazen. Üstelik bu sadece hikayelerde olmuyor maalesef çok yakın zamanda bunu biz bile yaşadık tam olarak aynı şeyler olmasada.

Hikayeyi bıkmadan okuduğun ve yorumlarını paylaştığım için çok teşekkür ederim.
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı seabiscuitxx

  • **
  • 60
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #47 : 24 Nisan 2015, 00:04:45 »
Yine iyi iş çıkarmışsın. Doğa betimlemelerin çok profesyonel. Yani bunları nereden buluyor diye soruyorum kendime. Geçen söylemiştim. Fazlaca isim, inanış, karakter olsa da rahatsız etmiyor. Bu bölümler oldukça oturaklı ve ilgi çekici. Kısa bir seri diyordun ama buradan bir game of thrones çıkabilir.
Aslında hikayeler arası geçişleri biraz daha homojen hale getirsen ve ayrıntılar içinde dolaşırken okuyucuya bir amaç verirsen ortaya güzel bir şey çıkacak.

Eline sağlık...
Ölüm sadece başlangıçtır.

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #48 : 24 Nisan 2015, 00:40:03 »
Kısa bir seri diyordun ama buradan bir game of thrones çıkabilir.

Kısa bir seri olduğunu söylemedim aksine bir üçleme olacak :)
Umarım tüm hikayeyi tamamlarım. okuduğun için sağol ;)
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı Light

  • **
  • 359
  • Rom: 7
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #49 : 24 Nisan 2015, 17:25:29 »
Öykünüz hep gözüme takılıyordu, şansıma bugün nöbetçiydim ve açıp okudum. Sizin için notlar aldım geldiğim yere kadar. Bunlar:
Alıntı yapılan: Not
-Virgül tekrarları
-Gereksiz sözcük kullanımı
-''hiçbir'' hatası, ''de'' bağlacı yazım hatası, ''bir şey'' hatası, ''birkaç'' hatası gibi şeyler
-Gereksiz ek kullanımı
-Eksik ek kullanımı
-Anlatımı aceleye getirme
-Bu aceleye bağlı olarak hafif irrasyonel örnek-ifadeler(kurguyu anlatırken)
-Ara sıra hayatın yaşanış yerine göre ifadeler, epiğin yanında psikolojik, kişiliksel tanımlar ve ifadeleri kullanmak, psikolojik yapımsal ve yıkımsal olgular kullanılmalı

Belli bir yere kadar geldim, fazla ileri gitmedim çünkü maalesef özgün bulamadım. Hep bir yerlerden esintiler sezdim ve bana bir şey katacağını düşünmedim; biraz da yazım hataları soğuttu. Fakat gayet güzel bir yazım stiliniz var, devamını dilerim. :)
Alıntı yapılan: W.S.
Yet do thy worst, old Time; despite thy wrong
My love shall in my verse ever live young.

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Ynt: Kartalın Ruhu (15. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #50 : 24 Nisan 2015, 17:58:36 »
Sana hepsini okutamamışsam iyi bir yazım stilim yok demektir :) Yinede iltifatın için teşekkürler.
 
Okuyup yorumladığın için de ayrıca teşekkür ederim, yazdıkça daha iyi olacağıma inanıyorum. Yazım ve anlatım hatalarını düzeltmek için biraz özel çaba harcamalıyım sanırım. Özgün bulamamanıza üzüldüm açıkcası çünkü direkt olarak varolan bir esere öykünmeden tasarladım ve yazdım. Hangi eserlerle benzerlik bulduğunuzu da merak etmedim değil.




Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Bölüm 16: Bake
« Yanıtla #51 : 24 Mayıs 2015, 14:03:01 »
- 17 yıl önce
 
"Otuz beş, otuz altı... otuz yedi! Bir tane eksik... Şu sis tam çökecek vakti buldu!" diyerek bir anda etrafını saran sise söylendi Vaspe. Keçilerinden biri eksikti. Diğer keçilerin de kaybolmasını göze alamazdı, bu yüzden bir an önce tüm keçileri ahıra sokmalıydı. Sis hafifleyince kayıp keçiyi aramaya çıkmak daha mantıklı bir düşünceydi. Uzaktan bakınca kulübe tüm o gri beyaz perdenin ardında soluk bir gölge gibi görünüyordu. Vaspe sürüyü bir arada tutmaya çabalarken bir yandan da ayakta durmaya çalışıyordu. Çimenlerin üzerindeki su damlacıkları dönüş yolunu kayganlaştırmıştı. Vaspe yürümekte zorlanıyor, yamaçtan aşağı inerken ayağını yan yan basarak dikkatlice inmeye çalışıyordu. Keçiler, Vaspe ile alay edercesine atlaya zıplaya önünden geçiyordu.  
 
Vaspe tüm keçileri ahıra soktuktan sonra kulübenin artık iyice eskimiş kapısını gıcırdatarak açtı ve ocağın başına gitti. Üşüyen ellerini ocakta ısıtırken, bir yandan kaynamakta olan tencerenin kapağını açınca nefis bir yemek kokusu odaya yayıldı. "Bu kız annesinden bile daha maharetli." diyerek içerdeki odaya doğru yürüdü. Kapıyı yavaşça araladı, dokuz on yaşlarında küçük bir kız çocuğu odanın penceresinden dışarıyı seyrediyordu. Kulübe Gra Ane'de yer alan küçük bir yayla köyünün en tepesindeydi ve pencereden bakınca insan kendini kuş gibi hissediyordu. Bulutsuz bir günde güney yamacından bakıldığında Tapınaklar Çölü bile görünebilirdi bu yükseklikten. Babasının içeriye girdiğini görünce küçük kız gülümsedi ve koşarak babasına sarıldı. "Bake, güzel kızım eğer mum yapmayı bitirdiysen sana ihtiyacım var. Keçilerden biri kayboldu." Annesi öldükten sonra mum yapma işini Bake devralmıştı. Sampra pazarından satın aldıkları balina yağıyla yaptıkları mumları Glomalin ve Letha'ya giden kafilelere satıyor ve kazandıkları altınlarla yeni keçiler alıyorlardı. Vaspe karısının vefatından sonra artık mum yapmayı bırakıp bu dağ köyüne yerleşmişti ama Bake'yi mum yapmaktan vazgeçirememişti, bu ona annesinden kalan bir miras gibiydi.
 
Bake özenle çizmelerini giydi ve babasının peşinden yürümeye başladı. Babasının yürüyüşüne ayak uydurmaya çalışıyor ve yarı koşar halde, nefes nefese yamaca tırmanıyordu. Vaspe keçileri otlattığı yere vardığında, artık bulutlar köyün bulunduğu dağın eteklerine çekilmiş ve gökyüzü turuncu mavi kıyafetini giymişti. Buradan bakınca bulutlar denizi ve bulutlardan sıyrılan yüksek tepelerde birer adayı andırıyordu. Bake durdu ve derin bir nefes alarak etrafına baktı. Soğuk rüzgarın yüzünde gezinmesini ve güneşin kaybolmak üzere olan son turuncu ışıltılarını seviyordu. Gözlerini kısarak yavaş yavaş batmakta olan güneşe baktı, hala göz kamaştırıcı ve ışıltılıydı. Bake gözünü kapadığında sanki hala güneşe bakıyor gibi soluk bir hayalet güneş dolaşıyordu zihninde. Artık gözlerini açsa bile etrafını karanlık görüyordu. Vaspe yaklaştı ve kızına sarıldı, soğuktan üşümüş yanağını öperek "Karanlık daima aydınlığın içinde gizlenir küçük kız. Çok fazla güneşe bakarsan artık aydınlığın ne demek olduğunu unutur gözlerin. Tıpkı iyilerin içinde saklı olan kötülük gibi."
 
Vaspe "Kartal Yuvası"  denilen sarp kayalık yamaca bakmak için Bake'nin yanından ayrılırken, "Bake Dikkatli ol! Sis yine çökebilir, sakın kaybolma!" diyerek onu uyardı. Mağaraların olduğu tarafa doğru yürüyecekti. Bölgenin en yüksek tepesinde yer alan mağaralar eski zamanlarda, şamanların ritüel mekanlarıydı ve bu mağaralarda şamanların Zalvia içerek Tanrı ile konuştuklarını anlatan hikayeler anlatılırdı. Bake bu hikayeleri seviyordu, çünkü bazen o da Tanrı ile konuşuyordu. Annesinin vakitsiz ölümünün nedenini anlayamıyordu ve Tanrıdan bir cevap bekliyordu. Ama hiç bir zaman sorusuna bir cevap alamamıştı. En sonunda Tanrının yaşlandığını ve kulaklarının iyi duymadığını düşünmeye başlamıştı. Babasına bu düşüncesini anlattığında, Vaspe ilk önce şaşırmış sonrada kahkahayı patlatmıştı. "Tanrı rüzgar dilinde konuşur, çok az insan onu duyabilir. Ağaçlar ve kuşlar onun yaveridir. Onların sesine kulak ver belki sorduğun sorunun cevabını sana fısıldarlar."
 
