Karantina
Gölgeler yavaş yavaş rayları yutup, trenleri tedavülden kaldırırken, kasabadan adı unutulmuş köylere uzanan toprak yolda atılan telaş içerisindeki adımlar, toynaklar ve pençelere karışmaktaydı. Sefertaslarını şıngırdatarak yaylanan memurlardan, eli şapkasının siperinde, omuzları çökmüş, düşünceli çiftçilere kadar herkes evinin yolunu hatırlamaktan gururlu, yüzlerce kez tekrarlanmış adımları takip etmekten gocunmaksızın ilerliyordu. Arada bir, tozu toprağa katarak geçen bir traktörün arkasına oturmuş genç kızların pomakça türküleri motor gürültüsüne karışarak bulutlara yükeliyordu.
Kemal Çavuş fazlaca keskin zekâsı ve dikkatiyle tanınmasına karşın, yolun kenarında kimseye selam vermeden, kaşları görüşüne perde indirmişçesine dalgın ve yanında akıp giden kalabalığa kayıtsız bir şekilde yürümekteydi. Esasında, içindeki kötü hissiyatın öğlen yemeğini fazla kaçırmaktan mı kaynaklandığını yoksa yerinde bir sezginin işi mi olduğunu sorgulamakla meşguldü. Bir ara kafasını kaldırınca, ovaların kıvrılıp yükseldiği tepelerin ardında izini kaybettiren kızıl ışık huzmelerini görüp adımlarını hızlandırdı. Karanlık çökmeden yuvasına dönmeliydi.
Nihayet evlerin, etrafında öbekleşip iç içe geçtiği köy meydanına vardığında sebepsiz bir rahatlama hissetti. Kahveden fırlatılan selamları kafasının tek hareketiyle yanıtladı. Veresiye hesabını kapatmış olmanın getirdiği öz güvenle bakkalın önünden dimdik geçip, evinin bahçe kapısına ulaştığı anda, ince duvarların içinden geçip kendisine ulaşan şıngırtıları ve bağırışları duydu. Bir anda o munis, düşünceli kişiliği yerini gazap dolu, çalkantılı bir ruh haline bıraktı. Bıyıkları sinirden titrerken “Allahın cezası yine azdı.” diye söylendi. “Dininde imanında, borçlarını zamanında ödeyen, haram yememiş bir kulunum ben, ne garezin vardı da verdin şu belayı başımıza?” diye düşünmekteydi bir yandan da. Sonra aniden fazla ileri gitmiş olabileceğini fark edip “Tövbe estağfurullah!” diye iç geçirdi. “ Bu gavat yüzünden günaha da giriyoruz!”
Neyle karşılaşacağını çok iyi biliyordu Kemal Çavuş. Neredeyse bıkkınlıkla eve girip, dar koridorun en dip, en karanlık köşesindeki odaya ilerledi ağır ağır. Eşikte durup içeride sürüp giden trajikomik sahnenin tüm ayrıntılarını incelikle zihnine kazıdı ki öfkesi en gerçek, en etkili formuna bürünebilsin ve sonradan vicdanına iğne batıracak her türlü küçük merhamet belirtisi nefes alma şansı yakalayamadan bu sahnenin uyandırdığı tiksintide boğulabilsin.
Önceden sade döşendiği belli olan, karanlık ve şimdi bir Goya tablosunun dağınık ürkünçlüğüne bürünmüş odaya, iki köşeye çekilmiş dehşetle birbirlerini süzen çocukla kadının diken üstündeki sessizliği hakimdi. Kadının dağınık kınalı saçları ve o saçlara dolaşmış yazmasının çevrelediği, yaşlar ve çiziklerle bulanmış suratına donuk bir öfke yerleşiyordu yavaş yavaş. Çocuk ise sapsarı yüzü ve tüm çelimsizliğiyle kaskatı kesilmiş vücuduna derin bir tezatla öne çıkan vahşi, okyanusun dibine dek derinleşebilirmiş gibi görünen karanlık gözlerini kadının üstünden bir saniye olsun ayırmıyordu. İkinci sınıf bir kovboy filmine meze olabilecek yavanlıktaydı havadaki gerilimin kokusu.
Çavuş bir an durdu, içindeki son mantık kırıntılarını da süpürecek kadar derin bir nefes aldı. Sonra da avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. “Ulan siz beni deli mi edeceksiniz! Her Allah’ın günü böyle mi gireceğim eve ben! Yettiniz artık, huzur bırakmadınız adamda.”
Sarf ettiği son kelime daha duvarlarda yankılanmayı bile bitirmemişken yıkıcı bir süratle odaya dalıp çocuğun koluna yapıştı. Çığlık çığlığa karşı koymaya başladı çocuk. O anda, kasılmış vücudundaki tüm yaşam gözlerinde toplanmıştı sanki. Avcı tuzağından canı pahasına kurtulmaya çalışan bir yabani hayvan gibi inleyip kıvranıyordu. O yaygara kopardıkça Çavuş iyice zıvanadan çıkıyordu. “Ne demek insan görmek istemiyorum, dışarıya çıkmam. Elin iş tutsun be artık yeter. Yer verdik yurt verdik, yetim halinle dışarıda koymadık. Akıllanırsın dedik sustuk ama fazla oldun sen. Madem bizim gibi davranmıyorsun, o zaman hayvan gibi yaşa!”
Kadın sindiği köşede, üzerine binen büyük korkuyla titriyordu artık. “Yapma Kemal, çocuk işte anlamaz. Bi tarafını çıkaracaksın, çekme!”
