Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Acmert

Sayfa: 1 [2] 3 4
16
Müzik / Saian Sakulta Salkım
« : 16 Ağustos 2013, 23:47:29 »
Saian Sakulta Salkım


Gerçek adıyla Güney Erkurt, 1983 yılında Mersin'de doğmuş rap sanatçısıdır. İstanbul Teknik Üniversite'sinde okumuştur. Bir çok rapçi tarafından Türkçe Rap'in en kaliteli sanatçılarından biri olarak kabul edilmektedir. En sevdiği yazarlar Atilla İlhan ve Nazım Hikmet olmakla birlikte Murat Menteş'in de sıradışı bir yazar olduğunu düşünmektedir.

Forumda Türkçe Rap sanatçısı olarak yalnızca Şanışer ve Sagopa Kajmer'in bulunduğunu gördüğümde paylaşım adına aklıma ilk gelen rapçi oldu Saian. Rap'e ilgili olmayanların bile seveceğini düşündüğüm bir rapçidir.


Önerebileceğim Saian şarkılarından birkaçı:

Boykot

Suç

Feleğin Çemberine 40 Kurşun

Soyun Kurur (ft. Allame)

17
Kurgu İskelesi / İki Kurşun
« : 12 Ağustos 2013, 00:52:05 »
GİRİŞ

Yirminci yüzyılın ortalarına doğru, Tanrı’nın unuttuğu şehirlerden sadece biri olan Mavenas, devasa bir dağın eteklerine kurulmuş görkemli bir yerdi. Tamamı taşlarla oluşturulmuş bu şehir, milyonlarca yıl öncesinden kalmış olsa da beş yüzyıl önce keşfedilmiş ve insanlar buraya akın etmişti. Dünyadaki tüm şehirlerden daha büyük olan bu yerin ehlileştirilmesi zor olmuştu. Yüzlerce farklı halktan kurulmuş bu yerin karmaşadan ve toprak savaşlarından kurtulabilmesi için gereken yüzyıllardan sonra iki galip vardı. Bunlardan birinin ismi Medulas Halkı idi.

Diğer halklar binlerce kişilik nüfusa sahip olsalar da Medulas Halkı bu şehre geldiğinde sadece yirmi kişiydi. Tüm halklar aynı zaman dilimi içinde gelmişti fakat Medulas Halkı onlardan kırk yıl kadar sonra birden ortaya çıkmışlardı ve yavaşça kurulmaya başlamış düzeni yerle bir etmişlerdi. Kökenlerinin diğer dünya devletlerinden hangisine dayandığı bilinmiyordu. Medulas Halkının genelde zekâ ve savaşçılık özelliklerine bir arada sahip olan tek halk olması onların bu savaşlardan galip olarak çıkmalarının temel sebebiydi.

İlk olarak Türkler tarafından durdurulmaya çalışılmıştı Medulaslılar. Şehrin sınır boyunda süren bu savaşı kaybeden, zaten düzeni kurmak için diğer devletlerle savaşan Türkler olmuştu. Medulaslılar tarafından şehirde dağıtılan Türkler getirdikleri ve geldikten sonra kazandıkları tüm zenginlikleri Medulaslılar’a bırakmak zorunda kalmışlardı. Türklerin yıkılışındaki en büyük sebep ise liderlerini kaybetmiş bir toplumun dağılmasının çok kolay olmasıydı.

Medulaslılar sadece yirmi kişiyle girdikleri bu büyük savaştan galip ayrılmanın gururuyla Türklerin bıraktığı topraklara yerleşmişlerdi. Nüfusları, kazandıkları Türk köleler ve onlara katılan diğer birkaç az nüfuslu halklar ile neredeyse yirmi katına çıkan Medulaslılar, askeri kuvvetlerin tamamını Türk askerlerinden oluştursalar da bu askerlerin liderleri genç ve yetenekli Medulaslılar olmuştu.

Medulaslılar galibiyetlerinden sonra diğer halklar tarafından kabul edilseler de hiçbir zaman sevilmemişlerdi. Uzun bir süre boyunca düzenli olarak İspanyol akınlarına maruz kalan ve yine onlar tarafından yapılan hırsızlıklara tahammül edemeyecek duruma gelen Medulas halkının Efendi’si  Varon Putan, sekiz bin kişilik İspanyol Ordusu’na saldırmıştı. Ve herkes Putan’ın asıl amacının askeri bir galibiyet olduğunu sanıyordu. Savaş başladığında, Ana Yurtlarını terk edip Mavenas şehrine gelen ve halklarını yönetmekten vazgeçmeyen İspanyol Kraliyet Ailesi’nin tüm üyeleri, bizzat Efendi Varon’un ve oğlu Cord’un suikastçı rolü oynadığı saldırıyla katledilmişti. Medulas Ordusu tamamen yok edilse de onları yönetecek kimse kalmayan İspanyol Ordusu yok edilen Medulas Ordusunun yerini almıştı.

Artık neredeyse en güçlü devlet haline gelmiş Medulaslılar girdikleri her savaşı kazanıyorlar ve Mavenas hâkimiyetine ulaşma yolunda tereddütsüz ilerliyorlardı. Birkaç yıl önce babasını kaybetmiş olan ve şehirdeki tek lider konumuna gelmek için savaşan Cord’un yolunda tek bir engel kalmıştı artık. En az onun kadar güçlü olan İngilizlerin lideri Walter Harmond. Harmond’un İngiliz askerleri ateşli silahlar kullanımında devletteki tek orduydu. Şehre yerleştikleri zamanlarda savaşmayı beklemediklerinden dolayı hiçbir halk yanında ateşli silahlar getirmese de Baba Harmond’un küçük ama düzenli bir ordusu ve yanlarında uzun yıllar yetecek kadar ateşli silahları vardı. Medulaslılar gibi onlar da tek tek diğer halkları hâkimiyetleri altına almışlardı ve ufukta son bir savaş vardı.

Ancak ne Cord ne de Harmond savaşmak istiyordu. Bundan dolayı iki lider sadece ikisinin olduğu bir tarafsız bölgede antlaşma hazırlamak üzere masaya oturdular.

Mavenas tarihine İlk Antlaşma ismiyle geçen bu pazarlığın tam olarak sonuçlanması yirmi saat kadar sürmüştü. Antlaşma oldukça detaylı olsa da göze çarpan en önemli maddelerden birisi, bir daha asla ateşli silah kullanılmayacak olmasıydı. Şehrin merkezinde, resmi bir törenle tüm ateşli silahlar yok edildi ve şehirde kullanım kesin olarak yasaklandı. Bir diğer madde ise şehrin kuzeyinin ve batısının Medulaslılara, güneyinin ve doğusunun İngilizlere verileceği üzerineydi. Şehrin tam ortasında devasa bir toprak parçası bırakılacaktı. Merkez adı verilen bu topraklarda ise hem Medulaslıların hem de İngilizlerin sahip oldukları tüm köleler yaşıyor olacaktı. Bu kölelerin tamamı bu iki halka hizmet edecekler ve bu çetin mücadeleyi kaybetmiş olmanın cezası ile bir daha asla seslerini çıkaramayacaklardı.

Antlaşma hiç bozulmamıştı, ta ki antlaşmayı hazırlayan iki halkın liderleri de yatak odalarında kalplerinden yedikleri tek kurşunla öldürülmüş halde bulunana dek.

18
Televizyon / Televizyon İndeksi
« : 20 Mayıs 2013, 13:30:02 »
0-9

100 Questions

A

Acayip Hikayeler
American Horror Story
Angel
Anında Görüntü Show
Arka Sıradakiler
Arrow
Avrupa Yakası

B

Band of Brothers
Battlestar Galactica
Battlestar Galactica: Blood and Chrome
Beyaz Show
Breaking Bad
Brothers Barbarian
Buffy the Vampire Slayer

C

Camelot
Carnivale
Chuck
Clash of the Gods
Conan O’Brien

Ç

Çok Güzel Hareketler Bunlar

D

Da Vinci’s Demons
Defiance
Dexter
Disko Kralı
Divine The Series
Doctor Who
Doll House

E

Elveda Rumeli
ES-ES
Ezel

F

Falling Skies
Family Guy
FlashForward
Flight of the Conhords
Friends
Fringe

G

Game of Thrones
Ghost Whisperer

H

Hannibal
Harper’s Island
Hatırla Sevgili
Heroes
House M.D
How I Met Your Mother

I

It’s Always Sun in Philadelphia

İ

İşler Güçler

K
Kavak Yelleri
KİTT
Komedi Dükkanı
Kyle XY

L

Law and Order: Special Victims Unit
Legend of the Seeker
Leverage
Leyla ile Mecnun
Lost
Lost Girl

M

Malcolm in the Middle
Marchlands
Master Chef
Masters of Horror
Matrax
Merlin
Miami Ink
Misfits
Moonlight
Muhteşem Yüzyıl
My Name is Earl

N

NIP/TUCK

O

Orphan Black
Once Upon A Time
OZ

P

Persons Unknown
Planet Dinasours
Planet Earth
Prenses Perfinya
Primeval: New World
Prison Break
Prophets of Science Fiction
Pushing Daisies

R

Revolution
Robin Hood

S

Scrubs
Shameless
Sherlock
Spartacus
SpongeBob SquarePants
Skins
Smallville
Star Wars: Klon Savaşları
Suits
Supernatural
Susam Sokağı
Suskunlar

T

Terra Nova
The Addams Family
The Big Bang Theory
The Cape
The Dead Zone
The Dresden Files
The Lost Room
The Newsroom
The O.C
The Secret Circle
The Simpsons
The Walking Dead
True Blood

U

Unsere Mütter, Unsere Vater
Unutma Beni
Uzay Yolu

V

Vikings
Visitors

W

Workaholics
Warehouse 13

Y

Yemekteyiz
Yol Arkadaşım

19
Yazarlar / Aldous Huxley
« : 18 Mayıs 2013, 02:20:14 »

Dünyaca ünlü İngiliz şair ve yazar Aldous Huxley, 1894'te İngiltere'de dünyaya geldi. On altı yaşında, geçirdiği bir rahatsızlık sonucu bir yıl kör kalması, Huxley'in iç dünyasını keşfetmesine olanak verdi. Yirmili yaşlarının başında şiir ve öyküler yazmaya başlamasına karşın, yazın dünyasında ilk tanınışı "Crome Yellow / Krom Sarısı" (1921) adlı romanıyla oldu. Bunu izleyen romanları Antic Hay (1923), Those Barren Leaves (1925) ve Point Counter Point (1925), Huxley'nin çağdaş toplumun kusurlarını zekice olduğu kadar, acımasızca yargıladığı birer dahiyane taşlamadır. En bilinen eseri olan Cesur Yeni Dünya'nın (1932) da aralarında bulunduğu birçok romanında yazarın, II. Dünya Savaşı öncesinde tehlikeli bir şekilde kontrolden çıkmakta olduğunu hissettiği toplumun karmaşasına gösterdiği düşünsel tepkiler kolaylıkla hissedilebilir.