Bake eğilip yerdeki küçük yün parçasını eline aldığında taze kan izini fark etti. Endişeli gözlerle etrafına bakındıktan sonra, kan izlerinin ileriye doğru artarak devam ettiğini gördü. Babasına seslendi ama sesini duyurabildiğinden emin değildi. Korkarak ta olsa kan izlerini takip etmeye devam etti. Cesur bir çocuk değildi ama meraklıydı. Küçük keçi yaralanmış olmalıydı, belki de daha kötüsü bir kurt onu parçalamış olabilirdi. Tüm bunları düşünürken sonunda şamanların mağaralarının olduğu yere varmıştı. Mağaraların içine bugüne kadar hiç girmemişti ama yakınındaki mağaradan gelen sesleri duyunca her zamanki gibi merakına yenilerek sese doğru yürüdü. Karşısına bir kurt çıkarsa ne yapabileceğini düşündü, yerden bir taş alarak sıkıca tuttu. Bir keresinde saldıran azgın bir köpeği bu şekilde uzaklaştırmayı başarmıştı. Daha da yaklaşarak sessizce içeriye bakmaya çalıştığında küçük keçinin derisini yüzen bir insan silueti ile karşılaştı. Deştiği karnından keçinin iç organlarını çıkarıyordu. Bake dehşet dolu gözlerle korkarak geri çekildi. Küçük yüreği, çöl bedevilerinin tam tamları gibi çarpıyordu. Gördüğünden emin olmak istiyordu, içinden korkmaması gerektiğini kendine telkin ederek yaklaşıp göz ucuyla tekrar baktığında mağaranın boş olduğunu fark etti.
 
Hayal mi görmüştü yoksa gölgeler ve karanlık mı onu yanıltmıştı. Peki ya hala burnuna gelen kan kokusu. Elindeki taşı yavaşça yere bıraktı ve mağaranın ortasına kadar yürüdü. Bu bahaneyle ilk kez mağaralardan içeri girmişti, bir tehlike olmadığını anlayınca daha da cesaretlenmişti. Aklındaki soruyu bir kez de burada sormalıydı belki de, henüz rüzgar dilini öğrenememişti ve hala Tanrı'nın cevabını merak ediyordu. Üstelik bu yer Tanrı ile konuşmak için uygun bir yerdi. Tanrı bir zamanlar şamanlarla burada konuşmuşsa pekala onunla da konuşabilirdi. "Yeri ve göğü yaratan yüce ruh, neden beni annesiz bıraktın! o daha çok gençti... Bu kez sesimi duyarsın umarım ve şamanlarla konuştuğun gibi benimle de konuşursun."
 
Her zaman ki gibi sorusuna bir cevap alamamıştı. Yavaş adımlarla ışığa doğru yürüdü. Dışarıda neredeyse hava kararmak üzereydi ve yağmur başlamıştı. Mağaranın önündeki taşa oturup başını ellerinin arasına alarak yağan yağmuru izlemeye başladı. " Annesi ölen ilk çocuk sen değilsin!" Bake bu sesle irkildi ve ayağa kalktı, ses mağaradan geliyordu. "Yaşam nasıl mucizevi bir şeyse, ölüm de en az onun kadar mucizevidir." diye devam etti konuşmasına mağaradan yükselen ses. Bake, konuşmaya devam etmek istiyordu ama korkuyordu.  "Benim annem çok iyi bir insandı ve asla sana saygısızlık etmedi. Daha kötü insanlar dururken neden benim annem..."
 
"Bir gün herkes ölecek ve işledikleri günahlar için cezalandırılacaklar. Bu senin bu dünyadaki sınavın, annen olmadan da ayakta durabilmelisin! O kadar iyi bir insan olmalısın ki insanlar seni görünce ışığınla aydınlanmalı. Karanlığı aydınlatan bir ışık gibi olmalısın."
 
"Peki iyi insanlar, onlara ne olacak?"
 
Yağmur şiddetini artırmış ve yıldırımlar çakıyordu. Tam bu sırada mağaranın girişinde bir adam belirdi. Çakan şimşekler adamın yüzünün görünmesini engelliyor ve onu gizemli bir karartıya dönüştürüyordu. "Kızım her yerde seni arıyordum..." diyerek, koştu ve küçük kızına sarıldı Vaspe. Küçük kız ürkek bir kuş gibi titriyor ve derin derin nefes alıyordu.
 
"Konuştu... Benimle konuştu Baba."
"Kim seninle konuştu, kimden bahsediyorsun kızım?"
"Tanrı... Tanrı benimle konuştu... Aydınlatmalıymışım, tüm karanlıkları aydınlatmalıymışım..."
 
Vaspe, küçük kızın sürekli titremesinden ve öksürmesinden endişelenip, aşağıda ki köyden bir şifacı getirmek için evden ayrılmıştı. Şifacıyla birlikte eve doğru yürürken Vaspe kulübeden yayılan ışığı fark etti. Dağın tepesindeki kulübe bir deniz feneri gibi görünüyordu. Vaspe, şifacıyı arkasında bırakıp hızla koşmaya başladı. Kayganlaşmış patikada düşe kalka ilerliyor ve bu ışığın kaynağının ne olabileceğini düşünüyordu. Eve girer girmez küçük kızın odasına koştu ama kapı açılmıyordu, kapının altından sızan ışık tüm evi aydınlatıyordu. Kapıyı omuzuyla bir kaç kere vurduktan sonra ancak açabilmişti.
 
Yüzlerce mum, mavi karanlığı aydınlatan küçük alevleriyle odayı mucizevi bir ışıkla doldurmuştu.
Mumlar daire şeklinde dizilmiş ve ortasında küçük Vaspe çıplak bir şekilde boylu boyunca uzanıyordu. Hala vücudu titriyor ve kendinden geçmişçesine sayıklıyordu;
 
 "Karanlığı aydınlatmalıyım..."
 
 
* * * * *

Ghia tüm gece boyunca gördüğü kabuslardan kurtulmak için bir matara dolusu şarap içmişti ama sızmayı başaramamıştı. Bunun yerine halüsinasyonlar görmeye başlamıştı. At arabası ağır ağır ilerlerken yol kenarında gözü oyulmuş ve yarılmış karınlarından bağırsakları sarkan insanlar görüyordu. Pelerinini iyice kafasına çekip kendi iç dünyasına çekilmek belki de en iyisiydi. Karanlık, neydi karanlıkla insanların derdi? Sonsuz bir karanlık hayal etti Ghia, işte aradığı huzur bu karanlığın derinliklerinde gizliydi. Bir anda gözlerini kamaştıran güneş ışıkları tekrar her şeyi normale döndürmüştü. Odaren, Glomalin'de kafileden ayrılacak olan Ghia'nın yanına gelmiş ve  onu pelerinine sarılmış bir ölü gibi yatarken gördüğünde endişelenmişti. ormandaki cesetleri gördüklerinden bu yana Ghia durgun ve düşünceliydi. Odaren onu neşelendirmek için; "Galomalin yolcusu kalmasın!"
 
"Hayır, Galomalin'de inmeyeceğim Odaren... Sampra'ya geliyorum, Sampra'ya gelip Vase Bake ile konuşmalıyım."
 
"Evet sarayın kapısında seni beklediğinden emin olabilirsin! Eski püskü giysileriyle bir şamanı sarayın yakınına bile yaklaştırmazlar."
 
 "Şaman olduğumu da nerden çıkardın?" Odaren bu cevaba şaşırması Ghia'yı neşelendirmişti. Keyifle bir ıslık çaldı ve Akina ıslığı duyar duymaz bir anda ormanın derinliklerinden fırlayıp kafileyi takip etmeye başladı. Görkemli kanatları ve pençeleriyle tüm kudretini kafiledekilere sergiliyor,  herkes büyülenmiş gibi onu izliyordu. At arabaları Galomalin tabelasının olduğu yol ağzından geçerken Ghia biraz düşünceli ama umutlu bir şekilde gökteki Akina'yı izliyordu.
 
 "Kanatlarını sonuna kadar aç
Ve yüksel göklere
Bulutların da üzerine
Umut oralarda bir yerde
Çöl kumlarının rüzgarla savrulduğu,
Okyanus tuzunun tenini yaktığı günlere git
Umut eskiden olduğu yerde
Kanatlarını sonuna kadar aç ve yüksel
Her defasında daha da yukarı
Ta ki yıldızlara değene kadar"

 
Galomalin ile Sampra'yı birbirinden ayıran Serin Nehir bu civardaki nadir su kaynaklarındandı. Oldukça güçlü akan nehri aşmak için yüzyıllar önce yapılmış ve hangi halkın inşa ettiği çoktan unutulmuş olan Vaex Maera köprüsünden başka bir alternatif yoktu. Ghia, Vaex Maera adının yanlış telaffuz edildiğini düşünüyor ve muhtemelen köprünün asıl isminin "Vaez Mair" olduğunu iddia ediyordu. Vaez Mair, Ugra dilinde "Konuşan Köprü" anlamına geliyordu. Bu yabana atılır bir düşünce değildi, çünkü altından geçen nehrin uğultusu dev bir yaratığın homurtusu gibi gelirdi yoldan geçenlerin kulağına. Nehrin iki tarafı siyah ile beyaz kadar birbirinden farklıydı. Sampra çöl ikliminin hüküm sürdüğü bir bölgeydi. Sarı ve kızıl tonların hakim olduğu yer yer küçük bitki gruplarının yer aldığı çorak topraklardan oluşuyordu. Galomalin ise Sampra'ya oranla daha yeşildi ama kuzeyin ormanlarıyla kıyaslanacak tek bir orman bile barındırmıyordu. Bu civardaki en yakın orman Sharmena'da yer alıyordu ki o bile üç günlük mesafedeydi. Galomalin'de daha çok küçük çalılıklar ve insan eliyle yapılmış koruluklar vardı.
 