Fakat Kemal Çavuş çoktan çevresini algılayabildiği eşiği geçmişti. Kendisi önde yaka paça sürüklediği çocuk arkasında ahıra kadar bir nefeste gittiler. Perde aralıklarından onları izleyen komşular Çavuş’un çocuğu ahırın içine fırlatıp, kapıyı sürgülediğini zar zor görebildi. Sonrası sessizlikti. Gece tüm kanıtları yutmuş, tüm sesleri, ışıkları içine çekip tüketmişti. Ta ki yenileri doğana kadar…
“Hayvan sensin asıl! El kadar çocuğa ne edersin aklın alır mı senin? Çocuktur korkar, oyun eder, belki de beni kızdırmak ister. Elbet büyüyecek eli ekmek tutacak. Küçücük çocuğu para diye hırpalayacak kadar da mı vicdanın kalmadı!” Kadın sonunda korkusuyla öfkesi arasındaki üretici dengeyi kurabilmişti.
“Sus be, dır dır dır. Bir şeyden anlamazsın, katkın olmaz, sade konuşursun. Ben adam etmeye uğraştıkça sen şımart şu veledi. Bacının oğludur dedim, gariptir dedim bağrıma bastım. Her gün saatlerce çalıştım, boğazınızdan bir şey geçsin, ele güne rezil olmayalım diye. Ama yok yaranamıyoruz kardeşim. Yok!” Çavuş’un son çıkışından sonraki bir saniyelik sessizlik yaklaşan son yıkıcı dalganın uğultusuyla doluydu.
Kadının kekremsi kahkahası mahallede kavgayı izleyen herkesi afallattı. Normalde tartışma burada biterdi, hep bitmişti. Ama bugün bir tuhaflık vardı, bir uğursuzluk.
“Sen ailenin rızkını, evde seni bekleyen karınla, bir garip yetimin rızkını içkiye yatır, kafandaki son tele kadar borca bat. Sonra kalk yaranmaktan bahset. Bakkala sor bitti zannettiğin o borç, ayda iki kuruş ödemekle kapanır mıymış. Üstümüze yıkacaksın her şeyi. Bilmiyor mu- “
Sonrasını köydeki kimse duyamadı. Karanlık katlanıp büküldü, siyah bir sis gibi köyün üzerine indi. Kimse ne olduğunu anlayamadan, herkes karanlığın bir parçası olmuştu. Bedenler, ruhlar, varlıklar tek tek silindiler.
Bütün canavarlar hiçliğe karıştıktan sonra çocuk ihtiyatla ahırın penceresinden atlayıp açığa çıktı. Hepsi gitmişlerdi. Kendini bildi bileli onu dehşete düşüren bütün o şekilsiz, kabus yakıtından yapılmış, çarpık yaratıklar yok olmuştu. Doğduğu günden beri dehşet içerisinde, ait olmadığı bir ırkın arasında yaşıyordu. İnsan değildi onlar. Ya da onlar insandı kendisi başka bir şey. Tiksiniyordu, korkuyordu hepsinden. Karanlıktan, duvarların arasından çıkmıyor, evinin içine kadar girmiş o hilkat garibeleri de dahil hiçbirini yakınına yanaştırmıyordu.
Kaç kare kaçmaya çalıştıysa da bu köyden çıkamıyordu. Her yol buraya varıyor, her tabela burayı gösteriyordu. Sonsuzluğa sabitlenmiş bir cehennemdi burası. Zamanı ve mekânsal varlığı olmayan bir sistem hatasıydı. Gerçek olmamalıydı fakat yaratıcının çarpık mizah anlayışı sayesinde bir şekilde bugüne kadar varlığa tutunmuştu. Her gün bir diğerinin aynısıydı. Gün aynı şekilde doğuyor, hayat aynı şekilde akıyor ve karanlık aynı şekilde çöküyordu.
Bugün ise farklıydı, öyle olduğunu biliyordu çocuk. Tartışma uzamış, yarım kalmıştı. Belki de buranın sonu gelmişti. Güneş doğmayacaktı ve nihayet kendi dünyasının kapısı açılacak, karışıklık için kendisinden özür dilenecekti. “Burası…” diyeceklerdi “Defolu olanları koyduğumuz yer. Bir karantina. Sizde bir karışıklık olmuş. Kusura bakmayın.” Artık umutluydu, gülümsüyordu çocuk. Karanlıkta var gücüyle koşuyor, kendi dünyasının kapısını arıyordu.
Karanlıkta ağaçlara çarpa çarpa, körlemesine tırmandı tepeleri. Sonra daha az ağaca çarpmaya başladı. Ağaçlardan kaçınıyordu artık. Sonra yerdeki çukurlara dikkat etmeye başladı. Takılıp düşmek istemiyordu. En sonunda açıklığa çıktığında hare hare yükselen sarı ışıkta bedenini inceledi, bir yarası var mı diye baktı. Gözlerinden akan yaşları engelleyemiyordu. Güneş onun göz yaşlarıyla sönmeden yükseklere tırmanıyor, gün yeniden başlıyordu.
------
“Bey, kalk çabuk! Oğlan yine evden kaçmış!”
Çavuş yatakta gerinip, yarım açtığı gözlerle tepesinde dikilen karısına bakıp homurdandı.
“Her Allahın günü o kaçmaktan yorulmadı, jandarmalar bulup getirmekten.”