Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Black Helen

Sayfa: [1] 2 3 ... 9
1

Bodleian Kütüphanesi, J.R.R. Tolkien’in üzerine kendi el yazısıyla pek çok not aldığı bir Orta Dünya haritasını koleksiyonuna ekledi.

Yüzüklerin Efendisi Serisi ve Hobbit’in taslakları başta olmak üzere Tolkien’in çalışmalarıyla ilgili materyallerden oluşan dünyanın en geniş koleksiyonuna sahip olan Oxford’daki Bodleian Kütüphanesi, üzerinde ünlü yazarın kendi el yazısıyla yazılmış pek çok not ve açıklama bulunan bir haritayı  arşivlerine ekledi. Harita, coğrafi işaretler de dahil olmak üzere Yüzüklerin Efendisi Serisi’nin efsanevi dünyasının yaratım sürecine ışık tutan pek ilginç detay barındırıyor.


Coğrafi yönergeler Tolkien tarafından, yarattığı dünyanın haritasını çizen Pauline Baynes’a hikayedeki mekanların özellikleriyle ilgili ipuçları vermek amacıyla kaleme alınmış aslında. 1969 yılında kağıda dökülen Yüzüklerin Efendisi evreninin haritasının aklındaki gibi yansıtılması konusunda oldukça hassas davranan Tolkien, üzerinde Baynes’in de notlarının bulunduğu bu harita taslaklarını çizerle birlikte geliştirerek daha sonra pek çok nüshada karşılaşacağımız ünlü poster haritanın temellerini atmış.

Taslak olarak kullanılan harita ise Tolkien’in en küçük oğlu Christopher tarafından kitabın 1954 baskısı için çizilen haritanın Baynes’ın kendi Yüzüklerin Efendisi kitaplarından aldığı bir kopyasıymış. Baynes, Tolkien’in onayladığı tek illüstratör olmasının yanı sıra, Tolkien tarafından C.S. Lewis ile tanıştırılarak daha sonra Narnia Serisi’ni de çizme şansı da yakalamış.


Yeşil mürekkeple ve kurşun kalemle alınan notlar Tolkien’in gözünde, yarattığı dünyanın ne kadar gerçek olduğunu ortaya koyuyor. “Hobiton yaklaşık Oxford genişliğinde olmalı,” yazmış ünlü yazar haritanın üzerine ve yarattığı dünyayı gerçekliğe yaklaştırabilmek için başka pek çok not daha eklemiş .

Alıntı
Minas Trith yaklaşık Ravenna kadar ( fakat Habitton’un 1450 km. doğusunda bulunduğundan Belgrad’a daha yakın). Haritanın altı ise yaklaşık Jarusalem genişliğinde (2250 km.)

Minas Thrit’in dışında gerçekleşen büyük savaşta filler de vardı (İtalya’da Pyrrhus komutasında yapıldığı gibi).

Üzeri notlarla kaplı bu nadide haritanın varlığı, Oxford’da bulunan Blackwell’s Rare Books adlı kitapçı tarafından online olarak satışa çıkardığı 2015 yılına kadar bilinmiyordu. Haritanın keşfinin haberi ise kısa zamanda yayılarak koleksiyoncular, serinin hayranları ve medyada büyük heyecan yaratmıştı. Haritanın bir önceki sahibi ise 2008 yılında vefat eden Baynes’ın ta kendisiydi.

Dünyadaki en geniş Tolkien koleksiyonuna sahip olan Bodleian Kütüphanesi yetkilileri de Blackwell tarafından değeri 60,000 sterlin olarak belirlenen bu haritayı arşivlerine ekleyebilmek için V&A Purchase Fund‘dan borç aldı ve bağış topladı.

Bodleian’ın özel koleksiyonlarından sorumlu yetkili olan Chris Fletcher bu fedakarlığı yapmalarının sebebinin haritanın Tolkien’in yaratım sürecinin temelini oluşturması olduğunu söyledi ve haritanın yurt dışına ya da özel bir koleksiyoncunun arşivine gitmesinin yazık olacağına değindi.

Alıntı
Bu özel harita, şimdilerde hepimizin aşına olduğu Orta-Dünya’nın ilk resimlerinin yaratım sürecine göz atabilmemizi sağlıyor. Bu haritayı elde edebilmiş olmaktan oldukça memnunuz ve onu Oxford‘da bulundurmak da kesinlikle duruma uygun. (…) Tolkien yetişkin yaşamının büyük kısmını bu şehirde geçirdi ve haritayı oluştururken de açık bir şekilde, şehrin coğrafi özelliklerini düşünüyordu. Eğer harita özel bir koleksiyona katılarak ortadan kaybolsaydı ya da yurt dışına gitseydi bu oldukça hayal kırıklığı yaratırdı.


2
Başka Kurgular / Gölgesizler - Hasan Ali Toptaş
« : 29 Kasım 2015, 17:02:18 »

Alıntı
“Genç edebiyatımız içinde Hasan Ali Toptaş’ın yazdığı romanların nereye konulabileceğini düşünüyorum. Sanıyorum genç edebiyatımızla sınırlı bir alanda değerlendirilmesi doğru da değil… Bu denli ayrıksı bir yaratıcılığın nereden doğduğunu merak ediyorum.” – Semih Gümüş

Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden Hasan Ali Toptaş’dan, 1994 Yunus Nadi Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş, pek çok yabancı dile çevrilmiş ve sinemaya uyarlanmış eşsiz bir roman: Gölgesizler.

Zaman ve mekanı ters yüz eden, yenilikçi ve “ayrıksı” bir kurguyu yöresel detaylarla işleyen Gölgesizler’de, kentteki bir berber dükkanında başlayan hikaye, Anadolu’nun ortasındaki bir köye gidiş gelişlerle devam eder. Paralel evren kuramına benzer şekilde iki evren ve iki mekan arasında “kaybolan” ve  “beliren” karakterlerle beraber okuyucu da kurguda savrulup dururken, romanın gerilimi bir an olsun gevşetmeyen havasına kapılır, düşle gerçeği birbirine karıştırır.

Klasik çizgisel akışlı olay örgüsüne bir balyoz vuran yazar, köyde yaşanan belirsizliği, sıkışmışlık ve bunalım duygularını incelikle işlenmiş, mahalli karakterler aracılığıyla aktarır. Kaybolan insanların peşine düştükçe daha fazla kaybolan köy ahalisi mi daha gerçektir yoksa berber dükkanında bekleyişini sürdüren anlatıcı mı? İşte bu gerçeklik karmaşasının içinden doğar romanın olay örgüsü. Jilet almak için berber dükkanından çıkıp köye giden çırak, devletle muhtar arasındaki o muhtemel diyaloglarda saklı, belki biraz da eleştirel ilişki, hatta köyden sorumlu kişi sıfatıyla her kaybolan karakterin ardından kendini biraz daha “ruhu daralmış” hisseden muhtarın kendisi, Güvercin’in kayboluşunun ardındaki sır ve yine berber dükkanında aynanın üstünde asılı duran güvercin resmi… Roman boyunca hikayenin akışına dahil olan tüm bu olaylar varoluşsal bir sorgulamanın tezahürleridir aslında.