Sampra çok sıcak bir bölge olduğu için kervanların ve kafilelerin mola verebilmeleri için yol kenarında "Gölgelik" denilen içi boş ve kalın duvarlardan oluşan onlarca küçük yapı inşa edilmiş ve bölge bir konaklama yerine dönüştürülmüştü. Binaların küçüklü büyüklü kubbeleri ve arkalarındaki heybetli Gra Ane dağının manzarası gün batımının kızıllığıyla birleşince, insanı büyüleyen bir görüntü ortaya çıkıyordu. Yapıların duvarlarını, artık sadece Tapınaklar Çölü'nde yaşayan ama geçmişte bu topraklara hükmeden bedevilere ait motifler süslüyordu.
 
Şimdi Bakean askerleri soğuk nehir suyunun ve Gölgelik'lerin tadını çıkarıp şarap içiyorlardı. Kafilenin Sampra'ya bir günlük yolu kalmıştı ve herkes sağ salim evlerine döneceği için oldukça mutluydu. Gölgeliğe boylu boyunca uzanmış askerler kendi aralarında konuşuyorlardı;
 
"Sonunda evimizdeyiz işte buna içilir. Tanrı biliyor ya Vase Bake şarabı da yasaklayacak diye ödüm kopuyor."
 
"Fahişeliği yasaklaması iyimi oldu sanki. Hemen evlenecek bir kadın bulmalıyım."
 
"Raon, bana sorarsan seninle iki eli ve iki ayağı olan hiç bir kadın evlenmez."
 
"Eli ve ayağı olması çokta önemli değil benim için..." diyerek kahkahayı patlattı Raon ve konuşmasına devam etti; "Çok fazla şarap içtim, birazını boşaltmam lazım devam etmek için."
 
"Yakın bir yere işeme sakın, Komutan Mitar kellemizi uçurur sonra."
 
"Mitar'ın canı cehenneme..." diyerek gölgelikten çıkan Raon etrafına bakındı ve uygun bir yer aradı. Tepeye doğru bir kaç küçük çalı ve kayaların olduğu yer uygun görünüyordu. Hızlı adımlarla ilerledi ve tekrar etrafını kolaçan ederek işemeye başladı. Arkasından bir gölgenin geçtiğini hissedip bir anda döndüğünde, sadece gözleri açıkta olan bir adam elindeki taşı kafasına geçirdi. Ne olduğunu anlayamadan Raon yere yığılmıştı. Gizemli adam hızlıca bir kaç yumruk daha atarak Raon'u iyice sersemletti ve kıyafetlerini alarak hızlıca oradan uzaklaştı. Raon yarı çıplak bir şekilde çalılıkların arasından çıkmaya çalışırken tekrar dengesini kaybederek düştü ve toprakla birlikte sürüklendi.

* * * * *

 
 Odaren bir süredir Ghia'yı arıyordu ama nereye baktıysa bulamamıştı. Artık endişelenmeye başlamıştı ama bir yerlerden çıkıp geleceğinden de emindi. Kenardaki gölgeliklerden tenha olan birine girdi ve yere oturarak içmeye başladı. İçerisinin serinliği ve nehirde soğuttuğu matarasındaki şarabın tadı Odaren'i keyiflendirmişti. Gölgelikler o kadar ince bir zekayla yapılmıştı ki, ufak bir esinti bile büyük bir hava akımına dönüşüp insanı serinletiyordu. Kubbe şeklindeki tavanlar öğle sıcağında bile içerinin serin kalmasını sağlıyordu. Ama Odaren'in keyfi uzun sürmemişti. Yanına yaklaşan asker;
 
"Şarabından içebilir miyim?" diye sordu. Odaren yüzüne bile bakmadan;
 
"Kendine başka bir enayi bul dostum.", diyerek başından savmak istedi ama adam inatçıydı.
 
"Elindeki şarabı istiyorum dedim, işi yokuşa sürme istersen!"
 
Odaren iyice sinirlenmişti, bir hışımla ayağa kalkıp yumruğunu tam geçirecekken, karşısındaki askerin Ghia olduğunu fark etti.
 
"Bu kıyafetleri nereden buldun, Çıldırdın mı sen?"
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı cankutpotter

  • ****
  • 1233
  • Rom: 14
    • Profili Görüntüle
    • Büyülü Kale, Hayallerinizin adresi.
Ynt: Kartalın Ruhu (16. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #52 : 27 Mayıs 2015, 15:26:38 »
Selam.

Öncelikle ellerine sağlık, çok güzel olmuş. :)

Bake küçük bir kız mıymış? Doğrusu şu an olanları merak ediyorum, ilgi çekici bir imparatorluk olabilir ya da belki savaşmalarının sebebi başka olabilir. Bakalım, göreceğiz.

Bölümün geri kalanındaysa ise anlamadığım tek şey, o bedevi gibi olan adam kimdi?

Neyse, hepsini diğer bölümlerde göreceğiz, devamını merakla bekliyorum, görüşmek üzere!
İnsan, hayalleriyle vardır.

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Ynt: Kartalın Ruhu (16. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #53 : 27 Mayıs 2015, 15:59:01 »
İşlerimin yoğunluğu nedeniyle oldukça geç yazdım bu bölümü, kusura bakmayın.

Okuduğun için teşekkür ederim.

Bake'nin hayatından bir kesitle başlıyor bölüm, bu kısımlar hikayenin geçtiği tarihten 17 yıl öncesini anlatıyor. Sonrasında hikayenin normal zamanına dönüyoruz ve burada hikaye kaldığı yerden devam ediyor.

Bedevi'nin olduğu kısma yorumun sonrası küçük bir ek yaptım.
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Bölüm 17: Sampra
« Yanıtla #54 : 12 Haziran 2015, 23:40:06 »
Günün ilk ışıklarıyla çölün kahverengi kızıl kumları geceden kalan serinliklerini yavaş yavaş yitirirken, kafile neredeyse Sampra'ya varmıştı. Herkesin yüzünde garip bir mutluluk ve mutluluklarının gölgesinde saklı, görünmeyen ama kendini hissettiren bir hüzün gizliydi. Yıllarca tek bir damla kan akıtmadan yayılan inanç, sınırlarına ulaştıkça hırçınlaşmaya başlamış ve Tanrı'nın emriyle artık Bakeanlar inançlarını savaşla yaymaya başlamışlardı. Obeth ve Letha'da ki savaşlar, ölen arkadaşlar ve katledilen yüzlerce insan. Kan kokusu üzerlerine sinmiş askerler artık hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını biliyorlardı.
 
Sena tepesi kafilenin aşması gereken son engeldi. Bu tepeyi aşmanın ilk ödülü muazzam Sampra manzarasıydı. İşte günün ilk ışıklarıyla çölün ortasında bir mücevher gibi parıldayan Sampra şehri. Etrafı yüksek surlarla çevrili uçsuz bucaksız bir şehir vardı karşılarında, girişteki görkemli dev kapıların yanında iki kadim savaşçı heykeli ve ortalarında taştan oyulmuş ışık yayan göz arması yükseliyordu. Göz heykeli, Bake bu şehre yerleştiğinde konsey üyeleri tarafından bir hediye olarak, ünlü heykeltıraş Ravella'ya yaptırılmıştı. Alelade bir taş oyması değildi, günün ilk ışıklarıyla birlikte ortasındaki mercekten geçen ışık, odaklanarak şehrin merkezinde yer alan  piramidin içinden geçerek üç farklı yöne dağılır ve surlardaki kuleleri birleştiren ışıktan bir ağ oluştururdu. Şehirdeki evler ve kuleler de yine büyüleyici güzellikte inşa edilmiş ve insan elinden ziyade gökten inen tanrılar tarafından yapılmış hissi veriyordu bu şehri ziyaret edenlere.
 
Dev kapılar gürültülü zincir şıngırtıları ve mekanik seslerle açıldı, yakından bakılınca kapının iki yanında duran savaşçı heykelleri çok daha ihtişamlı görünüyorlardı. Sağdaki heykel dev bir kalkanla şehri korurken, soldaki heykel iki eliyle kılıcını kavramış ve savaşmaya hazırdı. Heykeller Bakeanlardan çok daha eski bir geçmişe sahipti ve yer yer bazı kısımları çöl rüzgarlarından aşınmış, bazı kısımları da dökülmüştü.
 
