Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Berweuli

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6
31
Merak etmeme rağmen daha okuyamadığım kitap: Kralların Merhameti
 
Çok heyecanla aldığım ama daha sonrasında yine çok heyecanla adlığım kitaplar yüzünden kitaplığımda hala onu elime almamı bekleyen kitaptır. Buradan kendisinden özür diliyorum ama geçen ay yine çok kitap aldım :(

Başlayıp devamını okumadığım kitap: Son Kurtadam

Devamını getiremediğim için kurt adam kavramını nasıl bir yenilik getirdi bilemiyorum ama yok ne kadar zorlasam da bitiremedim. Ne karakterleri sevebildim ne de  kendimi ortama adapte edebildim.

Devam kitaplarını okumayı devamlı ertelediğim seri: Unutulmuş Diyarlar Şarkılar ve Kılıçlar Serisi

Bir arkadaşımın tavsiyesi ile ilk kitabı bitirdim. Saolsun basımı olmadığından kargo ile kendi kitaplarını bana göndermişti. Fakat ben yine aralara bir sürü kitap alarak seriyi kitaplığımda saklamaya devam ediyorum. Biraz daha oyalarsam belki arkadaşım kitapların bende olduklarını unutur ve üzerlerine yatabilirim :D

32
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 20 Ekim 2016, 10:24:08 »
Savaşın kıyısındaki toprakların üzerinde, seyrek ağaçların arasında, aceleden yoksun iki atlı tepeye doğru tırmanıyordu. Arkalarından esen ılık meltemler aşıp geldikleri vadinin serinliğini öğle güneşi ile kavrulan tepelere ulaştırıyordu. Çok değil belki de birkaç saat sonra vadinin verimli toprakları, savaş atlarının demirden toynakları altında ezilecek ve binlerce insanın kanı ile sulanacak, her şey olup bittiğindeyse üzerinde isimsiz höyükler yükselecek ama asla eskisi gibi olmayacaktı.

Düşmanın kapısına kadar dayanan Bendol yönetimindeki Zerdana ordusu, daha güneş doğmadan, batıdan Kodor vadisine girmişti. Mickal’ın Cadı’sının koruma birliği ise vadide oyalanmadan Aghon’un bizzat yerini belirlediği yüksekliğe kadar Kiana’ya refakat etmek için ordudan ayrılmıştı.

İki atlının sessiz yolculuğu Aghon’un “Buradan sonrasında yürüyeceğiz.” komutu ile son buldu. Atından inip ayakları toprağa değen adam çevresindeki beklenti dolu sessizliği hissedebiliyordu.

Kiana, adamı itiraz etmeden takip etti. Atını ince gövdeli bodur bir ağaca bağladıktan sonra eyerine asılı küçük çantalardan birisini alıp boynuna astı. Bir diğerini karıştırırken bulamadığı şey yüzünden kaşları çatıldı.

“Sorun nedir?” Çevreyi kolaçan eden Aghon’un bakışları Kiana’ya takılmıştı.

“Daria, mataramı koymayı unutmuş.” diyen Kiana, boğazının kuruluğundan, damağındaki tatsız yapışkanlıktan şikâyet edemeden elindeki boş çantayı eyere vurarak cezalandırdı.

“Benimkini al.” Atından kendi matarasını alıp kadına uzatırken Aghon’un herhangi bir gecikmeye tahammülü yok gibiydi.

Kiana, gönülsüzce suyu kabul etti, içinden teşekkür etmek gelmiyordu. Aslında adamı bu uzak ve soğuk halinden kurtarabilmek için bir cadı ve bir kamın yıllarca dillerde dolaşacak dövüşünü sunmak istiyordu. Belki de… O fikri aklından geçirmekten bile imtina ederek eliyle sildiği mataranın ağzını dudaklarına götürdü ve kana kana içti.

Aghon, kadının hareketini kaçırmamıştı fakat herhangi bir yorum yapmak yerine yukarıya doğru tırmanan patikanın ucuna yöneldi. Sanki insan eliyle yapılmış gibi iki yanında üst üste dizili gri taşlar bir koridor gibi yollarını daraltıyordu. Yürüyüşlerini zorlaştıran ve ayaklarının altından kayan, irili ufaklı taşların çıkardığı seslerin arasında, vadide birbirlerini boğazlamak için bekleyen iki koca ordunun uğultusu Kiana’nın kulağına ulaşana kadar yok oluyordu.

Pişman mıydı? Önünde yürüyen, siyah zırhlı adamın geçilmez bir duvar gibi görüşünü kapatan sırtına bakarken kendisine bu soruyu sordu. Hem de ölesiye pişmandı ama ona bunu itiraf etmesini engelleyen ve dilini iki dudağının arkasında kalmaya zorlayan kardeşini arkasında bırakamayacak olmasıydı. İşte bu sebepten aynı zamanda pişman da değildi. Aslında hayatında ilk defa ne yapacağına kendisinin karar verdiği böyle bir iradeyi kullanıyordu. Çocukken daima koruyucusunun isteklerini yerine getirmişti, daha sonraki gençlik yıllarında da şimdi yaptığı gibi Ece’sinin sözlerini kendi isteklerinin önünde tutmuştu ve asla aksini düşünmemişti.

Ayaklarına söz geçirmekte zorlandığında Kiana aniden durdu ve yürümeye devam eden Aghon’u sessizce izledi. Her şeyi anlatsa anlar mıydı? Ona hak verse bile elinden bir şey gelmezdi. İstese belki kardeşini kurtardığında onlarla birlikte kaçardı.

Kadının sessizliğinden şüphelenerek dönen Aghon, “Bir sorun mu var?” diye sordu. Kiana’nın yüzünden gelip geçen ifadeleri anlamaya çalışırken kadına doğru birkaç adım attı.

Kiana “Üzgünüm.” diye fısıldayabildi. Boğazına takılan ne ise yutmakta zorlandığı gibi konuşmasına da mani oluyordu. Bu yumrudan kurtulmak için yutkundu.

Aghon duyduğu sözcükten emin olamayarak biraz daha yaklaştı ve “Ne dedin, duyamadım.” dedi.

“Üzgünüm, her şey…” Kiana öfkesi hariç hislerini dile getirmekte daima zorlanmıştı fakat kuruyan ağzının içinde dilini hareket ettirmek hiç bu kadar zor da olmamıştı. Eli tıkanıklığı açmak istercesine boynunu örttü. “Keşke…” Kuru bir öksürüğün önünü kestiği sözlerini tamamlamayı tekrar denedi umutsuzlukla. “Ben gelmek…” Sesi artık anlamlı sözcükler oluşturmaktan çıkıp hırıltıya dönüşmüştü.

Aghon göz açıp kapanıncaya kadar Kiana’nın yanındaydı. “Benimle gelmek mi istiyorsun? Bunu mu istiyorsun, söyle!” Kadını sarsmak istiyordu fakat son anda kendini durdurdu.

Kiana, adama tutunurken “Su.” diye inledi.

Kadının eli hararetle mataraya uzanırken Aghon suyu kadının önünden kaçırdı. “Kiana az önce ne demek istedin?”

Eli havada kalan Kiana’nın bakışları ani bir kavrayışla Aghon’un gözlerine kilitlendi. Birçok kere beyhude yere kıpırdanan dudaklarından “Sen!” sözcüğü artık cılız bir çığlık gibi çıktı. Adamın belinden eline geçen mataraya öfkeyle vurdu. Taşların üzerinden yuvarlanan su kabının akıbetine aldırmadan öfkeyle sıktığı ince uzun parmakları avuç içlerine batıyordu. Yine ihanete uğramıştı.

Ölüm döşeğindeki yaşlı bir adamın hırıltılarından öteye geçemeyen sesi ile büyüsünün işlemediği bir Kam’ın karşısında çıplak kalmıştı. Hâlbuki kısa bir süre önce o sesle adama neleri itiraf etmeyi planladığını düşündüğünde çığlık atmak için havayı ciğerlerine kuvvetle çekti. Sesi olmadan gücü de, büyüsü de sokak muskacılarından öteye geçemezdi. Ateşin efendisini çağıramazsa, rüzgârın ruhuna yalvaramazsa bu güçleri nasıl büyüsüne ortak edecekti.

Ellerini saran cansız alevlerin en güçsüz kam karşısında bile bir şansı yokken kendisini dikkatle izleyen Aghon’un üzerinde ocaktan sıçrayan bir kıvılcım kadar tesiri olmayacaktı.

“Hala geç değil.” Aghon, az önceki heyecanı yavaş yavaş kaybolurken Cadı’nın olup bitenleri kavramasını soğukkanlılıkla izliyordu. Bedeni bir adım bile geri gitmezken kadını hala ikna edebileceğine dair umudunu canlı tutmak zorlaşıyordu. “Artık kendini kandırmayı bırak!”

Bakışlarıyla hasmını öldürebilmek mümkün olsaydı Aghon o saniyede küle dönmüş ve ılık meltemle birlikte tepelere doğru savrulup gitmişti fakat Kiana bir çöl kadar kuru ağzını sımsıkı kapatırken başını hınç ile iki yana salladı.

“İstesen de istemesen de benimle gelmek zorundasın.” Alamayacağı şeyler için yalvarmanın beyhudeliğini anlamış olan Aghon, kadını tutmak için uzandı. Belki Kiana sesini kaybetmeden önce onunla gelmek istediğini söyleyecekti belki de sadece üzgün olduğunu fakat artık bunun bir önemi yoktu. Savaşı arkalarında bırakıp Kraliçe’nin etkisinden uzağa kaçtıklarında Aghon’u dinlemek zorunda kalacak, sonunda en doğru olanı yaptığını kabul ederek affedecekti. Öncesinde, ondan istendiği gibi Cadı’yı bu savaştan uzaklaştırıp toprakları için savaşan bu insanları kendi hallerine bırakmaları gerekiyordu.

Kiana, Aghon’un düşüncelerinden habersiz elleri kendisine ulaşamadan birkaç adım geriye kaçtı. Sessizliğindeki acıyı görmek istemeyen adama tüm gücüyle karşı koymazsa kardeşi ile birlikte kendi varlığı da artık kolayca gözden çıkarılacaktı. Elinde beliren kara taşlarını sıktı. Alevlerin Aghon’a herhangi bir zarar veremediğini daha önceden acı bir şekilde öğrenmişti. Sesine ulaşmak için boğazını zorlarken bağrını yakan acı ile bundan vaz geçti.

“Beni zor kullandırtma Kiana.” Aghon, elini kadına eşini dansa kaldıran bir kavalye gibi nazikçe uzatırken bir adım yaklaştı.

Kiana, uyarıya aldırmayarak patikanın taştan alçak duvarları üzerine üçtaşını fırlatırken adamla arasını açmak için geriye doğru hızlı birkaç adım attı. Belki bir orduyu karamsarlığa itip diğerinin kollarına güç-kuvvet verecek gücü yoktu ama iki yanlarında bellerine kadar yükselen taşları hareket ettirebilirdi.

Üç kara taş gürültücü arılar gibi Agon’un tepesinde dönerken “Büyünün işe yaramayacağını sen de biliyorsun, Kiana.” dedi sakin bir şekilde.

Fakat Cadı’nın amacı kara taşları ile adamı bir halat gibi sarmak değildi. Aghon’un etrafındaki tepenin taşları havalanıp bir çığ gibi üzerine geldiğinde Kam’ın yapabileceği tek şey eğilip başını elleri arasına almak oldu.

Kiana, Aghon’un akıbetine bakmadan patikadan aşağıya koşarken taş yığınının adamı uzun süre tutamayacağını biliyordu. Uzaklaşabilmesi için sadece ona zaman kazandıracaklardı. Artık üç kara taş Kam’ı terk etmiş, kadının etrafında bir kalkan gibi dönüyordu. Yukarıdan gelen gürültü ile hızını düşürmeyen Kiana omuzunun üzerinden geriye baktı. O anda Aghon’un,  üzerindeki toprağı silkeleyen bir dev gibi taşlardan kurtulduğunu gördü.

Hızlanan soluğu her nefes alış verişinde boğazını yakmaya başladığı halde ileride görüşüne giren atların silueti ile daha da hızlandı. Fakat aniden önüne çıkan ağaç kökleri onu yolundan alıkoymak için ayaklarına dolanırken nereden geldiklerini göremediği kalın sarmaşıkların yeşil kolları yakalamak için onu hedef alıyordu. Kara taşları, dalları bir tırpan gibi keserken bir yenisi topraktan fışkırıyordu. Yapabileceği tek şeyi deneyerek; ona çelme takmak için topraktan fışkıran köklerden ve sarmaşıklardan kurtulmak için zikzaklar çizdi.

Atlara birkaç metre kala kalın bir sarmaşığın ayak bileğine dolanması ile taşların üzerinde aşağıya doğru yuvarlandı. Durduğu anda topraktan çıkan birçok kol bedenini yere yapıştırdı. Kımıldayamıyordu, inlemek için bile sesi çıkmıyordu. Alnından boynuna doğru akan sıcaklık ile yaralandığını anladı. Gülmek ile ağlamak arasında gidip gelen ruh hali ile canhıraş nefesler aldı.

Aghon koşarak gelip Kiana’nın yanında dizlerinin üzerine çöktüğünde o da en az kadın kadar nefes nefese kalmıştı. Kara taşları kendisinden uzaklaştırmak için bir bilek hareketi ile üçünü de yakaladı. “İşimi zorlaştırma Kiana. İnan bundan ben de keyif almıyorum.” Sesi zehri sanki kendisi içiyormuş gibi acı doluydu.

Kiana, Aghon’un eli yanağını silene kadar ağladığının farkında değildi. Diğer tarafa dönerek uzaklaşmaya çalıştı ama boynunu sıkan sarmaşığın gıcırdayarak hareket etmesi ile öksürmeye başladı.

Aghon bir el hareketi ile kadını tüm bağlarından kurtardı, şefkatle kucağına çekti ve alnındaki yaradan saçlarını uzaklaştırdı. Bir bebeği uyutur gibi hafifçe sallanırken Kiana boğazından kaçan hıçkırığı adamın göğsünde boğdu.

 “Bu bizim savaşımız değil, Kiana. En iyisi bu.” diyerek Aghon, kadını teskin etmeye çalıştı.

Omuzları acıyla sarsılırken Kiana başını eğip adamın sözlerini sessizce kabullendi.

“Böyle olsun istemezdim. Zorla olmasını istemezdim. İnanıyor musun bana?” Aghon, Kiana’nın gözlerine bakabilmek için kadının başını kaldırırken kızarmış gözlerden hala akmaya devam eden yaşları öpmek için eğildi. Fakat sırtında giren keskin acı, adamın belini geriye doğru büktü.

Kiana, gevşeyen kolların arasından kurtulur kurtulmaz adamdan uzaklaşabilmek için poposunun üstünde geriye doğru süründü. Ancak sırtı ince bir ağacın gövdesine çarptığında durabildi. Elini göz hizasına kaldırırken Aghon’un kanına bulanmış küçük bıçağı boş bir şekilde süzdü. Ne yaptığını fark ettiğinde ise ateş tutmuşçasına bıçağı uzağa fırlattı. Tekrar hücum eden gözyaşlarının engel olduğu görüşünü Aghon’a çevirdi. Tıpkı Lurd’un evindeki kamın kendisine yaptığı gibi sevdiği adamı sırtından bıçaklamıştı.

Aghon, acısına aldırmadan kanlı ellerini hızlı bir şekilde büktü ve avuç içlerini gökyüzüne çevirdi, parmakları havayı kavrarken Kiana’nın etrafındaki topraktan fırlayan kalın sarmaşıklar kadını hızla ağaca bağladı. Anlaşılamamanın neden olduğu hayal kırıklığı kızgınlığa dönüşürken Cadı’yı ağaçtan ayırdı. Karşı koymak için elini dahi kaldırmayan kadını bir çuval gibi omzuna atarken sarmaşıklar, bez bir bebek gibi atıldığı yerin şeklini alan bedenin etrafına tekrar dolandılar fakat bu sefer o kadar da sıkı değillerdi.

Kiana’nın kara kısrağını yedeğine alan Aghon, önüne oturttuğu kadının sıkılı yumrukları arasından çıkan alevlere ve sırtındaki yaraya aldırmadan atını birliğinin yanına doğru sürdü. Dar düzlüğe vardığında Orist’in emrettiği gibi koruma birliğinde kendilerinden olmayanların icabına baktığını gördü. Bendol’ün yanına kattığı on adamının yarısının ölü bedenleri bir köşeye toplanmıştı. Birkaçı yaralı ama sağ kalan ya da teslim olan diğerleri, Rendull ve Ikar’ın başında dikildiği bir yığın halinde sarmaşıklarla bağlanıp etkisiz hale getirilmişlerdi. Orist’in zapt etmeye çalıştığı Daria’nın sonuna kadar mücadele ettiği kızın yüzündeki kan izlerinden belliydi.

Aghon’un önüne oturtulmuş Kiana’yı görünce Daria,  Orist’i hızla aşarak onlara doğru koşturdu. Düzlüğü kaplayan hayret dolu sessizlikte ilk defa Cadı’yı bu halde görmenin şaşkınlığı yatıyordu. Kiana bağlanmış askerlerin fısıldaşmalarını duyduğunda huzursuzca kıpırdandı. Adamları serbest bırakmayı başarabilirse Aghon onlarla uğraşırken kaçmak için bir şansı olabilir miydi?