Bu kitapla tanışmam Fransa’da, rastgele ahbaplık kurduğum bir çift sayesinde olmuştu. Kendilerine Türk olduğumu söylediğimde bir anda Gölgesizler ve Hasan Ali Toptaş’dan şevkle bahsedip beni bir hayli şaşırtmışlardı. Kitabın yurt dışında da bu kadar tanınıp sevinmesinden ötürü duyduğum gurur, kitabı okumamış olmanın getirdiği mahcubiyete karışmıştı.

Sonrasında araya zaman girmesine rağmen bulduğum ilk fırsatta kitabın bir kopyasını edindim ve anlatıcının berberde geçirdiği zamanı, Cennet’in oğlunun başına gelenleri, umutsuzca muhtarın dönüşünü bekleyen bekçiyi okudukça Hasan Ali Toptaş’ın engin hayal gücü karşısında büyülendim. Bugün Gölgesizler, gözüm kapalı her okura tavsiye edeceğim ve bana kalırsa her Türk okurun da -ki dünya çapındaki ününü hatırlatmama gerek yokur sanırım- okuması gereken, kendi türünü kendisi yaratmış bir eser. Felsefi açıdan da, olay akışına getirdiği yenilik açısından da, hepimizin örnek alacağı pek çok yön barındıran Gölgesizler’in tüm bu nedenlerden dolayı bendeki yeri çok ayrı. Kitaptaki tüm bu paranormal gelişmelerle afallayan okuyucuya insani gerçekleri ustaca yansıtan yazarın duyarlılığının göz doldurduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.

Fakat şu noktayı vurgulamam hem kitaba saygı, hem de okurun beklentileri bakımından önemli; Gölgesizler kolay bir kitap değil. Anlatımı akıcı ve anlaşılır olsa da sizi tekrar tekrar düşünmeye itecek, felsefi altyapısı araştırma gerektiren, sembollerle dolu bir kitap. Bu yönünü göz önünde bulundurarak okursanız eminim alacağınız keyif, bakış açınızın değişmesi ve genişlemesiyle beraber daha da artacaktır.

Kısacası Gölgesizler’i okurken Cıngıl Nuri, Muhtar, Cennet’in oğlu, imam gibi pek çok aykırı ama bir o kadar da tanıdık karakterin peşine takılıp diken üstünde bir yolculuğa çıkmaya hazır olun. Kitabı bitirdiğinizde bulduğunuz cevapların tekrar sorulara dönüşmesi karşısında yeniden bu romanı okurken bulabilirsiniz kendinizi benden söylemesi.

Madem bu kayboluşu göze aldınız, o zaman kitabın en ünlü cümlesini  tekrarlayıp, sorayım:

Alıntı
Kar, neden yağar kar?

3
Kurgu İskelesi / Karantina
« : 06 Kasım 2015, 00:55:14 »
Karantina

Gölgeler yavaş yavaş rayları yutup, trenleri tedavülden kaldırırken, kasabadan adı unutulmuş köylere uzanan toprak yolda atılan telaş içerisindeki adımlar, toynaklar ve pençelere karışmaktaydı. Sefertaslarını şıngırdatarak yaylanan memurlardan,  eli şapkasının siperinde, omuzları çökmüş, düşünceli çiftçilere kadar herkes evinin yolunu hatırlamaktan gururlu, yüzlerce kez tekrarlanmış adımları takip etmekten gocunmaksızın ilerliyordu. Arada bir, tozu toprağa katarak geçen bir traktörün arkasına oturmuş genç kızların pomakça türküleri motor gürültüsüne karışarak bulutlara yükeliyordu.

Kemal Çavuş fazlaca keskin zekâsı ve dikkatiyle tanınmasına karşın, yolun kenarında kimseye selam vermeden, kaşları görüşüne perde indirmişçesine dalgın ve yanında akıp giden kalabalığa kayıtsız bir şekilde yürümekteydi. Esasında, içindeki kötü hissiyatın öğlen yemeğini fazla kaçırmaktan mı kaynaklandığını yoksa yerinde bir sezginin işi mi olduğunu sorgulamakla meşguldü. Bir ara kafasını kaldırınca, ovaların kıvrılıp yükseldiği tepelerin ardında izini kaybettiren kızıl ışık huzmelerini görüp adımlarını hızlandırdı. Karanlık çökmeden yuvasına dönmeliydi.

Nihayet evlerin, etrafında öbekleşip iç içe geçtiği köy meydanına vardığında sebepsiz bir rahatlama hissetti. Kahveden fırlatılan selamları kafasının tek hareketiyle yanıtladı. Veresiye hesabını kapatmış olmanın getirdiği öz güvenle bakkalın önünden dimdik geçip, evinin bahçe kapısına ulaştığı anda, ince duvarların içinden geçip kendisine ulaşan şıngırtıları ve bağırışları duydu.  Bir anda o munis, düşünceli kişiliği yerini gazap dolu, çalkantılı bir ruh haline bıraktı. Bıyıkları sinirden titrerken “Allahın cezası yine azdı.” diye söylendi. “Dininde imanında, borçlarını zamanında ödeyen, haram yememiş bir kulunum ben, ne garezin vardı da verdin şu belayı başımıza?” diye düşünmekteydi bir yandan da. Sonra aniden fazla ileri gitmiş olabileceğini fark edip “Tövbe estağfurullah!” diye iç geçirdi. “ Bu gavat yüzünden günaha da giriyoruz!”

Neyle karşılaşacağını çok iyi biliyordu Kemal Çavuş. Neredeyse bıkkınlıkla eve girip, dar koridorun en dip, en karanlık köşesindeki odaya ilerledi ağır ağır. Eşikte durup içeride sürüp giden trajikomik sahnenin tüm ayrıntılarını incelikle zihnine kazıdı ki öfkesi en gerçek, en etkili formuna bürünebilsin ve sonradan vicdanına iğne batıracak her türlü küçük merhamet belirtisi nefes alma şansı yakalayamadan bu sahnenin uyandırdığı tiksintide boğulabilsin.