Girişteki nöbetçi Bakean askerleri tüm kafileyi selamlarken, birinci kuleden sallanan bayrakla birlikte karşılama boruları çalınmaya başladı. Mitar hemen öne atılarak;
 
"Aptallar, kesin şu saçmalığı! Kafilede konsey üyesi kimse yok en rütbeli kişi benim... Kesin dedim!"
 
Nöbetçilerden biri hızla geldi ve Mitar'ın önünde diz çökerek;
"Efendi Naukra'nın kafileyle geleceği haber verilmişti kumandan, hatamız için kusura bakmayın... ışığın şehrine hoş geldiniz."
 
At arabaları ve kafile  şehrin sokaklarında yavaş yavaş ilerlerken, Ghia aklındaki eski Sampra'yı düşünüyordu; Tapınaklar Çöl'ünden günlerce yürüyerek gelmiş ve şimdi yerine görkemli bir konak inşa edilmiş ama o zamanlar bakımsız eski bir han olan binanın önünden geçiyorlardı. Zaman nasıl da hızlı akıyordu. Sampra o zamanlarda da güneyin en gösterişli şehirlerinden biriydi ama tarihinde hiç bir zaman bugünlerde olduğu gibi bolluk ve bereket hakim olmamıştı bu şehre. Ghia'nın aklında çölün ortasında kuraklıktan mustarip ama her şeye rağmen kadim bir şehir olarak kalmıştı Sampra. Bake inancının Gra Ane'nin köylerinden başlayarak yayılması Sampra şehrinin şansı olmuş ve savaşmadan teslim olan güneydeki ve Obeth'e kadar olan kuzeydeki toprak sahibi Lord'lar tüm kaynaklarını Bakeanlara aktarmıştı.
 
Kafile şehrin ortasına geldiğinde durdu ve kristal yüklü arabalar kafileden ayrılmaya başladı.
 
"Neden durduğumuz hakkında bir fikrin var mı Odaren?"
 
"Kristal arabaları Çeliknefes'e gitmek için kafileden ayrılıyor! Diğer kalanların bir kısmı da Kumtepe'ye gidecek, sen de benimle birlikte saraya geleceksin... Tabi hala Bake ile konuşmak istiyorsan."
 
Ghia durdu ve kristal yüklü arabalara baktı;
"Sanırım artık önceliğim şu kristaller..."
"Kristaller mi? Boşver o kıytırık şeyleri... Biri seni fark etmeden bir an önce Bake ile konuşmalısın.
Asker olmadığın anlaşılırsa zindanı bile boylayabilirsin."
 
Odaren'in ne söylediği Ghia'nın pek umrunda değildi hızlı adımlarla yeni yeni hareket etmeye başlayan bir kristal arabasına atladı ve gülerek Odaren'e seslendi;
 
"Bir ara yanına uğrarım!"
 
Odaren, Ghia'nın anlık kararlarına ve her şeyi akışına bırakmasına bir türlü alışamamıştı. Alçak bir sesle kendi kendine;
"Çılgın şaman, merakın umarım başını derde sokmaz..."
 
Çeliknefes, askeri üniformaların, kalkan ve kılıçların hazırlandığı önemli bir kaleydi. Sampra'da Çeliknefes'e benzer iki kale daha bulunuyordu. Zindanlarıyla meşhur Kumtepe ve elit askerlerin ikamet ettiği Bükülmez. Çeliknefes'in bulunduğu bölge Eski Şehir olarak bilinirdi ve sokakları çok meşhurdu ama meşhurluğu mimarisinden veya sokaklarının güzelliklerinden değil hala sokaklarda yasaklanmasına rağmen gizli fahişelerin dolaşıyor olmasından ve tekin olmayan güneyli tiplerden geliyordu. Karanlık ve izbe sokaklarda ansızın karşınıza yankesiciler çıkabilir ve sizi gizemli ara sokaklara sürükleyerek kimsenin haberi olmadan boğazlıyabilirlerdi.
 
Ghia at arabasının arkasında sırtını üzeri çuvallarla kapatılmış kristalleri dayamış şehri izliyordu. Çeliknefes'e yaklaştıkça sanki güneş etkisini yitirmiş gibiydi, burada yer alan evler daha eski ve evlerin arasındaki uzun dar sokaklar da ürkütücü derecede karanlıktı. Ghia etrafı seyrederken, evlerin arasında yer alan dar bir sokaktan bir elin uzandığını fark etti. Sokak çok karanlık ve izbe olduğu için Ghia biraz daha dikkatli bakmaya çalışırken, karanlığın içindeki elin sahibi biraz daha kendini gösterdi. Bu yarı çıplak bir fahişeydi ve işveli hareketlerle Ghia'yı yanına çağırıyordu.
Kadın çöl insanlarına özgü koyu bir ten rengine ve renkli gözlere sahipti, sergilediği vücudu her erkeğin aklını başından alacak cinstendi.
 
"Yerinde olsam çok heveslenmezdim, tüm paranı alıp kıçına tekmeyi basarlar. Bu sokaklar çok tekin değildir... Bu arada ben Dhloa, seni daha önce gördüğümü hatırlamıyorum, hangi birliktensin?"
 
"Eee... Ben madenciyim, ya sen?"
 
"Madenciden daha çok süvariye benziyorsun, bu üzerindeki süvari üniforması değil mi?"
 
Ghia bir an ne diyeceğini bilemedi ama sonra durumu toparlayarak konuşmaya devam etti;
"Letha'daki savaşta yaralandıktan sonra ölü bir askerden ödünç aldım bu kıyafetleri, benimkiler pek giyilecek gibi değildi." diyerek, omzundaki yarayı gösterdi.
 
Çeliknefes'in kapısı gürültüyle açıldı. Üç katlı çok büyük olmayan bir kaleydi ve kalenin ortasında bir açıklık vardı. Açıklığın sonunda giriş kapısına benzer büyüklükte yine bir kapı yer alıyordu. Zeminde demirci ve marangozlar, üst katlardaysa terzihanelerle asker koğuşları bulunuyordu. Günün bu saatlerinde askerler merdivende oturmuş ve içeriye giriş yapan arkadaşlarını izliyor, sohbet edip, gülüyorlardı. Kristal arabaları kalenin ortasında toplandıktan sonra, bir  asker  ambar kapağını açtı. Kapak açılınca, kristaller buradaki eğimli büyük tahta oluğa boşaltılmaya başladı. Oluğa dökülen kristaller hızla kayarak karanlığın içinde gözden kayboluyordu.
 
Kristallerin hepsi boşaldıktan sonra atlar ahıra götürüldü ve arabalarda marangoz atölyesinin önüne çekildi. Letha'dan gelen askerler dinlenmek için kendilerine gösterilen koğuşlara yerleştirilirken Ghia'nın kristallere olan merakı daha da artmıştı. Kristaller kalenin ortasında neden depolanıyordu ve en önemli soru; kristaller ne için kullanılıyordu. Ghia gün boyunca dinlenmekten ziyade tüm katları dolaşarak etrafında ki askerlerle sohbet edip, kristaller hakkında bilgi edinmeye çalışmıştı. Ama hiç kimse kristaller hakkında birşey bilmiyordu. Bilenlerde bu konu açıldığında şüpheli gözlerle Ghia'yı süzüyor ve yanından bir bahaneyle uzaklaşıyordu.
 
Ghia oldukça yorgundu. Akşam olunca üçüncü kattaki koğuşuna gitmek için merdivenden çıkarken gözüne kalenin ortasındaki dev kapının aralıklarından sızan ışık çarptı. Hafif mavi bir ışık bir anda parlamış ve sonra kaybolmuştu. Konuştuğu askerler, bu kapının ardında bazı gizemli şeyler olduğundan bahsetmişlerdi. Hatta bir tanesi mavi alevler saçan bir ejderhadan bahsetmişti ama Ghia bunlara safsata gözüyle bakmıştı neticede ejderhalar varlığından emin olunmayan hayali yaratıklardı ve hangi ejderha mavi alev saçardı ki? Bir an hayal gördüğünü düşünmeye başladı, çok fazla şarap içmişti ve bu tip hayal ürünü ışık patlamaları alkolün etkisiyle ortaya çıkabilirdi. Tüm bunları düşünürken tekrar mavi ışığı gördü ve merdivenin ortasında durdu. Gidip bu ışığın nerden geldiğini bulmalıydı. Hızla merdivenleri inerek girişe vardı ve emin adımlarla kalenin ortasındaki büyük kapıya doğru yürümeye başladı. Ayağı karanlıkta göremediği ambar kapağına takıldı ve yere düştü. Söylenerek ayağa kalktı ve kapağı yavaşça araladı. Oluğun sonunda ne olduğu belli değildi ama yönü gizemli kapıya doğruydu. Kafasındaki soruya bir yanıt bulmak için sonuna kadar gitmesi gerektiğine ikna etti kendini. Oluğun üzerine çıktı, ardından kapağı özenli bir şekilde ses çıkarmadan kapattı. Kapak kapanınca içerisi tamamen zifiri karanlığa gömülmüştü. Ayaklarını oluğun kenarlarına bastırarak yavaşça ilerlemeye başladı.
 