Darwin'in ateşli savunucularından ünlü biyolog Thomas Henry Huxley'in torunu, yine ünlü biyolog Sir Juilan Huxley'in kardeşiydi. Annesi şair ve denemeci Matthew Arnold'ın yeğeniydi. Babası Leonard Huxley ise Cornhill dergisinin sahibi ve yöneticisiydi. Bilimi ve edebiyatı birleştiren bu entelektüel miras Huxley'in dünyaya bakışının temelini oluşturdu. 1908-1914 yılları arasında yaşadığı üç sarsıcı olay; annesinin ölümüyle ailesinin dağılması, Eton'da öğrenciyken onu neredeyse kör olma noktasına getiren göz hastalığı ve kardeşinin intiharı Huxley'in tüm gençliğini etkiledi ve hayatında silinmez izler bıraktı. Yazar, yaşamının sonuna kadar göz hastalığıyla savaşmak zorunda kaldı.

1916-1920 yılları arasında, daha çok Fransız Simgecileri'nin etkisini taşıyan şiirlerden oluşan dört kitap yayımladı. Askerlikten muaf tutulan Huxley, bir süre bir çiftlikte tarım işçisi olarak çalıştı. 1919'da Maria Nys ile evlendi. Kısa öykülerinin yer aldığı Limbodan (1920) sonra kendisini üne kavuşturan "Crome Yellow / Krom Sarısı" (1921) adlı ilk romanı yayımlandı. Romanı F. Scott Fitzgerald övgüyle karşıladı. 1923'ten sonraki yıllarının büyük bölümünü İtalya'da geçiren Huxley, 1930-1937 arasında Güney Fransa'da yaşadı. 1925'te yayımlanan romanı "Those Barren Leaves / Şu Kısır Yapraklar"ı W. B. Yeats İngiliz romanına felsefenin dönüşü olarak değerlendirdi.

Huxley'in ilk "fikir romanı" sayılan "Point Counter Point / Ses Sese Karşı" (1928) ününü daha da pekiştirdi. Ama ona asıl ününü "Brave New World / Cesur Yeni Dünya" (1932) adlı gelecekçi yergi romanı sağladı. Huxley, 1937'de ABD'ye gitmek üzere Avrupa'dan ayrıldığında ününün doruğundaydı. Aynı yıl ikliminin gözlerine iyi geleceği inancıyla Kaliforniya'ya yerleşti ve ölünceye kadar orada yaşadı. 1954 yılında yayımlanan "The Doors of Perception / Algı Kapıları" (1954) ve devamı niteliğindeki "Heaven and Hell / Cennet ve Cehennem" (1956) geniş yankılara yol açtı. Kitap "beat kuşağı"nın başucu yapıtlarından biri oldu. The Doors topluluğu adını bu kitaptan esinlenerek aldı, ayrıca yapıt The Beatles'in Sergeant Pepper albümüne esin kaynağı oldu. 1955'te Maria Huxley öldü. Aldous Huxley, bir yıl sonra psikoterapist Laura Archera ile evlendi.

1958 yılında "Brave New World Revisited / Yeniden Ziyaret Edilen Cesur Yeni Dünya" yayımlandı. 1962'de yayımlanan "Island / Ada" son romanıdır. Aynı yıl Los Angeles'deki evi yandı. Huxley, kendi sözleriyle artık "mülksüz ve geçmişi olmayan" bir adamdı. Huxley, 22 Kasım 1963'te Hollywood'daki evinde hayata gözlerini yumdu.

1940'lı yıllardan sonra Doğu mistisizmine ilgi duymaya başlayan Huxley'nin; bir yaşam boyu sürdürdüğü arayışını, ölmeden bir yıl önce yazdığı "Ada" adlı romanında, Zen Budizm'inde noktaladığını anlıyoruz. [*]Alıntıdır[/*]

20
Yazarlar / Robert A. Heinlein
« : 18 Mayıs 2013, 02:08:55 »


Robert Anson Heinlein (7 Temmuz 1907 – 8 Mayıs 1988), ABD'li roman ve bilim kurgu yazarıydı. Sıklıkla "bilim kurgu yazarlarının duayeni" olarak tanımlanan Heinlein, sert bilim kurgu türünün en popüler, etkili ve tartışılan yazarlarındandı. Bilim kurgu eserlerinde bilim ve mühendislik bakımından akla yatkınlık ölçütlerinin yükselmesini ve türün edebi kalitesinin artmasını sağladı. 1940'larda, The Saturday Evening Post gibi genelde ana akım eserler yayımlayan dergilere yalın bilim kurgu eserleriyle sızmayı başaran ilk yazar oldu. Çağdaş kitle pazarlama döneminde, roman boyutunda çoksatar bilim kurgu eserleri veren ilk yazarlardan biriydi. Heinlein, Isaac Asimov ve Arthur C. Clarke uzun yıllar boyunca "bilim kurgunun büyük üçlüsü" olarak anıldı.

Heinlein'ın ürettiği bilim kurgu eserlerinde sıklıkla kullanılan bazı sosyal temalar mevcuttu: bireysel özgürlüğün ve özgüvenin önemi, bireylerin topluma karşı görevleri, örgütlenmiş dinin kültür ve hükümet üzerindeki etkisi, toplumun genel görüşlerine uymayan düşüncelerin toplum tarafından bastırılması vb. Ayrıca fiziksel ve duygusal aşk arasındaki ilişki, sıradışı ailevi ilişkiler ve uzay yolculuğunun kültürel uygulamalar üzerindeki etkisi gibi konuları ele aldı. Bu konuları yerleşmiş fikirlere aykırı biçimde ele alması, eserlerinin çok farklı şekillerde algılanmasına ve hatta kimi zaman birbiriyle çelişkili olduklarının öne sürülmesine sebep oldu. Örneğin 1959 tarihli Yıldız Gemisi Askerleri romanı militarizmin, hatta bir yere kadar faşizmin savunusu olarak değerlendirildi. Oysa romanda safi militarist düşüncenin değişmezliği ve aptallığına ilişkin pek çok bölüm vardı. Öte yandan 1961 tarihli Stranger in a Strange Land romanı Heinlein'ın beklenmedik şekilde cinsel devrimin ve karşı-kültür hareketinin öncüsü olarak değerlendirilmesine, poliamori ya da sorumlu poligami kavramlarını popülerleştiren kişi sayılmasına yol açtı.

Heinlein romanlarıyla dört defa Hugo Ödülü kazandı. Yayınlanmalarından elli yıl sonra üç romanı daha, geçmişte ödül verilmemiş yıllar için geriye dönük verilen "Retro Hugo" ödülüne değer görüldü. Ayrıca Heinlein, Science Fiction Writers of America'nın hayat boyu başarı alanında verdiği Büyük Usta Ödülü'nün de ilk sahibi oldu.
Ölümünden sonra eşi Virginia Heinlein yazarın mektuplarını ve notlarını bir araya getirerek bir tür otobiyografik kariyer değerlendirmesi hazırladı. Bu çalışma 1989'da Grumbles from the Grave adıyla yayınlandı.
Heinlein'ın eserlerinde kullandığı "grok", "TANSTAAFL" ve "waldo" gibi bazı terim ve kelimeler daha sonra İngilizce dilinin birer parçası haline geldi.

İlk hikâyesi "Hayat-Çizgisi" 1939 yılında yayınlanmıştır. [*]vikipedi'den alıntıdır[/*]

22
Kurgu İskelesi / Müdür Yardımcısı
« : 23 Mart 2013, 18:34:11 »
BİR

Ömer, Ordu’nun küçük bir köyünde doğmuştu. Doğduğu köyde hastane, okul gibi imkânlar yoktu. Sadece bir muhtarlık vardı, onun da sadece muhtara yararı. Ömer’in doğduğu sene onunla birlikte onlarca çocuk daha doğmuştu. Bunu Allah’ın bir hediyesi olarak gören köy halkı, yeni doğan çocukları daha iyi imkânlara kavuşturabilmek için ellerinden geldiğince yardım yapıp, çalışıp, terini çimentoya karıp okul yapmışlardı.

Ömer yedi yaşına geldiğinde yaşıtlarıyla okula başlamıştı. Muhtar o sene kaymakama gidip, okul yapıldığını söylemiş ve öğretmen ataması istemişti. Okula atanan öğretmen, yıllarca büyük okullarda müdür yardımcılığı yapmış ve sonunda tüm bunlardan sıkılıp küçük çocukları “düzgün” eğitmeye karar vermiş bir adamdı. Şans bu ya, onun da adı Ömer’di!