Aghon, düşüncelerini anladığı kadının kulağına eğilerek “Yanlış bir hareket yaparsan Daria’yı geride, Bendol’ün insafına bırakırım.” diye fısıldadı. Kiana’dan bir tepki alamayınca bunu onay kabul ederek o esnada hanımının bacağını kavrayan kıza döndü. “Bendol’ün seni burada hanımın olmadan bulmasını istemiyorsan, bize sorun çıkarma Daria.”

Daria, her zaman kendisine iyi davranan Aghon’un sert sesi ile bir adım geriledi, bakışları Kiana’yı bulduğunda kadının kendisine bakmadan başını itaat etmesi için salladığını gördü. Orist’in onu Cadı’nın atına bindirmesine izin verdiğinde geride kalmaktansa artık hiç tanımadığına emin olduğu adamlarla hanımının da sürüklendiği yere gitmekten başka çaresi olmadığına kaniydi.

33
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 14 Ekim 2016, 15:19:50 »
Hanımlar ve Beyler

Kraliçe İlay, geldiği haber verilen konuğunu karşılamak için çalışma masasından kalktı. Elindeki mürekkep lekelerini mendili ile temizlemeye çalışırken yaklaşan ayak sesleri ile çaresizce içini çekti. Geç kalmıştı, Tongar Bey’i bu şekilde karşılamaktan başka şansı yoktu. Nasıl olsa tüm saray halkı ve kanatların Beyleri ile Hanımları bu hallerine alışmışlardı artık. Yüksek kapılar yanlara doğru açılırken sevilen bir dostu karşılamanın heyecanı ile Kraliçe’nin yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. İçeri giren, orta yaşı geçmiş, ihtiyarlıktan çok önce hafif kamburu çıkmış adama mürekkep lekelerine aldırmadan elini uzattı.

“Yine en son siz geldiniz, Tongar Bey.” Kraliçe'nin kuşların neşeli cıvıltısını andıran ince sesi ahenkle taş odaya yayıldı.

“Yaşlılık Kraliçem.” Tongar Bey, Kraliçe’nin beyaz elini alnına götürdükten sonra, karşısında doğrulabildiği kadar dik durmaya çalıştı. Kadının, elleri gibi beyaz teninde öne çıkan kahverengi gözlerine çevirdi bakışlarını. “Yataktan çıkmaya pek istekli olmayan dizlerime bu sıralar söz geçirmekte zorlanıyorum.”

Krallıkta Kraliçe’nin elinin öpülmesi Kral’a saygısızlık addedilir bu yüzden el sadece alna değdirilirdi. Bu ayrıcalığa da sadece Beyler ve Hanımları sahipti. 

Bey’i, çalışma masasının önünde karşılıklı duran koltuklara yönlendiren Kraliçe İlay, hafif bir kahkaha attı. “İnanın bugünlerde benim de dizlerim oldukça gürültü çıkarıyor.” dedi Kraliçe halden anlar bir hayıflanmayla.

“Prenses Azraf’ın çıkardığı gürültüden dizlerinizi duyabiliyor musunuz?” diye sordu Tongar Bey.

“Kızımın ağlamasını Quri’den bile duyabiliyor musunuz?” diyerek Kraliçe soruya soruyla karşılık verdi.

Krallığın Quri kanadının Bey’i olan adam gülümsedi. “İki yaşında olmasına rağmen kızınızın sesi şimdiden Quri’nin şarkıcılarını kıskandırıyor Kraliçem.”

Neşeli kahkahaları, hizmetçilerin sıcak içecek servisi için odaya girmeleri ile bölündü. Kuzeye bakan bu oda sarayın en soğuk odalarından birisiydi. Odada kapının karşısındaki duvarı kaplayan büyük şömineden yaz kış ateş, sakinlerinin önünden de sıcak içecekler eksik olmazdı. İki adet geniş penceresine rağmen yeteri kadar da aydınlanmayan odayı kullanmakta ısrarcı olan Kraliçe İlay, Kral’ın çalışma odasından uzaklığından dolayı burayı tercih ettiğini dile getirmekten kaçınıyordu. Kral’ın günün her saati ziyaretçi temposunun gürültüsünden kaçmanın bahanesi olarak kuzey ormanının önündeki mavi gölün huzurlu manzarasını kullanıyordu.

Ormanın üzerini kaplayan kar, soğuğunu odaya bırakırken büyük bir hararetle yanan şöminenin çıtırtılarına tabak ve fincanların el değiştirirken çıkardıkları tıngırtılar karışıyordu. Tekrar yalnız kaldıklarında Kraliçe eliyle, Tongar Bey’i sıcak çay ile sunulan küçük kurabiye ve poğaçalara davet etti. “Kral Konur diğerleri ile dün sabah ava çıktılar. Güneş batmadan dönmelerini umuyorum. Her ne kadar yarına kadar dönmeyeceklerine dair birbirlerini ikna etseler de bu soğuk havada bir gecede daha dışarıda kalmak istemeyeceklerine eminim.” dedi Kraliçe açıklama ihtiyacı ile.

“Toplantı çağrısını gördüğümde çok acil olduğunu düşünmüştüm. Anlaşılan o ki bir kaç gün daha bekleyebilirmiş. ”

Tongar Bey’in Kralı ve Beylerini yargılayan sözleri karşısında ciddileşen Kraliçe bardağını önlerindeki alçak sehpaya yavaşça bıraktı.

“Unutmayın ki sizi yarından önce beklemiyorduk. Ayrıca hiçbir zaman Moita’nın hain olduğuna inanmadığınızı herkes biliyor ama rica ediyorum bunu her yerde bu kadar açıkça söylemeyin.”

“Kraliçem, Kral Konur’un bu toplantıya beni neden çağırdığını düşünüyordunuz?” Babacan bir tavırla karşısında sıkıntıyla oturan Kraliçesine gülümsedi. “Elbette ki düşüncelerimi açıkça söylemem ve diğerlerinin de bunun aksini hararetle savunmalarını izlemek için. Kralı bu keyiften mahrum bırakmayı ikimiz de istemeyiz.”

“Kralın huzurundan bahsetmediğimi biliyorsunuz.” Kraliçe mürekkepli parmaklarını eteklerinin kıvrımları ile gereksiz bir örtme çabasına girişerek sıkıntısını atmaya çalıştı. “Keşke herkes kocam kadar sağduyulu olsa.” dedi kocasına duyduğu büyük bir inançla.

“Benim için endişenizin kıymetinin farkındayım Kraliçem ama inanın bu gereksiz. Benden istenilen neyse sadece onu karşılıyorum ne eksik ne fazla.”

“Biliyorum, aklımı böyle şeylere yormamalıyım.” diyerek kocasının sözlerini omuzlarını silkerek tekrarladı: yönetim işleri erkeklerin meselesiydi.

Tongar Bey, kadının sözlerindeki imayı sezmişti. “Benim için kendinizi yormayın yeterli Kraliçem. Ama toplantılara hanımlar da katılsaydı şüphesiz ki birçok mesele çok daha kolay hallolurdu.”

Kraliçe gözünün önüne düşen bir görüntüyle çapkınca gülümsedi. “Evet toplantı masanızı nakışlı örtülerle süsler, bu sene hangi rengin revaçta olduğunu saatlerce tartışabilir üstüne çocukların diş çıkarma sorununu da Krallığın en önemli meselesi ilan ederdik.  Bir de o kadar rahat bir şekilde toplantı masasında yiyip içemezdiniz. Kuşkusuz ipek örtülerimde şarap lekesine tahammül edemezdim. Her toplantı sonrası salonu nasıl bıraktığınızı bilmiyorum sanmayın.”

“Sanırım bu konuyu bir daha düşüneceğim.” Tongar Bey,  sahte bir ciddiyet tanınarak poğaçaların tadına bakmaya girişti. En son verdikleri moladan beri altı saat geçmişti.

“Hanımlar batı salonundalar. İsterseniz ikindi çayı için onlara katılalım.” Kraliçe teklifinin reddedilmeyeceğinden emin ayaklandı.

Tongar Bey, Kraliçe’yi takip ederken “Cevza çoktan akşam yemeğine geçmiştir.” diye hayıflandı içini çekerek.

“Kız kardeşinizin de geldiğinden haberim yoktu.”

“Cevza soğuktan pek hoşlanmıyor, Kraliçem.” Tongar Bey, kardeşinin kraliçeyi görmeden doğrudan hanımlara katılmasına kardeşi adına mazeretini sunarken özür diler gibi gülümsedi.

Kraliçe İlay, rahat nefes alabildiği değerli zamanlarının çoğunu odasına borçlu olduğunun bilincinde kadının kabalığını bağışlamaya dünden razı olarak odasından ayrıldı. Koridorda ilerlerken Kraliçe’nin özel muhafızları kapıdan ayrılarak birkaç metre geriden onları takip ediyorlardı.



Pencerenin önündeki genç kadın kollarını göğsünde çaprazlamış, zarif kaşlarını da kollarına uydurmuştu. Odadaki tüm kadınlardan daha uzundu ve incecik bedeni ile daha bir endamlıydı.  Sarı saçları özenle başının etrafında biçimlendirilmiş ve değerli taşlarla bezenmişti. Yeşil gözleri dışarıda her tarafı örten kar tanelerinin yere inişini bıkkınlıkla takip ederken içerideki konuşmaları dinlemiyor görünüyordu.

“Bir sonuca varamayacaklar. Adamda şeytan tüyü var. Sürekli ellerinden kaçıyor ama bu seferki birilerinin kellesini başından ayırabilir.” Cezva, elindeki fincandan koca bir yudum alarak sözlerine ara verdi. Karnına isabet eden hafif bir darbe ile fincanı telaşla önündeki sehpaya bıraktı. Uyarıya aldırmadan omuzlarını silkti. Abisi Tongar Bey gibi gözleri zeytin taneleri kadar iri duran kadın bir dal kadar zayıftı. Giydiği koyu renk elbisesi ile açık renk koltukta bir gölge gibi oturuyordu. Pencere önündeki kadına kaçamak bir bakış attı.

Cevza’yı uyaran Mira, orta yaşın üstündeki kadının felaketlerin üzerinde dolanan bir akbaba olduğunu düşünürdü çoğu zaman. Mira, Sifteri kanadının Bey’i Kezer ile evlenmeden önce de Cezva’yı tanırdı. Gençliğinde, başkentte katıldığı yemek ya da balolarda bir araya geldiklerinde Cezva'nın o zaman bile saray çevresindeki nahoş olaylar ile beslendiğine ve bunları konuşmaktan keyif aldığına birçok defa şahit olmuştu.

“Benim lafım Üç Göz Rebu'ya. Yoksa Ladre Bey’in bu işte hiçbir ihmali yok gözümde.” dedi Cevza sesini pencere önüne duyurabilmek için yükselterek.

Mira, içini çekerek son bir aydır iyice büyümüş karnına ellerini dayadı. Doğuma iki ayı vardı fakat bu kadın yüzünden bebeğini erken kucağına alabilirdi. İlk çocuğunu kendi evinde kendi yatağında doğurmak istiyordu, başkentte değil. Tombul parmaklarını karnında tempo tutarak sıkıntıyla oynattı. “Kezer Beyime göre Rebu’nun ilk beceriksizliğiymiş bu.” Kullandığı kelime yüzünden biran tombul yanakları kızardı. “Yani... bir kaçağı ilk defa yakalayamamış birisi için eminim Kralımız merhametle hüküm verir.” Konuya noktayı koymuşçasına tabağındaki yemişlerden birini ağzına attı, keyifle çiğnedi. Oldum olası iştahlı bir kadın olmuştu ama son günlerde daha sık acıkıyordu.

Cevza, fincanının üzerinden Mira’nın iyimserliğini alayla süzdü. “Moita’yı yakaladıkları gibi Rebu’yu da yakalasınlar önce. Sonra asarlar elbet."

Pencerenin önünden keyifli bir kahkaha odaya doldu. Maleni sırtını pencereye dönerek odadakilerle yüzleşti. “İşte buna içilir Cezva.” Çeşitli sıcak içecek ve yiyeceklerin renklendirdiği masaya yaklaştı. Sıcak şarabı kadehine döküp zarif bir şekilde kadehini kadına kaldırdı.

"Ladre Bey'e bir pusula gönderip sırra kadem basan adamı yargılamaktan konuşmak kulağa komik geliyor.” diyen Cevza, aldığı övgüyü perçinledi.

Mira iyimserliğine yöneltilen sıcak eleştirilere omuz silkti. “Tongar Bey ile Kraliçe nerde kaldılar acaba?” diyerek konuyu değiştirmeye yeltendi.

“O soğuk odada donup kalmışlardır." Cezva’ya soğuğun düşüncesi bile elleri ile kollarını ovuşturmasına yetmişti. “Bu soğukta beni başkente kadar sürükleme dedim abime ama bensiz o yolun çekilmeyeceğini söyleyip durdu.”

Maleni ve Mira, kadının omuzları üzerinden manalı bir şekilde bakıştılar. Cezva, yer yarılsa da kendisini içine davet etse merakından bu teklifi geri çevirmezdi. Tongar Bey’in bir kere söylemesi ile başkente gelirken yanına alacaklarının listesini zihninde yapmaya başladığına yemin edebilirlerdi.

Büyük oymalı kapılar ağır ağır açılırken konuşma yarıda kesildi. Kraliçe’nin yanında Tongar Bey ile gelişi odadaki bayanların hızla toparlanmasını sağladı. Mira iri karnını tutarak en son ayağa kalktı. Hafifçe eğilerek Kraliçelerini selamladılar.

“Gözümüz aydın Hanımlar. Beylerin bir yerleri donmuş ve akşama saraya dönüyorlarmış.” Mira’nın aksine kullandığı dilden utanmadan elindeki ufak kağıdı odaya doğru salladı. Mira’nın yanakları sevinçle aydınlanırken Maleni, halasına Kraliçe’ye kadehini hoşnutsuzlukla kaldırdı.

34
Benim de naçizane bir tavsiyem olacak :)

Bir dünya kurguladınız ve bu dünyanın büyülü ya da fantastik özelliklerini belirlediniz; hatta dünyanın tarihini bile yazdınız; karakterlerinizin geçmişleri, kişilikleri ve dış görünüşlerini de bu bilgilere eklediniz. Bu bilgileri daha ilk bölümden okuyucuya yüklemek yerine zamana yayıp yeri geldikçe ortaya çıkarmak işi daha gizemli hala getirecektir.

Kayıp Rıhtım’da pek karşılaşmasam da diğer platformlarda sıklıkla karşıma çıkan kahramanın her hareketinin yazılması… Eğer öykünüzde özel bir işlevi yoksa kahramanın sabah kalktığında yüzünü kaç derece suda yıkayıp dişini ne kadar hızlı fırçaladığını bilmek “günlük” yazmadığınız sürece okuyucuya bir şey kazandırmayacaktır. Okurken en sıkıldığım noktalar bu kısımlar olduğu için paylaşmak istedim.

Diyaloglar benim de en sıkıntı çektiğim kısımlar fakat bu kısımlarda kontrolü elime almak yerine çoğunlukla karakterlerin kendi konuşmalarını kendilerinin yapmasına izin veriyorum ama ne yaparsam yapayım çok hoş sohbet olmuyorlar ve çok çabuk sıkılıp muhabbeti bırakıyorlar. Bu konuda tavsiyesi olan olursa pek makbule geçer.  :)

35
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 06 Ekim 2016, 10:21:54 »
İlk Aşk

12 yıl önce Şozi avlakları

Gölün durgun sularını dalgalandıran eli, suya vuran aksini onlarca parçaya bölerken Loresima keyifle gülümsedi. Bileğinden başlayıp ancak parmaklarına ulaşmadan kaybolan derin bir yanık izi suyun içindeki kırılmalardan dolayı neredeyse pürüzsüzdü. Yüz üstü uzandığı yerden doğrulduktan sonra üzerindeki otu ve toprağı hızlıca silkeledi. Gölden uzaklaşırken ağaçların arasından gelen bir sesle gülümsemesi kayboldu, temkinle sesi tekrar duyabilmek için etrafını dinledi. Bir hayvanın hırlamasına benzeyen ses kulağına eriştiğinde, bir dakikadır korkuyla nefesini tutuyordu. Gölün batısındaki ağaçların içinden fırlayan kara bir beden, donmuş olan tüm uzuvlarını koşması için harekete geçirdi.

Bir köpeğin bodur bedenine, yaban kedilerinin suretine ve bir domuzun dişlerine sahip olan Zağarlar önceleri insanlardan uzak durdukları için zamanla soyları çoğaldıkça, çekildikleri dağların içlerinden çıkacak kadar gözü kara olmaya başlamışlardı. Kurtlar gibi sürüler halinde avlanıp yaşamak yerine kıt akılları ile bir arada bulunduklarında ufak anlaşmazlıklarda bile birbirlerini kolayca öldürdüklerinden yalnız yaşayıp yalnız avlanırlardı.

Gölün kenarına su içmek için gelen hayvanları avlamayı amaçlayarak pusuya yatmış olan bu genç Zağar, uzun süredir gölün kenarında oyalanan insan dişisinin varlığı ile beklentilerinin ötesinde bir keyifle doluydu. Dişinin yalnız olup olmadığını anlamak için bir süredir sabırsızlıkla ağaçların arasında pusuya yatmıştı. Bir daima ikiden daha kolaydı. Hele bu bir dişi ise…

Sabırsızlığının sonucu olarak çıkardığı sesler insanı uyandırmış, ani baskın planını bozmuştu. Yine de gençliğinin verdiği ateşle kendine güvenle dolu olan Zağar, kovalamak için ağaçların arasından o vakit fırlamıştı.