Artık bu şekilde ilerlemek yorucu olmaya başlamıştı ve çok ağır ilerliyordu. Bir an kendini bıraktı ve hızla kaymaya başladı, ta ki oluğun ucunda biriken kristallere çarpana kadar. Kristallerden yayılan gürültü, ambarın içinde yankılandıktan sonra. Ghia kafasını kaldırdı ve ne olduğunu anlamaya çalıştı. Oldukça büyük bir Kristal ambarıydı bulunduğu yer ve kristaller etrafı loş bir mavi ışıkla aydınlatıyordu. Ghia etrafına bakındığında, oluğa sabitlenmiş tahta bir merdiven gördü. Muhtemelen kristallerin akışını engelleyen bir tıkanıklık olduğunda müdahale etmek için yapılmıştı. Merdivenden sessizce inerek, ambarın ortasındaki kapıya yaklaştı. Bulunduğu yerden az da olsa bir şeyler görünüyordu. Kapının ardında oldukça büyük bir demir atölyesi vardı. Atölyenin ortasında ise bugüne kadar görülmemiş büyüklükte bir top inşa ediliyordu. Akşam olmasına rağmen işçiler hummalı bir şekilde hala çalışıyordu. Yapılan top daha önce gördüğü hiç bir topa benzemiyordu. Zaten sadece güneyli korsanların küçük gemi toplarını ve Rardorwen'in meşhur savaş toplarını görmüştü şimdiye kadar.
 
Ghia'nın toplar hakkında bildiği tek şey; büyük bir topun, büyük savaşlar ve daha fazla ölüm anlamına geldiğiydi. Bakeanlar Gonetha ve Rardorwen gibi büyük surlarla korunan şehirlere saldırmayı planlıyor olmalıydı, peki ama niçin? İnançlarını diğer insanlara dikte etmek onlara daha fazla ne kazandırabilirdi?
 
Bir anda oluğun ucunda kalan kristaller büyük bir şıngırtıyla aşağı akmaya başladı. Atölyenin içinde yer alan işçiler sesin geldiği yöne baktılar. Ghia hızla merdivenden yukarı çıktı ve oluğun kenarlarından tutunarak güçlükle de olsa çıkışa doğru yürümeye başladı. İnmesi kolay olmuştu ama çıkarken kan ter içinde kalmıştı. Kapağı sessizce açtı ve kendini yukarıya çekerek ambarın içinden çıktı. Soluk soluğa kalmıştı ve gücü tükenmişti, ambarın içine girerken her taraf zifiri karanlıktı oysa şimdi her yer daha aydınlıktı sanki.
 
"Asker dön ve bize yüzünü göster..."
 
Ghia şimdi etrafın neden daha aydınlık olduğunu anlamıştı. Ambar kapağının etrafında askerler ellerinde meşalelerle onun çıkmasını bekliyorlardı. İçlerinden biri; 
 
"Ghia?"
 
Ghia şaşkınlıkla konuşan kişiye baktı, ismini biliyor olması onu şaşırtmıştı. Ona seslenen kişiyi gördüğünde şaşkınlığı ve korkusu bir kat daha arttı, bu sıradan bir asker değil komutan Mitar'dı.
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı cankutpotter

  • ****
  • 1233
  • Rom: 14
    • Profili Görüntüle
    • Büyülü Kale, Hayallerinizin adresi.
Ynt: Kartalın Ruhu (17. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #55 : 13 Haziran 2015, 02:37:19 »
Selamlar.

Doğrusu güzel bir bölümdü ve merak uyandırıcıydı aynı zamanda.

Kristaller konusu daha önce geçmiş miydi hatırlamıyorum; ama Bakeanların ne yapacaklarını ben de çok merak ediyorum.

Bunca kristal, bana kalırsa, sadece çok büyük bir saldırıcı için alınmış. Top bu yüzden hazırlanıyor olabilir. Ama bunu bilemeyiz. Bakalım.

Her neyse, ellerine sağlık, devamını merakla bekliyorum.
İnsan, hayalleriyle vardır.

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Ynt: Kartalın Ruhu (17. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #56 : 14 Haziran 2015, 12:59:36 »
Kristaller, Kadim Gözyaşı adlı 8. bölümde ilk ortaya çıkmıştı ama bölümleri peş peşe okuyamadığınız için hatırlayamaman çok normal.

Israrla okumaya devam ettiğin ve yorumlarını esirgemediğin için teşekkür ederim.
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere :)
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Bölüm 18: Konsey
« Yanıtla #57 : 21 Haziran 2015, 09:36:03 »
Şehrin ortasında görkemli bir görüntüye sahip olmayan ama kadim zamanlardan beri ayakta kalmayı başarmış Deugan sarayı yer alıyordu. Şaşaadan ve gösterişten uzak, uzun ve karanlık koridorları, sütunlu salonlarıyla Sampra halkının kutsal saydığı bir yapıydı. Sarayın en geniş salonunda sütunlarda yer alan tüm meşaleler söndürülmüş ve salonun sonunda yer alan kaidede sadece bir tane mum yanıyordu. Mumun aydınlattığı yerde diz çökmüş dua eden Bake, salonun kapısının açılmasıyla irkildi ve bir anlık duraklamadan sonra duasına kaldığı yerden devam etti.
 
Bakean arması işlenmiş büyük ahşap giriş kapısından içeriye Cala girdi. Cala konseyde Bake'den sonra söz sahibi olan en yaşlı üyeydi. Sakin ve kendinden emin adımlarla Bake'nin olduğu yere doğru yürüyen Cala biraz yürüdükten sonra durdu ve Bake'nin duasını bitirmesini beklemeye başladı.
 
Cala, karanlığa gözleri alışınca, sütunları süsleyen bayraklara göz gezdirmeye başladı. Daha öncesinde bu sarayda yaşayan kral ve kraliçelere ait bayraklar salonun on üç sütununu süslüyordu, yalnızca bir sütunda bayrak asılı değildi. Bunun nedeni bir kehanete dayanıyordu. Bu sarayda on dört kral hüküm sürecek ve son kralın soyundan gelen insanlar yeni bir krallık kurarak yeryüzüne barışı egemen kılacaklardı. Bake bu sarayda ki on üçüncü emanetçiydi; kehanete istinaden kendini böyle tanımlıyor ve böyle hitap edilmesini istiyordu.
 
Bake duası bitince hafifçe kafasını Cala'nın olduğu tarafa döndürerek yaklaşmasını işaret etti.
 
"Işığımızın kaynağı, bugün toplanacak konseyi yönetmeyi arzu ediyor musunuz?... Ukra Vara savaş stratejilerimiz hakkında bir gözden geçirme talebinde bulundu."
 
"Eskiden rüyalarımda Gra Ane dağlarının rüzgarını hissederdim... Küçük bir çocukken dolaştığım yamaçlarda görürdüm kendimi. Şimdi masum çocukların cesetlerinden ve çığlıklarından başka hiç bir şey yok rüyalarımda."
 
"Efendim bu savaş yüce ruhlu tanrımızın sizin aracılığınızla kullarına ilettiği bir istekti. Gra Ane'ye son ziyaretiniz de ki mucize hala tüm halkınız tarafından dilden dile dolaşıyor. Ve Tanrının bu isteğini yerine getirip inancımızı yaymak için canını feda etmeye hazır cesur askerlerden kurulu bir ordu hazırlamayı başardık. Şimdi çok daha büyük hedeflerimiz var."
 
"Surları bile olmayan şehirlere saldırmak gibi mi?..."
 
"Obeth'de bazı üzücü hadiseler olduğu doğrudur efendim ama o kasaba kuzeye giden yolda aşılması gereken bir engeldi. Obethi geçmeden Gonetha'yı ve onun gibi büyük kuzey şehirlerini işgal etmemiz mümkün değil. Kaldı ki tüm Obeth halkına ve lordlarına inancımız tebliğ edilmişti ama inanmak istemeyen kalplere bazı şeyleri anlatmak çok meşakkatli olabiliyor ve yöneticilerin aldığı hatalı kararlar masum insanların kaderlerini de tayin ediyor..."
 
"Yalnızca dua etmek istiyorum..." diyerek, tekrar dua etmeye başlayan Bake tüm düşüncelerini sorgulamaktan kendini alamıyordu. İnsanları aydınlığa çıkarmak için yürüdükleri bu yol artık daha dik ve keskin çakıl taşlarıyla bezeliydi. Cala geldiği gibi sessizce salondan ayrıldı.
 
Büyük toplantı masasının etrafında yer alan on sandalyeden ikisi boştu. Taş duvarlarda Bakean armalarıyla süslü kalkanlar ve masanın üzerinde tavana zincirlerle asılmış on dört mumlu bir avize vardı. Sütunlardaki bayraklar gibi bu avizedeki mumlardan da yalnızca on üçü yanıyordu. Masanın üzerinde gümüş tabaklarda meyveler ve yine gümüş kadehlerde şaraplar servis edilmişti. Cala tüm konsey üyelerini süzdükten sonra konuşmaya başladı;
 
"Vase Bake hazretleri üzülerek bugün ki konseyimize katılamayacağını iletti. Bildiğiniz üzere bugün Ukra Vara'nın isteği doğrultusunda toplanmış bulunmaktayız. Top imalatı sırasında yaşanılan bazı olumsuz gelişmeler kuşkusuz tüm stratejimizi değiştirecektir. Kuzeyde ki şehirlerin savunma gücü oldukça yüksek ve kalın surlarla çevrili kalelere sahipler. Konu hakkında neler söylemek istersin Ukra Vara..."
 