Ömer Hoca, sert bir adamdı. Saçları dökülmeye başlamıştı ve her yerlerine ak düşmüştü. Dişleri sigara içmekten sararmıştı ama buna rağmen her gün temizlenirdi. Çünkü temizliğin her şeyden önce geldiğine inanır, çocuklara da bunu göstermek isterdi. Bir tek ilkesi vardı aslında. Bu çocukları vatana millete hayırlı neferler olarak yetiştirmek ve onlarla gurur duymak. Ve bunun için onları döverdi. Evet, döverdi! Disiplin şarttı. Disiplinsiz hiçbir şey olmaz, çocuklar dünya şartlarını anlayamaz ve sonunda iğrençliklere bulaşırlardı. Evet, efendim, uyuşturucu satıcısı olmamak için dayak yemek şarttı.

Ömer tam beş yıl bu hocadan çekti de çekti. Kravatını bağlamasa dayak yerdi, kaleminin ucunu kırsa dayak yerdi, sıraya çizik atsa dayak yerdi. Hele bir de ödevini yapmasın, işte o zaman mahvolurdu. Disiplin şarttı. Yedi yaşında bir çocuğun hayatını kazanması için, yüzüne vurmak şarttı. Çünkü merhametten maraz doğar demişti atalar.

Ömer beşinci senesinin sonunda, yoruldum dedi. Bıktım, gidelim dedi. Babası da hoşnut değildi zaten öğretmenden. Kim çocuğunun dayak yemesini isterdi ki? Ancak ne zaman öğretmene sesini çıkartsa, öğretmen bu köyden gitmekle tehdit ederdi. Diğer aileler onu susturur, “kim böyle bir köye gelmek ister ki, bırakalım işini yapsın adamcağız,” derlerdi. Ömer’in babası da sesini çıkartmaz, göz yumardı.

Ömer gitmeden önce okula ve öğretmene bakıp “ben de öğretmen olacağım ve hiçbir çocuğa senin gibi davranmayacağım!” dedi. Sonra gittiler köyden.

İKİ


Liseyi de kimi öğretmenden çekerek, kimiyle de birlikte sigara içip sohbet ederek bitirdi Ömer. Çok insan tanıdı. Birçoğunu sevmedi ancak tecrübelendi onlar sayesinde. Son sene sınava girdi, Matematik öğretmenliğini kazandı.

İstanbul’da okudu üniversiteyi. Alkol, sigara ve kızlar vardı etrafında. Ancak o gözünü kapadı bunlara. Babası onu okutmak için yıllarca çalışmıştı. Onu utandıramazdı. Sadece ders çalıştı. Okudu, öğrendi, pekiştirdi. Matematik onun gibi bir insanı da almıştı ya etrafına, keyfine diyecek yoktu! Sonunda bitirdi üniversiteyi. Hem de birincilikle!

Sınavlarda gösterdiği başarılar sayesinde istediği yere atanabildi. Ordu’ya geldi. Dizini kırıp, annesinin yanına oturdu. Yaşlanmıştı annesi, babası gibi. Yılların onca yükünü birlikte omuzlamışlardı ne de olsa. Şimdi vakit, Ömer’in onlara bakma vaktiydi.

Ne kadar insan tanısa da Ömer, ilkokul öğretmeni gibisini tanımamıştı asla. Ondan nefret ediyordu ve istediği son şey onun gibi biri olmaktı. Olamazdı zaten. İyi bir öğrenci olmuştu ancak bu yolda insanlığını kaybetmemişti. Şimdi düzgün öğrenciler yetiştirme vaktiydi. Ancak onları dövme yoluyla değil, sevgi yoluyla.

Atandığı okulda yıllarca çalıştı. Kimi zaman sessiz sakin, terbiyeli mi terbiyeli öğrencilerle tanıştı. Kimi zamansa terbiyesiz, fırlamalarla… Ancak her şeye rağmen onlara tek bir fiske vurmadı. Onları sevdi. Öğrenciler de onu sevdi. En sevdikleri öğretmen Ömer’di çoğu zaman. Sevilen öğretmen olmak, her şeyden önemliydi.

Kırklı yaşlara geldi Ömer. Arkasında onlarca mezun bırakmıştı. Şimdi onlar da hayatlarında iyi insanlar olmaya çalışıyorlardı.

Öğretmen arkadaşlarının da saygı duyduğu biri olmuştu Ömer. Bir gün Müdür Yardımcısı Fazıl Bey, emekli olacağını söyledi ve öğretmenlerden biri de onun yerini alacaktı. Öğretmenler odasındaki heyecan görülmeye değerdi. Sonunda Fazıl Bey dayanamadı ve sevilen öğretmen Ömer Bey’in bu görevi sonuna kadar hak ettiğini açıkladı.

O an her şey değişti. Ömer Bey, artık Müdür Yardımcısıydı. Ancak bu sadece maaşını ve yetkilerini değiştirmeliydi, kişiliğini değil.  Ama başka şeyler de değişti. Aynaya baktı. Yüzü değişiyordu. Kırışıyordu yüzü ve saçları… Saçları yer yer dökülüp beyazlıyordu. Ömer korktu. Ona ne oluyordu? Dişleri sararmıştı. Ve sonunda olması gereken şeye dönüştü: bir müdür yardımcısına.

ÜÇ

Her zaman iyi biri olamazdınız. Sonunda bir şey gelir sizi değiştirirdi. Ömer değişmek istememişti. Ancak değişmişti. Odasına götürdü Fazıl Bey onu. Neler yapacağını anlattı uzun uzun. Müdür yardımcıları asla susmazlardı ne de olsa!

Sonunda yalnız kaldı. Lanet olsundu, dış görünüşü değişmişti ve kimse fark etmemiş miydi? Artık bir müdür yardımcısı olabilirdi ancak hala derslere girmekle yükümlüydü. Sınıfa gitmeli ve öğrencilerin değiştiğini fark edip etmeyeceğini kontrol etmeliydi.

Sınıfa yürüdü ve kapıdan içeri girdiği anda arkalardan bir ses çalındı kulağına. “Geldi yine!” diye mırıldanıştı bu. Başka biri de yüksek sesle homurdandı. Onu seven öğrenciler neden şimdi böyle yapıyorlardı? Neden böyle oluyordu?

Doğrudan tahtaya yürüdü ve anlatmaya başladı. Böyle yapmamalıydı. Normalde öğrencilerle sohbet ederdi. Sonra durdu. Arkasına döndü. Sınıfa baktı. Bıkmış yüzler gördü. Ve beyninde bir şey onları taradı. Sonunda aradığı şeyi buldu. En arkada oturup, esneyen terbiyesiz! Çocuğa bağırdı. Bunu istemiyordu. Ona şakayla karışık takılmalıydı, bağırmamalıydı. Çocuk özür diledi. Bu yeterli değildi. Terbiyesizliğinin cezasını almalıydı.

Çocuğun yanına yorgun vücudunun elverdiği hızla gitti. Ve ona vurdu. Sonra geri döndü. Tekrar tahtanın başına geçti. Bu sırada gözüne bir şey takıldı. Bir ayna. Kapının yanındaki aynaya yürüdü ve dikkatle ona baktı. Gördü. Yıllar önce kaybettiği dostunu gördü. O yaşlı adamı gördü. Olmamaya yemin ettiği adamı gördü. Ve içinde onu durdurmaya çalışan, eski Ömer’in kişiliği son kez çırpındı.

Ve o da öldü…

23
Kurgu İskelesi / Kanserin Karanlık Tarafı
« : 16 Mart 2013, 17:01:51 »
Bir

Önce gümüşi toplar ateşlendi. Topların düştüğü yerden çığlıklar yükseldi kızıl göğe. Yerler ölülerin kanlarıyla doldu. Bir emir yükseldi ardından, devasa Ak Ordunun saldırmasını söyleyen. Saldırdılar. Ölüme yürüdüler. Ve kalanları tek tek, kılıçtan geçirdiler. Sağlıklıları, yaralıları ve hatta ölüleri bile. Savaş kazanılmıştı. Yerler irinle dolarken,  Ak Ordu ayrılmaya hazırlandı ve evine geri döndü…

İki

Drack, yattığı yerden gelen beklenmeyen bir tepki ile havaya fırladı.  Aslına bakılırsa bu yatakta çok uzun bir süre kaldı bile denilebilirdi. Üç gün. Üç gün dayanan bir yatak bu bölgede zor bulunurdu.

Drack düştüğü yerden, eliyle yerden destek alarak kalktı. Üzerindeki ince, koruyucu üniformayı üzerinden sıyırdı. Üniforma derisine yapışmıştı ve çıkartırken derisinin bazı yerleri tahriş olmuştu. Acıyla inledi. Daha sonra yattığı yerin kenarındaki kırmızı ve topak halindeki çantayı aldı. Çantanın içinden tıpkı üzerinden sıyırdığı gibi bir üniforma daha çıkarttı. Üniformayı üzerine giydiğinde tahriş olan bölgelerin acısı geçti ve Drack rahatladı.

Çantadan bir kemer çıkarttı. Kemeri beline taktı ve ardından kemerin üzerine işlenmiş gözeneklerin birine ince, gümüş rengi ve oldukça keskin bir kılıç taktı. Bu düşmanlarının fark etmeyeceği kadar hızlı, tehlikeli ve kullanışlı bir kılıçtı. Ardından kemerdeki daha geniş gözeneklerden birine çantanın içinden çıkarttığı ve normal şartlarda çantaya sığmaması gerekecek kadar büyük bir kılıç taktı. Uzun kılıç çok güçlü bir silahtı.

Çanta, içinde bulunması mantıklı olmayacak kadar çok şeye sahipti. Drack çantadan bir matara çıkarttı. Saydam mataranın içindeki gri sıvı bedenine anlık bir enerji getirdi. Sıvının içinde su, protein ve karbonhidrat bulunuyordu. Tüm gün duyacağı yiyecek ihtiyacı bir anda karşılanmış oldu.