Kız, yaşıtlarının aksine uzun etekli bir elbise yerine dizlerine ulaşan hafif çizmeler, pantolonun üzerine uzun gömlek görevi gören deri bir tunik giyiyordu. Eteklerin engelleyici bağlarının yokluğunda mı belli değil, şaşırtıcı derecede hızlı koşuyordu. Başlardaki acemiliğini çabuk atlatmış gibi görünüyor, atacağı adımı iyi seçiyor, gideceği yön konusunda tereddüt yaşamıyordu. Korkunun allak bullak ifadesinin olmadığı yüzünde, heyecanın etkisi ile kızarmış yanaklarına ulaşan bir gülümse vardı.

Zağar'ın sonucundan emin olduğundan yavaş hareket eden adımları, insanın çoktan boynuna geçmesi gereken dişlerinin boş kalması ile hırsla hızlandı. Kısa bacaklarının elverdiği ölçüde koşarken yavaş yavaş insan ile arasını kapatıyordu. Birkaç saniye önce duyduğu endişe kaybolmuş, zaferin yakınlığı sebebi ile ayakları sanki yerden kesilmişti. İnsanın sırtına pençesini geçirebilmesi için neredeyse on adım kalmıştı. Biraz daha hızlandı ve şimdi ise beş adım. Önüne çıkan devrilmiş ağacı insandan daha çabuk aşmıştı. Şimdi iki adım. Biraz daha gayret ederse dişlerini ensesine geçirmesi işten bile değildi. Son bir çaba ile ayaklarını yerden kesti. Tüm dişlerinin ortaya çıkmasına izin vererek onları taze ete gömmek için hazırlandı. Fakat boğazını yarıp geçen acıyla bir an havada asılı kaldı.

Loresima, yayından ayrılan okun çıkardığı sesi duyduğunda adımlarını her ihtimale karşı yavaşlatmadan geriye bakmaya cesaret edebildi. Boğazından girmiş okla vurulan Zağar, birkaç metre gerisinde kıpırtısız yatıyordu. Durup ellerini dizlerine dayayarak nefesinin normale dönmesini bekledi. Ağaçların kalın gövdelerinin arkasından çıkan eli yaylı iki gençten birisi hayvanın başına gidip ayağıyla yokladı. "Ölmüş."

Diğeri kızın yanına doğru yürüyordu. Loresima derin derin nefes alırken bir yandan da gülümsedi. “Bu seferki fena değil gibi?”

“Ama bir dahaki sefere olmayacak. Ne halt etmeye çalışıyorsun? Lanet köpeği kendine çok yaklaştırdığının farkında değil misin?”

Böyle bir tepki beklemeyen kız doğrularak itiraz etmeye girişti. “Yakında olduğunuzu biliyordum, o yüzden biraz yavaşlamış olabilirim… Hem biliyorsun ki ikinizden de daha hızlı koşuyorum. Eğer ben olmazsam bir dahaki sefere sen mi yem olacaksın yoksa Kunt mu?”

“Boşuna bahaneler bulma, bence yaşlandıkça hızın düşüyor, Lore.”

Loresima, Mgeri'nin onu sinirlendirmek istediği zaman ismini kısaltarak söylediğini ve kasıtlı olarak yaşlanmayı ima ettiğini biliyordu ama yine de istediğini elde etmişti. Mgeri sırtını dönüp, Kunt’ın yanına doğru yürürken, yüzünde endişesini gizleyen bir memnuniyet ifadesi vardı.

Kız sinirle yumruklarını sıkarken, bağırdı. “Bundan böyle, dibinden ayrılmayan o çıt kırıldım kızları koştur o zaman.”

Kunt, ikilinin didişmelerine alışkın, aralarına girme gibi bir aptallığı yapmaktan uzun süredir vazgeçmiş olarak av bıçağını çıkarmış ve hayvanın kürkünü yüzmeye başlamıştı. Büyüklerin haberi olmadan beş diş ve üç kürk biriktirmişlerdi. Bu öleninkileri de eklenince iyi bir para alabilirlerdi.



“Neredeydin?” Loresima, yan yana atlarını sürerken Mgeri'ye öfkeyle sordu.

“Ne zaman?” diye sordu Mgeri alaycı bir şaşkınlıkla.

“Anlamamazlıktan gelme.” dedi Loresima, kaşlarını çatarak.

“Neyi? İnan ki neden bahsettiğini bilmiyorum, Lore.”

“Of!” Loresima atını hızlandırarak, önlerindeki Kunt’ın arkasına geçti. Bir dakika geçmeden Mgeri, kıza yetişmiş ve iç içe sarılı küçük bir kumaşı bir şey söylemeden kıza uzatmıştı. Loresima kumaşı almadan önce “Bu nedir? Bir hediye mi?” diye alayla sordu.

“Taze nane yaprakları.”

Kızın iki kaşı kuşkuyla kalkarken kumaşın kıvrımlarını araladı. Yeni koparılmış taze nane yapraklarının keskin kokusu kaşlarının birleşmesine sebep oldu.

“Yanık izi sebepsiz yere yanmaya ya da ağrımaya başladığında annemin bunları kullandığını hatırladım.”

Mgeri’nin ciddi ifadesini süzen Loresima, “Bu ağrıların aklımın bir ürünü olduğunu söylerdin hep… Şimdi ne değişti?” diye alayla sordu. “Dur bir dakika… Hem elimin ağrıdığını da nereden çıkardın?”

“Uykunda sürekli elini ovuşturup duruyordun.” Mgeri yanılmış olabileceğini zannetmiyordu.

“O yüzden mi ortadan kayboldun?” Kunt’ın alay yüklü sesi onları önden dinlediğini açık ediyordu. İri yarı genç geriye dönüp Mgeri’ye eğlenerek kısa bir bakış attı.

“Ortadan kaybolduğum yoktu. Seslenseydiniz sizi duyabilecek mesafedeydim.” Mgeri önüne düşen saçlarını karıştırırken, sesi oldukça alçaktan geliyordu.

“Bunun seni affettirebileceğine inanıyor musun?” Kunt’ın sesi önden tekrar yükseldiğinde, Mgeri öfkeyle soludu. “Kızlara çiçek yerine nane otu vereni ilk defa görüyorum.” dedi Kunt arkadaşını kızdırdığına aldırmadan.

Loresima iki gündür ilk defa neşeli bir kahkaha atarken, Mgeri Kunt’ın ensesine boğazını sıkmak istiyormuş gibi öfkeyle baktı.



Günümüz Şozi avlakları

Mgeri, geniş gövdeli ağacı kendisine siper alarak gizlenen Kunt’ın ensesine uzaktan öfkeyle baktı. Yaklaşık iki saattir vadinin iç kısımlarına doğru akan derenin yakınlarında sessizce bekliyorlardı. Dün gece Arte’nin ava çıkma ısrarlarına hayır diyemediği için bir kez daha kendisine lanet etti. Genç adamın ısrarı ile yanlarına katılan Kunt ile birlikte üçü güneş doğmadan sıcak yataklarından çıkmışlar ve köyün gerisindeki tepeyi aşarak Değmen çayının yakınlarına konuşlanmışlardı. Şozi avlaklarının kuzeyindeki dağlardan kopup gelen çay bazı bölgelerde birikerek ufak gölcükler oluşturuyordu, Arte bir saat önce yanlarından ayrılarak bu göllerden birinin yakınlarına pusuya yatmıştı. 

Çetin geçen kış sebebiyle durgun su kaynakları donduğundan çay ve nehir kenarları av için beklemeye en uygun yerlerdi. Aksi takdirde böyle soğuk bir havada bir geyiğin ya da bir yaban keçisinin ardından dağ bayır dolanmak akıl işi değildi. Fakat su kaynaklarının çoğu buz tutmuşken hayvanların az kalan seçeneklerinin önünde onları tuzağa düşürmek de Mgeri’nin kabullenemediği yöntemlerdendi. Nasıl ki bir geyiğin gezinebileceği yerlere tuz döküp hayvanı oraya alıştırdıktan sonra eliyle koymuş gibi vurmayı övgü hanesine yazanlara öfkelendiği gibi şuanda kendilerinin yaptıklarını da aynı kefeye koyuyordu.

Mgeri, kısa bir ıslık çalarak Kunt’ın dikkatini çekmeye çalıştı. Kunt, sorarcasına geriye döndüğünde Mgeri sağ tarafı, Arte’nin olduğu kısmı işaret etti. Kunt, adamın sıkıntı ile kararmış yakışıklı yüzüne sırıtırken başıyla onayladı ve önüne dönerek gözlerini beyazın çeşitli tonları ile örtülü ormanın içlerine doğru kıstı. Mgeri’nin hareketsizliğe dayanamayacağını bildiğinden Arte’ye gerçek bir avın nasıl olduğunu göstermek adına gelmeyi kabul etmişti. Her sabah Loresima’nın yanından kalkmak ayrı bir zorken bugün çok daha fazla isteksiz uyanmıştı. Yine de genç adamın hevesini kıramamış ve kuzeyde nasıl avlanıldığını göstermek için karnı burnundaki karısının yanından sessizce ayrılmıştı. Aksi takdirde Mgeri’nin eline kalan Arte bir saat soğukta beklemenin ardından ellerindeki boşluğu büyük bir hüsranla doldurarak köye dönecekti.

Mgeri, Kunt’ın geniş sırtına bakıp daha fazla dişlerini sıkmak zorunda kalmayacağını düşünerek rahatladı. Ancak ayak bileklerine ulaşan karı çiğneyip geçerken Arte’nin bıraktığı ayak izlerini takip ederek ağaçların arasından sessizce ilerledi. Genç adamı gölün birkaç adım gerisinde, ağaçsız alanın bitimine sinmiş olarak buldu. Tecrübesiz gözler için orada birisinin olduğunun fark edilmesi çok zordu, Arte etrafındaki çalıların karla örtünmesi gibi kalın kıyafetlerinin en üstüne aldığı beyaz kürkten bir pelerine sarınmış, koyu renk saçlarını gizlemek için de yine beyaz kürk bir başlık takmıştı.

Gençken Loresima ve Kunt ile sık sık geldikleri bu göl ile ağaçların arasındaki düz alan şimdi bodur çalılarla kaplanmıştı. Tıpkı onlar gibi doğa da değişiyor diye düşünen Mgeri konuşmadan sırtını göle dönerek genç adamın yanına kendini bıraktı.

Arte’nin giydiğinin bir benzeri beyaz kürklerle kaplı pelerinine iyice sarınarak olduğu yerde büzülen Mgeri, artık av ile ilgilenmiyordu. Orada sessizce ne kadar oturdu bilmiyordu, genç adamın dirseği ile başını kaldırdığında Arte'nin de pes ettiğini gördü.

"Bugün bir şey vurabileceğimiz yok. Kunt'ı alalım dönelim artık." dedi Arte bıkkınlıkla. "Belki o bizden daha şanslıdır." diye ekledi genç adam, ağaçların arasında girerken.

Bir süre önce tekrar yağmaya başlayan kar, bir süredir hareketsiz oturmanın sonucu olarak Mgeri'nin üstünde birikmişti. Bir kurt gibi silkelenerek ayağa kalktı. Ormanın sessizliği ile bir an sanki havayı koklamak istercesine başını yukarı kaldırdı. Arte’nin arkasından ilerlerken bütün duyuları ayaklanmıştı.

Kunt'ı tek başına bıraktıkları taraftan yaklaştıkça hayvan hırlamasına karışan bağırışları duymaya başladı. Mgeri, seslerle olduğu yerde donup kalan Arte’nin yanından koştu ve hızla ağaçları aştı. Kunt'ı nehrin yakınında buldu, bir okla yere serdiği bir geyiğin yanında bu kez kendisi avlanmış olan adam, bir eli ile sağ baldırını tutarken geyiğin derisini yüzmek için kullandığı av bıçağını kendisine kalkan etmişti. Bakışlarını av bıçağının gösterdiği yöne çeviren Mgeri, Kunt'ın bir kaç metre ilerisinde bembeyaz dişlerinin arasından köpüklerin taştığı gri bir kurt ile bakıştı. Etrafta sürüsünden bir iz olmayan kurt yalnızdı ve deli bakan gözleri aslında ona birçok şey söylüyordu, belli ki hayvan kuduzdu.

Gözleri dehşetle Kunt'ın beyaz karlar üzerinde kırmızı lekeler bırakan bacağına kaydı. 'Lanet olsun!' diye bağırmak istiyordu. Arkasında Arte’yi hissedince, kolunu yana uzatarak genç adamın daha fazla ileriye gitmesini engelledi. Kuduz hayvan bir iki adım geri çekilirken başını daha da eğmiş ve salyalarını karın üzerine akıtıyordu. "Yayını çıkar." diye fısıldadı Mgeri. "Ben kurdun dikkatini dağıtırken senden iyi bir atış bekliyorum."

Arte’nin cevabını beklemeyen Mgeri, Kunt'ın önüne koşarken iki bıçağı da aynı hızla ellerine yerleşmişti. Onunla birlikte hareketlenen hayvanın gözlerine baktığında içlerinde yanan deliliği bir kez daha gördü, eğer kurttan kurtulabilirlerse Kunt'un da bu hale gelmeyeceğine dair bir şansa inanmak istedi. Bir saat önce adamın boğazını sıkmanın hayalini kurarken şimdi bu işi kuduz bir kurdun eline bırakmaya niyeti yoktu. Hırlayarak, köpüklerini saçarak üzerine sıçrayan hayvanın kafasının engellemek için sağ kolunu soluna doğru çekti, bıçağı hızla elinde çevirerek yönünü dışarıya doğru ayarladı. Sivri dişler etine geçmeden önce sağ kolunu hayvana doğru savurdu. Bıçak ve ok aynı anda kurdun boynuna gömülürken parmaklarını açtı ve bıçağının kurtla birlikte düşmesine izin verdi. Arte’ye onaylayan kısa bir bakış attı ve gerisindeki Kunt’a döndü.

Koca adamın yüzü bembeyazdı, eliyle kapadığı yaradan sızan kan, parmaklarını ve yer yer ayağının altındaki karı kızıla boyamıştı.

“Kuduzdu değil mi?” dedi Kunt dişleriyle birlikte bacağındaki elini de sıkarken.

Sadece başını sallamaktan başka bir şey elinden gelmeyen Mgeri, Kunt’ın sağlam bacağındaki ayak bileğinden dizlerine ulaşan kürkü tutan kalın ipi çözmeye girişti. Arte şaşkınca yanında dizlerinin üzerine çöktüğünde genç adama açıklamaya girişti. “Kuduz zehrinin kanla birlikte vücuda dağılmasını önlemeliyiz.” dedi Mgeri. Kunt’ın ısırılmış bacağında, dizinin altından geçirdiği ipe sıkı bir düğüm attı. Kunt’ın yüzünü buruşturmasına aldırmadan ipin altındaki kürk ve pantolonu gözünü kırpmadan bıçakla kesti. “Yardım et de çaya götürelim. Yarayı en azından yıkayalım.” dedi Arte’ye aceleyle.

Koltuk altına girdikleri uzun boylu adamın sırtlarını büken ağırlığı altında dereye taşırken Kunt sinir bozucu bir kahkaha attı. “Loresima beni kuduzdan önce öldürecek.”

“Seni değil kesin beni öldürecek.” diye mırıldandı Mgeri. Kunt yerine kendisinin ısırılmasını bin kere tercih ederdi. Biliyordu ki Loresima olanları öğrendiğinde tüm öfkesini yılların nefreti ile kendisine yönlendirecekti.

Suya girdiklerinde parmaklarını donduran soğuğa aldırmadan, Mgeri adamın bacağına doğru eğildi ve yarayı hızlıca yıkadı. En az dört dişin açtığı deliklerden sızan kan, suda bir yol bulup önlerinde dağılırken kimse birbirine endişelerini sıralayacak, Kunt’ın başına gelebileceklerin tasvirini yapacak cesareti bulamamıştı.

Kunt’ı geride atları bağladıkları alana taşıdılar. Daha önce kuduz bir hayvanla karşılaşmamış olan Arte,  ava çıkmalarını teklif ettiği için bin pişman, Mgeri’nin her söylediğini ikiletmeden sessizce yaparken yaramazlık yaparken yakalanan bir çocuk gibi sessizdi.



Kimse fark etmeden Şozi’ye döndüklerinde Kunt‘ın isteği üzerine adamı kendi evi yerine, konukevine taşıdıktan sonra Barsuk'u aramak için Mgeri koşturmuş, Arte'yi de Barva'yı bulmaya göndermişti. Yabandaki hayvanlarda kuduz salgını ihtimali Kürk tacirlerinin Şefi Barsuk'u kaygılandırsa da öncelik oğlu Kunt'dı. Yine de bir kaç adamını Mgeri'nin tarif ettiği bölgeyi kontrole yollamış ve kurdun cesedinin bulunarak yakılmasını emretmişti. Daha sonra tüm adamlarına bölgeyi kolaçan ettirebilirdi. Bunun ardından ortaya çıkacak sonuca göre de tüm kasaba kuduz konusunda uyarılacaktı ama şimdi kimseyi telaşlandırmanın zamanı değildi.

Barsuk'un haber saldığı şifacılardan hemen sonra peşinde Arte ve Guroni ile gelen Barva bitki heybesi ile Kunt'ın yanına girdiğinde Mgeri dışarıdaki odada kalmayı tercih etmişti. Kunt'ın gür sesi karısına bir şey söylerlerse onları tek tek öldüreceğini haykırırken Mgeri odadaki bir sedire çöktü. Guroni, artık pişmanlığın arasına saklanan çaresizliğe yenik düşmüş Arte'yi bir kaç dakika önce alıp götürmüştü.