Önceden sade döşendiği belli olan, karanlık ve şimdi bir Goya tablosunun dağınık ürkünçlüğüne bürünmüş odaya, iki köşeye çekilmiş dehşetle birbirlerini süzen çocukla kadının diken üstündeki sessizliği hakimdi. Kadının dağınık kınalı saçları ve o saçlara dolaşmış yazmasının çevrelediği, yaşlar ve çiziklerle bulanmış suratına donuk bir öfke yerleşiyordu yavaş yavaş.  Çocuk ise sapsarı yüzü ve tüm çelimsizliğiyle kaskatı kesilmiş vücuduna derin bir tezatla öne çıkan vahşi, okyanusun dibine dek derinleşebilirmiş gibi görünen karanlık gözlerini kadının üstünden bir saniye olsun ayırmıyordu. İkinci sınıf bir kovboy filmine meze olabilecek yavanlıktaydı havadaki gerilimin kokusu.
  
Çavuş bir an durdu, içindeki son mantık kırıntılarını da süpürecek kadar derin bir nefes aldı. Sonra da avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. “Ulan siz beni deli mi edeceksiniz! Her Allah’ın günü böyle mi gireceğim eve ben! Yettiniz artık, huzur bırakmadınız adamda.”
Sarf ettiği son kelime daha duvarlarda yankılanmayı bile bitirmemişken yıkıcı bir süratle odaya dalıp çocuğun koluna yapıştı. Çığlık çığlığa karşı koymaya başladı çocuk. O anda, kasılmış vücudundaki tüm yaşam gözlerinde toplanmıştı sanki. Avcı tuzağından canı pahasına kurtulmaya çalışan bir yabani hayvan gibi inleyip kıvranıyordu. O yaygara kopardıkça Çavuş iyice zıvanadan çıkıyordu. “Ne demek insan görmek istemiyorum, dışarıya çıkmam. Elin iş tutsun be artık yeter. Yer verdik yurt verdik, yetim halinle dışarıda koymadık. Akıllanırsın dedik sustuk ama fazla oldun sen. Madem bizim gibi davranmıyorsun, o zaman hayvan gibi yaşa!”

Kadın sindiği köşede, üzerine binen büyük korkuyla titriyordu artık. “Yapma Kemal, çocuk işte anlamaz. Bi tarafını çıkaracaksın, çekme!”

Fakat Kemal Çavuş çoktan çevresini algılayabildiği eşiği geçmişti. Kendisi önde yaka paça sürüklediği çocuk arkasında ahıra kadar bir nefeste gittiler. Perde aralıklarından onları izleyen komşular Çavuş’un çocuğu ahırın içine fırlatıp, kapıyı sürgülediğini zar zor görebildi. Sonrası sessizlikti. Gece tüm kanıtları yutmuş, tüm sesleri, ışıkları içine çekip tüketmişti. Ta ki yenileri doğana kadar…

“Hayvan sensin asıl! El kadar çocuğa ne edersin aklın alır mı senin? Çocuktur korkar, oyun eder, belki de beni kızdırmak ister. Elbet büyüyecek eli ekmek tutacak. Küçücük çocuğu para diye hırpalayacak kadar da mı vicdanın kalmadı!” Kadın sonunda korkusuyla öfkesi arasındaki üretici dengeyi kurabilmişti.

“Sus be, dır dır dır. Bir şeyden anlamazsın, katkın olmaz, sade konuşursun. Ben adam etmeye uğraştıkça sen şımart şu veledi. Bacının oğludur dedim, gariptir dedim bağrıma bastım. Her gün saatlerce çalıştım, boğazınızdan bir şey geçsin, ele güne rezil olmayalım diye. Ama yok yaranamıyoruz kardeşim. Yok!” Çavuş’un son çıkışından sonraki bir saniyelik sessizlik yaklaşan son yıkıcı dalganın uğultusuyla doluydu.
Kadının kekremsi kahkahası mahallede kavgayı izleyen herkesi afallattı. Normalde tartışma burada biterdi, hep bitmişti. Ama bugün bir tuhaflık vardı, bir uğursuzluk.

“Sen ailenin rızkını, evde seni bekleyen karınla, bir garip yetimin rızkını içkiye yatır, kafandaki son tele kadar borca bat. Sonra kalk yaranmaktan bahset. Bakkala sor bitti zannettiğin o borç, ayda iki kuruş ödemekle kapanır mıymış. Üstümüze yıkacaksın her şeyi. Bilmiyor mu- “

Sonrasını köydeki kimse duyamadı. Karanlık katlanıp büküldü, siyah bir sis gibi köyün üzerine indi. Kimse ne olduğunu anlayamadan, herkes karanlığın bir parçası olmuştu. Bedenler, ruhlar, varlıklar tek tek silindiler.

Bütün canavarlar hiçliğe karıştıktan sonra çocuk ihtiyatla ahırın penceresinden atlayıp açığa çıktı. Hepsi gitmişlerdi. Kendini bildi bileli onu dehşete düşüren bütün o şekilsiz, kabus yakıtından yapılmış, çarpık yaratıklar yok olmuştu. Doğduğu günden beri dehşet içerisinde, ait olmadığı bir ırkın arasında yaşıyordu. İnsan değildi onlar. Ya da onlar insandı kendisi başka bir şey. Tiksiniyordu, korkuyordu hepsinden. Karanlıktan, duvarların arasından çıkmıyor, evinin içine kadar girmiş o hilkat garibeleri de dahil hiçbirini yakınına yanaştırmıyordu.

Kaç kare kaçmaya çalıştıysa da bu köyden çıkamıyordu. Her yol buraya varıyor, her tabela burayı gösteriyordu. Sonsuzluğa sabitlenmiş bir cehennemdi burası. Zamanı ve mekânsal varlığı olmayan bir sistem hatasıydı. Gerçek olmamalıydı fakat yaratıcının çarpık mizah anlayışı sayesinde bir şekilde bugüne kadar varlığa tutunmuştu. Her gün bir diğerinin aynısıydı. Gün aynı şekilde doğuyor, hayat aynı şekilde akıyor ve karanlık aynı şekilde çöküyordu.

Bugün ise farklıydı, öyle olduğunu biliyordu çocuk. Tartışma uzamış, yarım kalmıştı. Belki de buranın sonu gelmişti. Güneş doğmayacaktı ve nihayet kendi dünyasının kapısı açılacak, karışıklık için kendisinden özür dilenecekti. “Burası…” diyeceklerdi “Defolu olanları koyduğumuz yer. Bir karantina. Sizde bir karışıklık olmuş. Kusura bakmayın.” Artık umutluydu, gülümsüyordu çocuk. Karanlıkta var gücüyle koşuyor, kendi dünyasının kapısını arıyordu.