Drack çantayı bir hareketle kilitledi ve sırtına takıp dışarı çıktı. Önünde bu sabahki içtima için bekleyen Ak Ordu çıktı. Her biri Drack’ın girişi ile heyecanlandı ve mümkün olduğunca hızlı bir şekilde hizaya girdiler.  Her sabah olduğu gibi bu sabahta hızla sayım yapıldı ve bir gün önceki savaşın kayıpları tespit edildi. Sonunda her şey tamamlandığında Drack askerlere konuşma yapmak üzere öne çıktı.

“Dün gece, Beyin Birliğinden sinirler aracılığıyla bir tebrik haberi geldi. Birlik, her birinizi tek tek kutluyor ve zaferin ödüllendirileceğinden haberdar olmanızı istiyor.  Savaşın sonuna yaklaştığımızı bilmeniz gerektiğini düşünüyorum. Her gün ayrı bir ordumuzdan gelen zafer haberleri sadece beni değil, herkesi memnun ediyor diye düşünmekteyim. Beyin Birliği de böyle düşünüyor. Büyük galibiyete çok yakınız. Ancak tahmin edebileceğiniz gibi büyük zaferler kolayca gelmiyor. Zafer yakın ancak arada tek bir engel var. Üzülerek söylemek istiyorum ki, beyinle bağlantılı olan alyuvar hücrelerinin yolu büyük bir virüs ordusu tarafından sarılmış durumda. Beyin beslenme konusunda çok güçlük çekiyor. Bana zafer teşekkürünü getiren hücre yolda defalarca saldırıya uğradığını söyledi.

 Tümör yok olmak üzere ancak kalanın etkin olduğu noktalardan biri de söylediğim gibi beyne bağlı alyuvar hücreleri birliği. Bu gün hepinizden hazırlanmanızı bekliyorum. Yarın bu büyük virüs ordusunu yok etmek üzere köprücüğe doğru yola koyulacağız. Eğer zafer gelirse kanser yok edilmiş olacak. Mağlup olma seçeneğini gündeme getirmek istemiyorum bile. Yaşasın Büyük Akyuvar Ordusu!”

Üç

Ordu hazırdı. Köprücüğe ulaşmış ve inanılmaz büyüklükteki düşman ordusunu görmüştü. Askerlerin umudu kırılmış da olsa, Drack’ın sürekli olarak verdiği vaazlar onları zinde tutuyordu.

Savaş başlamak üzereydi. Arada bir serseri virüs ordusunun içinden küfür haykırışları geliyordu ve onlar bunu yaparken Drack’a da ordusunu sakinleştirme görevi düşüyordu. Sonunda iki ordu da sabırsızlanmıştı. Bunun üzerine Drack ordunun başına yürüdü. Kılıcını havaya kaldırdı ve boğazının ona verdiği tüm güçle bağırdı:

“Zafeeeer!”

Drack koştu. Karşısına çıkan ilk virüs, sarıydı. Yüzünün her bir yanı yanıkla doluydu, çirkinliği Drack’ın midesini bulandırmıştı. Drack ondan nefret ediyordu. Kılıcını karnına sapladı ve virüsün içinden gelen iğrenç bir koku ona olan nefretini kat kat arttırdı. Ve yeni rakibinin üzerine yürüdü.

Kırmızılar kuşanmış bir alyuvar hücresiydi bu. Lanet olasıcalardı bunlar! Hangi yaratık vücuda ihanet eder ve onu ölüme sürüklemek isterdi ki? Kılıcını alyuvarın beynine doğru savurdu. Alyuvar boş değildi. O da kılıcıyla karşılık verdi. Kötülüğünün ona getirdiği iğrenç kokusuyla Drack’ın burnunun direğini sızlattı. Drack onun karnını da ince kılıcını saplayarak patlattı. O da yere düştü.

Sonra Drack onu gördü. Kaçmaya çalışan, bir akyuvar hücresi. Savaş galibiyete sürükleniyordu. Ve bu akyuvar hücresi kaçıyordu, öyle mi? Drack koştu. Hücre koştukça o daha hızlı koştu ve onu karanlık bir kemik arasına kadar takip etti. Onu yakaladığında akyuvar hücresi onu bekliyordu. Bu Drack’ın beklediği bir yüz değildi.

Dört

“Kardeşim,” dedi akyuvar hücresi ona. Sırıtıyordu.

“Sen!” diye şaşkınlığını ifade etti Drack. Karşısındaki yüz bir zamanlar kendisiyle birlikte orduyu yöneten kardeşi Markur’du. Onu tam üç yıldır görmemişti. Kanser çıktığından beri…

Kardeşi eskiden ordunun en önde geleniydi. Beyin Birliğini zaferlerle coştururdu ve ailenin gururuydu. Sonra sorgulamıştı. Neden savaştığını. Ve kötülük tüm bedenini ele geçirdiğinde, karanlığa sürüklenmişti. Virüsleri ve bakterileri delirmeye yüz tutmuş hücrelerde birleştirip Kanser adı verilen isyanı başlatmıştı.

“Seni yanıma almak için geldim kardeşim,” dedi Markur.

“Sana katılmayacağım. Ben bu vücuda hizmet ediyorum. Geri gelmemeliydin. Yapmam gerekeni yapacağım. Seni de isyanı da sona erdireceğim.”

“Beni dinleyeceksin,” dedi kardeşine Markur.  “Neden bu vücuda hizmet ediyorsun. Neden alyuvar hücrelerini koruyorsun. Neden hayatı boyunca bu saçma ve kötülükle yoğurulmuş vücudu yaşatmak üzere doğup, ölen hücreleri koruyorsun. Hepimiz özgür olmalıydık kardeşim. Ben oldum da. Ama seni öldürmeyeceğim. Bana katılmalısın. Eğer bana katılırsan, özgür olacağız. Ve eğer bana katılırsan birlikte ölene kadar yaşayabileceğiz. Ben ya senle öleceğim, ya da senin elinden. Asla boyun eğmeyeceğim. Hak etmeyenleri koruma. Ya da beni öldür.”

Drack düşündü. Karşısındaki kardeşiydi ve düşünülürse ağzından artık boş zehirler çıkmıyordu. Yeniden düşündü ve yapması gerekeni yaptı.

Geri döndüğünde ise ordusuna savaşmayı bırakıp,  vücudu yağma etmelerini emretti. Yanında da kardeşi vardı.

Beş

Doktor’un yüzü elindeki kağıdın üzerindeki verileri okuyunca buruştu. Morali bozulmuştu. Yere düşen yüzünü ağırca kaldırdı ve karşısındaki adama döndü.

“Üzülerek söylüyorum ki, kanser ilerledi. Maalesef. Yapabileceğimiz hiçbir şey kalmadı.”.

24
Başka Kurgular / İdam Mahkumunun Son Günü - Victor Hugo
« : 08 Mart 2013, 00:25:58 »


Arka Kapak:

3 Şubat 1829 tarihinde Fransa´da imzasız incecik bir kitap yayınlandı. Bir idam mahkûmunun yaşadığı son günlerde kafasından geçenlerin anlatıldığı bu kitap seyirlik bir gösteri niteliğindeki idamları ilk defa idama mahkûm edilmiş birinin bakış açısıyla ele alıyordu, Hakimlerden sonra bizler de onları düşüncelerimizle yargılarken, hiç düşünmüş muyduk; acaba ne hissediyorlardı, hücrelerinde yalnız kaldıkları zaman kafalarına hangi düşünceler üşüşüyordu? Bu öncü roman, suçlu dediğimiz insana uzaktan bakmak yerine, bu İnsanın hayatına girmemizi sağlıyor, onun da bir insan olduğunu fark ettiriyor.


Kitabı dün aldım, demin bitirdim. Victor Hugo zamanının insanları tarafından eleştirilmeye çok açık bir kitap yazmış. Ki ilk baskısında yazar ismi de bulunmuyormuş. Anlatım olarak birinci tekil şahıs olması, yazarın bu roman için mahkumları incelemesi ve onları yakından tanıması kitabın gerçekçiliğini artırıyor.

Kitap olaydan çok mahkumun iç dünyasını ve bu duruma gelmiş herhangi birinin düşüncelerinin nasıl olacağını bize aktarıyor. Yazarın da kitaptaki karaktere bir isim, hikaye vermemesi de bu kitabın tüm mahkumlar için olmasıymış. Kitap incecik, okumayanlara kolayca bitirebilecekleri bu güzel klasiği öneririm.

25
Kurgu İskelesi / Taş Duvarlar
« : 03 Mart 2013, 21:08:14 »
Huzurla inşa etmekte olduğu duvara baktı. Sadece birkaç saatlik bir çalışmanın ardından ilk kez yürümeye başladığı andan itibaren çalıştığı labirenti tamamlamış olacak ve kendini buraya hapsedecekti. Daha güzel ne olabilirdi?

Ahmet, el çantasını masasının üzerine bıraktı. Sol eliyle çantanın askısından tutup, diğer eliyle içinden ciltli, kalın ve birinin kafasına vurduğunda bayıltacak düzeydeki bir kitabı aldı. İnşacının El Kitabı yazıyordu devasa kitabın üzerinde.

Masanın arkasına geçti ve çekmecelerden birini açıp, içindeki bir el boyutundaki, kırmızı renkli tuğlayı çıkardı. Masanın üzerine koyduğunda tuğlanın birkaç küçük parçası kırıldı ve maun masanın üzerinin tozlanmasına neden oldu. Ahmet, elini tuğlanın üzerine hafifçe dokundurdu. Ardından hızla çekip, sanki kendisini durduracağından korkarmış gibi elini müthiş bir hızla tuğlaya vurdu.