Mgeri neden odaya girmediğini bilmiyordu. Belki utanç belki Arte'den daha yakıcı bir şekilde hissettiği çaresizlik elini kolunu bağlamıştı. Ne içeri girebiliyor ne de konukevinden uzaklaşabiliyordu. 'Lore öğrendi mi?’ Bu üç kelime kafasında dönüp dururken karşılaştıklarında kadına ne diyeceği sorusu zihninde bir yetim gibi cevapsız kalıyordu. 'Yıllar önce gidip dönmediğim gibi sevgili kocanı da kurtlara yem ettim.' mi diyecekti kadına. Dirseklerini dayadığı dizlerine daha fazla abanarak elleri ile yüzünü ovuşturdu. O esna da omzunu kavrayan kişiyi görmek için hızla başını kaldırdı.

Moita yanına otururken "Üzgünüm." dedi.  Arkadaşının perişan halini süzdü hızlıca. Giysileri ıslaktı, yakışıklı yüzü yaşadıklarının ağırlığı ile solgundu. Mgeri'nin tepkisi sadece başını sallamak oldu.

O esnada konuk evinin kapısı hızla açıldı. Hamile bir kadın arkasındaki kadınların uyarı ve itirazlarını göz ardı ederek içeriye girdi. Siyah saçları örgülerle başının etrafına toplanmıştı, kalın elbisesi ise çok sevdiği mavi renktendi. Üzerine ne bir pelerin almış ne de buna aldırmıştı. Hızlı hızlı solurken göğsü geniş karnı ile birlikte inip kalkıyordu. İçeriye girdiği anda bir an durup sanki Mgeri'yi hissetmiş gibi onun oturduğu tarafa bakmıştı.

Üzerine dikilen kadının siyah gözleri acı ile büyümüş, dökemediği gözyaşları ile kızarmıştı. Hızla yerinden kalkan Mgeri, ne yapacağını bilemez şekilde Loresima'ya doğru bir adım attığında kadın hızla bakışlarını ondan çevirdi ve kocasının olduğu odaya girdi. Mgeri kalktığı gibi aynı çaresizlikle oturdu.

Kadınlardan bir kaçı, Loresima ile birlikte odaya girmiş, diğerleri kapıda kalmışlardı. Gençliğinden tanıdığı bir kaç yüzün çatık kaşları altında Mgeri, Kunt'ın karısını dışarı çıkarmalarını söyleyen bağırışlarını dinledi. Sonunda kadınların arasından Loresima'nın perişan yüzü belirdiğinde Mgeri, hamile kadının geldiği gibi hışımla konuk evinden ayrılacağını zannediyordu fakat uzun boyuyla önüne gelip dikildiğinde Moita'nın yanına öylece kalakaldı.

"Neden geldin?"  Kadın iki yumruğunu göğsüne indirdiğine Mgeri ne kımıldayabildi ne de cevap verebildi. "Neden döndün? Doğacak bebeğime yemin olsun ki eğer Kunt'a bir şey olursa sizi kendi illerimle teslim ederim." dedi sıktığı dişlerinin arasından. O esnada bir eli ile karnını kavrayan Loresima olduğu yerde iki büklüm kaldı. Mgeri düşmemesi için kadına hamle yaptığında kadının acı dolu haykırışı ile konukevi çınladı.

"Doğuruyor!" diyen kadınlar, Mgeri'nin elinden aldığı Loresima'yı az önce boşalan sedire telaşla yatırdılar. Birbirlerine emirler sıralarken Mgeri ile Moita'yı öfkeyle kovaladıklarında iki adam ne olduğunu anlayamadan kendilerini dışarıda bulmuşlardı.


36
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Ynt: WOOL Serisi - Hugh Howey
« : 06 Ekim 2016, 10:15:10 »
İlk kitabı severek okudum, ikinci kitap okunmaya hazır kütüphanemde bekliyor. Üçüncü kitabında çeviriliyor olduğunu duymak okuma sıramda Vardiya'yı öne çıkaracak. Güzel bir haber oldu benim için :)

37
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 30 Eylül 2016, 14:50:55 »
Şifacı

Raflar arasında dolaşırken Uli'nin kırmızı renkli küçük bir şişe dikkatini çekmişti. Tozunu eliyle silerek içindekinin ne olduğunu dışarıdan anlamaya çalıştı ama rengi camın rengine karışıyor ve kimliğini inatla saklıyordu. Merakına yenilerek tıpasını açıp burnunu şişeye dayadığında keskin koku ile hapşırmaya başladı.

“Pulera, hemen köşede! Bulamadın mı hala?”

İçeriden gelen Opampe’nin sesiyle Uli, kırmızı şişeyi aceleyle yerine kaldırıp yaşlı şifacının istediği otları köşedeki küçük sepetten aldı. Burnu hala kaşınıyorken hapşırma riskini göze alamadığından diğer odaya geçtiğinde otları konuşmadan masaya bırakıp bir adım geri çekildi. Bir kaç gündür yaşlı şifacı, odasına kapanmasına izin vermiyor evin giriş katındaki bitkilerini sakladığı, insanların hastalıklarını dinleyip karışımlar hazırladığı iki odalı şifahanesine indiriyordu. Minta cambazlık antrenmanları için nerdeyse her gün uzun saatler boyunca ortadan kaybolurken canı birilerine sataşmak istemediği sürece Oguz da odasından çıkmıyordu.

Opampe önündeki kasede bazı tohumları ezerken “Birkaç yaprak koparıp verir misin?” diyerek Uli'ni kaçmasına engelledi.

Masanın diğer tarafındaki kadının onu süzmesinden rahatsız olan Uli, başını yapraklara eğdi.

Genç kadın öksürükler arasında “Kendine bir çırak bulmuşsun.” dedi ilgili bir şekilde.

“Benimkilerden hayır yok." dedi Opampe Oguz ve Minta'yı kast ederek. Bir kağıda sardığı ezilmiş otları kadına uzattı. “Kaynar suda biraz beklettikten sonra süzüp içeceksin. Senin oğlana da içir, ihmal etme.”

“Teşekkürler Opampe.”

Kadın öksürükleri ile uzaklaşırken kapıdan bir çocuk telaşla içeri daldı. “Opa! Bir kaza oldu. Reis seni çağırıyor. Çadırların orda.” Nefesini kontrol etmeye çalışan oğlan masaya dayanmıştı.

Yaşlı şifacı ne olduğunu sormaya gerek duymadan arka odaya telaşla girdi. Döndüğünde elindeki deri çantaya bazı şişe ve aletleri doldurdu. “Üzerine bir şeyler al Pulera. Üşütürsen bir de seninle uğraşamam.”

Uli itiraz etmeden sandalyeye bıraktığı pelerinini omuzlarına aldı. Oğlan onlar için çoktan kapıyı açmış hazırlanmalarını bekliyordu. Hava sanki kışın tüm ayazını yüklenmişti yüklenmesine ama insanlarla alay edercesine de güneşliydi. Gece donan toprak hala çözülmemiş yürüdükçe ayaklarının altında çatırdıyordu.

Uli, her ne kadar sadece yaz aylarında gösteri yapsalar da çingenelerin yolda geçirdikleri süre haricinde formda kalmak için kış boyunca çalıştıklarını ve hayvanlarını eğittiklerini biliyordu. Muhakkak bu idmanlar sırasında bir kaza olmuştu fakat Uli, Opampe'nin neden onu da yanına aldığına anlam veremiyordu. Gerçekten onu halefi olarak yetiştirmeyi mi planlıyordu? Durumun ironisine gülerken buldu kendini.

Devasa iki çadır, kasabanın çıkışında hayvan barınaklarının yanındaydı. Küçük olanın önündeki kalabalığa bakarak kazanın hangi çadırda olduğunu tahmin etmek kolaydı. Uli Okro’yu ziyaret ederken birçok defa yanlarından geçmiş olmasına rağmen çadırlara girmemişti. Opampe’nin gelişi kalabalığı girişten kısa bir süre de olsa uzaklaştırdı. Şifacıyı takip ederken onu kimsenin fark etmediğini görmek Uli’yi daha rahat davranmak için yüreklendirdi. Etrafını incelerken şifacıyı takip etmeye de özen gösteriyordu.

Büyük çadırın ortasında geniş bir alan boş bırakılmış, etrafı irili ufaklı kafeslerle bölümlere ayrılmıştı. Uli, burasının hayvanların talim çadırı olduğunu tahmin etti fakat kaza nedeniyle şimdi tüm çalışmalar durmuş hayvanların bir kısmı çoktan çadırdan çıkarıldıklarından kafeslerin bazıları boştu.

Opampe insanların etrafında yığıldığı kafese yöneldiğinde Livan, onları yarı yolda karşıladı. “O kaplanı öldüreceğim!” derken yumruk yaptığı elini diğerinin avucuna geçirmişti.

Öfkesi karşısında Opampe, Reis'in omzuna vurup bir şey söylemeden aceleyle ilerledi. Kusta, kafesin içinde yerdeki bir adamın başında diz çökmüş, gömleğini omzundan karnına doğru yırtıyordu. Adam Kusta’nın yetiştirdiği genç ve güçlü bakıcılardan birisiydi fakat şimdi karnına yığdıkları kumaşlar kana bulanmış,  baygın bir halde yatıyordu.

Opampe yanına diz çökerken Kusta ile göz göze geldi. Yaşlı şifacı, adamın karamsar bakışlarından gözlerini kurtarıp kumaşı yavaşça araladı. İri bir pençe adamın karnını birkaç yerden yarmıştı. Uli, Kusta’nın karamsarlığını, Livan’ın öfkesini şimdi daha iyi anlıyordu çünkü adamın durumu umutsuz görünüyordu.

Opampe, yaralı hakkında yorum yapmak yerine emirler yağdırmaya başladı. “Temiz su getirin!” Arakasında bekleyen Livan’ı gözleri ile bulup “Kalabalık dağılsın. Dina nerde?”  diye sordu.

Livan, sağlam birkaç adamı bırakarak diğerlerini kafesten uzaklaştırırken “Çağırttım birazdan gelir.” dedi.

Yaşlı şifacı Kusta’ya döndü bu sefer. “Temiz bir örtü istiyorum.” Gelen su ile Uli’nin ellerini yıkamasını söyledi. Çantasından çıkardığı temiz bezleri kızın eline tutuşturdu. Yaranın üzerindekileri kenara iterken kızın elindekileri işaret ederek “Ben söyleyene kadar yaranın üzerinde tut.” dedi.

Uli Opampe'nin söylediklerini yaparken Kusta kalın bir örtü ile dönmüştü. Şifacı örtüyü kafesin dışında temiz bulduğu bir alana serdiğinde Dina çadıra girmişti. Kocası ile sessiz bir konuşmanın ardından Opampe’ye sokuldu. Üç adam yaralıyı dikkatle örtünün üzerine taşırlarken Uli çekemediği eli ile onları takip ediyordu. Sarsıntının etkisiyle ayılan adamla göz göze geldiklerinde yüreklendirmek istercesine gülümsemeye çalıştı. Vücudunun acıyla titremesini elinin altındaki bezlere rağmen hissedebiliyordu. Şimdi yaralı ile yalnız kalabilse acısını hafifletmeyi başarabilirdi bunu biliyordu ama herkesin gözünün önünde bunu yapamazdı.

Yaralıyı örtünün üzerine yatırdıklarında Opampe adamların hemen ayrılmasına izin vermedi. Omzundan ve bacaklarından tutmalarını istedi. Uli’nin elini kaldırırken “Kan tutmaması iyi. İğne batsa bayılan tiplerden nefret ederim.” dedi huysuzca. Islattığı havluyla yaranın etrafını silmeye başladı.

Uli “Pek tutmaz.” diyebildi sadece. Ellerindeki kırmızılığa bakarken kendi kendine gülümsedi; Opampe, hapishanede daha kötü yaralar gördüğünü bir bilseydi.

“Aferin kızıma. Şimdi beni yarayı dikerken dikkatlice izle.” Dina’nın eline tutuşturduğu iğneyi tarttı önce, ardından adamlara sıkıca tutmaları için uyarıcı bir bakış attı. Yaralının inlemeleri ve küfürleri arasında geçen yarım saat, çadırda kalan kişileri en az yaşlı şifacı kadar yormuştu. Sonunda yaralı baygın düştüğünde Opampe sargılarla yarasını rahatça kapatabildi. Hazırlanan derme çatma bir sedye ile Opampe’nin evine taşınacak ve bu geceyi, muhtemelen daha birçok geceyi şifacının gözetiminde geçirecekti.

Diz çöktüğü yerden yaşlı şifacının kalkmasına yardım eden Livan, “Durumu nasıl?” diye sordu korkuyla.

“Midesine kadar ulaşmış." dedi Opampe, lafı evirip çevirmeden. "Acar bu, bir katır kadar güçlüdür. Gençliğini de hesaba katarsan kurtulma şansı var. En azından öyle olmasını umut ediyorum."

Dina şifacının koluna girerken Uli de toparladığı çantayı omzuna yüklenmişti. Şifacının isminin Acar olduğunu söylediği adamın örtüye bıraktığı kan lekelerini süzerken şansa bırakamayacağını biliyordu.



“Acar uyanmış!” Minta merdivenleri hızla çıkarken müjdeli haberi yukarıdakilere duyuruyordu.

Uli elindeki tabakları masaya yavaşça bıraktı. Gülümsemesini saklamak için hızla mutfağa yöneldi. Gece yaralı adamı ziyaretinin sonuçlarını duymak memnuniyet vericiydi.

“Hani durumu çok kötüydü?” diye sordu Oguz hayretle.

“Dina diyor ki bu bir mucizeymiş.” Minta masaya nefes nefese otururken tabaktan eliyle aldığı bir parça peyniri ağzına attı.

Uli, rahat davranmaya çalışarak mutfaktan seslendi. “Dina geldi mi? O zaman Opampe biraz yemek yiyip dinlenebilir. Minta, onları kahvaltıya çağırabilir misin?”

Minta, sesini mutfağa duyurabilmek için bağırdı. “Yarayı tekrar sardıktan sonra yukarıya geleceklermiş.” Küçük kız bir yandan zeytin kasesini önüne çekerken neşeyle bacaklarını masanın altında sallıyordu.

Oguz duyduklarına inanamayarak “Acar o kadar iyi yani?” diye sordu kuşkuyla.

Minta başıyla oğlanı onayladı. O sırada merdivenlerdeki ayak sesleri ile gelenlere döndüler. İki çift meraklı göze, Uli mutfaktan eli kolu yiyeceklerle dolu olarak katıldı.

Opampe oldukça düşünceli görünürken Dina her zamanki iyimserliği ile onları selamladı. “Günaydın çocuklar. Günaydın Pulera."

“Günaydın.” dedi Oguz kendisinden beklenmeyecek bir girişkenlikle. Ardından ilgisiyle şaşırtmaya devam ederek “Acar nasıl?” diye sordu Dina'ya.

“Ateşi düşmüş, iltihabı kaybolmuş. Şaşırtıcı değil mi? Bir gece önce bilinçsizce sayıklıyordu.” Dina, Minta’nın yanına otururken küçük kızın saçlarını şefkatle karıştırdı.

“Gerçekten şaşırtıcı. Sizce normal mi bu?”

Oguz’un şüpheci tavrı üzerine Dina oğlana baktı. “Babaannenin şifa yeteneğinden şüphe mi ediyorsun yoksa? O harika bir şifacı. Ona sahip olduğumuz için biz de çok şanslıyız.”

“Eminim öyledir.” Oguz, Uli’nin önüne koyduğu fincanına şeker katıp karıştırırken kendi düşüncelerine gömüldü.

Opampe, ellerini yıkamış sofraya otururken ne kendisine yöneltilen övgüye teşekkür etti ne de torunun alaycı tavrına çıkıştı. Yaşlı kadın, üzerinden büyük bir yük kalkmışçasına rahat nefes alıyordu artık ama iki gün boyunca bir kaç saatlik uykunun sonucu olan yorgunluk ve Acar'ı kaybetme endişesinin izleri yüzünden belli oluyordu. Uli, çay dolu koca bir kupayı yaşlı kadının önüne koyarken uzun süredir ilk defa neşeyle gülümsedi.


38
Withel tek gözüyle dik dik ona baktı ve yumruğunu siyah eldivenli eline indirdi.

Büyünün Rengi-Terry Pratchett

39
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 27 Eylül 2016, 16:41:07 »
Evde İki Huysuz

Minta, yatakta bağdaş kurmuş, odayı arşınlayan kızı kaygıyla izliyordu. Küçük kız sabah banyoya giderken Uli’nin odasının önünde, yığılmış eşyalara takılıp düşmüştü. Bir halı, sandalyeler, küçük bir koltuk, sehpa ve gömme raflardaki ufak tefek süs eşyaları kapı dışarı edilmişti. Merakla odaya göz attığında geriye, yatak haricinde bir sandık ve pencereleri ışık sızdırmaz bir şekilde örten perdelerin kaldığını görmüştü.

Uli’nin ileriye diktiği boş bakışları hiç kimseyi görmüyor gibiydi. Minta birkaç kere ne yaptığını sormuş ama herhangi bir cevap alamamıştı. Bir ara Opa’yı çağırmayı düşünmüş ama hipnotize olmuş gibi kızı izlerken onu da unutmuştu.

Minta eşyaların ne suçu olduğunu merak ediyordu. Kendi odasındakileri de çıkarsa mıydı? Hem Opampe her hafta odasını temizlemesini istediğinde işi daha kolay olurdu. Acaba Uli eşyaları o yüzden mi çıkarmıştı ama daha Opa ondan temizlik yapmasını istememişti ki.