Karanlıkta ağaçlara çarpa çarpa, körlemesine tırmandı tepeleri. Sonra daha az ağaca çarpmaya başladı. Ağaçlardan kaçınıyordu artık. Sonra yerdeki çukurlara dikkat etmeye başladı. Takılıp düşmek istemiyordu. En sonunda açıklığa çıktığında hare hare yükselen sarı ışıkta bedenini inceledi, bir yarası var mı diye baktı. Gözlerinden akan yaşları engelleyemiyordu. Güneş onun göz yaşlarıyla sönmeden yükseklere tırmanıyor, gün yeniden başlıyordu.

------
“Bey, kalk çabuk! Oğlan yine evden kaçmış!”
Çavuş yatakta gerinip, yarım açtığı gözlerle tepesinde dikilen karısına bakıp homurdandı.
“Her Allahın günü o kaçmaktan yorulmadı, jandarmalar bulup getirmekten.”

4
Oyunlar / The Last of Us
« : 26 Ekim 2015, 01:12:31 »

Bugün sizlere çıkışının üstünden iki sene geçmiş olmasına rağmen hala oyun dünyasına iç geçirtmeye devam eden müthiş bir yapımdan bahsedeceğim (Sadece oyun demeye yüreğim el vermiyor). Açıkçası hala başlığının açılmamış olması beni şaşırttı ama olsun siftahı ben yapayım.

Öncelikle bence iki tip insan vardır: Oyunu oynamayı sevenler ve oyunu izlemeyi sevenler. Ben ikinci grup insan tipine dahilim. O yüzden genelde sağlam bir senaryosu, konu akışı olmayan oyunların başına pek oturmam. Last of Us ise gerek senaryosu, gerek karakterlerin doyuruculuğu açısından harcadığım her saate değen, hatta iki katını daha seve seve harcatabilecek bir oyundu.

Peki konumuz ne? İlk uyarım şu yönde olacak, eğer çevrenizde “Zombi oyunu bu ehüehü…” tarzında boş konuşanlar olursa kendilerine itinayla en yakın arama motoruna kadar eşlik edip şu arkadaşın resimlerini göstermenizi istiyorum. HAYIR ZOMBİ YOK. Yani kimse ölümden falan dönmüyor. Sadece normal hayatta da pek çok canlının vücuduna girip, beyinlerini işgal ederek varlığını sürdüren Cordyceps isimli sevimli mi sevimli bir mantar türünün evrimleşerek insanlara da bulaşabilir hale gelmesi üzerine yaşananlar konu ediliyor oyunumuzda. Bu mantar size ısırık ya da havaya yayılan sporlar yoluyla bulaşabiliyor. Zombi konseptiyle tek benzerliği de enfeksiyonlu insanların saldırgan davranışları ve kendilerinde olmayışlarından ibaret.


Oyun, başlangıçta gördüğümüz, hastalığın ilk yayılma evresinden yirmi yıl sonrayı konu alıyor. Doğal olarak dünya üzerinde tam bir sefillik hali sürüp gitmekte. Sağ kalabilmiş insanlar ya doğada kendi imkanlarıyla hayatta kalmaya ya da ordu koruması altında olan küçük “kurtarılmış bölge”lerde kısmen düzenli bir yaşam kurmaya çalışıyorlar. Bir diğer yandan da ordunun despot ve acımazsız yöntemlerine karşı ayaklanmış “Ateş Böcekleri” adlı illegal bir örgütün bu salgına karşı bir çözüm üretebilmekle uğraştığını görüyoruz. Şehirlerden uzakta ise ortalık yağmacı gruplarla dolup taşmakta ve bana inanın oyun boyunca en çok başımıza bela açanlar bunlardı.

İşte böyle bir terör ortamında ana karakterlerimizden biri olan orta yaşlarının sonunda, silah kaçakçılığıyla uğraşan, yalnız ve huysuz Joel’e Ateş Böcekleri’ne götürülmek üzere Ellie adında on dört yaşında genç bir kız emanet ediliyor. Ve oyun genel olarak bu ikilinin hedeflerine ulaşana kadar başlarından geçen maceraları konu alıyor. Zaten oyunu oynayan diğer pek çok insan gibi ben de, oyuna asıl tat katanın bu iki karakter arasındaki ilişkinin gelişimi olduğu konusunda hem fikirim. Joel’in Ellie’yi bir yük gibi görmesiyle başlayan süreç oyunun sonundaki o meşhur karar sahnesine kadar ikili arasındaki bağın nasıl güçlendiğini seyrettiriyor bize. Ve aslında o çok kaliteli bir dram filmi izliyormuşuz tadını veren de dış dünyanın mahvolmuşluğu değil, bu iki umutsuz ve içinde yaşadıkları hayata kızgın karakterin birbirlerinde yeniden güven ve sevgi duygularını bulmaları. Bu yönden konu olarak benzemese de o baba-kız ilişkisini The Road adlı filmdeki ilişkiye benzeten arkadaşlarım var, ben onların yalancısıyım.

Çok kısa oynanışı da ele alıp kendi köşeme çekileceğim yoksa on sayfa anlatırım yine de sıkılmam. Söylenmesi gereken ilk şey cephane bulmadaki sıkıntı - eğer normal ya da üstü bir modda oynuyorsanız- ki bu durum bazı eleştirilere de yol açmış internet camiasında. Bazen cephane bulmak o kadar sıkıntı hale geliyor ki "cephane bulmuş Joel" diye özel bir terim türedi bu yokluktan. Kardeşimi buzdolabını falan yağmalarken bulunca kullanıyorum ben bu lafı, o görüntüye cuk oturur. Şahsi düşüncem bu cephane azlığının zaten oyunun konsept olarak sessizliği tercih etmesinden ileri geldiği. Ki muhtemelen haklıyımdır çünkü tek el ateş etmeden oyunun pek çok bölümü rahatlıkla geçilebilir.


Oynanıştaki güzel detaylardan birine değinip kayboluyorum. Genelde Joel'i yöneterek oynuyoruz oyunun genelini ama Ellie'ye geçtiğimiz kısa ve kıymetli bir bölüm de yok değil. Bu bölümlerde Joel'i oynarken kullandığımız yakın dövüş taktiklerini kullanamıyoruz, daha hızlı yoruluyoruz ve daha kolay hasar alıyoruz. Yani oynanış baştan aşağıya değişiyor. İşte oyunun bu inceliği, bu detaycılığı beni asıl metheden kısım olmuştu.

Müziklerin muhteşemliğinden bahsetmezsem bu gece uyuyamam. Gustavo Santaolalla harika bir iş çıkarmış ve belki de Last of Us'ı, Last of Us yapan ruhu yakalamış bu parçalarla. Her birini hayatımın arka fon müziği yapmak istiyorum. Açın buradan dinleyin.