Tuğladan birkaç parça daha ayrıldı ancak tuğla Ahmet’in eline göre şanslı sayılırdı. Elini çevirip içine baktığında tuğlanın çıkıntılarının elinde kanlı izler bıraktığını gördü. Ancak kanın etin içinde mi dışında mı olduğu anlaşılamıyordu.

Ahmet elini havada salladı ve acının kaybolmayacağını bildiği halde kaybolmasını arzu ederek biraz bekledi. Acı geçmedi. Sağlam eliyle bir tuğlayı aldığı çekmecenin altındaki gözden bir krem çıkardı ve kremi elinden geldiğince kanlı yerlere sürdü. Aslında beyaz olan krem kanla birleşip kızarınca kanın içeride değil, dışarıda olduğunu anlamış oldu.

Yine kremin olduğu gözden çıkardığı bir sargı bezini el yordamıyla eline sardı köşesinden bir düğüm atıp, rahatladı. Tuğlayı ve diğer malzemeleri çekmecelere koyup, cebinden çıkardığı küçük bir anahtarla kilitledi.

Masanın arkasındaki koltuğuna oturdu ve devasa kitabı sargılı olmayan eliyle kucağına aldı. Sargılanmış eliyle de sayfaları hızlı hızlı çevirerek son sayfasına geldi ve tekrar okumaya başladı.

“…küçüklüğümüzde bize aslında hayatın sonsuz ve sınırsız olduğunu aşılamaya çalışan dış güçlerden kurtulduğumuzda aslında tam da olmamız gereken yere, sınırlarımıza döndük. Taş Duvarlar ve diğerleri olmalıydı hayatımız. Kimse daha fazlasını istememeliydi, daha fazlasını istemek Taş Tanrı’ya ve Büyük İnşacı’ya korkunç bir saygısızlık olmaz mıydı?
Şüphesiz ben size elimden geldiğince bir rehber olmaya çalışıyorum. Taş Tanrı’nın zihin birliğine giriştiği Büyük İnşacı da okumayı öğrenebilmiş olsaydı, benim yaptığımdan çok daha fazlasını size aktarır ve kalbinizdeki sınırsızlıkla yaratılmış korkunç karanlığı nur ve Taş aydınlığını içimize, kalbimize ve ciğerlerimize doldurabilirdi. Yapamaması da bana bu kitabı yazmak gibi büyük bir sorumluluk yüklemiş oldu.

Ancak Büyük İnşacı’nın da yaptıklarını görmezden gelmek çok büyük bir küfürdür. Benim gibi sadece bildiklerini aktaran bir yazar ile Büyük İnşacı’yı kıyaslamak, Taş Tanrı ile Büyük İnşacı’yı kıyaslamak kadar çirkin bir davranış olurdu.

Birinci kısımda yani inşacılığın temel kurallarını öğrettiğimiz, gelenekleri, inşa şekillerini anlattığımız kısmın ardından şimdi de, neden inşa ettiğimizi, neden tüm hayatımızı duvarlar yapmak uğruna harcadığımızı anlatmış olduk. Unutmayın, Taş Tanrı sadece inşa edenleri sonsuzluktan korur ve ölüm geldiğinde yalnızca o sizi sonsuz yokluktan koruyacaktır.”


Ahmet kitabı kapattı ve yüzünde hafif bir gülümsemeyle yeniden aydınlandı. Bundan daha mükemmel bir dünya olabilir miydi? Ve sonra içini sonsuz bir huzur kapladı.

O anda her şey durdu. Sonsuzluk, içine işlediği anda, tüm beynini müthiş bir küfre ve yanılgıya düşmüş gibi hissetti. Neden taş duvarlar inşa ediyorlardı? Ne amaçla? Kime hizmet ediyordu bu duvarlar? İnşa ettikleri bir avuç duvar içinde yaşamak haksızlık değil miydi? Koskocaman bir dünya varken, saçma sapan bir duvar topluluğu arasında yaşayıp kendini her şeye, her türlü düşünceye kapamak doğru muydu? Düşündü. Sorguladı.

Hayır, düşünmemeliydi. Düşünemezdi. Düşünce sonsuz bir boşluktu ve sonsuzluğun içine işlemesine izin verdikçe küfre sürüklenecek ve hem yaşarken dışlanacak hem de öldükten sonra sonsuz bir azap geçirecekti. Buna izin veremezdi. O anda yerdeki kapı açıldı ve içeri merdivenlerin son basamağını tırmanan bir adam geldi. Adam gülümsüyordu.

Ahmet’in eline baktı. “Bugün çalışmaya erken başlamışsın.”

Ahmet ona şüpheyle baktı. Sonsuzluğun içine işlemesinden haberdar mıydı? Bu yüzden mi buraya gelmişti? “Neler oluyor?” diye sordu.

Adamın yüzündeki gülümseme kayboldu. Bundan sonra Ahmet adamın elindeki devasa çekici fark etti.
Korktu. Sonsuzluk ve bunun düşüncesi büyük bir küfürdü elbet, yok edilmesi gerekirdi. Ama ölmek istemiyordu. Ölemezdi. Yine de kaderine mahkum olmak zorundaydı. İnşacılıktan başka ne yapabilirdi ki? Adam ona çekiçle yaklaştı ve dizlerinin üzerine düşmüş Ahmet’in yanına geldi.

“Suçunu biliyor musun?” dedi ona.

“Düşünmek, sorgulamak ve sonsuz özgürlüğe kavuşmak...”

“Haklısın,” dedi adam gülümseyerek. “Yok edileceksin. Ben de yok olacağım. İnşa ettiğin duvarlarında. Taş Tanrı hiç olmadı. Büyük İnşacı seni ve diğer insanları hapsetmek isteyen bir yalancıydı. Belki bunları da düşünmüşsündür, belki düşünmemişsindir. Ölmeden önce bilmelisin.”

Ahmet gülümsedi. Azap olmayacaktı. Tek yapması gereken kendini adama bırakmaktı. Bıraktı.

Yok oldu.

26
Kurgu İskelesi / Katil Fotokopi Makinesinin İnsanları
« : 13 Şubat 2013, 22:03:58 »
                       
Bir

Tahir, koyu kahvesini fotokopi makinesinin yanına koydu ve çoğaltacağı kâğıtları makineye yerleştirdi. Makine oldukça eski ve yavaştı. Her bir kopya için dakikalar harcıyor, bazen kâğıtları kapağa sıkıştırıyor ve genellikle yüksek ses çıkarıyordu. Çok uzun zamandır bu masadan kaldırılmadığı göz önüne alınırsa bu gayet başarılı bir makine kabul edilebilirdi.

Makine kendi işini yaparken Tahir de sırtını makineye dayayıp kahvesini yudumlamaya başladı. Birkaç iş arkadaşını selamladı, yeniden kahvesini yudumladı ve birkaç arkadaşını daha selamladı.

Tahir bir silah fabrikasının “üst” katlarında çalışıyordu. Yani masa başı çalışan, sabah sekizde ofise gelip akşam beşte televizyonlarına gömülmek üzere evlerine giden, eline silah bile sürmemiş takım elbiselilerle birlikte. Buna rağmen o küçüklüğünden beri tüfek ve tabancalarla büyümüştü. Babası ve annesi askerdiler, iç savaşta iki çapulcu tarafından öldürülmüş olsalar bile normal şartlar altında oldukça yetenekli insanlardı.

O da asker olmak istemişti fakat iç savaşta ailesini kaybedince askeriyeden uzaklaşmak zorunda hissetmişti kendini. Buna rağmen uzaklaşabildiği en uzak nokta gizli ve önemli bir silah şirketiydi.

Babası ve annesi ona genelde zamanlarının tüfeklerini öğretmişlerdi ancak artık o silahlardan bulunamıyordu. Devrilen hükümetin yerine gelenler, ne kadar iç savaşı kazanan onlar da olsa, “kaybedilen iç savaş”ın suçunu o silahlara atmışlardı. Askeriye ve cephaneler yenilenmişti. Ve yeni sistem için silah şirketleri kurulmuştu. Tahir’in çalıştığı şirketlerden biri de buydu.

Tahir uzun yıllardır bu işe emek vermiş de olsa, pek yükselememişti. Büyük toplantılara katılma yetkisi bulunmuyordu ve bilgilerini patronunun imzalayacağı belgelerdeki yazıları okuyarak öğreniyordu. Şu anda yaptığı işte müdürün belgelerini hazırlamaktı. Bu yüzden katil fotokopi makinesinin yanında durmaya mahkûm edilmişti.

Makine durdu ve normalden daha yüksek bir ses çıkarttı. Bunun üzerine kattaki tüm gözler Tahir ve makineye döndü. Biraz utanmış olan Tahir kimseye bakmadan makineye döndü. Makine orada usul usul otursa da, katil fotokopi makinesi teorisi çıkardığı bu korkunç sesle daha da güçlenmişti.

Kâğıtları makinenin kapağını kaldırarak rahatça aldı ve asansöre doğru yürümeye başladı. Sol elinde kâğıtlar vardı ve sağ elindeki kahveyi asansör kapısının yanına koyulmuş geniş siyah çöp kutusunu attı. Asansörün kapısı sessizce açıldığında Tahir arkasını dönüp fotokopi makinesine doğru bakarak asansörü işaret etti ve tekrar önüne dönerek asansöre bindi. Boş asansörün sol tarafındaki düğmelerin kırk dördüncüsüne bastı. O ise okuz ikinci katta çalışıyordu. Bu katın amiriydi. Kırkıncı kata kadar olanlar genelde Tahir gibi orta dereceleri çalışanlar, kırkıncı kat ve üstündekiler büyük toplantılara katılma hakkına sahip olan yöneticilerdi. Yirminci kattan aşağıdakiler ise genelde işçi kısmı oluyordu.