Ukra Vara konseyin ikmalden sorumlu üyesiydi. Aynı zamanda bir ilim adamı ve bilgindi. Yapılmakta olan top, onun kontrolünde imal ediliyordu. Konuşmasına başlamadan önce masanın ortasına elindeki metal küreyi yerleştirdi ve küreden etrafa şok dalgası şeklinde mavi bir ışık yayıldı. Bu bir ses separatörüydü ve konuşmaların dışarıdan dinlenmesini engellemekte kullanılıyordu. Ukra Vara tekrar yerine oturarak konuşmasına başladı.
 
"Letha'da ki madenden elde edilen Platron kristalleri şehrimize son gelen kafileyle ulaştı ve ambara depolandı. Ancak beklediğimizden daha yüksek saflık derecesindeki kristallerin plazma topunda kullanılması için regüle edilmesi gerekiyor. Şu an için elimizde bir Platron regülatörü maalesef mevcut değil. Bu bizim kullandığımız Pulsar teknolojisinden daha eski bir teknoloji. Bu teknolojiyi Birinci kuşak gözcülerin istasyonlarında enerji dönüşümünü sağlamak için kullandığını ve Gaea'da bu istasyonlardan iki adet bulunduğunu biliyoruz ama uzun zamandır keşif görevinde olan ve bu istasyonları arayan Naukra'dan aylardır haber alamıyoruz."
 
"Şu teknik saçmalıklarla laf kalabalığı yapmayı bırak Ukra, ne yapmamızı tavsiye ediyorsun!" diyerek lafa giren Kriyan önündeki şarap kadehini hızlı bir şekilde kafasına dikti ve hepsini içtikten sonra elinin tersiyle ağzını silerek konuşmasına devam etti.
"O topu yapamayacaksan bunu Obeth'i kana bulamadan önce söylemeliydin! Artık geri dönüşü olmayan bir yoldayız. Biz onlara savaş açmasak da onlar bize saldıracaktır."
 
Askeri kanatın ikinci konsey üyesi Mauna söz alarak konuşmaya başladı;
"General Kriyan haklı, öyle ya da böyle artık bu savaşın içindeyiz. Letha'da saldıran Knohalılar bunun en büyük örneği. Artık Gonethalılarda tetikte bizi bekleyecektir. Belki de Knohalılarla işbirliği yapıp direkt olarak saldırabilirler bile. Ordumuz şu an tam manasıyla bir savaş tecrübesine sahip değil. Ve Sampra şehrinin surları çok eski."
 
Konseyin kadın üyeleri Andhera, Phulia ve Kitia sessizce konuşmaları dinliyorlardı. Kitia elindeki akrep işlemeli bıçağı masaya sapladı ve;
 
"Oturup Naukra'nın gelmesini ya da onların bize saldırmasını mı bekleyeceğiz?"
 
Toplantı odasının kapısı bir anda açıldı ve Naukra içeriye girdi;
"Yerinizde olsam beklerdim..."
 
Tüm üyeler şaşkınlıkla Naukra'ya bakıyordu. Tek başına çölü aşarak şehire ulaşmayı başarmış ve günler sonra Sampra'ya gelebilmişti. Üzerinde hala çöl kumları vardı ve dudaklarındaki çatlaklar uzaktan bakınca bile fark ediliyordu. "Ben gelmeden kuzey şehirlerine saldırmayı düşünmüyordunuz değil mi? O övündükleri surları darma dağın edeceğimiz günü görmeden ölmek istemezdim doğrusu."
 
Cala ayağa kalktı ve Naukra'ya sarıldı: "Seni tilki, çölleri tek başına nasıl aştığını merak ettim doğrusu, anlatacak çok şeyin olmalı... Seni tekrar aramızda gördüğümüze gerçekten çok sevindim. Ama kötü haberlerimiz var sana... Bizde tam kuzey şehirleri hakkında konuşuyorduk... Maalesef topu henüz tamamlayamadık."
 
"Tamamlayamadık değil, sadece regülatöre ihtiyacımız var mühendislik kısmı tamamlanmış durumda. Yani teknik olarak artık bir topumuz var. Sadece regüle edilmeden kullanılırsa ilk atış sonrası ortadan ikiye bölünebilir." diyerek Cala'nın söylediklerine karşın kendini savundu Ukra Vara ve devam etti; "Bir regülatör yapmamız elimizdeki teknolojiyle imkansız ya daha basit ve güçsüz toplar yapacağız ya da gözcü istasyonlarına bir şekilde ulaşıp hala çalışan bir regülatör bulmaya çalışacağız."
 
Naukra gülümsedi ve sakin bir şekilde sandalyesine oturdu;
"O zaman size iyi haberlerim var... Ve bir tane de kötü haberim." dedi ve önündeki kadehe sürahiden biraz şarap doldurdu. Küçük bir yudum aldıktan sonra konuşmasına devam etti; "İyi haber gözcü istasyonlarından birinin nerede olduğunu artık biliyoruz..."
 
Ukra Vara ağzı kulaklarına varmış bir şekilde;
" Sen ciddi misin?... Evet... Ciddisin... Bu harika bir haber. Hemen bir kafile ayarlayıp yola çıkalım." ama  Naukra'nın gülmediğini görünce; "Kötü haber nedir peki..."
 
Naukra daha da ciddileşerek;
"İstasyon Rardorwen topraklarında ki bir ormanda gizlenmiş durumda."
 
Kitia gülerek lafa girdi;
"Yani bir aslanı öldürmek istiyoruz ama tek silahımız yine o aslanın midesinde öylemi." diyerek şen bir kahkaha patlattı.
 
Kitia kızıl saçları ve deri kıyafetleriyle bir hanımefendiden çok savaşçı gibi görünüyordu. İki omzunda yer alan metal zırh parçaları ve akrep işlemeli metal tokaya sahip kemeri; karizmatik ve gizemli görünmesini sağlıyordu. Aslında güzel denilebilecek yüz hatlarına sahipti ama erkeksi duruşu ve konuşma şekli erkeklerin daima ona karşı mesafeli davranmasına neden oluyordu.
 
Diğer kadın üyelerden Phulia da Kitia'nın verdiği örneğe gayri ihtiyari gülerken Cala ile göz göze geldi ve bir anda ciddileşti. Phulia güzelliği ile büyüleyen bir kadındı ve Cala'nın metresiydi. Zaten Cala'nın metresi olmasa şu an muhtemelen konseyde de olamayacak kadar sadece güzelliği ve dişiliğiyle ön plana çıkan bir kadındı.
 
Cala döndü ve şu ana kadar tek konuşmayan üye olan Andhera'ya;
"Sen ne düşünüyorsun..."
 
Andhera olgun ve bilgili bir kadındı. Cala onun düşüncelerine önem verirdi.
"Rardorwen'e bir kaç asker sokmak sorun olmazdı ama regülatörün bir şekilde en azından Letha'ya taşınması gerekiyor. Böyle bir şey için özel yapılmış bir araba ve bir düzine katır lazım. Ve bir o kadar da adam. Bence diğer istasyonu bulmaya çalışalım, belki de bizim hakim olduğumuz topraklardadır. Biri kuzeydeyse diğerinin güneyde olma ihtimali çok yüksek." diyerek cevap verdi.
 
Naukra tekrar söz alarak;
"Aslında çok daha mantıklı bir fikir var aklımda ama gerçekliğinden emin değilim. Karşılaştığım çok güvenilmeyecek bir adam bana hala hayatta olan bir gözcüden bahsetti. Gonetha'ya yakın bir çiftlikte yaşıyormuş... Eğer onu bulabilirsek muhtemelen tüm istasyonların yerini öğrenebiliriz."
 
"İlk gözcülerden yaşayan biri öylemi, yaşayanların hepsini öldürdüğümüzü sanıyordum. Neden bu adama inanalım?" diyerek bu düşünceye şüpheli bir şekilde yaklaştı Kitia.
 
"Bunları bana anlatan adam kendi elleriyle başka bir gözcüyü öldürdüğü için gözcüleri tanıdığını ve bu kadının kesinlikle bir gözcü olduğunu iddia ediyordu. Bizim hakkımızda çok şey biliyordu, başka bir gezegenden geldiğimizi bile biliyordu. Öldürdüğü gözcü her şeyi anlatmış... Tabii bende onu öldürdüm, bildiği şeyleri başkalarına da anlatabilirdi."
 
Cala; "O halde hemen bu gözcüyü bulmalıyız. Bunun için bir kafile hazırlayın ve yanınıza sadece güvendiğiniz adamları alın."
 
"Peki şu casus konusunda ne yapacağız Cala?" diye sordu Mauna.
 