Çizim kalitesinden zaten bahsetmiyorum. Velhasıl alınız oynayınız, yok eğer elimde gerekli konsol yok diyorsanız açın gameplayleri izleyin zaten çoğu filme taş çıkarır oyun. Bir de bu oyunu tekrar aklıma getiren ps store indirimini kaçırmayın, inanılmaz cüzi bir miktarda şu an oyunun fiyatı.

PS: Yakın zamanda çıkan "Left Behind" isimli minik eklentinin ne kadar güzel ve yerinde olduğunu oynayınca anlarsınız. Şahsen oyunun devamının gelmeyecek olmasının acısını biraz dindirdi.


5

Yazar Neil Gaiman'dan zekice kurgulanmış "Odd ve Ayaz Devleri" İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini almaya hazırlanıyor.

Konusunu geleneksel Nors mitolojisinden alan "Odd ve Ayaz Devleri", okuru devlerin ve Tanrıların ülkesinde vahşi ve büyülü bir yolculuğa çıkarıyor.

Vikingler döneminde, Norveç'te bir kasabada Odd isimli bir çocuk yaşar. Odd hep çok şanssız bir çocuk olmuştur. Küçük yaşta babasını kaybeder, ağaç keserken bir ayağını sakatlar... Üstelik bir türlü bitmeyen kış Odd'un kasabasında yaşayan herkesin aksileşmesine neden olur.

Odd kasabadan ormana gittiği bir gün ayı, tilki ve kartalla karşılaşır. Bu üç sıradışı hayvanın Odd'a anlatacakları bir hikâyeleri vardır.

Odd, bu üç hayvanla karşılaştıktan sonra kendini hayal edebileceğinden çok daha tuhaf bir maceranın içinde bulur: Şimdi Odd, Tanrılar şehri Asgard'ı Ayaz Devleri'nden ve kendi kasabasını bitmek bilmeyen kıştan kurtarmak zorunda...

İllüstrasyonlarını Brett Helquist'in üstlendiği kitabın çevirisini Emine Ayhan, yayına hazırlığını ise Şeyda İşler ve Nurcan Başer yapıyor. Kitap perşembe günü itibarıyla raflardaki yerini almaya başlayacak. Şimdilik online kitap alışveriş sitelerinden ön sipariş verebilirsiniz.

Tanıtım ve künye bilgileri için buraya tıklayabilirsiniz.

6

Günümüz sinemasında, edebiyatında, televizyon dizilerinde ve çizgi romanlarında hep başköşeye oturmuş, çarpıcı bir görsellikle sunulan ve çelişkili özellikleri bünyesinde barındıran vampir popüler kültürde her geçen gün artan oranda bir arzu nesnesine dönüşüyor.

Bilincini, hafızasını, dolayısıyla insanlığını tamamen yitirmemiş bu şeytani gece yaratığı irade sahibi, acı çekebiliyor, zamanla baş etmeye, ölümsüzlüğüne anlam bulmaya çalışıyor; tanrıyı arıyor ve varoluşunu sorguluyor. Yaşayan bir ölüdür o. Ölümsüzlüğüyle çaresiz, güçleriyle kudretlidir. Gecede yaşamaya mahkûmdur ve her gece yaratığı gibi hem korkuya hem de şehvete, arzuya ve heyecana davetiye çıkarıyor. Zaten vampirin bu kadar ilgi görmesinin nedeni de böylesine derin çelişkilerin yaratığı olmasından geliyor.

Marx, kapitalist sistemde emekçinin sömürülmesini vampirin kan emmesi metaforuyla açıklayarak vampir imgesini olağanüstü zengin bir alana taşımıştır. Vampir gibi sermaye de yaşayan ölüdür, emekçilere geçirdiği dişleriyle artı-değeri emer damarlarından. Kanını emdiği kişi üzerinde hipnotik etki yapar.

"Vampirin Kültür Tarihi", ölüm korkusu, ölüm ötesi, ruhun biricikliği, ölümsüzlük düşü gibi insanın en temel korkularını ve arzularını simgeleyen vampir karakterinin hangi kültür örüntüleriyle bugünkü kavranışına vardığını anlama çabasının ürünüdür. Aynı zamanda bir kültür tarihi olarak da okunabilecek bu kitap, dünyaya döndüğü andan itibaren vampirin kan izlerini takip ederek vampire varlık kazandıran temel insani sorunlara eğiliyor.

Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan, Gülay Er Pasin'in kaleme aldığı kitabın tanıtım ve künye bilgilerine buradan ulaşabilirsiniz.

7
Korku & Gerilim Eserleri / Boynuzlar - Joe Hill
« : 13 Ocak 2013, 18:44:27 »

Uzun süredir beklenen, Stephen King'in oğlu Joe Hill'in kaleme aldığı "Boynuzlar" kitabı Altın Kitaplar tarafından ön siparişe sunuldu.

Her zaman doğru olanı yapan insanlardan olan Ignatius Perrish doğuştan şanslıydı. Seçkin ve zengin bir ailenin çocuğuydu, sağlığı yerindeydi, toplumda saygın bir yeri vardı. Tüm bunların yanında çocukluk aşkını, Merrin'i bulmuş, onunla mükemmel bir hayata adım atmıştı. Kendini masal kahramanları gibi hissediyordu.

Ama bir gün Merrin'in korkunç bir cinayete kurban gitmesiyle her şey değişiverdi. Tek şüpheli olmasına rağmen Ig hiçbir zaman resmen suçlanmadı ve yargılanmadı. Bu yüzden de adını temize çıkaramadı. Gideon halkına göre o, babasının gücü sayesinde cinayetten paçayı sıyırmış bir zengin çocuğuydu ve bu düşünceleri değiştirmek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Görünüşe göre Tanrı dahil herkes onu terk etmişti. İçindeki şeytan hariç herkes...

Bir sabah beynini zonklatan bir baş ağrısı ve şakaklarında bir çift boynuzla uyandı. Ve bu korkunç görüntüsünü perçinleyen şeytani bir güç ve yetenekle. Madem iyi biri olmanın ona hiçbir yararı olmamıştı, artık şeytana bir fırsat tanımanın zamanı gelmiş demekti.

Çevirisini Zeynep Heyzen Ateş'in üstlendiği romanın tanıtım ve künye bilgileri için buraya tıklayabilirsiniz.

8

Nihayet aylardır merakla beklediğimiz K. J. Parker imzalı Mühendislik Üçlemesi'nin ilk kitabı "Hınç" April Yayıncılık etiketiyle raflardaki yerini aldı.