Uli hiç uyarmaksızın bir şarkıya başladığında Minta dalgınlığından hızla sıyrıldı. Hiç duymadığı bir dilde, melodisi yabancı ama sürekli yürüyen birinin ağzından çıkınca rahatsız edici bir şarkıydı. Odanın kapısı telaşla açıldı. Opampe’nin arkasından Oguz’un kafası merakla içeriye uzandı.

“Ne yapıyor?” Oguz alayla kızı süzdü.

“Volta atıyor sanırım.” Opampe anlayış ve merhametle kızı süzdü. Moita ile hapisten kaçtığını öğrendikten sonra kızın tuhaflıkları kafasında oturmaya başlamıştı. Sürekli kapalı yerde kalmak istemesi, az konuşması ya da kimseye güvenmemesi anlaşılıyordu. Zavallı kızın başına kim bilir neler gelmişti. Yaşlı kadın onun suçlu olabileceğini aklına bile getirmemiş, hatta masumiyetini çoktan kabul etmişti.

“Volta nedir?” diye Minta yaşlı kadına merakla sordu.

“İleri geri yürümek canım.”

Minta heyecanla sordu. “İpte yürüdüğümüz gibi mi?”

Oguz alayla dudaklarını büktü. “Bu daha çılgıncası.”

“Dalga geçiyorsun.” diye Minta, hayal kırıklığı ile.

“Aynen öyle.” Oguz, Uli'ye son bir kez bakıp odasına dönerken gülmeye başladı. “Neyse… evde bir hapishane kaçkınımız eksikti.” Sesini Uli’ye duyurmak istediği apaçıktı.

Oğuz yorumunun ardından bile hızını kesmeyen Uli'ye dehşetle bakan Minta kalkıp Opampe’nin dizlerine sarılırken “Onu durduramaz mıyız?” diye endişeyle sordu.

“Kötü bir şey yapmıyor merak etme. Çok uzun süre bir odada kapalı kaldı. Dışarıya alışması için zamana ihtiyacı var sadece.” Anlayışla küçük kızın altın sarısı saçlarını okşadı.

“Beni iki gün bu odaya kapasanız pencereden kaçardım. Pulera ne kadar kalmış o odada.”

“Bilmiyorum. Hadi kahvaltıyı hazırlayalım.” dedi Opampe. Minta'yı bir an önce odadan uzaklaştırıp Uli'yi kendi haline bırakmak en iyisiydi.

Kapıyı kapatıp mutfağa doğru yöneldiklerinde Minta, aklına geleni telaşla dile getirdi. “Oguz da odasından hiç çıkmıyor.”

“Onunki arsızlığından.” Opampe ocağa odunları yığarken öfkeyle söylendi.

“Volta da atamaz. Bacağı sakat.” Minta üzüntüyle içini çekti.

“O da tembelliğinden.” Yaşlı kadının torununa Minta gibi merhamet duymadığı aşikârdı. “Nerde bu? Neden bıraktığım yerde durmaz ki!” Etrafta elleri ve gözleri ile aranırken sesi sabırsızlıkla yükselmişti.

“İşte al.” Minta kavı yaşlı kadına uzatırken odalarına kendilerini hapseden iki mahkûmu düşünüp büyüklere anlam veremeyerek içini çekti.



Uli, göz ucuyla baktığı aynadaki yansımasında, tanıdık bir şeyler ararken buldu kendisini. Ne gözlerindeki o eski canlılıktan, ne de dudaklarındaki o neşeli kıvrımlardan eser yoktu. Gözlerinin beyazı hastalıklı bir sarıya dönmüş, dudaklarının yanlarındaki kıvrımlar ise somurtkan bir şekilde aşağıya sarkmıştı. Belki o zorlayıcı çöl seyahatinden belki de perişan zayıflığından, emin değildi ama o pırıl pırıl buğday teni iyice kararmıştı. Görüntüsünün hayal kırıklığı yaşatmadığını hissetti; aslında tam da beklediği gibiydi.

Keçeden farksız saçlarını alnından geriye doğru eliyle sertçe yatırdı. Aynaya doğru eğilerek yüzünü daha yakından inceledi. Değişen bir şey yoktu hala bir yıl önceki gibi çirkindi. Sanki var olanı değiştirebilecekmiş gibi yüzüne hızla bir avuç su çarptı. Çenesinden süzülen damlaları silerken ani bir fikirle durakladı. Aceleyle mutfağa geçerken çıkardığı gürültünün farkında değildi. Çatal kaşıkların bulunduğu kutuları heyecanla karıştırdı. Sonunda bulduğu makas, biraz hantal ve eski de olsa işini görürdü.

Banyoda aynanın önünde saçlarını eliyle yoklarken ne kadar uzadıklarını yeni yeni fark ediyordu. Durwa’nın yaptığı gibi parmaklarının arasına aldığı kahverengi bukleyi dibine kadar kesti. Saçlarını sürekli kısa tutmak erkek gibi görünmek için harcadığı çabalardan biriydi sadece. Hapishaneden kaçalı neredeyse iki ay olacaktı. Saçları kulaklarını aşmış yeteri kadar uzamıştı. Hırsla bir bukleyi daha yakaladı.

“Ne yapıyorsun?”

Oguz’un sesi ile boşta bulunarak sıçradı. Oğlanın yaklaştığını fark etmemişti. Oguz nadir olarak bu şekilde Uli'ye direk hitap ederdi. Genellikle alaycı bir sessizlikle uzaktan onu izler, çoğunlukla Opampe’yi kızdırmak için onunla konuşurdu. Uli hiçbir şey söylemeden az önce korkuyla düşürdüğü kolunu kaldırarak tekrar saçını kesmeye girişti.

Oguz kesin bir yargı ile konuşurken kapının kenarına yaslandı. “Ben bir kaçak olsaydım..." Bir an kızın tepkisini ölçmek için durakladı. "Görünüşümü mümkün olduğunca değiştirirdim.”

Bu kez Uli’nin kolu kararsızlıkla havada asılı kaldı. Hapishanede erkek olmak birçok tehlikeden onu korumuştu. Eğer Moita ve adamlarının şöhretlerinin gölgesinde kalmadıysa dışarıda onu bir oğlan olarak arıyorlardı. Acaba onun gibi kıyıda köşede kalmış birisini yakalayıp tekrar hapsetmek için vakitlerini harcarlar mıydı? Elbette Moita gibi bir suçlu ile kaçmamış olsaydı umurlarında bile olmazdı. Oguz bu sefer haklıydı. Yıllardır yaptığı gibi saklanmak için bir erkek gibi görünmeye çabalamak yerine bu sefer beklediklerinden farklı görünmek işine daha çok yarayacaktı. Kolu düşerken “Haklısın.” diye mırıldandı.

“Hatta pantolonla gezmek yerine kız gibi elbise giymelisin.” Oguz, bıyık altından güldü. “Saçlarını uzatman yeterli mi acaba?” Oğlan söylediklerini tartar gibi eliyle yeni yeni tüylenmeye başlamış çenesini ovaladı. “Babaannem saçlarını sarıya boyayabilir mi emin değilim.”

Uli “Unut gitsin!” dedi korkuyla gözlerini açarak.

Oguz kızın kaçmasını engellemek için atıldı. “Sen de fark etmişsindir; çingeneler arasında siyah saç pek yok. Dur yahu, ne diyorum; sadece ben varım. Anlarsın ya dış kapının dış mandalı.” Kıza yalnız değilsin demek istercesine göz kırptı. “Seni anne tarafından uzaktan kuzenim olarak tanıtırsak kimse şüphelenmez belki. Saçını boyamak zorunda da kalmayız.” Kendi çözümünden oldukça memnun kızın geçebilmesi için banyonun kapısından çekildi.

Uli, ne oğlanı onayladı ne de karşı çıktı. Söylediklerinde haklı olduğunu biliyordu ama şuana kadar hoşlanmadığı Oguz’un yardımını kabul etmek de oldukça ağrına gidiyordu. Opampe’nin merdiven başında onları dinlediğini banyodan çıkınca fark etti. Bugün herkesin gizliden birbirini dinleme ya da takip etme günü olmalıydı.

Opampe, kızı yüreklendirmek için gülümsedi. Torununa döndüğünde her zamanki gibi bakışları buzdan bir parçaydı. “Kırk yılın başında doğru bir laf ettin.”

Oguz, abartılı bir şekilde eğilerek yaşlı şifacıyı selamladı.

“Livan ile konuşurum, bundan sonra da uzaktan akrabamız olarak bilinirsin Pulera. Kimse de varlığını sorgulamaz. Öyle akşam karanlığında sokağa çıkmaktan da kurtulursun.”

Kısa bir süre düşünen Uli “Tamam.” dedi itiraz etmeyerek. Oguz teklif ettiğinde rahatsız edici olan bu fikir Opampe tarafından kabul edildiğinde, gözüne o kadar da kötü görünmüyordu. Saçını kesmeyecekti, makası mutfağa bırakarak kaçarcasına kendisini odasına attı.

“Kızla uğraşmayı bırakmanı söylemedim mi sana?” Opampe, torununu azarlarken sesinin odaya gitmemesi için oğlana yaklaştı. Torununa laf geçirememekten yılmıştı artık. Sırf onu kızdırmak için çevresindekilerle özellikle Minta ile uğraşırdı. Son zamanlarda bulduğu yeni hedefinin, zaten yeterince zor olan hayatını daha da çekilmez hale getirmesine katlanamıyordu.

“Hayatımdaki tek eğlenceden vaz mı geçeyim?” Oguz bastonuna iki eli ile yaslanırken yaşlı kadının öfkesinden sonsuz bir keyif alır gibiydi.

“Kendine başka eğlenceler bulmanın zamanı geldi de geçti bile. Önce kendini düzelt çocuk. Acınacak haline bakmadan Pulera’ya ya da Minta’ya akıl vermeye kalktığında komik duruma düşüyorsun.” Yaşlı kadın daha fazla konuşmayı uzatmak istemediği için Uli’nin odasına yöneldi. Oguz’u banyonun önünde şaşkınlık içinde bıraktığının farkında değildi.

Oğlanın içi önce öfke ile taştı kabardı. Dili tutulduğu için kendine en ağır sözleri layık gördü ama araya babaannesini de sıkıştırmayı ihmal etmedi. Bastonunun tıkırtılarını arkada bırakarak odasına kapadı kendisini.

Opampe, odaya girerken ne ile karşılaşacağından emin değildi fakat kızın pencerenin önündeki bir sandalyede oturmasına hazırlıklı değildi. “Oguz’un kusuruna bakıp somurtacaksan bir temiz sopayı hak ediyorsun demektir.”

“Neden bu kadar aksi?” Uli bakışlarını yatağa oturan Opampe’ye çevirdi. İlk defa yüzünden bir merak emaresi okunuyordu. “Bacağı yüzünden mi?”

“Onun derdi benimle kızım. Size sataşarak benden hıncını almaya çalışıyor. Aldırmayın siz ona.”

“Peki sana neden öfkeli?” diye sordu Uli artık tüm ilgisini yaşlı kadına verdiği, sırtını pencereye dönmesinden belliydi.

“Bacağını iyileştiremediğim için” diye açıkladı Opampe. Anlatacakları neşeli şeyler olmamasına rağmen kızın ilgisi hoşuna gitmiş ve dili çözülmüştü. “Üç sene önce, yazın gösterimizi yapmış Civani’ye dönüyorduk. O güz başında yağmurlar fazlaydı ve o kadar başarılı bir yaz geçirmiştik ki sirki toparlayıp yola çıkmakta geciktik. Yolun yarısına geldiğimizde bir tepeyi aşmamız gerekiyordu. Konvoy’un başı bir dönemeci geçmişti fakat toprak yağmurdan dolayı yumuşamıştı; çok geç fark ettik. Zemin daha fazla o ağırlığı kaldıramadı ve çöktü. Hiçbir şey yapamadık sadece izledik. Oguz da arkadaşı ile aşağıya yuvarlanan arabalardan birindeydi. Kendisi yaralandı ama diğer çocuğu kurtaramadık. Minta’nın anne babası da o kaza da öldüler. Değerli insanlarımızı, hayvanlarımızın bir kısmını da orada bıraktık.

Oguz, zaten anne babasız büyüdü. Bundan dolayı hırçın bir çocuktu. Kazadan sonra elimden geleni yapmama rağmen kendi torunumun sakat kalmasını önleyemedim.” Yaşlı kadının güçlü sesi belli belirsiz titrerken bakışları pencereden dışarıya kaymıştı. “Bunu hiçbir zaman affetmedi.”

Uzayan sessizliği bölen Uli “Oguz’un anne babasına ne oldu?” diye sordu merakla.

“Annesi nerdedir ne yapar bilmiyorum fakat babası olacak o hayırsız Oguz’u bana bırakıp gittiğinde daha üç yaşındaydı.” Opampe, kıza döndüğünde “Minta da nerdeyse anne babasız büyüdü. Yetim kaldığında daha yedi yaşlarındaydı ama görüyorsun nasıl da akıllı bir çocuk.” diyerek içini çekti. “Diyeceğim o ki benim huysuz oğlana aldırma.”

Uli bir şey diyemeden sadece başını sallamakla yetindi. Kahverengi saçları ancak kulaklarını örtüyordu, Oguz onu yakaladığında kestiği birkaç kısa tutam alnında tuhaf bir açı yapmıştı.

“Biraz daha uzasınlar saçlarını bir şekle sokarız. Sana birkaç elbise de ayarlamak lazım.” Kızı tutup ayağa kaldıran Opampe, Uli’nin etrafında bir tur attı.

“İstemiyorum.” diyen Uli, kollarını göğsünde çapraz birleştirirken artık yüz yüze geldikleri yaşlı kadına kaşlarını çattı.

“Bazen Oguz ile sizi birbirinize çok benzetiyorum.” dedi Opampe. Torunu ile konuşurken takındığı o otoriter ifade ile “Evde iki huysuzla birden uğraşamam bilesin.” diye homurdandı ve kapıya yönelip çıkmadan önce istersen giyme dercesine ekledi. “Ben bir şeyler ayarlarım.”

40
Harry Potter / Ynt: Sizin Patronus'unuz Ne?
« : 23 Eylül 2016, 09:38:26 »
Hiç beklemediğim bir sonuç çıktı: wildcat ama memnunum halimden :D

41
Genel Kültür / Ynt: Brandon Sanderson'dan dersler
« : 22 Eylül 2016, 11:08:01 »
Ancak bakmaya fırsatım oldu arkadaşlar. Çok güzel bir iş çıkarmışsınız, gözlerinize sağlık.
Zaten hayranı olduğum bir yazarın fikirlerini ve çalışma şeklini öğrenmek insanı yazmaya heveslendiriyor.

Devamını sabırsızlıkla bekliyorum :)

42
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 21 Eylül 2016, 09:17:52 »
Sonbaharın son günleri olmasına rağmen ılık geçen gün yerini akşam serinliğine ardından gece ayazına bırakmıştı. Moita ve arkadaşları, günlerdir sert zeminde yatıp ısınmak için kamp ateşi ve birkaç battaniyeden fazlasına sahip olmadan geçirilen molalarla kıyaslandığında oldukça konforlu bir akşam geçiriyorlardı. Üstlerindeki çatı ve etraflarında rüzgarı geçirmeyen ahşap duvarlara ek olarak içerinin soğuğunu kıran ocaklar odanın iki yanında yanıyordu.

Savunma amacından çok konaklama için yapılmış, dağların buzlu sularını vadiye taşıyan çayın yakınlarındaki iç karakollardan birine askerler tarafından, getirilmişlerdi. Mgeri, okumaktan yıpranmış defterinin sararmış sayfalarını karıştırmaktan vazgeçmiş, Moita ile sohbet ederken aynı zamanda genç askerlerin yemek hazırlıklarını izliyorlardı. Birkaç dakika önceye kadar yanlarında oturan Barva yemek yapmaya çalışan adamların aralarındaki tartışmalara dayanamayarak kepçeyi eline almış, şimdi ise bir askeri azarlıyordu.

“Kekiği hiç duymadın mı?” Barva umutsuzlukla içini çekti. “Bir meşale al ve gelirken geçtiğimiz açıklıktaki çalıların dibini bir kolaçan et. Zamanı geçmiş olsa da meret hala güzel kokar. Küçük yapraklıdır, sapı ince olmasına rağmen odunsudur. Ondan birkaç dal kap gel.” Kendisine boş boş bakan askere çıkıştı. “Anan sana hiç bir şey öğretmedi mi?”

“Ben ne olduğunu biliyorum.” Duvar dibinde oturan askerlerden tıknaz bir oğlan, yaşının yirmiye erişmediği aşikardı, ayağa kalkıp Barva’nın yüklendiği arkadaşını kapıya doğru sürükledi.

“Kekiksiz yahni mi olur?” diye söylenen Barva erzak çuvallarının yığılı olduğu köşeye gitti. “Ah! Birkaç mantar da olsaydı keşke.” dediğinde birkaç asker aceleyle iri yarı adamdan uzaklaşmıştı. 

“Mantarsız da yenir. Çocukları çok yorma.” Dadali’den gelen yorum ile Barva sırıttı.

“Her zamanki gibi yemeğin hakkını vermiyorsun sevgili ablacım.” dedi Barva, sevecen bir sesle.

Dadali, kolunu başının altına almış uzandığı divandan doğrulmadan kardeşine çıkıştı. “Bir gün yemekten başka bir şeyin hakkını verdiğini görürsem saçlarımı keserim.”