Asansör otuz dokuzuncu katta durdu ve içeri bir saçları dökülmeye yüz tutmuş, yüzü çizgilerle dolu yaşlı bir adam girdi. Tahir’e gülümseyen adam şirketin Ekonomi dairesinden Vakar’dı. Vakar kırk beş tuşuna bastı.

Tahir, adamın kırk beşinci katta ne yapacağını merak etti. Kırk beşinci katta Büyük Patron vardı. Oraya gidenler genelde üst düzey insanlar olurdu.

Merakına yenik düştü ve Vakar’a dönüp içten olmaya çalışarak “Kırk beşinci katta ne işin var?” dedi ve gülümsedi.

Adam sırıttı. “Bilmiyorum. Patronlar beni çağırmış.” Sustu. Etrafına baktı ve dinlenilmediğinden emin olmak ister gibi gözleriyle etrafı taradı. “Terfi alabileceğimi umuyorum.”

“Ah,” dedi Tahir. Bu pek görülebilen bir şey değildi. Hele ki Vakar’ın yaşındaki birinin terfi alması… “Senin adına sevindim. Umarım istediğin olur,” dedi ve kırk dördüncü katta durup kapısı açılmış olan asansör yüzünden adamın teşekkür cevabına sadece kafasını sallayarak cevap vermek zorunda kaldı.

Kırk dördüncü kat dört bölümden oluşuyordu. Bunlar koridor, sekreter yardımcısının odası, sekreterin odası ve şirket müdürünün odasıydı. Sekreter yardımcısının odası bir balıkçı teknesinden biraz daha büyüktü. Bu katın gösterişine tam bir tezat oluşturuyordu. Sekreterin odası ise sekreter yardımcısının odasından çok daha büyüktü. Yine de hiç biri müdürün odasıyla karşılaştırılamazdı. O oda neredeyse katın yarısını kaplıyordu.

Buna rağmen sırasıyla bu odalara girmeden müdür odasına ulaşamazdınız. Öncelikle yardımcının odasından Sekreter Odasının giriş kartını alıp, sekreter odasından da müdürün odasına geçiş sağlanırdı. Kartsız bir girişte ise bedeniniz kapı tarafından eritilirdi. Ülkenin bu karın ağrılı zamanlarında doğrulabilmesi için en önemli adımlardan olan silah endüstrisinin yöneticilerine tam koruma sağlanması gerekiyordu.
 
Tahir koridor boyunca yürüdü ve sağ ve soluna asılmış tablolara bakmadan sekreter yardımcısının odasına odaklandı. Kapının üstünde kırmızı kartal işlemeleriyle süslenmiş tabelada “sekreter yardımcısı, Mocghard” yazıyordu. Mocghard’ın içeri girmesini söyleyen sesi tabelanın altına yerleştirilmiş olduğunu düşündüğü küçük hoparlörden duyuldu ve Tahir içeri girdi.

Mocghard iri bir adamdı. Oturduğu küçük masadan daha büyük olduğu söylenebilirdi. Neredeyse keldi, burnunun altında mavi, ince bir bıyık vardı. Gür kaşlarının altındaki gri gözlerinin etrafı kalın ve mor çizgilerle kaplanmıştı. Tahir içeri girdiğinde bin bir zorlukla oturduğu belli olan masadan biraz toparlandı ve ağzındaki kalmış birkaç sararmış dişi ona gösterdi.

“Ne istiyorsun?” dedi.

Tahir gözlerini devirdi ve masanın önüne kadar yürüdü. Bu adamla uğraşmak pek hoş olmuyordu ve Müdür de işlerin geciktirilmesinden pek hoşlanmazdı. “Sekreter odasına giriş kartı istiyorum, müsaadenizle.”

Adam egosunu tatmin etmekten hoşlanırdı. Bunu da en iyi, aslında statü olarak kendinden üstün olup, ona işi düşmüş insanları kendisine yalvartarak yapardı. Sırıtışı daha da genişledi ve tüm yüzünü kapladı. O da Tahir’le daha fazla uğraşmak istemiyor olmalıydı ki parmağını masanın üzerindeki ince tuşa koydu. Kayma sesi duyuldu ve ardından masanın altından bir çekmece çıktığına dair bir ses duyuldu. Çekmeceden üstünde Tahir’in isminin yazdığı metal ve parlak kartı aldı ve Tahir’in önüne attı. Yere düşen kartı almak için eğilen Tahir kalktığında adamın sırıtışının kulaklarına kadar uzadığını gördü. Bu onu iğrendiriyordu ama yapmak zorundaydı. “Teşekkür ederim,” dedi ve onun da cevabını beklemeden odadan dışarı çıktı. Bunu yaptığında odanın ne kadar basık ve boğucu bir havası olduğunu fark etti ve derin bir nefes aldı. Ardından sekreterin odasına doğru yürümeye başladı.

Sekreter odası ile onun yardımcısının odasının arasında sadece üzerinde hiçbir resim bulunmayan simsiyah bir kahve makinesi bulunuyordu. Kahve makinesini geçti ve geniş metal kapıya yöneldi. Kapının açma kolu ya da bu işi yapacak başka bir şeyi bulunmuyordu ve kapının açılmasının tek yolu tam ortasındaki ince ve zar zor fark edilen deliğe kartı yerleştirmekti. Eğer müdüre ulaşmak için bu kadar güvenlik geçmek gerekiyorsa, Büyük Patronun odasındaki ejderhanın büyüklüğü ne kadardır diye düşündü.

Kapıya kartı taktığında “klik!” diye bir ses geldi ve ağır kapı hızla arkaya kadar savruldu. İçerisi yardımcının odasına göre çok daha ferahtı. Giriş eşiğinin hemen üstünde bir klima bulunuyordu ve Tahir içeri girdiğinde tüm vücudunu dışarıdaki boğukluktan kurtaran bir soğuk hava dalgası kapladı.

Odada üç kurşun işlemez pencere, bir kapı –müdür odasına geçilen kapıydı bu-, bir masa ve kitaplık bulunuyordu. Daha önceki gelişlerinde böyle bir şey bulunmuyordu. Kitaplıktaki kitaplar oldukça fazlaydı ve okumak saçmalığını hala sürdüren birilerinin olması Tahir’i şaşırttı. Okumak sadece “Entel Sınıfı” adı verilen, gözlüklü ve hayatını kahve içerek sürdüren birkaç insana özgüydü. Sekreter de onlardan biriydi herhalde. Tahir ona başıyla selam verdi ve sekreter de ciddi yüzüyle buna karşılık verdi.

Sekreter orta yaşlı, güçlü yüzü olan bir adamdı. Oldukça dinç ve sağlıklı görünüyordu. Tahir ona “Okumaya mı başladınız?” diye sordu. Sekreter, yardımcısı gibi egoist ya da şımarık birisi değildi. Genelde hüzünlü olan gözleriyle Tahir’in ne demek istediğini anlamaya çalışır gibi baktı ve “ha!” dedi. “Evimden getirdiğim birkaç kitap işte. Biliyorsun artık evden çok burada yaşamak durumundayım.” Tahir sekreterin ne demek istediğini anlayabiliyordu.

İç savaş döneminin sonunda hükümet devrilse de bu savaşların sonuncusu olmamıştı. Artık ikinci iç savaş dönemiydi. Fakat bu sefer sokaklar eşkıya veya çeteci değil, tamamıyla polis kaynıyordu. Bu şirket de onların bölgesine aitti. Diğer bölge de ise askerler tarafından yönetiliyordu. Asker-Polis savaşlarındaki en kilit noktalar ise silah fabrikalarıydı. Silah fabrikalarından birisini ele geçirmek demek diğerine üstünlük sağlamak demekti. Ancak ülkede dört tane olduğu düşünülen –tam sayısını sadece bu şirketlerin kurulmasını sağlayan Devlet Başkanı biliyordu- fabrikaların hiç biri ele geçirilememişti. Çünkü bu binalar dışarıdan bir alışveriş merkezi, spor salonu ya da diğer binalardan farksızdı.

Polis daha önce birkaç kez baskın yapmıştı fabrikaya fakat ele geçirebildikleri tek şey ilk katta göstermelik koyulmuş yiyecek malzemeleriydi.

Tahir konuyu uzatmak istemiyordu, bir an önce müdüre belgeleri verip odasına dönmeliydi. Kapıyı açan Sekreter Miros, önündeki kitabı okuyordu ve Tahir bunu müdür odasına girmeden birkaç saniye önce fark etmişti. Bunu kafasından çıkarttı ve Müdüre selam verdi.

Müdür ne sekreter kadar sert, ne de yardımcı kadar laubaliydi. O genelde neşeliydi. Çok nadiren sinirlenirdi fakat bu onun ne kadar tehlikeli biri olduğunu anlayabilecek kadar sert bir sinirlenme olurdu.

“Hoş geldin, Tahir,” dedi adam arkasındaki Tahir’e bakmadan. Elinde bir tabanca şeklinde bir konsol vardı ve ekrandaki düşman askerlerini avlıyordu. Bu oyun geçen sene yapılmıştı. İç savaş dönemini anlatan ve tüm bölümleri tamamladığınızda “gaddar” hükümeti devirdiğiniz bir oyundu.

“Son istediğiniz belgeleri düzenleyip çoğalttım efendim,” dedi ve adamın geniş masasının üstüne bırakırken “buraya bırakıyorum,” dedi.

“Buraya kadar gelip çabucak gitmek mi istiyorsun?” dedi Müdür hayal kırıklığına uğramış bir çocuk gibi dönerek. Oyununa geri döndü ve “biliyorum, çok iş yapıyorsun fakat senden bir şey istemek durumundayım.”

“Ne isterseniz efendim,” diye cevapladı Tahir, adamın cevap beklediğini fark ettiğinde.