Peki nedir seriyi bu kadar çok beklememizin sebebi? Sağlam kurgusu, yurt dışında okurların gösterdiği ilgi, yazarın ödüllü olması ve elbette aylar öncesinden çıkan tanıtım metinlerinin ilgi çekici oluşu bunlardan birkaçı.

Dilerseniz gelin, kitabın ayrıntılarına göz atalım.

Hayali bir kıtada, dünya tarihinin Ortaçağ koşullarına ve teknolojisine sahip bir dönemde geçiyor öykü. Kıtada birbirinden bağımsız birkaç dukalık ve bir de cumhuriyet var.

Bunlardan Eremia, tamamen feodal yapıya sahip. Kent-devletin dükü, tüm sosyal yapılanmanın yönetiminden sorumlu ve aristokratik bir hiyerarşi geçerli. Halk fakir ama tarıma dayalı toplumun içinde fazla sıkıntı çekmeden yaşıyor. Eremia'nın en önemli özelliği, dağlık bölgede kurulmuş olan başkentinin çok iyi tahkim edilmiş, yüksek surlarla çevrilmiş olması.

İkinci kent-devlet olan Vadani ise tüm gelirlerini topraklarındaki zengin gümüş madenlerine bağlamış halde yaşıyor ve başka özelliği yok. Bu iki dukalık, neden ve ne zaman başladığı bilinmeyen bir düşmanlık nedeniyle yüzyıllardır savaş halindeyken yakın zamanda barış yapılmış.

Asıl önemli ve baskın unsur, kıtanın güneyinde yaşayan ve dört yüzyıl kadar önce birden ortaya çıkan Mezentia. Bu bir cumhuriyet ve her şeyini diğerlerinden çok daha ileri olan teknolojisiyle imalat yöntemlerine endekslemiş. Her türlü imalatta kullanılan şartnameler var ve bunların temelini oluşturan ana şartname, Cumhuriyet'in anayasası niteliğinde. Toplum çok katı bir loncalar sistemine bölünmüş, bu loncalar siyasi yapıya da hâkim olmuş. Ülkenin ordusu yok ama tüm kıtada ticareti yönlendirdiği için gerek duyulduğunda Eski Ülke tabir edilen, Mezentinlerin geldiği yer olan başka bir kıtadan paralı asker orduları getirebiliyor. Ülkede Şartname'nin öngördüğü standartları -iyileştirmek adına da olsa- değiştirerek imalat yapmak, tek cezası ölüm olan bir suç.


Dördüncü uygarlık tipiyse, kıtanın güneyini bir kuşak gibi çevreleyen aşılmaz çöllerin ötesinde yaşayan ve çok sayıda kabileden oluşan Cure Hardy. Bu insanlar göçebe ama diğerlerinin düşündüğü gibi vahşi değil ve sayıları yüz binlerle ifade edilebilecek kadar fazla. Hem Cumhuriyet ile hem de dukalıklarla ticari ve diplomatik ilişkileri var.

Bu genel ortamda bir gün Mezentia'da bir mühendis, çok sevdiği kızına evindeki atölyesinde mekanik oyuncak yaparken standartların dışına çıkıyor. Birileri ihbar edince adam tutuklanıp yargılanıyor, ölüme mahkûm ediliyor. Tam idam edileceği gün kaçarak kent dışına çıkıyor, sonrasında da tesadüfen rastladığı Eremia ordusuna iltica ediyor. Götürüldüğü dukalıkta varlığını sürdürmek ve Mezentia'dan intikamını almak için Akrep adı verilen bir silahın prototipini yapıp aldığı parasal destekle seri imalata geçiyor. Bu silah ortaçağ ballistasına benziyor ama bir metre uzunluğundaki çelik milleri mekanik kurma sistemi sayesinde çok uzağa, çok güçlü şekilde ayabiliyor.

İltica olayının sonunun nereye varacağını tahmin eden Mezentia da hemen bir ordu kiralayarak Eremia'ya sefer açıyor. Ancak dukalık hem doğal engellerle çok iyi tahkim edilmiş, hem de (teknolojik açıdan henüz mükemmel sayılmasa bile) Akrep'e sahip.

Durumu iyice içinden çıkılmaz hale getiren başka bir noktaysai gönül ilişkileriyle ilgili. Artık Eremi Düşesi olan genç bir kadın, çocukluğunda kısa bir barış dönemi sırasında rehine olarak gönderildiği Vadani'nin prensiyle tanışmış ve iki genç birbirinden hoşlanmış. Belirgin bir aşk ilişkisi olmasa da arada gizli mektuplar gidip geliyor ve Eremi Düşesi eşini sürekli olarak Vadani'den yardım istemeye yöneltirken, gayet incelikli bir şekilde yazdığı mektuplarla da Vadani Dükü'nü eski düşmanına destek vermeye ve Cumhuriyet'e cephe almaya kışkırtıyor.

Sonunda da Mezentin mühendisin çevirdiği dolaplarla sürekli ön planda olduğu ve olayların gidişatını etkilediği bir savaş kopuyor.

Kitapta hayali bir orta çağ dünyasının koşulları çok iyi işlenip kurgulanmış. Gayet özgün kurum, kuruluş ve karakter tiplemeleri var. Örneğin daima pahalı koyu kırmızı elbiseler giyen, mücevherler takan ve maiyetleriyle yanlarında çalıştırdıkları kişiler hariç tutulursa hep yalnız çalışan bir takım orta yaşlı kadınlar var. Bunlar ticareti idare eden gezgin tüccarlar ve her yerle alışverişe giriyor, yatırımlar yapıyor, hatta para karşılığı casuslukla bile uğraşıyor. Bu kadınlardan biri kendilerini tanımlarken, "Orta yaşlı, evlenmemiş ve çocuk yapmamış, aile bağları fazla kuvvetli olmayan bir kadın başka neye yarar ki?" türünden cümleler kullanıyor.

Mezentia kitapta ayrıntılarıyla anlatılan emperyalist yaklaşımlarıyla ABD'yi temsil ederken, Vadani kent-devleti toprakaltı zenginlikleri ve bunların doğurduğu uluslar arası dengeler ve gerginlikler açısından Ortadoğu'yu işaret ediyor. Güneyde neyle uğraştıkları ve uygarlıklarının ayrıntıları bilinmeyen Cure Hardy ise kalabalık nüfusu ve mesafeli duruşuyla sanki Çin, kırmızılı tüccar kadınlar da Hong Kong.

Kitap ilginç uygarlık anlatımları, av sahneleri, aristokratik imalarla dolu mektuplar, kanlı savaş sahneleriyle ilerliyor ve Eremilerin kuşatmayı tam kıracakken mühendisin ihaneti sonucunda yenilerek katliama uğramasıyla sona eriyor. İçinde dük ve düşesin de bulunduğu bir grup Eremi son anda yardıma gelen Vadani Dükü'ne sığınıp ülkeyi terk ediyor ve yeni dengeler doğuyor.