"Komutanlardan Mitar adamı şahsen tanıdığını söyledi. Letha'da ki savaşta Knohalılara karşı savaşmış bir gezginmiş adam, dağ tepe dolanıp kartalıyla avlanan sıradan zararsız bir gezgin, fazlası değil." diye cevapladı onu Cala.
 
Naukra bir anda "Kartalıyla avlanan bir gezgin mi? Bu adam nerede şu an..."
 
"Tabii ki Kumtepe'de zindan da. Yargılanmayı bekliyor."
 
* * * * *

 
Şehrin batısında yer alan ve yüksek surları, kasvetli görüntüsüyle her yerden görünebilen Kumtepe. Tüm şehire hakim kulelerinden ziyade karanlık ve izbe zindanları ile biliniyordu. Kumtepe'nin diğer adı Günahkar Mezarıydı; mezardan farksız ve sadece duvarlarındaki küçük parmaklıklı boşluklardan giren gün ışığının aydınlattığı hücrelerden dolayı bu isim takılmıştı .
 
Giriş kapısından sızan ışık hücrelerin bulunduğu uzun koridoru hafifte olsa aydınlatıyordu. Kapının açılmasıyla bir kaç küçük fare etrafa dağıldı ve hızla gözden kayboldular. Gardiyan tek tek hücrelere günlük istihkakları olan buğday lapası ve ekmeği bıraktıktan sonra, sert bir şekilde kapıyı kapatıp gözden kayboldu. Küçük siyah fare bunu fırsat bilerek yine ortaya çıktı ve etrafı koklamaya başladı. Arkadaşları onun kadar cesur değildi ve saklandıkları yerlerden onu izliyorlardı.
 
"Pisst... Pissst, küçük dostum gelip yemeğime eşlik eder misin?"
 
Fare sesin geldiği yöne bakınca, ekmek ve buğday lapasını gördü. Ürkek bir şekilde ve temkinle hücreye yaklaşıp parmaklıklardan içeriye girdi. Küçük diliyle lapanın tadına baktıktan sonra içerideki adamdan korkup kaçan fare, adamın hareketsiz durmasından cesaret alarak tekrar gelip bu kez ekmekten yemeye başladı. Ekmekten küçük parçalar kopardıktan sonra biraz etrafına bakıp sıkıca tuttuğu ekmek parçasını hızlıca yutu veriyordu. O ana kadar hareketsiz duran adam bir anda atıldı ve fareyi yakaladı.
 
Parmaklıklı havalandırmaya yaklaşan adamın yüzü artık net bir şekilde görünüyordu bu Ghia'ydı. Ayak parmaklarının üzerinde kendini yükselterek fareyi dışarıya sarkıttı ve meşhur ıslığını çaldı. Şehrin üzerinde uçan Akina ıslığı duyar duymaz hemen karşılık vererek, Kumtepe'ye doğru kanat çırpmaya başladı. Kumtepe'nin olduğu yere varınca bir süre Ghia'yı arayan gözleri kulenin ortasındaki küçük boşluktan sarkan fareyi gördü ve hızla dalışa geçip fareyi kaptı. Tam bu sırada Ghia ile göz göze gelen Akina meşhur çığlığını atarak Ghia'yı selamladı ve tekrar yükseldi.
 
Koridorun kapısı açıldı ve ayak sesleri duyuldu. Gardiyan ve Naukra, Ghia'nın hücresinin önünde durdu. Gardiyan kilidi açtıktan sonra, Naukra; "Sen çekilebilirsin." dedi ve adama bir gümüş para fırlattı. 
 
Hücreden içeriye giren Naukra, yerde oturan Ghia'nın yanına geldi ve eğildi, sert bir şekilde gözlerinin içine bakarak;
"Beni hatırlayamadın mı? Ben seni oldukça iyi hatırlıyorum. Obeth'te izini kaybettirmeyi başarmıştın ama görüyorsun ya dünya çok küçük.”
 
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Bölüm 19: Kartalın Ruhu
« Yanıtla #58 : 24 Haziran 2015, 14:24:35 »
"O gün dürbünün ucunda gördüğüm yüz, işte şimdi karşımdasın ama tek bir farkla şimdi her şey benim elimde... Gizlenebileceğin bir orman ve lanet kartalın yok. Sadece sen ve ben... Seni öldürmemem için bana bir şeyler anlatmalısın; çocuğun nerede olduğuyla başlayalım istersen."
 
Ghia artık karşısında ki adamın kim olduğunu biliyordu, bir anda o gün ki gibi kan ve duman kokusunu ciğerlerinde hissetti. Obeth'te ki o zavallı küçük bebek; Maku gözlerinin içine bakarak ağlıyordu ve Ghia'nın içindeki ses tüm ömrünü bu an için yaşadığını fısıldıyordu. Kadere inanıyordu ve bu çocukla bir şekilde kaderi kesişmişti; "Zavallı savunmasız bir çocuğu elinizden kurtardım ve şimdi onu tekrar kendi ellerimle sana gerimi vermemi istiyorsun."
 
"Kurtarmak mı?" diyerek şaşkınlığını belli etti Naukra, aklında çok daha farklı şeyler vardı Ghia'yla ilgili. Naukra boş boş duvara bakarken aniden döndü ve Ghia'nın yüzüne sıkı bir yumruk geçirdi; "Şimdi bana hemen o çocuğun yerini söyleyeceksin... Yoksa bu hücre senin mezarın olabilir!"
 
Ghia eliyle kanayan dudağını sildikten sonra, ağzında biriken kanı yere tükürdü ve Naukra'nın gözünün içine bakarak; "Ben yeterince yaşadım ama o çocuğun göreceği şey var..."
 
Naukra karşısında ki adamın verdiği bu tepkiye ve çocuğu bu kadar sahiplenmesine bir türlü anlam veremiyordu. Nihayetinde oradan rastlantı eseri geçen bir adamdı ama karşısında sanki öz çocuğunu savunan biri vardı. İnsanların birbirine bu kadar bağlanabilmesi onu hep şaşırtmıştı.
 
"Orada neler olduğu konusunda hiç bir fikrin yok değil mi? Sen ve senin gibiler kendi kafanızda bir hikaye yazarsınız ve artık ona gerçekmiş gibi inanmaya başlarsınız... O çocuğun gerçekten kim olduğunu öğrenmek ister misin?" diyerek Ghia'nın yanına oturdu. Ghia artık merakla Naukra'nın neler anlatacağını bekliyor ve Maku'nun hikayesini merak ediyordu. Kaderleri kesişmeden öncesini.
 
"On üç gün önceydi..."

* * * * *

13 gün önce
 
Genç kadının ismi Onia'ydı, sırtındaki bebekle karanlık sokakta yürüyordu. Aklında bir an önce eve gitmek ve üzerindeki bu tedirginlikten kurtulmak vardı. Tedirgindi çünkü fırından çıktığı andan itibaren gizemli bir adam onu takip etmeye başlamıştı. Obeth kendi halinde bir kasabaydı ve böyle tekinsiz tipler nadirdi ama hava kararmaya başladığı için sokaklarda çok az insan vardı. Serin bir akşamdı bu yüzden insanlar pelerinleriyle dolaşıyordu ve hepsi siyah birer gölge gibiydi.
 
Onia eve yaklaştığında durdu ve arkasına baktı, boş bir sokak ve küçük bir sokak kedisinden başka bir şey yoktu. Biraz rahatlamıştı, evin kapısını açıp içeriye girdikten sonra, kapıyı sıkıca kapattı ve sırtındaki bebeği yavaşça sedire bıraktı. Buğulanmış pencereye doğru yürüdü, elinin tersiyle camın buğusunu silerken bir yandan da sokağı kolaçan ediyordu. Bu sırada arkasından uzanan gizemli bir el sıkıca ağzını kapattı ve Onia'yı kendine doğru döndürdü. Onia korku dolu gözlerle gizemli elin sahibiyle göz göze geldi ve adamın elini ısırdı. Isırığın etkisiyle elini çeken adam, bir anda gülmeye başladı. Onia da gülüyordu;
"Naukra kalbime indirecektin, sendin değil mi?... Beni takip eden şu adam sendin?"
 
Naukra tekrar kapüşonu kafasına geçirdi ve yüzüne ürkütücü bir görüntü vermeye çalıştı. Sonra Onia ve Naukra aynı anda birbirlerine doğru yaklaşarak öpüşmeye başladılar. Uzun zamandır görüşme fırsatları olmamıştı ve birbirlerini seviyorlardı.
 
Naukra, "Oğlum, Lukka'm nasıl?" diyerek, küçük bebeğin yanına gitti ve kucağına aldı. Lukka'yı yanağından öperken, küçük bebekte babasının burnuna dokunup kendi dilinde anlamsız sesler çıkarıyordu. Naukra bebeği kucağından indirmeden Onia'ya döndü ve;
 
"Çok fazla zamanımız yok Onia, hemen buradan gitmelisiniz! Bu gece Bakeanlar tüm Obeth'i yerle bir edecek."
 
"Neler söylüyorsun! Bakeanlar mı?... Hem sende bir Bakeansın buna nasıl müsaade edersin!"
 