Adam güldü. “Masamın soldan üçüncü gözünde bir kâğıt bulunuyor. Onu tüm şirkete fakslamanı istiyorum fakat sakın okuma! Ofisine döndüğünde zaten görürsün,” dedi.

Tahir müdürün görmeyeceğini bile bile onaylayan bir şekilde başını salladı. Masanın soldan ikinci çekmecesini açtı ve içinde bir tabanca gördü. Bu tabanca Cun tabancasıydı. Altın işlemeli özel ve hafif bir yapımdı. Cun ırkının nadir bulunan ürünlerinden biriydi. Ve kesinlikle mükemmeldi.

Hemen kapattı çekmeceyi ve üçüncüyü açması gerektiğini hatırlayıp açtı. Kâğıdı eline aldığında kendini yazıları okumamak için zor tuttu. Ve merakına karşı yaptığı mücadeleyi kazanıp yazıyı okumadan faks makinesine koyup, tüm şirkete gönderilmesi için birkaç tuşa bastı. Arkasını döndü ve “işlem tamam efendim,” dedi. Ardından faks makinesinin işlemi tamamladığına dair sesi duydu ve makineden aldığı kâğıdı yerine geri koymak üzere çekmeceyi açtı. Kâğıdı koydu fakat kapatmadan önce bir şey fark etti. Müdür artık oyunun başında oturmuyordu. Oyun hala devam etse bile.

Konsol olduğunu zannettiği tabanca Tahir’e doğru çevrilmişti ve bu kesinlikle bir rüya değildi. Tahir üzerinden sarı bir ışın kurşunu geçerken kendini yere attı ve ikinci çekmeceyi açıp el yordamıyla bulduğu Cun tabancasını aldı. Dizlerinin üzerinde oturup, kafasını kaldırmadan silahını müdürün olduğu yere doğru çevirip tetiğe bastı. Kafasını masanın altından kaldırıp müdüre baktı ve o da tabancasının güvenlik kalkanıyla son anda savuşturduğunu gördü. Müdürün bu karşılığı beklemediği bir anlaşılabilir bir şeydi ve tabancayı orada unuttuğu için sinirlendiğine emindi.

Tahir, Müdürün toparlanmasına izin vermeden ikinci kez ateş etti. Bu sefer, geçen saldırının ağır elektrik yükünü üzerinden atmaya çalışan güvenlik kalkanı işe yaramadı ve kırmızı renkli ışın kurşunu Müdürün kafasına ulaştı. Müdürün yanan ve dağılan beyni yüzünden artık odadaki tek ses televizyondaki oyundan gelen sesti. Tahir sekreterin silah seslerini duyup hala neden gelmediğini ve neden böyle bir saldırıya uğradığını merak etti. Bunun kâğıtla bir ilgisi olmalıydı. Ayağa kalktı ve çekmeceden kâğıdı alıp üzerinde yazan iki cümleyi sessizce okudu.

“Otuz ikinci kat amiri Tahir, şirket güvenliğini tehlikeye attığı için ölüm cezasına çarptırılmıştır. Gördüğünüz yerde infaz ediniz.”



27
Yıldız Savaşları / Işın Kılıcı Formları
« : 01 Şubat 2013, 15:06:07 »
Işın kılıcı kullananlar için geliştirilmiş yedi teknik vardır. Bunlara ışın kılıcı formları denir.

Her Jedi ya da Sith, ışın kılıcı eğitiminin başlangıcında ilk form olan shii-cho ile başlar. Daha sonra geliştikten sonra ise, hangi stilde uzmanlaşacağına jedi/sith şövalyesi karar verir.

Ana Teknikler:

Form I: Shii-Cho

"Basittir ve basitliği onun gücüdür."

-Kreia.


Shii-Cho, Sarlacc'ın Yolu ya da Belirleyici Form olarak da bilinir, Işın Kılıcı dövüşü formlarının ilkidir. Antik metal kılıçlardan yararlanılarak daha çağdaş ışın kılıcı için geliştirilmiştir. Shii-Cho ile temel hareketlerin ışın kılıcına hitap etmesi sağlanmıştır.

Shii-Cho, çok sayıda düşmana karşı etkili bir yöntem olsa da, ışın kılıcı olan tek düşmana karşı dövüşürken yetersiz kalmaktadır. Bu tekniğin ustası Kit Fisto'dur fakat Darth Sidious'a karşı dövüşürken bu teknik yeterli olamamıştır.



Form II: Makashi

Makashi, Ysalamiri'nin Yolu ya da Çekişme Formu olarak da bilinir, Shii-Cho'nun ışın kılıcı dövüşlerinde yetersiz olduğu anlaşılınca  geliştirilen ışın kılıcı tekniğidir. Işın kılıcı dövüşlerinde en çok fayda gösteren tekniktir. Estetik, güçlü ve kullanılması zor bir tekniktir. Yüksek dikkat gerektirir. Makashi'deki amaç, az enerji harcayarak rakibi yormaktır.  

Makashi, zarif ve dikkatli olarak tanımlanmıştır ve rakibe karşı üstünlük sağlamak için dengeye ve ayağa dayalı geliştirilmiştir.

Kont Dooku, tekniği inanılmaz bir kesinlikle birleştirerek, bu formda en üst seviyeye çıkmıştır. Jedilar formu gereksiz bulup üzerinde çok çalışmadıkları için, Kont Dooku ile karşılaşmaları her zaman yıkıcı olmuştur.Bir diğer Makashi ustalarından Cin Dralling ise Darth Vader tarafından öldürülmüştür.

Bunlara rağmen Makashi zayıflıkları olmayan bir form değildi. Birden fazla rakibe karşı etkisizdi ve patlama-sapma sorununa karşı çözüm bulamadı. Bu yüzden yerini Form III: Soresu üstlendi.


Form III: Soresu

Soresu, Mynock'un Yolu ya da Esneklik Formu olarak da bilinir, ışın kılıcı dövüşü tekniklerinin üçüncüsüdür. Soresu, klon savaşları sırasında Blaster[*]Lazer Tabancası[/*]'ların yaygın olarak kullanılması nedeniyle geliştirildi.

Tüm ışın kılıcı formları arasında savunmaya yönelik olanıdır ve hemen hemen sınırsız koruma sağlar. Teknik, vücudun hemen hemen her yerine koruma sağlar ve tekniğin iyi bir kullanıcısını yenilmez yapar. Bu teknikte, ışın kılıcı kullananın hareketleri seri, hızlı ve etkilidir.

Tekniğin kullanıcıları, rakibi yorulana kadar savunma yapabilir ve diledikleri zaman saldırıya geçebilirler. Tekniğin bir başka avantajı da Shii-Cho kadar basit olmasıdır.

Bu tekniğin en iyi kullanıcısı Obi-Wan Kenobi'dir. Obi-Wan bu teknik sayesinde, Djem So ustası Anakin Skywalker, Juyo/Vaapad ustası Darth Maul ve bütün tekniklerde usta olan General Grievous'u yenmiştir.


Form IV: Ataru

Ataru, Hawk-Bat'ın Yolu ya da Saldırganlık Formu olarak da bilinir, ışın kılıcı formlarının dördüncüsüdür.

Ataru, genel olarak Güç'ün kullanımına ve akrobatik hareketlere dayanır. Bu teknik Eski Cumhuriyet'in son günlerinde ortaya çıkmıştır. Qui-Gon ve Yoda bu formun en bilinen kullanıcılarıdır.

Bu tekniğin ustaları dövüşürken, dönmek, çok yükseğe zıplamak gibi hareketler için Güç'ü kullanırlar. Hareketleri çok hızlı olduğu için bulanık görmektedirler. Darth Sidious da bu tekniğin Sith versiyonunu kullanmaktadırlar.



Form V: Djem So/Shien

Djem So, Krayt Dragon'un Yolu ya da Azim Formu olarak da adlandırılır, ışın kılıcı tekniklerinin beşincisidir. Savunmaya önem veren Soresu kullanıcıları tarafından yaratılmış, savunmayı saldırıya bağlamaya yönelik ışın kılıcı tekniğidir.
 
Djem So genelde blok yapma ve püskürtme üzerinedir. Kaba kuvvet olarak gözükse de Djem So Güç'ten yararlanmaktadır.  Bu teknik rakibini yıldırmaktadır.

Anakin Skywalker ve Luke Skywalker bu formun ustalarıdır. Darth Vader ise bu tekniği tek eliyle kullanarak saldırı ve savunma yapar.


Form VI: Niman

Niman, Rancor'un Yolu, Moderasyon Formu ve Diplomasi Formu olarak da bilinir, ışın kılıcı formlarının altıncısıdır. Niman önceki ışın kılıcı formlarını birleştiren melez bir formdur. Diğer formlar arasında bir denge sağlar. Genelde Klon Savaşları döneminde kullanılmıştır. Formun fazla güçlü bir tarafı yoktur fakat zayıflığı da yoktur. Ancak Niman kullanıcısı tüm alanlarda orta seviyede olduğundan herhangi bir formda uzmanlaşamaz.


Form VII: Juyo/Vaapad

Vaapad, Vornskr'in Yolu ya da Gaddarlık Formu olarak da bilinir, ışın kılıcı formlarının yedincisidir. Vaapad, Jedi Ustası Mace Windu bu formu tamamlayana dek tamamlanamamış bir tekniktir. Vaapad bir dövüş tekniğinden fazlası olarak tanımlanmıştır: bir düşünce gücü. Bu dövüş sanatı, kullanıcısına dövüşten zevk almayı öğretir.

Juyo, tüm tekniklerin en zorlusudur. Yoğun odaklanma ve öteki tekniklerde de ustalık gerektirir. Bu teknikte gösterişli olmayan manevralar vardır. Hareketler bağımsız, rastgele olarak gözüktüğü halde aslında rakibin kafasını karıştırmak içindir.