İkinci kitapta, Eremia'da kalan birkaç kahraman direniş gücü oluşturarak gerilla savaşına başlayacak, Cumhuriyet'in öfkesini üzerine çeken Vadani korunma çareleri arayacak, bir yerlerde barutun tesadüfen bulunması ve gizlice geliştirilmeye başlaması dengeleri bir kez daha değiştirecek.

Çevirisini Volkan Gürses'in, editörlüğünü ise Cihat Taşçıoğlu ve Nazlı Berivan Ak'ın beraber üstlendikleri kitabın tanıtım ve künye bilgileri için buraya tıklayabilirsiniz.

İyi okumalar!

9

Mihail Afanesyeviç Bulgakov'un kaleme aldığı "Ölümcül Yumurtalar" kitabı Dedalus Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı.

1917 Rus Sosyalist Devrimini izleyen çalkantılı yıllarda, parlak ve eksantrik zoolog Persikov canlı organizmaların boyutlarını ve üreme hızını artıracak inanılmaz bir ışın keşfeder. Bu sırada da gizemli bir veba Sovyet Cumhuriyetlerinde tüm tavukların ölümüne neden olmaktadır. Hükümet kanatlı hayvan sektörünü yeniden canlandırabilmek için Persikov'un bu denenmemiş buluşunu kamulaştırır; ama korkunç bir karışıklık hızla tüm dünyayı tehdit edebilecek bir felakete yol açacaktır...

Kahramanımız Persikov ile Lenin arasında karakteristik benzerliklerin, Stalin'in Bulgakov'u feci bir yalnızlığa itmesinde büyük rolü olduğunu da düşünürsek; "Usta ile Margarita" ve "Köpek Kalbi"nin yazarı tarafından H.G. Wells'in meşhur romanı "The Food of the Gods and How It Came to Earth"den ilham alarak kaleme alınan Ölümcül Yumurtalar, Sovyet Devrimi üzerine parlak bir hiciv, dokunaklı bir roman.

Çevirisini Ferda Yaraş'ın, editörlüğünü ise Doğukan İşler'in üstlendiği kitabın tanıtım ve künye bilgileri için buraya tıklayabilirsiniz.

10
Korku & Gerilim Eserleri / Beyaz Çöl - Aydın Şahin Öztürk
« : 29 Aralık 2012, 18:51:09 »

Aydın Şahin Öztürk'ün kaleme aldığı fantastik ve korku ögeleriyle bezeli "Beyaz Çöl" geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı.

Roman, Selim adındaki başkahramanın çocukluğundan beri görmediği köyüne dönmesiyle başlar. Erzurum'a bağlı olan küçük köy, etrafı yüksek sıra dağlarla çevrili bir çukurun ortasındadır ve çorak arazi kar yağdığında beyaz bir çöle dönüşmektedir.

Selim, köyde virane haldeki eski evine yerleşir. Niyeti arazilerini satıp dönmektir, ancak kar yüzünden mahsur kalır ve bazı krizler geçirmeye, sanrılar görmeye başlar; bu sanrıların fiziksel yansımaları da vardır. Krizlerin ortak paydasıysa cılız, çıplak bir erkek çocuktur ki o, çocukluk arkadaşı Murat'tır. Diğer bir eski arkadaşı Recep'in tacizleri, işkenceye dönen bu krizler, Selim'i gittikçe saldırganlaştırır...

Beyaz Çöl, koynundaki esirleri iki gün üst üste mezarlığa gönderir. Taze ölülerinin mezarlarından çalındığını öğrenince, bir avcı grubu oluşturup pusu kurarlar. Ancak işler hiç de umdukları gibi gitmez... Artık düşündükleri tek şey vardır: Beyaz Çöl'ün ortasındaki bu savaştan canlı çıkmak!

Köyü kuşatıp insanları mezarında bile rahat bırakmayan şey ne? Hayatta kalabilmek için neleri göze alabilecekler? Ve Selim, krizlerinden gerçeğe yansıyan izlerin sırrını çözebilecek mi?

Alıntı
Beyaz Çöl, fantastik edebiyatı Anadolu kültürüyle harmanlayıp türün hayranlarına yepyeni korkular sunuyor.

Editörlüğünü Yelda Karataş'ın üstlendiği ve kapağını Abdullah Uluçay'ın hazırladığı Ihlamur Kitap etiketiyle çıkan romanın tanıtım ve künye bilgileri için buraya tıklayabilirsiniz.

11
Diğer Fantastik Eserler / Cinbaz // Ege Görgün
« : 29 Aralık 2012, 18:41:20 »

Sinema Yazarı ve TersNinja.com yayın editörü Ege Görgün'ün kaleme aldığı öykülerden oluşan "Cinbaz" raflardaki yerini almaya hazırlanıyor.

Korku, uyandığında yanı başındaydı. Yüreğine sığmayacak kadar büyük bir korku. Bunda şaşacak bir şey yoktu. Hayatında en çok korktuğu yerde uyanmıştı. İpte asılı çamaşırlara bakılırsa zamanı da tutturmuştu. Ama ipin üstünde olası gereken şey orada değildi. Kesin bir sessizlik hüküm sürüyordu bahçede. Nefes alabiliyordu ama sanki hava yoktu çevresinde. En ince yapraklar bile kımıldamıyordu. Bir resmin içine hapsolmuştu sanki. Sonra aşina olduğu bir his yeşerdi içinde. Bu sayede bir yarı-rüya gördüğünün farkına vardı. Sabahları uyanmasına yakın, REM uykusunda gördüklerinden... Uyur-uyanık... Bilinçli-bilinçsiz... Gerçek-uydurma... Tek fark, bu kez kontrol hiçbir şekilde kendisinin değildi. Zaman zaman duyduğu, nereden geldiğini bilmediği o sesler gibi...

Şeytan neticede düşmüş bir melektir. İnsana kötülük yapmaya gücü yetmez aslında. Peki öyleyse "saf kötülük"ün sorumlusu kimdir? Ege Görgün, Cinbaz'da çarpıcı bir biçimle, çarpıcı bir dille yanıt veriyor bu soruya. Elbette biz. İnsan!

Marjinal Kitaplar etiketiyle raflardaki yerini alacak kitabın düzeltisini Ezgi Ergenel, kapağını ise Sevinç Aydın yapmış. Künye ve tanıtım bilgileri için buraya tıklayabilirsiniz.