Barva, karakolun köşesine dayanmış hücrenin, demir parmaklıklarına iri omzunu yaslarken “Sen de denemelisin.” diye önerdi ablasına.

“Neyi?” Dadali bakışlarını tavandan ayırma zahmetine bile girmemişti.

“Yemek kadar basit bir şeyin bile tadını çıkarmayı.”

Kardeşinin sesindeki bir şeyler Dadali'nin dikkatini çektiğinden Barva’yı görebilmek için doğruldu; ocakların ve kıyıda köşede yakılmış bir kaç mumun ışında Barva'nın yüzünde, görmeye alışmadığı bir ciddiyet vardı. Genç kadın tekrar başını yatağa bıraktı ve gözlerini tavana dikti. “O zaman da gelecek merak etme.” dedi kestirip atarak.

 “Bence gelmeyecek.” dedi Barva, ablasından bakışlarını ayırmayarak. Bir tepki alamasa da inatla devam etti. "Amacımıza ulaşsak bile sen böyle kalmaya devam edeceksin."

Dadali, amaçlarına ulaşamama ihtimalleri olduğuna mı yoksa 'böyle' kelimesinin arkasına saklananlara mı öfkelendiğini kestiremeden hücredeki yataktan fırladı. Aralarındaki parmaklıklara rağmen kendisinden uzun olan kardeşinin dibine girdi. “İsimlerimiz temizlenip Moita, hakkı olanları geri alana kadar yemek yemek, ya da az önce neyi ima ediyorsan onlar, bir araçtan öteye geçemez benim için." dedi, öfkesini fısıltısına gizlerken askerlerin onu duyup duymadıklarından emin olmak için etrafını kolaçan ediyordu.

"Amacına ulaşırken araçlarından olabilirsin ablacım."

"Ne demek istediğini açıkça söylesene sen." diye patladı Dadali bir solukta. Genç kadının kaşları her zamanki hızla çatılmıştı.

"Arte'nin yarası yüzünden yolda fazla oyalandık diye söylendiğinde ne kadar kabalaştığını ya da Mgeri’nin rahatlığının seni ne kadar sinirlendirdiğini görmemek için kör olmaya bile gerek yok. Son zamanlarda ne kadar huysuz olduğunu hesaba katmıyorum bile. Söylenmediğin zamanlarda diyarın en iyi ablası olduğuna kalıbımı basarım ama çoğunlukla seni boğmamak için kendimi zor tutuyorum.”

Dadali bir şeyler söylemek için ağzını açtı fakat ne diyeceğini bilemeyerek aynı hızla kapadı.

“Biraz kendine çeki düzen vermezsen…” Barva bilinçli olarak cümlesini yarım bıraktı.

“Ne o, yoksa beni arkada mı bırakacaksınız?” diyerek Dadali öfkeden alaycılığa çabuk bir geçiş yaptı.

“Hayır. Dizime yatırıp poponu bir güzel kızartmayı planlıyorum.” dedi Barva şaşırtıcı bir sakinlikle. “ve bunda da ciddiyim.” Elindeki tahta kepçeyi ablasına doğru birkaç kere salladı. Barva’nın dikkati o anda içeri giren iki askere yöneldi. “Kekikleri buldunuz mu gençler?” dedi onlara yönelerek. Uzatılan otları incelediğinde keyifle kokladı. “Acaba oralarda mantara rastladınız mı? Şöyle turunculardan. Hayır mı? Ne yapalım bunlarla idare edeceğiz.” Aceleyle uzaklaşan askerlerin arkasından masumca sırıttı.



Barva’nın pişirdiği yahni uzun süredir ilk defa midelerine lezzetli bir şeyler giren askerler tarafından kısa sürede tüketilmişti. Bir tehdit olmaktan uzak gördükleri kürk ticareti ile uğraşan bu becerikli adamların yanında çoktan rahat davranmaya başlayan askerlerin kimileri karakolun dışında tütün içmek için, kimileri içerideki sıcağı tercih ederek gruplar halinde çevreye dağıldıklarında vakit akşamdan geceye dönmüştü. Kapıldıkları rehavetten memnun olan her iki tarafı da garezle süzen genç Çavuş, gözcünün Yüzbaşı Unat’ın birliğiyle on dakikaya karakolda olacağını haber verdiğinde keyifle gülümsedi.

Ellerini arkasında birleştirip karakolun önünde volta atarak üstünü bekleyen Çavuş Korba, Yüzbaşı’nın tepkisinden emin, adamlarının önünde alacağı takdirin erken gururu ile bir hindi gibi kabarıyordu.

Ağır zırhlılardan oluşan bir müfreze askerin önündeki uzun mızraklarda dalgalanan yeşil ve mavi flamalar, Karakolun önünden orman içlerine doğru dizili fenerlerin ışığında rahatça seçilebiliyordu. Atlılar yaklaştıkça Çavuş Korba, şövalyelerin arasındaki iki yabancıyı fark etti. Toplayıp karakola getirdiği tüccarlar gibi, kalın ve kürklü kıyafetleri kullanışlı fakat bir o kadar da gösterişsizdi. Yüzbaşı’nın atını tutmak ve inmesine yardım için iki adamı koştu, Teğmen birkaç adım geride durarak Yüzbaşı’nın selamını hevesle bekledi.

Yüzbaşı Unat, sert bir bakışla Çavuş’u selamladı ardından ağır adımlarla karakola girdi. Hemen ardından tüccar kılıklı iki adam geçip Yüzbaşı’yı takip ettiğinde Çavuş Korba olanlara bir anlam veremeyerek arkalarından karakola koşturdu.

Yuzini Krallığı'nın üst düzey askerlerinden biri olan Yüzbaşı Unat, orta boylu fakat enine doğru genişlemiş heybetli bir adamdı. Giydiği zırh onu olduğundan daha kalın gösterse de hareketleri hızlı ve şaşırtıcı bir şekilde rahattı. Koyu kahve saçları erken ağarmış, uzatılmaya ise layık görülmemişti. Kırmızı yüzündeki siyah gözleri ise zeka ile parlıyordu.

Çavuş, Yüzbaşı'nın, gözaltına aldıkları adamlardan önce uzun kahverengi saçlı olan ardından iri yarı kızıl ile tokalaştığını gördüğünde daha fazla ilerlemeyi göze alamayarak, kapının önünde şaşkınca dikildi. Beklediği kesinlikle bu değildi.

 “Bizimkiler umarım sizi iyi ağırlamışlardır.” diyen Yüzbaşı Unat’ın kaşları kalkmış ve sorgularcasına bakışları odanın içinde dolanmıştı. O arada bir asker hızla hücrenin kapısını açmayı akıl ederek Dadali’nin geçmesi için geriye çekilmişti. “Kibarlık edip buradaki tek yatağı size mi verdiler Dadali Hanım?” derken Yüzbaşı, kalın eldivenli elinin içine aldığı kadının beyaz küçük elini tutup dudaklarına götürürken çapkınca gülümsedi.

“Israr ettiler ben de kıramadım Yüzbaşı.” dedi Dadali, utancından hala öne çıkamayan Çavuş’a, Yüzbaşının başı üzerinden manalı bir bakış atarak.

Çavuş Korba, artık daha fazla uzakta kalamayacağını anlayarak öne çıkarak üstünü hafif bir topuk hareketi ile selamladı. “Elimizden geleni yaptık, Efendim.” dedi kısaca konuyu çok dallandırıp budaklandırmaktan korkarak.

Mgeri “Bizimkilere nerede rastladınız?” diye araya girerek sordu. Guroni ve Arte eşyalarını duvarın dibine yığmakla meşgullerdi.

“Rova ovasının girişinde karşılaştık. Guroni ve Arte da o esnada kasabadan canhıraş bir şekilde ayrılıyorlardı. Daha doğrusu kaçıyorlardı." Yüzbaşının başına üşüşen iki yardımcı Unat'ın kollarını açması ile zırhını tek tek sökmeye başladılar. "Sanırım kasabalıların biraz canlarını sıkmışlar."

"Aldığımız tavuğun parasını ödemekte fazla ısrar edince..." Arte, erzak çuvalını Barva'nın karıştırdığı yere başıyla işaret ederken anlamsızca sırıttı. "Bunun hata olduğunu çok geç fark ettik."

Deri tunik ve pantolonu ile kalan Yüzbaşı, karakolun içindeki askerlerin ve dışarıda kalan şövalyelerinin duyabileceği şekilde "Rahat asker!" diye komut verdi. "Bu gece buradayız."



Odanın bir ucundaki ocağın etrafına yerleştirilmiş alçak taburelerden birinde oturan Yüzbaşı Unat, bir yanına Mgeri ve Moita'yı diğer yanına Dadali ve Guroni'yi almış beş aydır görmediği bu adamların başından geçenleri dinlemek için can atıyordu. Çavuş dahil, askerlerini etraflarından uzaklaştırarak gizli bir ortam oluşturmuş ve gerekli mahremiyeti sağlamıştı.

 Karakolun dışında yakılan büyük bir ateşin başına kurulan şövalyeler, soğuğa aldırmadan belki de yüzüncü defa birbirlerine anlatıp dinledikleri, eğitimlerindeki ve savaş alanlarındaki anıları ile genç askerleri kendilerine hayran bırakıyorlardı. Barva ve Arte da yüzbaşı ile konuşmayı diğerlerine bırakarak her zaman dinleme şansı bulamayacakları kahramanlıkların ateşi ile dışarıya çekilmişlerdi.

 "Sayenizde sınırlarımızdaki hareketlilik son üç sene de oldukça arttı." dedi Yüzbaşı Unat Moita’ya takılarak. Ocaktaki ateş etli yüzünü şimdi daha da kırmızı gösteriyordu. "Başınıza konulan ödülü duyan her işsiz güçsüz serseri Yuzini'ye koşuyor." Durumdan şikayet etmekten uzak dudakları belli bir keyifle yukarı kıvrıldı.

"Kral Aurang, Yuzini'ye sığınmamıza izin verdiğini duyurmakla hata etti." dedi Moita büyük bir ciddiyetle. "O zaman da söyledim, hiç yoktan Kral Konur’un garezini de üzerinize çektiniz."

"Kuzey'de yılın nerdeyse sekiz ayı kar altında geçiyor. Yolları bu kadar uzun süre kapalı olan bir ülkede tüm kış eğlenecek çok az şey buluyoruz. Azıcık sataşıp can sıkıntısını atamayacaksa insan, komşular ne işe yarar." Yüzbaşı, Moita'nın sırtına tombul eli ile hafifçe vurdu.  "Hem Kral Konur'un doğudan başını kaldırıp da kuzeye kafa tutacak hali yok şu sıralar. Hoş eskiden de olmazdı ya. Vareste sizin yıllardır başınızın belası ama o zamanlar senin komutandaki ordu ile bu işi çözeceğinize dair bir umudum vardı." Yüzbaşı'nın neşeden uzak bir kahkahası karakolda çınladı. "Geçmiş olsun, onu da sizin akılsız Kralınız kullanamadı."

Moita'nın kaşları sorularla çatılmıştı. Rebu enselerindeyken de ondan kurtulduklarından sonra da uzun ve tenha yolları tercih ettiklerinden havadislerden uzak kalmışlardı. "Bilmediğimiz bir şeyler mi oldu Yüzbaşı?" diye sordu Moita.

"Üç hafta önce Aşkar geçidinde yeni bir saldırı olduğuna dair duyumlar aldık." dedi Yüzbaşı, sözlerinin dinleyenler için yeteri kadar açıklayıcı olduğunu biliyordu. "Kral Konur'un donanmasının bir kısmını Talay Körfezinden kuzeye boğaza kaydırdığı söyleniyor."

Krallığın Vareste ile yüzyıllardır süre gelen mücadelesinin iki cephesinden birisi kuzey doğudaki, iki kıtayı ve ezeli düşman iki ülkeyi birbirine bağlayan dar boğaz, Aşkar geçidi idi. Diğeri daha güneydeki Talay körfezi ve körfezin gerisindeki Dazkırı çölüydü. Moita'nın yönetimindeki piyade ve atlıların uzun yıllar korudukları Aşkar geçidi bir kaç yıldır Vareste tarafından daha fazla taciz edilir olmuştu. Şuana kadar geçit düşmemiş olsa bile Krallığın kara kuvvetlerindeki değişimin etkisi ile ki hain Moita'nın yerine kuzeni Ladre geçmişti, eski başarılarından geriye bir şey kalmamıştı.

"Konur'un donanmayı kuzeye gönderdiğine inanamıyorum." dedi Mgeri, sesindeki hayal kırıklığı ile.

“Ben inanırım." diye mırıldandı Dadali. Kahverengi gözlerini ateşe dikmiş, ülkesinin başına gelebileceklerin endişesi ile kaşları çatılmıştı. “Kral ne zaman aklı başında adamları dinledi ki. Sadece duymak istediklerini söyleyenlere kulak verdi.”

Moita'nın itirazları nedeniyle, Kuri Kanadının Bey'i Elebars'ın, boğazın büyük savaş gemileri için uygun olmadığını kabul etse de manevra kabiliyeti daha yüksek ve daha küçük yelkenlilerin kuzeye kaydırılması isteği uzun süre dikkate alınmamıştı. Elebars Bey de daima, Vareste Hükümdarı Galvorn'un, Aşkar boğazının yakınlarında gemi bulundurmaya uygun kıyısının olmadığını öne sürmüştü ve o bölgede savaş gemisi avantajlarına olduğu konusunda ısrar etmişti. Gemicilik ve donanmada bir adım ileride olan Vareste İmparatorluğunun kara muhaberelerinde zaferlerinin azımsanacak düzeyde olduğu düşünüldüğünde Krallığın donanmayı ikiye bölmesi güney doğu kıyılarında her hangi bir baskında kaybetmeleri demekti. Moita, Aşkar geçitlerini koruduğu sürece ki bu zamana kadar düşmandan tek bir askerin bile batıya geçmesine izin vermemişti, boğazda herhangi bir gemiye ihtiyaçları olmamış ve Kral Konur’un Elebars Bey’in isteklerini göz ardı etmesi kolay olmuştu.

Moita, ateşin ışığı ile alev alev yanan saçlarını elleri ile geriye taradı. Bir hain olarak yıllardır dağ bayır kaçtıklarına mı yansın yoksa Krallığı için emeklerinin ve çalışmalarının birkaç akılsızın elinde harcandığına mı daha çok kahretsin bilmiyordu. Kederi ile kendi düşüncelerine dalan Moita, Yüzbaşının sorusunu duymamıştı.

Moita’nın dalgınlığını fark eden “Mgeri, kuzeye dönene kadar başlarından geçenleri Yüzbaşı’ya anlatmaya başladı. Yüzbaşı ile birbirlerini uzun süredir tanıyorlardı. Mgeri, Şozi Avlakları’ndan dayısının yanına, saraya gönderildiğinde daha on yedi yaşındaydı. Babasının bir av sırasında yaralanıp tekrar ayağa kalkamadan yatakta geçirdiği iki ayın sonunda ölüme yenik düşmesi ile dayısı, babası hayattayken gerçekleştiremediği arzusuna sonunda kavuşmuş ve Mgeri’yi doğup büyüdüğü yerden koparıp saraya getirmişti. Mgeri, babasının avcı ruhu ile annesinin saraylı mizacını karışımı bir genç olup çıktığında avlaklarda dahi dikkat çekici bir gençken sarayın hayatının içinde kolaylıkla sivrilmişti. Yakışıklı yüzü ve endamı da bu hoş karışıma eklendiğinde sarayın kızları ve kadınları arasında gördüğü iltifat da şaşırtıcı değildi.

Mgeri o zamanlar öğrenmeye meraklı ve zeki bir delikanlıydı. Güzel giyinmeyi, güzel konuşmayı, birkaç yabancı dili, çok sevdiği şiiri ve matematiğin sonsuz denklemlerini, kürk tacirlerinin arasında öğrenme şansının olmadığını bildiğinden dayısının onu yanına almasına daima minnettar olmuştu.

Yüzbaşı Unat, zamanında Mgeri’ye atıcılığın yanında kılıç kullanmayı ve dövüşmeyi öğretirken onu neşeli ve hayatı hafife alan halleri ile tanımıştı. Yıllar sonra babasının kasabasına gidip saraya geri döndüğünde artık yirmili yaşlarında olan genç adamın neden sarayı ve ardından Yuzuni’yi terk ettiğini de hiçbir zaman anlayamamıştı.

Mgeri, Moita’yı hapisten nasıl aldıklarını anlatırken Yüzbaşı da genç adamın yakışıklı yüzünden geçen ifadeleri izliyordu. Saraya ilk geldiğinde bıyıkları yeni terlemiş, biraz züppe ama büyüklerine saygılı bir genç olarak Mgeri’yi hatırlıyordu. Tasasız ama her daim öğrenmeye açtı o zamanlar. Şimdi ise ateşin titreyen alevlerinin loş ışığında, gözlerinin çevresinde ve ağzının iki yanında gölgelenen çizgileri ile genç bir adam daha olgun görünüyordu.

Rebu’ya baskın gecesini anlatmayı bitirdiğinde Mgeri’nin yüzüne yayılan gülümsemeyi Yüzbaşı Unat açık bir endişe ile karşıladı. “Yerinizde olsam o para avcısını bu kadar hafife almazdım.” dedi ciddiyetle. Eliyle yeni çıkmış sakallarını sıvazladı. “Kralım, Rebu gibi adamların kullanılmasına hiçbir zaman müsamaha göstermemiştir. Para için karısını bile satar böyle tipler. Temkinli olun derim. Peşinizi bırakmayacaktır hele ki böyle bir küçük düşmenin ardından daha da hırslanacaktır.”