Vaapad Karanlık Taraf'ın sınırında bir formdur. Gerekli şartlar sağlanamadığı takdirde kullanıcısını karanlık tarafa sürükler. Sadece Mace Windu, bu tekniği kullanırken aydınlık tarafa odaklanması sayesinde, kendi öfkesine mağlup olmaktan kurtulmuştur.  Bu nedenle Vaapad çok tehlikeli bir formdur.

Bu teknikte, rakibin gücünü alarak ona geri yansıtmak mümkündür.

Mace Windu, Sora Bulq, Depa Billaba bu teknikte ustalaşsa da sadece Windu, aydınlık tarafta kalmayı başarabilmiştir.


28
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Eve Dönüş - Ray Bradbury
« : 30 Ocak 2013, 21:38:54 »

Bu hikâyeyi yazdığında yirmili yaşlarındadır Bradbury, ancak alışıldık kalıpların dışına çıkan çizgisini çoktan oluşturmaya başlamıştır. Şiirsel bir dille yazılan bu özgün hortlak hikâyesi sıradan insanı anlatır aslında. Eve Dönüş Bradbury’nin kendi çocukluğundan izler taşır. Kendisini sevgi dolu bir ailenin içinde bile uyumsuz, yabancı ve sıradışı hissettiği bir dönemin yansımasıdır belki de…

Ray Bradbury’nin kısa hikâyesi Eve Dönüş, ilk olarak 1946 yılında Mademoiselle dergisinde yayımlandığından beri kelimenin tam anlamıyla bir Cadılar Bayramı klasiği olmuştur. Bradbury’nin kendi çocukluğundan izler taşıyan bu hikâye, Cadılar Bayramı arifesinde bir araya gelen devasa bir hortlak ailesinin onlara hiç benzemeyen çocuğunun öyküsüdür.

29
Kurgu İskelesi / Tapınağın Haini
« : 26 Ocak 2013, 21:07:50 »
Biraz önceki rahatsız edici görüntüden nasibini almış olan Rolf, kaçmak için aceleyle bir at arıyordu. Bir tanesi bir ağacın yanındaydı. Yaralı olabilirdi ya da bağlanmış. Ancak bunu düşünmek için zamanı yoktu.
Kardeşlerinin peşinden gitmeli ve Hanedan’a rapor vermeliydi. Zaten kalırsa öldürülecekti. Atın yanına vardığında onun karnının yakınına bir hançer saplandığını gördü. Ancak bu hançer daha yeni saplanmıştı. Arkasını döndü ve hançeri fırlatanı gördü. Çevresi mor halkalarla dolmuş, kırmızı gözler.

Kılıcını çekti. Ölümüne bir dövüş olacak bu diye düşündü. Ancak benim ölümüme

Adam ona yaklaştı. Sol eliyle yüzüne düşmüş uzun ve sarı saçlarını geriye attı. Koyu kırmızı bir zırh giymişti. Sol omzunda bir omuzluk vardı fakat çatlaktı. 

“Seni neden öldüreceğim?” dedi. Sesi korkunçtu. Çatallıydı ve sert bir aksanı vardı. Ortak dilde konuşsa da eski zamanlardaki warg lisanı denen lisanı konuşuyor gibiydi. Sağ ve sol tarafından beline asılmış iki pala çıkardı.

“İstersen öldürmeyebilirsin,” dedi Rolf. Ölmemek için her şeyi yapardı. Yalvarmak da dâhil. “Bana katıl. Hanedan üyeleri senin gibi birine hayatında sahip olamayacağın kadar para verir.”

“Sen ne kadar alıyorsun?” diyerek sordu. Ama pek ilgili değildi.

“Günde 125 Lucir. Öldürdüğüm her Kızıl içinse bir Pudar.”

“Yani Hanedan’a ulaşabilirsen, bir Pudar kazanacaksın. Bir Pudar’la ne alabilirsin Rolf?”
Rolf titredi. “Sensiz ulaşamam biliyorsun.” Ardından ekledi. “Bir köşk alabilirim.”

“Ulaşamayacaksın…” kırmızı gözlerini doğrudan Rolf’a dikti. “Hanedanda dört köşkün mü var, Rolf? Öldürdüğün her bir kardeşim için bir köşk. Kardeşlerime değdi mi? Kardeşlerine?”

Rolf tekrar titredi ve dizlerinin üstüne çöküp hıçkırmaya başladı. “Ben- hiç-ç isteme- istemedim kardeşim.”

“İstedin Rolf,” Diz çöken adamın önüne geldi ve kılıçları Rolf’un boynuna çaprazlamasına yerleştirdi. “Ve şimdi öleceksin. Dört kez!”

Rolf palalardan kurtularak ayağa fırladı ve kılıcını kınından çekerek geriledi. “Bu sefer beni öldürmene izin veremem, kardeşim. Seni öldüreceğim.”

Adamın dudakları gülümsemeye benzer bir şekilde kıvrıldı. Ancak bu onun nefret işaretiydi. Bir Kızıl asla gülümsemezdi. 

Kızıl adam sırtındaki kalın, deri kaplı kalkanı yerinden çıkarttı ve Rolf’un önüne doğru attı. “Buna ihtiyacın olacak,” dedi. Rolf bunun bir aşağılama olduğunu anladı fakat o haklıydı. Ona ihtiyacı olacaktı. Kalkanı almak için eğildi. Bu sırada Kızıl Adam sırtına bağlanmış, küçük hançerlerden birini adama fırlattı. Bu hareketi yapacağını son anda anlayan Rolf kalkanını kaldırdı ve hançer kalkana saplandı.

Rolf tekrar ayağa kalktı. “Bir Kızıl’ın asla hile yapmayacağını sanardım.”

“Sen de bir Kızıl olabilirdin, Rolf,” dedi adam. Gözlerini kıstı ve ona acıyarak baktı. “Şu anda gözümde bir soylusun. Lord Hain.”

Kızıl adam ona doğru koşturdu. Bu sırada Rolf kalkanını eğik bir şekilde kaldırdı. Kızıl Adam ona karşı öldürücü bir hamle yapamayacağını anladı ve kalkanın üstüne basıp adamın üstünden atlamakla yetindi. Rolf adamın ağırlığına üstün geldi ve düşmemeyi başardı. Sağ elindeki kılıcı arkası dönük Kızıl’a doğru savurdu ve sırtında uzun ama derin olmayan bir kesik açtı.

Kızıl acıyla inledi fakat hemen toparlandı. Çektiği acı onu daha da güçlendirmiş gibiydi. “Gaz goran ruvargas,” diyerek küfretti. “Artık dilimizi de anlayamıyorsundur.”

Rolf adamın bacaklarına doğru savurdu bu sefer kılıcını. Kılıçlar çarpıştı ve Rolf kılıcını tekrar kaldıramadan Kızıl Adam dönerek adamın kafasına doğru iki palayı da savurdu. Kalkan bu güçlü darbeye dayanamayarak çatladı ve yere düşerek parçalandı. Rolf bir adım geri zıpladı.

Kızıl adam iki palayı da kullanarak önce bacaklarına, sonra doğrudan karnına savurdu. Her birini refleksle savuşturdu. Kızıl adam bir palayı bacağa bir diğerini ise kafasına savurunca Rolf bir seçim yaparak kafasını kurtardı.
Sol diz kapağına gelen kılıç adamı yere düşürdü. Acıdan gözlerinden yaş geldi Rolf’un. “Aah!” diye inledi ve merhamet diledi Kızıl Adam’dan.

Kızıl adam en başındaki gibi yaptı ve bu sefer kanla ıslanmış palaları adamın boğazına götürdü.

“Yalvarırım,” dedi Rolf. “Seninle tapınağa gelirim. Kan orucu tutarım. Gözlerim kızıllaşana kadar kan içerim. Olur mu? Ha? Dua ederim. Öldürdüğüm her bir kardeş için bir kez ölürüm. Ancak onunda yaşamama izin verin. Yalvarırım.”
Kızıl Adam onu dinlemiyordu. “Öleceksin,  Lord Hain. Mavi olmayı hak etmedin. Asla kırmızı olamayacaksın. Ve senin canlı halini asla tapınağa sokmam.”
 
Rolf son bir kez gözyaşı döktü. Kızıl Adam havaya baktı, dua etti ve ardından adamı dört kez öldürdü.

30
Diğer Fantastik Eserler / Odd ve Ayaz Devleri
« : 10 Ocak 2013, 16:48:39 »

"2009 yılında Mezarlık Kitabı’yla Newbery Medal alan Neil Gaiman’dan zekice kurgulanmış eğlenceli bir roman…

Konusunu geleneksel Nors mitolojisinden alan Odd ve Ayaz Devleri, okuru devlerin ve Tanrıların ülkesinde vahşi ve büyülü bir yolculuğa çıkarıyor.

Vikingler döneminde, Norveç’te bir kasabada Odd isimli bir çocuk yaşar. Odd hep çok şanssız bir çocuk olmuştur. Küçük yaşta babasını kaybeder, ağaç keserken bir ayağını sakatlar… Üstelik bir türlü bitmeyen kış Odd’un kasabasında yaşayan herkesin aksileşmesine neden olur.

Odd kasabadan ormana gittiği bir gün ayı, tilki ve kartalla karşılaşır. Bu üç sıradışı hayvanın Odd’a anlatacakları bir hikâyeleri vardır.

Odd, bu üç hayvanla karşılaştıktan sonra kendini hayal edebileceğinden çok daha tuhaf bir maceranın içinde bulur: Şimdi Odd, Tanrılar şehri Asgard’ı Ayaz Devleri’nden ve kendi kasabasını bitmek bilmeyen kıştan kurtarmak zorunda…"



Çevirmenliğini Emine Ayhan'ın üstlendiği İthaki Yayınları'nın bu kitabına 17.01.2013'te önsiparişle sahip olabileceğiz.

Sayfa: 1 [2] 3 4