12
Diğer Fantastik Eserler / Tanrı Acıkınca // Altay Öktem
« : 29 Aralık 2012, 18:35:56 »

Altay Öktem'in kaleme aldığı, ilk baskısı 2003 yılında yayımlanan "Tanrı Acıkınca" yakın zamanda Marjinal Kitaplar'dan raflardaki yerini tekrar almaya hazırlanıyor!

Kitapta şiddetten şizofreniye, kıyametten mikro dünyaya uzanan pek çok hayali motifi, çarpıcı, ironik bir üslupla bir araya getiriyor. Dilin ve insani dünyanın sınırsızlığında, insanlar arası ilişkilere, bu kez bağırsak parazitlerinin perspektifinden bakarak dünyaya çarpıcı bir eleştiri yöneltiyor.

Aniden gri dokular büyük bir gürültüyle sarsılmaya başladı. Oğlu korkudan sapsarı kesilmişti. Onu yatıştırmak için güçlükle kolcuklarını üstüne dolayıp "Korkma" dedi Shigella. "Birazdan bu sarsıntı geçer. Tanrı acıktığında hep böyle olur zaten!"

"İkimiz de gerçeği biliyoruz..." diye söze başladı Serap. "Giardia haklıydı. Beyne ulaştı ve kendi evreninin, kendi tanrısının gizemini çözdü. Ama farkına varamadığı bir gerçek vardı: Tanrı acıkınca hepimiz ölüyoruz, bu doğru. İç içe geçen, birbirinin tanrısı olan bütün organizmalar ölüyor. Ama tanrı doyunca... Tanrı doyunca yaşam yeniden başlıyor!

Alıntı
Dünya ayaklarınızın altından kayıyor... Temkinli olun!

Düzeltisini Ezgi Ergenel'in üstlendiği ve illüstrasyonunu Çağdaş Kubilay'ın hazırladığı kitabın tanıtım ve künye bilgileri için buraya tıklayabilirsiniz.

13
Liman Kütüphanesi / Nasıl Yazıyorlar? - Halil Gökhan
« : 15 Aralık 2012, 17:20:51 »

Yazarların en önemli ve hassas noktaları yazı odaları... Buralara girmek herkesin harcı değil. Bu odalar korundukça ve kollandıkça yazarlar büyürler. Bu odalar son yıllarda şeffaflaşıyor yazarların iradesi dışında. Yazmanın bir okulu yoksa ve yazı sanatının damarlarından hala kan akıyorsa ustadan çırağa gerçekleşen bu miras yazı sanatının bütün özel niteliklerinin devamı anlamına geliyor.

40 çağdaş yazar kendi odalarını bütün okurlara ve yazarlara açtı "NASIL YAZIYORLAR" ile. Türk sanatının ve Türkiye'nin ilk yazı sanatı ve kültürü yayıncısı YAZIYOR Yayınları bu kitapla çok önemli bir misyonu yerine getiriyor.

Alıntı
40 çağdaş Türk yazarıyla söyleşi
En çok sevdikleri yazarlar, eserlerinden en iyi pasajlar, eleştiriler

Peki kim bu yazarlar?

Ali Teoman - Aşkın Güngör - Ataol Behramoğlu - Atilla Şenkon - Aycan Türk - Aydan Gündüz - Buket Uzuner - Bülent Güldal - Derya Çolpan - Esen Özman - Fikret Demirağ - Füsun Akatlı - Gültekin Emre - Hakan Bıçakcı - Hakan Şenocak - Hasan Ali Toptaş - Hasan Öztoprak - Haydar Ergülen - Hüseyin Alemdar - Hüseyin Peker - Kaya Genç - Mehmet Serdar - Meltem Arıkan - Mine Söğüt - Muammer Yüksel - Mustafa Türker Erşen - Nedim Gürsel - Oğuzhan Akay - Orkun Uçar - Osman Özbaş - Özcan Karabulut - Özlem Kumrular - Raşel Rakella Asal - Rıza Kıraç - Sadık Yemni - Semra Topal - Seran Demiral - Sina Akyol - Uğur Kökden - Ümit Kireççi

Halil Gökhan'ın hazırladığı kitabın detaylı tanıtımı, künye bilgisi ile önsözü için buraya tıklayabilirsiniz.

14
Sinema / Erol Çelik'ten yeni kısa film: Gelecek!
« : 15 Aralık 2012, 17:11:02 »

Yazar ve Yönetmen Erol Çelik'in hem senaryosunu hem de yönetmenliğini üstlendiği "Gelecek!" adlı distopik tarzdaki kısa film bugün yayınlandı.

Dört dakikalık sözsüz çekilen bu filmde, gelecek yaşamdan adeta distopik bir gerçeklik aktarılıyor izleyiciye. Teknolojinin gitgide yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası olduğunu, artık onsuz nefes bile alamayacağımızı çok açık şekilde ifade ediyor.

İsterseniz bizler susalım ve bu kısa film konuşsun. Buyursunlar.

İyi seyirler.

15
Yüzüklerin Efendisi / Wobbit // Paul Erickson
« : 15 Aralık 2012, 17:04:35 »

Alıntı
Orada da belim ağrıdı, burada da!

Tolkien günümüz ekonomik şartları altında ezilen işsiz bir bankacı olsaydı nasıl bir kitap yazardı? İşte karşınızda en az Hobbitler kadar iyi kalpli Wobbit halkı!

Bu hikâye, ahmak, korkak, asosyal ve başarısız bir wobbitin 13 cüce banker ve kötü şöhretli büyücü Dangalf ile birlikte, kötü planlanmış bir ejderha katletme macerasına atılışını; cücelerin hazinesini geri almak için pek ürkütücü şeyler yapışını ve normalde hiç sarf etmeyeceği sözleri söyleyişini anlatıyor. Bulbo, iç diyalogları açıkça duyulur olan zayıf mağara adamıyla karşı karşıya geldiğinde, ona güven ve görünmezlik yeteneği veren bir yüzük bile buluyor. Trollerle, goblinlerle, resort işletmecisi elflerle, ölümcül ama rahatlatıcı dev örümceklerle ve egosantrik ejderhayla amansız bir mücadeleye giriyor...

Eğer Hobbit fanıysanız, bu parodi sevdiğiniz tüm simgesel unsurları içeriyor, Hobbit fanı değilseniz kitabın içindeki absürtlüklerle çok eğleneceksiniz...

Paul Erickson'un kaleme aldığı bu eser, Algan Sezgintüredi'nin çevirisiyle raflardaki yerini alıyor. Kapak görselini Berat Pekmezci'nin, yayına hazırlığınıysa Mine Olgun'un üstlendiği kitabın tanıtım ve künye bilgileri için buraya tıklayabilirsiniz.

Sayfa: [1] 2 3 ... 9