"Gaea'lı bir kadından çocuk peydahladığım duyulursa hepimizi öldürürler... Hadi çabuk arka kapıdan çıkalım!"
 
Onia yanına küçük bir çanta alarak kapıdan ilk çıkan kişi oldu. Naukra, Lukka ile birlikte arkasından çıkıyorken, Onia alnına saplanan bir okla yere yığıldı ve ardından bir kaç tane daha ok kapıya saplandı.
 
Naukra, ne yapacağını bilmiyordu. Öndeki kapıya yöneldi ve koşarak kapıdan çıktı. Sokağın alt kısmında, karanlığın içinde parlayan yeşil gözleriyle Bakean askerleri görülüyordu. Bazı askerlerde evlerin kapılarını kırarak içerdekileri dışarıya çıkararak kılıçtan geçiriyor sonra evleri ateşe veriyordu. Evden çıkmak istemeyenler, evlerle birlikte alevlerin içinde kalarak can veriyordu. Acı çığlıklar göğe yükselirken, Naukra sokağın ilerisinde ki küçük gölü fark etti. Hızlı adımlarla göle doğru ilerledi, bir kayıkla gölün diğer kıyısına geçerek izbe ormanda izini kaybettirmeyi umuyordu. Ama gölün kıyısında sadece yarısına kadar suya batmış, kırık dökük bir kayıktan başka hiç bir şey yoktu.
 
Arkasına dönüp baktığında iki Bakean askerinin göle doğru geldiğini gören Naukra, kayıktan bir tahta parçası kopararak küçük bebeği üzerine koydu ve kuşağıyla onu tahtaya bağladı. Suya girerek tahtanın üzerindeki Lukka ile suyun içinde ilerlemeye başladı ama kıyıdan çok az uzaklaşmışken, sazlıkların arasından bir Bakean fırladı ve kılıcını Naukra'ya doğru savurdu. Kılıç ıskalamıştı ama Bakean çok yakınındaydı. Eliyle Lukka'nın üzerinde olduğu tahta parçasını uzaklaşması için ittiren Naukra, Bakean'a sıkı bir yumruk geçirdi ve suya bastırarak boğmaya çalıştı ama Bakean direniyor, suyun içindeyken bile yumruk savurmaya çalışıyordu. Naukra adama daha da sert bir yumruk attı ve sersemleyen adamın boynunu kırdı. Dönüp Lukka'ya baktığında kıyıdan çok fazla uzaklaşmış olduğunu gördü. Bu sırada uzakta yine Bakean askerleri görünüyordu, göle daha fazla askerin gelmemesi için ceseti suyun dışına çekti ve sazlıklara sakladı. Sonrasında gölün yanından uzaklaşarak karanlığın içinde kayboldu.
 
 
Üzerindeki pelerini çıkarıp tenha bir sokaktan kasabanın meydanına doğru koşmaya başladı. Göle doğru giden askerleri görünce;
 
"Sizi aptallar nereye gittiğinizi sanıyorsunuz, orada kimseler yok! Yoksa savaştan mı kaçıyorsunuz"
 
"Üstad Naukra! Göle giden kardeşlerimiz geriye dönmedi onları arıyoruz."
 
"Sanırım duymadın, orada kimse yok dedim!" diyerek eliyle ters yönde yürümeleri için işaret etti.
Askerler şaşkın şaşkın birbirlerine baktıktan sonra, geri döndüler ve kasaba meydanına doğru uzaklaştılar.
 
Gecenin sonunda şehir tamamen yakılmış ve sokaklar cesetlerle doluydu. Bakeanlar Letha'da ki karargaha çekilirken Naukra bir bahane bularak karargâha giden gruptan ayrılıp tekrar Obeth'e döndü. Hemen gölün kenarına gitti ama Lukka ortalıkta yoktu. Etrafına bakınırken, karşıdaki tepede onu izleyen bir atlı gördü.
 
Dürbününü çıkarıp baktığında Lukka'nın adamın sırtında olduğunu gördü.

* * * * *

"Lukka... Demek gerçek adı Lukka. Ben ona Maku ismini verdim... O gün orada olmam kaderin ta kendisiydi ama bu çocuğun kaderinde ne sen varsın ne de ben. Onu ilk kucağıma aldığımda ruhunu bir kitap gibi okudum, gözlerinin içine baktığımda tek başına hür bir çocuk gördüm. Dizginlenemeyen bir Kue atı gibi, ormanın ruhunu elinde tutan, rüzgarla konuşan ve dağların ilmini bilen bir çocuk. Ve onu bu dünyada emanet edebileceğim en iyi insana teslim ettim... Onu bulmak istiyorsan kuzeye gitmelisin ve en az kuzey kadar hırçın olan Loretta'yı onu sana vermesi için ikna etmelisin..."
 
"Loretta'mı dedin sen!" Bu ismi ilk Kai Han'dan duymuştu.

"Şu Gonetha'da çiftliği olan kadın, öyle değil mi?"
 
"Onu tanıyor musun?"
 
Bu sırada hücredeki zincirler bir anda hareketlenerek Ghia'nın boynuna dolanmaya başladı. Ghia zincirlerden kurtulmak istedikçe zincirler daha da geriliyor ve nefesini kesiyordu. Ghia'nın elinden çaresizce çırpınmaktan başka bir şey gelmiyordu.
 
"Sence neden hep masumlar ölüyor Ghia..."
 
Eğilip ne diyeceğini duymak istermiş gibi Ghia'ya yaklaştı; "Dur ben söyleyeyim, çünkü aptaldırlar. Tüm masumlar aptaldır. Hep olmamaları gereken yerlerde, olmamaları gereken insanlarla birlikte olacak kadar, aptaldırlar!"
 
Naukra yavaşça ayağa kalkıp hiç bir şey olmamış gibi kıyafetini düzeltti ve acınaklı bir ifadeyle Ghia'ya son kez bakarak hücreden çıktı.
 
Ghia artık hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu. Küçük parmaklıklı boşluktan son kez gökyüzüne baktı. Aklındaki son görüntü bu güneşli gökyüzü olsun istiyordu. Bulutsuz ve alabildiğine mavi gökyüzü, rüzgarlı ve alabildiğine özgür gökyüzü... Derken Akina girdi bu küçük kareye ve Ghia'ya son selamını vererek gökyüzünde yankılanan bir çığlık attı. Ghia elini kaldırdı ve parmağının ucunu Akina'nın uzaktaki görüntüsüyle kesiştirdi. Elini havada daha fazla tutamadı ve gözleri usulca kapandı.
 
Sampra şehrinin üzerinde süzülen Akina bir anda kasıldı ve hızla düşmeye başladı. Düşerken sanki Ghia ile kesişen kaderlerindeki tüm güzel günler etrafından akıyordu. Akina neredeyse yüksek bir kuleye çarpacaktı ki bir anda tekrar kanat çırpmaya ve yükselmeye başladı. Yine güçlü bir çığlık attı ve Sampra şehrinin üzerinde daireler çizerek yükselmeye başladı, yükseldi ve daha da yükseldi ta ki bulutlara karışarak gözden kaybolana kadar...

* * * * * SON * * * * *

Hikayeyi başından beri bir üçleme olarak düşündüm ve bu ilkiydi. Seri "Ormanın Ruhu" adlı ikinci hikayeyle yoluna devam edecek.

Hikayeyi okuyan ve olumlu, olumsuz yorumda bulunan herkese teşekkürler. Bu benim için bir ilk, 34 yaşındayım ama bu hikaye ilk yazdığım uzun soluklu hikaye oldu. Çok fazla kısa hikaye yazmış biri de değilim.  Bu hikayeye başlarken tek amacım kafamda tasarladığım gibi bitirebilmekti ve bunu yapabildiğim için çok mutluyum. Yazım hataları, kurgusal yanlışlar vesaire hepsi benim için önemli tecrubeler oldu ve bu hikayeyle birlikte, sonraki hikayemi yazarken neler yapıp neler yapmamam gerektiğini artık daha iyi biliyorum.

Yeni hikayelerde buluşmak üzere ;)






 
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı cankutpotter

  • ****
  • 1233
  • Rom: 14
    • Profili Görüntüle
    • Büyülü Kale, Hayallerinizin adresi.
Ynt: Kartalın Ruhu (Tamamlandı)
« Yanıtla #59 : 24 Haziran 2015, 16:29:32 »
Merhaba. Çok güzel iki bölüm okudum. Ancak olanlar şaşırtıcıydı.

Bebeğin gerçekte kim olduğu ve Ghia'nın ölümü beklediğim şeyler değildi. Ghia bir ana karakter gibiydi; ancak belli ki ikinci hikâyeyle beraber olaylar farklı şekillerde ilerleecek. Naukra'ya karşı bir an yumuşasamda son yaptığı pek hoşuma gitmedi. Ancak yolumuz uzun, daha neler olur kim bilir?

Ben çok güzel ve eğlenceli bir hikâye okudum. Devamının bundan daha iyi olacağından kesinlikle eminim. Devamını büyük bir merakla bekliyorum, görüşmek üzere...
İnsan, hayalleriyle vardır.