“O gece söylendiği kadar olmadığını bizzat gördük Yüzbaşım.” dedi Dadali, dirseklerini dizlerine dayamış, yüzüne küçümsemenin izleri yayılmıştı. “Moita’yı aptallığı yüzünden elinden kaçırdıktan sonra bir de avcıyken av oldu. Kolay lokma olmadığımızı anlamıştır ve peşimize düşmeye cesaret edemez artık.”

Yüzbaşı Unat, Dadali’nin yorumu karşısında canlı bir kahkaha attı. “Bizim buralarda bir söz vardır Dadali Hanım; yaralı ayı dövüşe doymaz derler.”

“Yaralı erkekler desek şuna kısaca.” dedi Dadali alayla.

“Yıllardır beş erkekle yabanda dolanan bir hanımın sözlerine itiraz edecek değilim.” dedi Yüzbaşı Unat, ellerini kaldırarak teslim olduğunu gösterdi.

Moita’nın katılmadığı gülüşmelerin ardından Yuzini’deki gelişmelere kayan sohbet gece yarısına kadar aynı ateşle devam etti. Yüzbaşının son görevinin ardından Kral Aurang’ın en küçük kızının, beş gün sonraki düğününe katılmak üzere sabah gün doğmadan yola çıkacağını zaten onları görmek için yolundan ayrıldığını söylemesi üzerine birbirlerine veda edip karakolda bir duvar kenarına kurdukları uyku tulumlarına çekildiler.

43
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 13 Eylül 2016, 14:42:37 »
Öğleden sonra başlayıp bütün akşam yağan yağmurla yerler çamurdan bir geçide dönüşmüştü. Uli kayıp düşmemek için yavaş yürüyor bu da refakatçisini sabırsızlandırıyordu.

Bir haftadır her akşam Opampe’nin eşliğinde Okro’nun yanında birkaç saat vakit geçiriyordu. Bu akşam farklı olarak sirkin evlerine dönüşü şerefine tavernada bir eğlence düzenlendiğinden Opampe’nin yerine Kusta’nın çıraklarından birini göndermişlerdi. ‘Şimdi tavernada arkadaşları ile içmek yerine;  kaplanı ziyaret eden sıska bir kızla, üstelik yağmurun altında, çamurlar içinde tüm kasabayı boydan boya geçiyordu. Uli oğlanın düşüncelerini rahatlıkla tahmin edebiliyordu.

Hayvanların barınaklarından çıkmışlardı ki bir gölge önlerini kestiğinde ikili korkuyla sıçradı. Çatıları, saçakları döven yağmurun gümbürtüsünden başka bir şey duymadıklarından gafil avlanmışlardı. Çingenelerin Liderinin oğlu Vasili gülümsemez bir şekilde önlerinde dikiliyordu.

Oğlanın omzuna vuran adam “Böyle mi gardiyanlık yapıyorsun Toma? Eğer öyleyse kızı elinden aldılar haberin olsun.” dedi şakayla karışık. Sokak lambasının ışığında bakışları sözlerini yalanlarcasına ciddiydi. “Kızı eve ben bırakırım sen tavernaya git.”

Uli kapüşonun altından, oğlanın Vasili’nin sözlerini ikiletmeden çamurları etrafına sıçratarak sokaklar arasında kaybolmasını izlerken içini çekti. Vasili’nin neden kendisine refakat etmeye bu kadar istekli olduğunu merak ediyordu. Şuana kadar onunla fazla ilgilenmemişti. Adam eliyle ileriyi işaret ederken Uli, çamurun içinde tekrar debelenmeye isteksiz yürümeye başladı.

“Daha iyi görünüyorsun.” dedi Vasili kızı ilgiyle süzerken.

Uli, adamın sözlerinde ne kadar ciddi olduğunu anlamak için kapüşonun altından adama şöyle bir baktı. Sert hatlarına rağmen sakin görünen yüz karşısında, hafifçe gülümseyerek inanmadığını belli etti.

“Emin ol seni bize bıraktıklarındaki halinle kıyaslanamaz bile.” dedi Vasili, kızın kat ettiği yolları takdir ederek.

“Sizin sayenizde. Ne kadar minnettar olsam azdır.” Uli adamın duymak istediği şeyleri sıralarken sıkıldığını hissetti.

“Moita’yı nereden tanıyorsun?” Vasili sıradan bir şeymiş gibi sormasına rağmen inceden bu sözlerin nereye dokunduğu seziliyordu.

“Hapishanede.” Uli, Opampe’nin evinin sokağına girdiklerinde rahatladı.

“Gardiyan olmadığın kesin…” Vasili kızın koluna dokunarak onu durdurdu.

“Hayır değildim.” Uli yanaklarına hücum eden kırmızılığı saklamak için bakışlarını yere dikti.

“Alınma ama neden hapse girdiğini sormak zorundayım. Her ne kadar Moita’ya güvensem de ailemi ya da kabilemi tehlikeye sokamam.”

Uzun zamandır ilk defa Uli ne diyeceğini bilemiyordu. “Ben… “ Duraksadı. Kuruyan dudaklarını yalarken onu kapı dışarı edebileceklerinin düşüncesi ile bocaladı. Doğruyu söylemekten başka çaresi yoktu. “Ben de bilmiyorum.”

“Hadi ama buna kimse inanmaz.” Vasili kollarını göğsünde kavuştururken çıkmaz sokak gibi karşısında dikiliyordu.

“Gerçekten bilmiyorum.” Uli, kapüşonun düşmesine aldırmadan uzun boylu adamın yüzünü görebilmek için başını arkaya attı. “Aileme sor. Ancak bir geminin deposunda uyandığımda beni başlarından attıklarını anladım. Sen sattıklarını düşün, ben doğmam bile hataydı diyeyim.” Körük gibi inip kalkan göğsünü sakinleştirmek için elini kalbine götürdü.

 Vasili’nin eli kızın omzunu sıktığında Uli bir adım geriye çekildi. Alacakaranlıkta gözleri çakmak çakmak parlayan kız ilk defa bu kadar canlı görünüyordu. “Sakinleş. Kimsenin seni bir şeyle suçladığı yok.”

“Beni burada istemiyorsanız giderim.” Nereye gidebilirdi ki? Hapishaneye geri dönmekten başka ne yapabilirdi.

 “Kimse senden öyle bir şey istemiyor. Hem Moita’yı başımıza bela etmeye mi çalışıyorsun? Gidersen kesinlikle yakalanırsın, onunla kaçtığın için büyük ihtimalle Krallığa ihanetten asılırsın. Moita asılmanı isteseydi seni arkasında bırakırdı, bize değil. Sana sahip çıkamadığımız için bize yönelteceği öfkesini inan bana görmek istemezsin.” Vasili biraz abarttığının farkındaydı fakat kızın gözünü korkutarak kaçıp gitmek gibi aptalca bir şey yapmasını önlemek istiyordu.

Uli, Vasili’nin sözlerinde ne kadar ciddi olduğunu anlamaya çalışırken şaşkınlıkla mırıldandı. “Sadece hapishanede birkaç hafta geçirdik. Gitmem ya da ölmem Kızıl’ın neden canını sıksın ki?”

Kızın Moita’yı Kızıl diye çağırması Vasili’nin komiğine gitmişti. Sanki evcil hayvanına isim koyar gibi kız, diyarlarda hain olarak aranmasının yanında korkusuzluğu ile ünlü koca adama isim takmıştı. Cüretine eğlenmemek mümkün değildi. Yine de gülümsemesini sakladı. “O kadarını bilemem ama söz verdiyse mutlaka yerine getirir.”

Yağmur sonunda durmuştu. Çamur içindeki ayaklarını süzen Uli “Durwa’ya söz vermiştir.” diye mırıldandı. Yanında yokken bile onu kollayan yaşlı gardiyanın ne yaptığı, nasıl olduğu, kaçışlarından dolayı suçlanıp suçlanmadığını bilmek isterdi.

“Senden bir şey isteyebilir miyim?” Uli tekrar yürümeye başlayan Vasili’yi takip etti.

“Ne istediğine bağlı.”

“Biz kaçtıktan sonra Ngola Lu hapishanesinde neler olduğunu öğrenebilir misin?”

Vasili, Opampe’nin evinin önüne getirdiği kıza döndü. “Biraz zaman alır ama denerim.”

“Teşekkür ederim.” Uli kapıdan sarkan ipi çektiği sırada eli havada kaldı.

“Son bir şey daha.” dedi Vasili aklına yeni gelmiş gibi durdu.

“Evet?” Merakla Vasili’ye döndü.

“Artık serbest olduğuna göre yeteri kadar güçlendiğinde seni neden başlarından attıklarını öğrenmek için aileni görmeyi düşünmüyor musun?”

“Hayır. Onları bir daha görmek istemiyorum.”



 
Kuzey

“Bu yoldan geçenler kimdir? Kendinizi tanıtın!”

İğne yapraklı ağaçların çoğunlukta olduğu kuzey ormanının içinde dolanan, ancak iki atın yan yana yürüyebileceği genişlikteki dağ yolunda, önlerinden gelen çağrı ile atlarını durdurdular. Ağaçların arasından, göremedikleri gerilen yay kirişlerinin sesleri, oldukları yerde kıpırdanırken atların nallarının altında ezilen çakılların gıcırtılarına karışıyordu.

Moita, arkadaşlarına kıpırdamamaları için eliyle komut verirken diğer eli kılıcının kabzasını sıkıca kavradı. Sesin geldiği yöndeki ağaçların arasından hafif zırhlı üç atlı, çok bekletmeden açığa çıktı. Adamların zırhlarındaki mavi-yeşil amblem Yuzini askerleri ile karşı karşıya olduklarını gösteriyordu.

Çavuş olduğu sağ kol zırhına bağlı mavi kurdeleden anlaşılan genç adam öne çıkarak yolculara yaklaştı.“Kimsiniz ve nereye gidiyorsunuz?” Soru yinelenirken sesinden ilk uyarıyı verenin de Çavuş olduğu anlaşılıyordu. Uzun boyu ile zırhının içinde, atının üzerinde dimdik oturuyor, genç olduğu yüzünden anlaşılıyordu fakat sesi, gençliğinin bilincinde ama otoritesini kabul ettirmeye kararlı bir sertlikteydi.

Moita atının huzursuzca kendi etrafında bir tur atmasına izin verdi. “Güneyden, Zeni vadisinden geliyoruz.” dedi atının aksine sakince. “Şozi avlaklarından Barsuk ile bir antlaşmamız var. Zeni’ye kürk teslimatı yaptık,  ödeme için geri dönüyoruz.” 

“Avcı Barsuk’un kafilesi beş gün önce buradan kuzeye geçti.” dedi genç çavuş biraz daha yaklaşarak.

“Barsuk’u tanıyan herkes bilir, avı bolsa kürk nakliyatı için birden fazla sefer yapar. Bu yaz da dağlarda geyik sürüleri boldu.” dediği sırada Moita, yanındaki kıpırtıyı son anda göz ucuyla fark edebildi.

Dadali’nin atmacası Toli, kadının omzuna yüklenerek kanatlarını birkaç kere çırptı, ardından keskin bir feryat ile havalandı. Moita, teğmenin arkasındaki iki askerin hareketlendiğini fark etti. Ağaçların arasından beceriksizce fırlatılan bir ok atmacanın ardından havalandı ama Toli, hızla yükselir ve okun yanından hızla geçerken bir zafer çığlığı attı.

Dadali atını birkaç adım öne sürerken yayını eline aldı. “Ne yaptığınızı zannediyorsunuz? Evcil bir hayvan o!” diye bağırdı genç askere.

Moita geriye dönerek arkadaşlarına sakin kalmaları için uyaran bir bakış attı. “Adamlarınıza sakin olmasını söyleyin Çavuş.” dedi önüne dönerek.

“Ani harekete tepki vermeleri normal.” Genç çavuş kibirle çenesini kaldırdı.

“Dost mu düşman mı olduğumuzu anlayın bir,  sonra yeteneklerinizi konuşturursunuz.” diyen Dadali’nin dudağının bir köşesi alayla yukarı kıvrıldı. Acemi bir birlik oldukları o kadar açıktı ki az önceki öfkesini küçümsemesinin arkasına sıkıştırdı.

Moita gözlerini devirirken Mgeri sanki arkadan iyi göremiyormuşçasına atını Moita’nın yanına sürdü,  dirseğini dayadığı eğerine abandı ve “Dadali üzerine bir bronz.” dedi sadece Moita’nın duyabileceği bir sesle.

“Üçe bir, oldukça iyi bir bahis.” diye mırıldanan Moita, arkadaki iki atlının Çavuş’un yanına konumlanmalarını başıyla işaret etti.

“Yuzini Krallığının askerlerinin karşısındasınız ve topraklarımızdaki her bir yabancı, dost oldukları kanıtlanana kadar…”

“Peki peki. Sizinle geliyoruz.” Dedi Dadali bezgin bir sesle. Genç kadın, atını sözünü kestiği çavuşa doğru yavaşça sürdü.

“Bizimle mi geliyorsunuz?” Horoz gibi şişinirken sözü kesilen genç çavuş şaşkınlıkla nefesini bıraktı.

“Bizi tutuklamayacak mısınız?” dedi Dadali, gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırırken.

“Evet. Elbette” diyen genç çavuş, “Bayana eşlik edin!” diye yanındaki adamlara komut verdi.

Moita elini Mgeri’ye doğru uzattı. Mgeri’nin sorarcasına baktığını görünce “Üçe bir askerler kazandı yani bahis ben de.” dedi keyifle. 

Homurdanarak elini ceketinin iç cebine atan Mgeri çıkardığı bronz sikkeyi adamın eline bıraktı.


44
Güncel / Ynt: Bayram
« : 12 Eylül 2016, 13:09:46 »
İyi bayramlar :)

45
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 08 Eylül 2016, 13:48:46 »
Filler ve Çimenler

Lurd'un virane evinden ayrıldıklarından beri beş gün at sırtında geçmiş, rahat bir yatakta uyumayalı beş gece ise arkalarında kalmıştı. General Bendol'ün gönderdiği ulak onları bulduğunda yaralılardan dolayı bir geceyi daha o köhne evde geçirmişlerdi. Aghon'a teslim edilen pusulada Uyvar Kalesi'nin ve nehrin kuzeyinde kalan Sedar ordusunun üzerlerine geldiklerini haber aldıkları Zedana ordusunu karşılamak üzere güneye geçerek ülkenin içlerine doğru aceleyle ilerlediklerini haber veriyor, Cadı'nın hızla onlara yola çıkmasını istiyordu.

Yaralıları bir kaç sağlam adamla geride bırakarak arkalarından cehennem bekçileri kovalıyormuşçasına iki günde geldikleri yolu bir günde kat edip kaleye ulaştıklarında onları bekleyen on şövalyenin refakati ile Mickal'in ordusuna katılmak için aynı tempoda üç gündür at sırtındaydılar.

Zedana Ülkesinin Kralı Tiordan, nereden ya da kimden aldığı bilinmeyen aptal bir cesaretle daha iki ay önce bozguna uğrayan ordusunun yerine şaşırtıcı bir hızla yeni bir tane toplamıştı. Mickal’a biat ederek kendisine ihanet eden, Zedana’nın batısında küçük bir şeflik olan Maragal’ın üzerine yürüdüğü ve komşusuna ders verici bir ziyarete kalkıştığı, haberi Cadı kaleden ayrıldıktan kısa bir süre sonra ellerine ulaşmıştı.

Günlerce at sürmenin yorgunluğu Daria kadar Kiana'yı etkilememişti. Hava bahar gelmişçesine yersiz ve haksız bir yumuşaklıktaydı. Gören güneye kışın hiç uğramadığına dair yemin edilebilirdi. Bu da soğuktan nefret eden Kiana için durumunun en iyi tarafıydı. Kiana, hızlı hareket ettikleri için Aghon ile yalnız kalmadığına ayrıca memnundu, bir de aptal aşık gibi etrafından dolanan bir adamla uğraşmamıştı.

Belki de bu iki ordunun son kez karşı karşıya gelmesi ise Cadı,  Sedar’ın kazanması için elinden geleni yapacak amacına ulaştığında da kendine vaat edileni alıp, ardına dahi bakmadan kuzeye dönüp ortadan kaybolacaktı. Mickal’ın güneyi işgalinde haksız olması ya da Zedana’nın Sedar’ın zalimlikleri altında esir olması zerrece umurunda değildi. Ecesi için son işi buydu ve kendisine söz verildiği gibi erkek kardeşi Kieran’ı Mickal’in elinden alacak ve Zedana’yı Sedar’ı hatta Aghon’u da geride bırakacaktı.

Ne cadıların ezeli düşmanı kamların ortaya çıkması ne de onlardan birinin kalbini kırması, zaten kırılgan olan gelecek planlarının önüne geçmemeliydi. Çocukluğundan beri üstesinden geldiklerinin yanında bir erkeğin yalanları ya da vaat ettiklerini mi göz ardı edemeyecekti. O Kiana’ydı, Ecesinin gözdesiydi, kardeşinin büyü gücü de damarlarında dolaşırken Phemedes’de kuzeyde karşısına çıkabilecek cesarette çok az Cadı vardı.

Daria’nın yardımıyla kendisine tahsis edilmiş çadırda ayaküstü yedikleri yeni bitirmişlerdi ki General Bendol’ün geldiğini haber veren muhafızın sesi çadırın bezden duvarları yüzünden boğuk bir şekilde içeriye ulaştı. Daria artık Cadı’nın ortadan kaybolmasını istediğinde attığı hızlı ve uyarıcı bakışlara alışmıştı. General içeri girdiğinde kenarda bekleyen kız yemek tepsisi ile adamın ardından dışarıya sıvışmıştı.

Orta yaşlarını geçmiş adamın saçlardan yoksun yüzünde yorgunluğu çizgi çizgi okunuyor, gerginliği çadırı hızla tarayan hırçın bakışlarından anlaşılıyordu.  “Aghon nerede?” diye soran Bendol, çadırdaki sandalyelerden birine oturmak yerine Kiana’nın önüne gelip durdu.

“Çevreyi kontrole çıktı. Savaş büyüsü için en uygun yeri arıyor.” Kiana, ne adama oturmasını teklif etti ne de onu bekledi, sandalyesine tekrar rahatça kuruldu, birleştirdiği ellerini dizinin üzerine yerleştirdi.

“Yalnız mı? Neden sen de yanında değilsin?”

General’in bu kadar gerginken latife yapmaması gerektiğini söylemeyi bir an düşünen Kiana, yorumunu umursamazca kendisine sakladı. “Eminim benim için en uygun yeri bulacaktır.”

“Eminim.” diyen General’in alaycı dudakları keyifsizce yukarı kıvrıldı.

“Bir sorun mu var General?” diye sordu Kiana. Aylardır birlikte olduğu adamı hiç böyle görmemişti.

“Geldiğinizde bana uğramanızı beklerdim. Olayları başkalarından duymaktansa…” Bendol’ün sesi çadırın bezden duvarları arasında çoğalırken bir askerden çok alıngan bir oğlan gibi çıkıyordu. “Bir saldırıya uğruyorsunuz ve bana bundan bahsetme zahmetine bile girmiyorsunuz.”

“Bir saat önce ya da bir saat sonra öğrenmeniz saldırıyı da sonuçlarını değiştirmez General.” General’in konuşmak için hareketlendiğini görünce Kiana izin vermedi. “Küçük bir şeydi ve halledildi.”

“Saldıranlardan bir kadının büyü yaptığını söylüyorlar. Doğru mu?”

Kiana “Evet doğru.” diye tereddütsüz cevapladı.

“Irkınızdan birileri Zedana tarafına mı geçti?” General aklındaki asıl soruya geldiğini belli eden bir sertlikle soruyordu.

“Güldürmeyin.” Kiana, itham edildiği ihanete küçümseyerek karşılık vermişti. “Sizi endişeli görüyorum General. Lafı dolandırmak yerine sadede gelelim. Bu sorularınızın tek sebebi gelir gelmez size rapor vermemem olamaz.”

“Savaşı hiçbir zaman hafife almadım, şimdi de almayacağım.” Sonunda oturmayı akıl eden adam, Kiana’nın karşısındaki sandalyeye kuruldu.

“Ama?” diye soran Kiana, Bendol’ün endişelerini duymak için sabırla bekledi.

“Bu ne cüret?” diye patlayan General’in sesi ile çadırın bezden kapısından içeriye başını uzatan muhafızı eliyle dışarıda kalması için uyardı. “Zedana’nın bu kadar kısa sürede toparlanıp karşıma çıkmaya kalkışmasından işkillenmiştim ama sizin bana bildirmeye zahmet etmediğiniz, bir kamın sizi öldürmeye çalıştığını öğrenince her şey yerli yerine oturdu.”

“O kam öldürüldü General.” dedi Kiana ve Ecemin de olanlardan haberi var.”

“Bir kam mı var sadece sizce?” Bendol başını iki yana salladı. “Onların tarafında kaç kişi olduğunu bilmiyoruz.”

‘Ya da aranızda.’ Kiana alaycı düşüncelerini kendisine sakladı. “Yüz yıllardır gizlendiler. İki günde meydana çıkıp, ırkları öldürülüp yok edilirken umursamamış, arkalarını dönmüş insanlar için savaşıp ölmeyi göze alacak kadar aptal olduklarını sanmıyorum. Tüm varlıkları ile ortaya çıkıp, tekrar yok edilme riskine girmezler, giremezler. Aralarından birkaç kişinin intikam hissi ile bir Cadıyı öldürme fikri ile baştan çıkmış olmasına hak veriyorum ama tümünün Zedana’nın yanında olacağını hiç sanmıyorum.”

“Düşmanınızı küçümsemeyin.”

“Asla!” dedi Kiana büyük bir inançla. “Ama beni de yabana atmayın.”

“Yine de Tiordan’ın bu gözü pekliğinin arkasında başka bir şey olduğuna eminim.”

“Son demlerini yaşayan bir adamın beyhude çırpınışları.” dedi Kiana, adamın mızmızlanmalarından sıkılmıştı. Bendol ile aralarındaki masaya parmakları ile tempolu vururken “Lurd’u sormadınız General.” dedi konuyu değiştirerek.

Ayağa kalkan adam, “Bilgi Kraliçenize lazımdı bana değil. Eminim onu da cesetle birlikte göndermişsinizdir.” dedi. Başıyla kısa sert bir selamın ardından kapıya yöneldi.

“Yine beklerim General. Böyle sohbet etmeyeli uzun zaman olmuştu.” dedi Kiana alayla.

“Umarım savaştan sonra bir daha görüşmeyiz.” Arkasına dönemeye zahmet bir etmeyen General, sertçe açtığı perdeden kapının ardında kayboldu.

“Ben de öyle umuyorum General.” Kiana, kirpiklerinin ardından adamın adımlarını zemindeki halı üzerinden takip ederken gülümsedi.


***

Aghon, Cadı’nın çadırının önüne geldiğinde dolunay dışarıda kalanların yolunu aydınlatacak parlaklıktaydı. Ordunun kamp kurduğu geniş ovada, askerlerin gergin konuşmaları, atların kişnemeleri uğultu şeklinde yayılıyordu. Kiana ile biraz mahremiyete ihtiyaçları olduğunu düşünen adam, kadının çadırının önüne diktiği muhafızları bir şeyler içmeye gönderirken Cadı’nın onları rahatlıkla duyabildiğini biliyordu. İçeri girdiğinde, her daim Daria’yı dizinin dibinde ayırmayan kadını günlerdir ilk defa yalnız buldu.

Aghon, nemli pelerinini sandalyenin arkasına attı. Her hareketinin dikkatle izlendiğinin farkındaydı. Cevabını çok iyi bilse de “Daria nerede?” diye sordu alayla.

“Az önce Orist ile gitti. Kılıç talimi yapacaklarmış.”

Aghon, Orist’ten kızı uzaklaştırmasını rica etmesine rağmen “Hayret.”  dedi. Adamın yüzünde yorgunluğun yanında bıkkınlık kol geziyordu. Yoksa bu uzun yolculuğun ardından kimsenin talim yapmaya gönlü olmadığını kadının da bildiğinden emindi. Kiana’nın sorarcasına tek kaşını kaldırması üzerine “Seni tanımasam, benimle yalnız kalmamak için kızı yanından ayırmadığını düşünürdüm.”

“Birbirimizi çok iyi tanıdığımızı iddia edebilir misin?” Kiana, bardağı masanın üzerinde evirip çevirirken içindeki sıvıyı kendi kalbinden geçenlerin çalkantısına denk bir şekilde sallıyordu. “Hiç sanmıyorum.”

"Keşke sen de kendini benim gördüğüm şekilde görebilsen." Aghon bir kaç saat önce Bendol'ün terk ettiği sandalyeye kendisini bırakırken en az General kadar endişeli görünüyordu. Biraz dinlendirebilmek için bacaklarını Kiana'nın uzun eteklerinin altında kaybolmuş ayaklarına doğru uzattı.

Kiana, "Bana ayna olmak mı istiyorsun?" diye alayla sordu. Bakışları adamdan ziyade elindeki bardaktaydı.

Aghon, "Ayna çok fazla gerçekçi olurdu, tüm kötü yanını çekinmeden ortaya döker ama bir suya baksan sivrilikleri yumuşatır, gölge ile çizgileri yok eder."

"Bazen de olduğundan büyük gösterir." Kiana, Aghon ile göz göze geldi.

Birbirini anlayıp anlamamazlığa gelmenin oyunundan ikisi de keyif almıyordu. Aghon, sandalyeye sırtını iyice yaslayarak gözlerini kapattı. Kiana, delici gözlerle bakmadığı o anda adamın yüzünün her bir çizgisinde bakışlarını gezdirdi, hatta ezberledi öyle bir an geldi ki bütün gün kendine söz verdiklerini yalanlarcasına neredeyse 'birlikte kaçalım' sözcükleri kadının kaçmasın diye sımsıkı kapadığı dudaklarından yol bulup dökülecekti.

"Benimle gel." Aghon aniden gözlerini açmış ve Kiana'nın saklamayı başaramadığı duygu ve düşüncelerin kırıntılarını yakalayabilmişti. Gördüklerinin cesareti ile ayaklarını toplayıp doğruldu. "Bu lanet savaşı arkamızda bırakıp gidelim. Bu gece, hiç beklemeden buradan kaçalım."

Kiana’nın bir kaç saniye önceki düşüncelerinin yansımaları Aghon'un ağzından büyük bir heyecanla çıkarken sadece şaşkınlıkla adamı izleyebildi. 'ayna olmak mı istiyorsun' sorusu belki rastgele ortalarına atılmıştı ama şimdi görüyordu ki ikisinin arasındaki bağ o kadar da basit değildi. Üstelik Aghon da en az kendisi gibi, hatta tutkusu onunkinden bile büyük olmalıydı ki buradan gitmek istiyor ve bunu dile getiriyordu.

Adam öne doğru eğilmiş Kiana'nın gözlerini kendininkilerle hipnotize ederken anlatmaya devam ediyordu. "Daria 'yı da yanımıza alırız. Yıldırım gibi süreriz atlarımızı öyle ki kimse bizi yakalayamaz. Güney'de birçok yer biliyorum, geçtim Mickal'i Kraliçen gelse inan bana bizi hiçbir yerde bulamaz."

Adamın vaat dolu sözleri Kiana'yı masmavi bir denizin kıyısındaki küçük bir kulübeye götürürken Aghon bir adımda aralarındaki mesafeyi aşarak kadının önünde diz çöktü. Heyecanla titreyen parmakları geniş avucunun içine alarak güven dolu bir şekilde sıktı.

"Sadece ikimiz, istemediğin hiç bir şeyi yapmak zorunda olmadığın bir hayat." Aghon'un kalın sesi özgürken yapabileceklerinin heyecanı ile daha da boğuklaşmıştı. Bir eli o ince dizdeyken diğeri çoktan yanağına konmuş ardından ensesinden kavramış, kadını kendisine yaklaştırarak sözlerinin etkisini arttırmak istercesine dudaklarına uzanmıştı.

'Öperse baş edemem.' Kiana hızla doğrulurken adamın ellerinden kurtulup çadırın uzak bir köşesine çekildi. Kafasının karışıklığı kırışan alnını ovuşturarak düzleştirmeye boşuna uğraştı. "Bu gece ne içtin ne yedin bilmiyorum ama ne olduklarını söyle de kesinlikle onlara elimi sürmeyeyim."

Kısa bir an için dizlerinin üzerinde çaresizce kalan Aghon, derin bir nefes alarak ayağa kalktı. "Sarhoş değilim, şu zamana kadar da hiç olmadım."

"Ama aptalsın." Kiana'nın sesi öfkeyle yükselmişti. "Sahip olduğum her şeyi bırakıp seninle gelmemi isteyecek kadar aptalsın."

"Anlaşılan sahip olabileceklerini hatırlatmam gerekecek." Aghon sözleri ile birlikte harekete çoktan geçmiş ve dağılmış görünen kadını kollarına almıştı bile.

Kiana boş yere çırpınırken Aghon, dudaklarının hırpalanmasına aldırmadan onu tutkuyla öpüyordu. Tüm iradesini ayakta tutmaya çalışmak şu zamana kadar Kiana’nın karşı koyduğu tüm engellerden daha da zordu. Karşılık vermemeliydi ama Aghon’un sıcak nefesi yanaklarındayken parmakları kısa saçlarını kavrayıp başını kendisine daha da bastırırken sözünde durmak o kadar zordu ki elleri istemsizce adamın boynuna dolandı.

Aldığı karşılık Aghon’da derin bir soluk almadan inlemeye dönüştü. Sadece bir an “Seni özledim.” diyebilmek için Kiana’dan ayrılmaya razı oldu.

Öpücüğü ispattan şefkate ardından arzuya o kadar hızlı geçmişti ki Kiana, Aghon’un onu ne zaman çadırdaki yastıklardan yapılmış alçak sedire doğru götürdüğünü anlayamadı. Sırtı minderlere dizleri yumuşak zemine dayandığından ne yaptığını, nasıl baştan çıkarıldığını fark etse de yine de itiraz edemedi.

Aghon, Kiana gibi dizlerinin üzerine çökerken “Herkes uyuduğunda sessizce ayrılırız.” dedi nefes nefese ama korkularından kurtulmuş bir şekilde. Öpücüğüne ara verip alnının kadınınkinde dinlendirirken sessizlikten şevk alarak planını anlatmaya devam etti. “Orist, Daria ve Ikar’ı alırız ve birkaç adamımı daha. Büyün için uygun bir yer aramaya gittiğimizi söylediğimizde nöbetçiler şüphelenmeyecektir. Kaçtığımızı anladıklarında ise bize yetişmeleri için atlarının ayaklarına kanat takmaları gerekecek.” Keyifle gülen adamın kadından derin soluklardan başka bir cevap alamadığını fark etmesi çok uzun sürmedi. “Benimle kaçmayacaksın, değil mi?”

Kiana, alnındaki baskıya rağmen başını adamı onaylarcasına sallarken yine sessiz kaldı. Konuşabileceğini zannetmiyordu. Omuzlarından kavranıp sertçe sarsıldığında dağılan saçlarının arasından adama çaresizce baktı. “Gelemem.” diye fısıldayabildi. Sesi o kadar kısıktı ki Aghon duyduğundan bile emin değildi. Adamın tekrar kendisini öpeceğini anladığında elini hızla aralarına perde yaptı. Parmaklarının altında sinirle gerilen dudakları hissedebiliyordu. “Daria’yı da yanınıza alın. Kaçtığınızı eninde sonunda anlarlar ama Bendol’ü sizin için birkaç gün oyalayabilirim. Ondan sonrası sizin maharetinize kalmış.” Adamın tüm aldatmacalarını affetmişti.

Kam kadının söylediği gibi kaleye kadını sokan kişinin ya da Lurd’un evinde olduklarını düşmana sızdıran kişinin Aghon olduğuna artık inanmıyordu. Kendisini öldürecek olsa eline geçen birçok fırsatı kolayca kullanırdı, hele ki bir kam için fırsata bile ihtiyacı yoktu. Adam aylarca yanında gezmişti. Kızdığı noktanın onun gerçek kimliğini bilmemek olduğunu şimdi anlıyordu. O yüzden az önce buradan uzaklaşmaları için onlara bir şansa tanımak istemişti. Bendol’ün yine bu çadırda şüphelerinden ve endişelerinden bahsetmemiş miydi? General Aghon’un bir kam olduğunu öğrenirse işler daha da karışırdı ve Kiana onu koruyamazdı. Diğer tarafta kendisine karşı kullanılan kardeşi varken ne onunla kaçabilirdi ne de onu koruyabilirdi.

Aghon, dudaklarının üzerindeki ince parmakları şefkatle öptükten sonra şaşırtıcı bir sakinlikle ayağa kalktı. Kiana’yı ilk defa bu kadar solgun görmüyordu ama yukarıdan kadını süzerken çadırdaki mumların azlığına da lanet etti. Onun ne hissettiğini anlamak için neler vermezdi ki. Az önce öpüşüne aynı tutkuyla karşılık verirken aklından geçenlerden ziyade asıl yüreğinden geçenleri öğrenmek istiyordu. “Sensiz bir yere gitmiyorum.”

“Beni beklersen aptallık edersin.” dedi Kiana. Tüm o duygusallıktan kolayca sıyrılmış ve sırtını yastıklara gamsızca dayamıştı. “Savaş bittikten sonra kuzeye Ecemin yanına gideceğim ve orada sana yer yok.” İster Kam olsun isterse bir insan Aghon’un Cadıların arasında hiçbir zaman yeri olmayacaktı. Kiana, her şey bittikten sonra kendi halkının arasına dönmeyecek olsa da Aghon’un bunu bilmesine gerek de yoktu, erkek kardeşi ile kuracakları düzende onun varlığı sadece bir sorun olurdu.

“Bu kadar mı güce tapıyorsun? Normal sıradan bir kadın olamaz mısın?” Aghon, hayal kırıklığı ile konuşuyordu.

Kiana keyifli bir kahkaha attı. “Bir insanın bunu anlaması çok zor.” dedi alayla.  Evet sıradan bir kadın olacaktı ama önce kardeşini kurtaracaktı. Aghon’un hiçbir şey söylemeden öfkeyle kendisini süzdüğünü görünce “Benden ümidini kes. İkimiz de yalnızdık eğlendik, o kadar. Başka bir şey olmayacak.” dedi artık sıkıldığını belli eden bir şekilde.

Aghon, kadını başıyla selamladı ve pelerinini alırken “Sizi eğlendirdiysem ne mutlu bana. Yine öyle bir gece isterseniz çağırmanız yeterli.” dedi öfkeyle.

Kiana, çadırın bez kapısı gidenin rüzgarı ile sallanıp durulduğunda “Hiç sanmıyorum.” diye mırıldandı.

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6